Balığın diğer yüzü

Özgür Gürbüz-BirGün/20 Ekim 2013

Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) verilerine göre Türkiye’de kişi başına düşen balık tüketimi 7,8 kilogram. Dünya ortalaması 17 kilogramın üstünde. Gelişmiş ülkelerde bu rakam 30 kiloya yaklaşıyor. Bu demek değil ki her ülke gelişmiş ülkeler kadar balık tüketmeli. İzlandalılar bizden daha fazla, yılda 91 kilo balık tüketiyor diye ortalığı birbirine katmanın âlemi yok. Türkiye’nin üç tarafı denizlerle çevrili olduğu için tüketim miktarını arttırılabilir ama önemli olan ne kadardan çok nasıl tükettiğiniz. Dengeli beslenip beslenmediğiniz. Bir de işin çevre boyutu var. İzlandalılar kadar balık tüketeceğim diye denizde ne var ne yok talan etmenin de anlamı yok. Bugün balık var, yarın da olmalı.

Boğaziçi Üniversitesi’ndeki Yavaş Balık (Slow Fish) konferansının bugün dördüncü ve son günü. Balıkçılar, akademisyenler, Lüfer Koruma Timi; konuyla ilgili herkes orada… Sorunun bir ayağı azalan balık stokları. Denizlerin kirlenmesi, iklim değişikliği, aşırı ve bilinçsiz avlanma yüzünden birçok tür tehlike altında. Prof. Ertuğ Düzgüneş, denizlerin dünyanın ortak malı olduğuna dikkat çekiyor ve sorunun çözümü için cesur kararlar alınmalı, “Bazı türler için bir yıl av yasağı yetmiyorsa beş yıl avlanma yasağı getirilebilir” diyor. Balıkçıların çoğunluğunun yasak fikrine sıcak bakmadığını bilmem söylemeye gerek var mı? Fakat durum ciddi. Kolyos, Torik, Orkinos, Kırlangıç, Mavruşgil, Kupez, Çaça ve Karadeniz Sahil Yolu inşaatı nedeniyle yaşam alanları yok edilen kaya balıkları artık denizden çıkmıyor. Düzgüneş, “Bu durum devam ederse, Kızılderili reisin dediği gibi son balığı avlayacağız ve paranın yenmeyeceğini anlayacağız” diyor.

Bir de balık sorununun öteki yüzüne bakmalı. Tarım Bakanlığı’nın da desteklediği bir araştırmada Prof. Hasan Güngör, Dr. Mustafa Zengin ve Yrd. Doç. Günay Güngör, Marmara’daki balıkçıların çalışma ve yaşam koşullarını incelemiş. Yedi ilde 258 balıkçı teknesinin personeli ve sahibiyle konuşmuşlar. Teknelerde çalışan tayfaların durumu içler acısı, gelirleri avlanan balık miktarına bağlı. Satışın yarısı yakıt ve paketleme gibi giderlere gidiyor, kalanı tayfa arasında yaptıkları işlere göre paylaşılıyor. Yapılan anket gösteriyor ki, tayfaların yüzde 46’sı yılda 3 ila 6 bin lira arasında bir para kazanıyor. Bu yüzden de av yasağının olduğu yılın yarısında ek iş yapanlar var. Tarlada çalışıyorlar, çatı tamir ediyorlar ama bunu yapabilenlerin oranı da yüzde 40’ı geçmiyor.

Balıkçıların yüzde 60’ının başka bir geliri yok. Yüzde 41’inin evinde bakmak zorunda olduğu dört kişi var. Yarısı ilkokul mezunu ve yüzde 68’i 40 yaşın altında. Yüzde 70’i başka bir iş bulamadığı ya da elinden başka bir iş gelmediği için balıkçılık yaptığını söylüyor. Kısaca, teknede çalışan balıkçılar av sezonunda ne kadar çok avlarlarsa o kadar çok para kazanıyor. Bu durum, kaçak ve aşırı avlanmayı teşvik ediyor olabilir ancak tek nedenin bu olduğunu sanmıyorum. Tekne sahiplerinin durumu tayfadan daha farklı. Eğer 26 metreden büyük bir tekneye sahipseniz aylık geliriniz, tüm masrafları düştükten sonra 49 ila 81 bin TL arasında değişiyor. Paylaşım konusunda güverteyle kaptan köşkü arasında bir balina kadar fark var.

Türkiye’de av yasağı ve balıkçılık yapan tekne sayısının azaltılması gündeme geldiğinde itirazlar yükseliyor. Çoğu karada, 2 milyon 500 bin kişi, geçimini bu sektörden karşılıyor. “Avlanamazsın” dediğin kişiye iş bulmalı, başka iş sahaları göstermeli. Evet, ama kime? Yılda 6 bin lira kazanan tayfaya mı yoksa sayıları yüzlerle ifade edilebilecek tekne sahiplerine mi? Balıkçılığın daha kontrollü yapılmasının önünde kim duruyor? Bu sorunun yanıtını bilirsek çözüme daha kolay ulaşırız.

***
Mimar ve gazeteci Oktay Ekinci’yi geçen hafta yitirdik. Daha iyi bir çevre, planlı ve yaşanabilir kentler için tüm hayatı boyunca uğraştı. Kendisinden çok şey öğrendim ve öğrenmeye de devam edeceğim. Yazıları ve eserleri bizlere yol gösterecek.  

Derin Dekolte

Özgür Gürbüz-BirGün/13 Ekim 2013

İstanbul’un kuzeyindeki ormanların içinden geçen 3. Köprü’nün yolu aynı bir fermuara benziyor. Yol, toprağın üstünü örten yeşil eteği bir fermuar gibi ikiye ayırıyor. Fermuarın sürgüsünü, "Her şeyi çevreye odaklarsak, kalkınma başka bahara kalır. İstanbul'un en önemli sorunu çevre değil ulaşım" diyen Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım tutuyordu. Yıldırım sürgüyü çektikçe ağaçlar bir bir yere yıkıldı. Üç, beş değil. Yüz binlerce ağaç. Sonuna, yani boğaza kadar açılan fermuardan dolayı her şey artık gözler önünde. Etek düştü düşecek.

TMMOB Şehir Plancıları Odası, 2010 Eylül ayında yayımladıkları raporda hükümeti bu günaha karşı uyarmıştı 3. Köprü ve bağlantı yollarının her iki yöndeki 5 kilometrelik etki kuşağında İstanbul’daki özel orman alanlarının yüzde 34’ü, orman alanlarının yüzde 46’sı ve tarım alanlarının yüzde 43’ü yer alıyor. Şehir Plancıları, köprüyle birlikte bu alanların yapılaşma baskısına maruz kalacağını ve kent nüfusunun 7,5 milyon daha artacağını söylemişlerdi. Üç değil 30 köprü yapsanız yetmez. Demek ki neymiş, her şey ulaşım değilmiş. İstanbul’un en önemli sorunu ulaşım değil, planlamaymış. Ülke sanayisini, nüfusunu, ticaret ve turizmini bir kentin üzerine yıkmamakmış.

Türkiye’nin üç yanındaki denizlere vuran dalgaların köpükleri, mavi bir eteğin ucundaki fırfırlara benziyor. Mavi eteğin boyu durmadan kısalıyor, beyaz fırfırlar artık griye çalıyor. Kıyılarımız termik santraller, kanalizasyon ve organize sanayi bölgelerinden gelen atık sularla kirleniyor, rengi değişiyor. Mavi etek geri çekildikçe çekiliyor. 2010 yılında Türkiye nüfusunun sadece yüzde 52’sinin atıksuları arıtılmış. Belediyelerin yüzde 12’sinde kanalizasyon yok. Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu üç gün önce Birecik’te “Büyük hedefi olmayan milletler tarih sayfasından silinir” dedi. Kanalizasyon büyük hedeften sayılır mı acaba? Bizim oralarda, kanalizasyon küçük büyük ayrımı yapmaz derler ama yine de ben bilmem bakanım bilir. Kimseye karıştığımız yok zaten. Mavi denizlerin etek boyu kısalıyor, yüzümüz kızarıyor diye yazıyorum. Bizden de geçtim, turistler görür elâleme rezil oluruz.

Türkiye Barolar Birliği Çevre ve Kent Hukuku Komisyonu birkaç gün önce Mersin’deydi. Planlanan barajlar yüzünden tehlike altındaki Göksu Deltası’nda incelemelerde bulundular. Bir de kaçak inşaat tespit ettiler. İnşaat sahası çitlerle çevrilmiş, kapısında Rusya ve Türkiye bayrakları asılı. Sahiplerinin belli ki işledikleri suçtan haberi var, çalışan kamyonların plakaları yok. Yapılan bir baraka, bir apartman değil. Fabrika, top sahası, tavuk kümesi de değil…

Kaçak inşaat Akkuyu’daki nükleer santrale ait. Nükleerci şirket ÇED raporunu yeni değerlendirmeye sunmuş, sonucu beklemeden kamyonları çalıştırmaya başlamış. Nükleer dediniz mi korkacaksınız. Fukuşima’nın üzerinden 2,5 yıl geçti, Japonlar hâlâ sızıntıyı kontrol altına alamadılar. 8 Ekim’de radyoaktif suyu arıtan sistemdeki bir boruyu yanlışlıkla söken altı işçi radyasyona maruz kaldı. Yedi ton radyoaktif su sızdı. Bakan Yıldırım’ı dinleyip çevreye, insana odaklanmasak bile olmuyor. Ekonomi de “nükleere hayır” diyor. Kazanın toplam maliyetinin 250 ila 500 milyar dolar arasında olacağı söyleniyor. Türkiye’nin 2011 yılı Gayri Safi Yurt İçi Hasılası 772 milyar dolar. Kalkınmayı başka bir bahara bırakmak istemeyen hükümet, dünyanın en tehlikeli endüstriyel işletmesini kontrolsüz bırakarak bize kışı yaşatmaya hazırlanıyor.

Televizyonlarda dekolte aramakla zaman harcamayın. Mersin Akkuyu’da dört reaktörlü bir nükleer santral kurulması planlanıyor. Hem de kaçak! ÇED raporuna göre 220 bin ağaç kesilecek. Dımdızlak kalacak topraklara ikişer ikişer, kubbemsi reaktörler kondurulacak. Televizyondan nasıl görünür bilemem ama yukarıdan bakmak tehlikeli. Derin dekolte sınıfına girer. Dünyanın hiçbir yerinde böylesi görülmedi. Ayıptır. Hem de çok ayıp!

Türban sorununu AKP çözemez

Özgür Gürbüz-BirGün/6 Ekim 2013
 
Etek boyu dizden yukarı olmayacak, yırtmaca izin yok. Kot ve benzeri pantolon yasak. Kolsuz ve çok açık yakalı gömlek, bluz veya elbise giyilmeyecek. Dar pantolonu sormaya bile gerek yok; o bizi tümden daraltır. Erkekler de rahat duracak. Saçlar kulağı kapatmayacak. Enseden uzatmak yasak, gömlek yakasını aşmayacak. Sandalet falan haşa! Sakal bırakılmaz, bıyık da üstten alınmaz, yanlar üst dudak hizasında olur, alt uçları dudak hizasından kesilir. Baş, kadınlardaki gibi daima açık bırakılır…
 
Halen yürürlükteki yönetmelik kamu kurum ve kuruluşlarında çalışanların böyle giyinmesini söylüyor. Bu ucube kuralların çoğunun artık uygulanmadığını biliyoruz. Hafta başında açıklanan paketten anladığımız kadarıyla yasal zemin de hazırlanacak ve 16 Temmuz 1982 tarihli genelge tarih olacak. Peki, bu türban ya da başörtüsü sorununu halledecek mi? Ne yazık ki hayır… 
 
Kıyafetin politikleşmesi aslında bu ülke için yeni bir şey değil. Özellikle 12 Eylül döneminde erkeklerin bıyığına bakıp siyasi görüşünü tahmin etmek zor değildi. Şimdi imgeler çeşitlendi. Uzun saç, küpe, dinlediğin müzik… Son dönemde bu kervana türban ve badem bıyık da eklendi. Sokaklar, semtler, kafeler ayrıldı. AKP iktidarında bu ayrımcılığın kadrolaşmaya yansıması da öncekilerden daha belirgin. Adalet, ekonomi, eğitim hep kendileri gibi olanların yönetimine verildi. Hükümetin icraatlarını protesto ederken polis tarafından vurulanlara artık rahmet bile dilenmiyor. Öteki kabul ettikleri yok sayılıyor. Giyimin, hayat tarzın iktidardakilerin hoşuna gitmiyorsa iş bulamıyorsun, dayak yiyorsun. İntihar eden hakim adayı Didem Yaylalı’yı hatırlayın. Muhafazakar olmadığı için hakim olmasına izin verilmeyen Didem’i. Ya da, akşam sekiz buçukta sokağa çıktığı için bir polis memuru tarafından tacize uğrayan ve tecavüzden kurtulan Pınar’ı... 
 
Kıyafetiyle, yaşam tarzıyla iktidarın dayattığı yaşam tarzından uzak insanların yerine koyun kendinizi. Türbanlı öğretmenin çocuğuna bilerek düşük not verdiğini, hakimin davacı olduğu kişinin türbanlı avukatı sayesinde aleyhte karar aldığını, devlet dairesindeki işi badem bıyıkları olmadığı için kaptırdığını düşünmeyecekler mi? Ne yazık ki düşünecekler. Aynı şekilde işini türban, davayı badem bıyığı nedeniyle kaybettiğini düşünenler de oldu ve olacak. Açık konuşmak gerekirse biz aslında hiçbir zaman toplum olmayı beceremedik. Hep ‘onlar ve biz’ olduk. Kürtler ve Türkler olduk. Aleviler ve Sünniler, dindarlar ve dinsizler. Kürtler, Türkler, Aleviler, Sünniler, dindarlar ve dinsizlerden oluşan bir toplum olamadık. Ya ayırdık yollarımızı ya da yok saydık bir tarafı. Bunu da iktidardaki partilere borçluyuz, özellikle de AKP’ye. Erdoğan’ın çok emeği var bu bölünmede. Bu bölünmeler bize asıl sorunları ve mücadeleyi unutturuyor. Neden bu kadar çok çalışıp hâlâ aza şükrettiğimizi, neden komşumuzdan daha zengin olmaya çalıştığımızı ve onlarca benzer sorunun yanıtını düşünmüyoruz. Ayrı düştük ve birbirimize güvenmiyoruz.
 
Bu güven sorununu aşılmadan türban ve benzeri sorunlar çözülemez. Bunun için de devlet, başta eğitim ve dinden ideolojik desteğini çekmeli. İmam hatipler özel okul olmalı, diyanet, zorunlu din dersleri kaldırılmalı. Temel eğitim ideoloji ve dinlerden uzak olmalı. Erdoğan gibi özgürlükleri sadece türbanla veya kendine yakın olanların istekleriyle sınırlarsanız sorun büyür. Derslere türbanla girmek isteyen öğretmene izin verirken, mini etekle, askılı elbiseyle girmek isteyene hayır diyemezsiniz. Kumaş pantolon ve badem bıyık serbestse, uzun saç ve şort da serbest olmalı. Özgürlük bütündür. Sokakta, kamuda her yerdedir. Görünen o ki AKP’nin görüşü ve kapasitesi buna yetmiyor. Sorunu gerçekten çözmek için bireylerin birbirine güven duyduğu bir topluma ve onu şekillendirecek başka bir siyasi harekete ihtiyaç var. Özgürlükçü ve eşitlikçi bir siyaset Türkiye’nin özlemidir. İnsan sevdiğine öyle bir bakar ki sadece gözlerini görür. Birbirimizi sevmeye ihtiyacımız var. Başa, eteğe, saça değil gözlerimizin içine bakmaya ihtiyacımız var. 

Çimlere basmayın










Her şey 3-5 ağaç için başladı, şimdi ormanlar, göller, hayvanlar ve yaşam hakkı için devam ediyor.  Türkiye’nin en önemli çevre sorunlarını  masaya yatırıyor, çözüm yollarını tartışıyoruz. Çimlere Basmayın her cuma saat 13:00’te Yön Radyo’da…

Programı internet üzerinden dinlemek için lütfen Yön Radyo'nun internet sitesini ziyaret edin.

Basın bültenleri, sorularınız ve önerileriniz için ozgurgurbuz@yonradyo.com adresini kullanabilirsiniz. 

İlk program 4 Ekim 2013 Cuma günü. Saat 13:05'te yayındayız.

Bizi Facebook'tan takip etmek isterseniz, adresimiz:
https://www.facebook.com/cimlerebasmayin

Çimlere Basmayın programını Yaşar Kanbur ile birlikte hazırlıyoruz ama programın içeriğini sizlerle birlikte belirlemek istiyoruz. Çevre, ekoloji mücadelesi veren herekese mikrofonlarımızı uzatmaya hazırız. Bize ulaşın, sesinizi herkes duysun.

Çimlere basmayın, bu programı da kaçırmayın.  

İklim raporu ve Türkçe meali

Özgür Gürbüz-BirGün/29 Eylül 2013

Kaynak: Grida
Sıcak hava dalgalarının sayısı ve şiddeti artacak. Okyanuslar asitlenecek. Buzullar eriyecek, deniz seviyesi yükselecek. Bunların sonucunda binlerce canlı hayatını kaybedecek; belki sen, belki ben. Sokakta yemek verdiğimiz kedi, denizdeki balık, dağdaki ayı. Huzurevindeki akraban, her sabah selamlaştığın yaşlılar ve yoksullar önce vedalaşacak. Nasıl mı biliyorum? Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin (IPCC) son raporunu yazan, gözden geçiren 259 bilim insanı/uzman ve fikirlerine danışılan bir 600 kadarı daha öyle diyor. IPCC’nin yayınladığı son rapor açıkça ortaya koyuyor, insan etkisiyle şahlanan küresel iklim değişikliği (Rapor, yüzde 95-100 olasılıkla iklim değişikliğinin nedeni insanlar diyor) çok ciddi bir tehdit olarak önümüzde duruyor.

Bu uzmanlar, küresel iklim değişikliği konusunda yayımlanan 9 bin 200 raporu inceliyor. 39 ülke, bilim insanlarıyla sürece katılıyor. Kendilerine gönderilen 54 bin 667 yorum değerlendirmeye alınıyor. Bu iş, petrol, kömür lobilerinin desteklediği birkaç bilim insanının iddialarından ya da bilimsellikten uzak e-postalardan ibaret değil. Bu yüzden, IPCC’nin 5. Değerlendirme raporu, ‘küresel iklim değişikliği insan kaynaklı değil, bu bir doğal döngü’ masallarıyla kıyaslanamaz. İşte tehlike işaretleri ve Türkçe meali:

·         1983-2012 arasındaki 30 yıl, son 1400 yılın en sıcak 30 yılıydı. Dünyanın ortalama sıcaklığı 1901-2012 döneminde 0,9 derece arttı. Böyle giderse artış 21. yüzyılın sonuna kadar 1,5 hatta 2 dereceyi bulacak.
Anlamı: 1,5-2 derecelik sıcaklık artışı dünyadaki bitki ve canlı türlerinin yüzde 20 ila 30’unun soyunun yok olması. Tropikal ve subtropikal bölgeler başta olmak üzere tarımda üretim kaybı.  
·         Son 20 yılda Grönland ve Antartika buzulları büyük kütle kaybetti, tüm dünyadaki buzullar da küçülmeye devam ediyor. Kuzey Kutbu deniz buzulu ve Kuzey Yarımküre’deki kar tabakası ciddi oranda azalmaya devam ediyor. Deniz seviyesindeki yükselme 19. yüzyılın ortalarından bu yana önceki iki yüzyıldaki ortalamanın üzerine çıktı. 1901-2010 arasında deniz seviyesi 19 cm yükseldi.
Anlamı: Dağlardaki buzulların ve kar tabakalarının küçülmesi onların beslediği nehirlerin kurumasına ve susuzluğa yol açacak. Kutuplardaki buzulların erimesi ise deniz seviyesindeki yükselişi hızlandıracak. Ada devletleri sular altında kalacak, Bangladeş gibi birçok ülkede tarım arazilerini su basacak.
·         Karbondioksit, metan ve azot oksitlerin atmosferdeki yoğunluğu 800 bin yıldır görülmemiş bir düzeye geldi. En önemli seragazı karbondioksitin yoğunluğu endüstri devrimi öncesine göre yüzde 40 arttı. Nedeni fosil yakıt (petrol, kömür ve doğalgaz) kullanımı ve arazi kullanımının değişmesi.
Anlamı: Karbondiksit başta olmak üzere seragazlarının atmosferdeki birikiminin önüne geçilemezse küresel iklim değişikliğinin de önüne geçilemeyecek. Sellerin sayısı ve şiddeti artacak. Kasırga ve hortumlar, beklenmedik fırtınalar hayatı yaşanmaz hale getirecek. İkitelli’de, Samsun’da şahit olduğumuz sel felaketlerinin sayısı artacak.

Raporda anlatılanların rakamlarla süslenmiş tahminler olduğunu düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Bahsedilen aslında yaşadığınız hayatınız, geleceğiniz. Tek bir farkla, kaderinizi değiştirme şansınız hâlâ sizin elinizde. Kömür değil rüzgar, petrol değil güneş diyerek; sorgusuzca tüketmek yerine verimli üretip az tüketerek; daha çok para için değil, daha çok boş zaman için çalışarak bu makus kaderimizi değiştirebiliriz. İlk adım inanmak.

Baltalar elimizde

Özgür Gürbüz-BirGün/22 Eylül 2013

Baltalar elimizde / Uzun ip belimizde
Biz gideriz ormana hey ormana…

Bu şarkıyı okul yıllarında öğrenmiştim. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan da biliyordur. Hâlâ bu şarkının etkisinden kurtulamadığını düşünüyorum. Halbuki biz, sonra bir başka şarkı daha öğrendik.

Kestane, gürgen, palamut / Altı yaprak, üstü bulut
Gel sen burada derdi unut / Orman ne güzel, ne güzel.

Okullarda çocukların kafasını karıştırdığımız ortada ama bir ülkenin başbakanının doğrular konusunda kafası karışmışsa ve o kendisini her kentin belediye başkanı zannediyorsa vay halimize. Erdoğan’ın ODTÜ’den yol geçmesine karşı çıkanlara, ağaçların kesilmesini istemeyenlere yaptığı çıkışı hatırlayın: “Gidin ormanda yaşayın”.

Başbakan “ormanda yaşayın” derken kentlerin ağaçsız, gri, AVM ve viyadüklerden oluşan beton yığınları olması gerektiğini düşünüyor olmalı. Yanılıyor. Sık sık ziyarete gittiği, dünyanın en büyük ekonomisi Amerika’da bile bu böyle değil. ABD’nin en eski doğa koruma örgütü ‘American Forests’, 5 Şubat’ta ülkenin en iyi kent ormanlarına sahip 10 şehrini açıkladı. Bu kentler arasında gökdelenleriyle ünlü New York, Denver ve Seattle gibi kentler de var. Kent ormanlarının insanlara sosyal, çevresel ve ekonomik yararlar sağladığını söyleyen örgüt, bu alanların vahşi hayat için de önemli olduğuna dikkat çekiyor. Stressiz, sağlıklı insanların yaşadığı kentler göze hoş geldiği kadar ekonomiye de katkı sağlıyor. Üstelik bu kentlerdeki yeşil alanların yaratılmasında aynı bizdeki gibi sivil toplum rol oynamış.

New York’ta sekiz milyondan fazla insan yaşıyor. Ağaç sayısı 5 milyon 200 bin. Ağaçların hava kirliliğini önleme, seragazı emisyonlarını yutma ve enerji giderlerini azaltmaları sayesinde New York her yıl 47 milyon dolar kâr ediyor. Sağlık harcamalarındaki azalma bu hesaba dahil değil.

Denver kenti yeşil alanları sayesinde turizm kaynaklı 18 milyon dolar gelir elde ettiğini, daha sağlıklı bir ortamda yaşayan vatandaşları sayesinde de sağlık harcamalarının 65 milyon dolar azaldığını belirtiyor. Kentin yüzde 20’si ağaç gölgesinde kalıyor. Ağaçlar sayesinde her yıl soğutma harcamalarında 56 bin megavatsaate varan enerji tasarrufu yapılıyor. Böylece 6,7 milyon dolar Denver halkının cebinde kalıyor. Denver’da evlerin değeri de parklar sayesinde toplamda 30 milyon dolar artmış.

Charlotte kenti de ağaçları sayesinde enerji tasarrufu yapıyor ve 900 milyon doları kumbaraya atıyor. Doğru ağacı doğru yere dikmek, gölge yaratmaktan rüzgarı kesmeye kadar çeşitli etkilerle daha az enerji harcamanıza fırsat sağlıyor.

Milwaukee 3,5 milyon ağacıyla her yıl havasını 496 ton kirleticiden temizliyor. Bu işlemin ekonomik değeri 2,6 milyon dolar. Ağaçlar aynı zamanda 434 bin ton karbon yutuyor, bunun ekonomik değeri de 9 milyon dolar.

Bilimsel çalışmalar ve ekonomik veriler kentlerdeki yeşil alanların önemini ortaya koyuyor. Ormana herkes gider ama orman gibi kentlerde herkes yaşayamaz. Türkiye’de bırakın ormanda yaşamayı, gecelemek bile zor. Orman alanlarında konaklayabildiğiniz A sınıfı mesire yerlerin sayısında da son yıllarda ciddi bir düşüş var. Orman Genel Müdürlüğü verilerine göre, 2007’de 108 adet A tipi mesire yeri vardı, 2011’de bu sayı 46’ya düştü. Nereden tutsak elimizde kalıyor şu ormana gitme meselesi…

“Ormanda yaşayın” göndermesi insanların ‘yeşil kent’ talebinin yanıtı değil. ODTÜ sorununun mimarı Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek’in ise bir yanıtı bile yok. Sadece ona buna iftira atıyor. Şimdi de ‘profesyonel eylemci’ diye bir şey uydurdu. Aynı isimlerin çevreyi korumak için oradan oraya koşturduğu doğrudur ama bunun tek sorumlusu siz ‘profesyonel yok ediciler’. Üstelik, siz bu yıkım işleri için tonla maaş alıyor, rant yaratıyorsunuz. Eylemcilerin ise hiçbir maddi çıkarı yok. Kim profesyonel, kim amatör acaba?

Kıbrıs'ta ekoloji forumu başlıyor

Yeni Kıbrıs Partisi’nin (YKP) katkılarıyla düzenlenen II. Ekoloji Forumu 20-22 Eylül tarihleri arasında Limnidi’de Vouni King Otel’de düzenlenecek. Kapitalizmin yarattığı doğa katliamlarının ve toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin giderilmesi için mücadeleyi güçlendirmeyi amaçlayan forum aynı zamanda yeni kampanya önerilerini de gündemine alacak.

PROGRAM
20 Eylül, Cuma
19:00 - Tanışma toplantısı
20:00 - Akşam yemeği
21:00 - Müzik dinletisi
 
21 Eylül, Cumartesi
ATÖLYE ÇALIŞMALARI
10:00 – 13.00 - Atölye çalışmaları
I. Tarımda alternatif üretim metodları
Moderatör: Yena Hacışevki ve Nükhet Irkad
II. Alternatif üretimde arıcılığın önemi
Moderatör: Hasan Çağda
II. Eko-feminizm çalıştayı
Moderatör: YKPfem aktivistleri
13:00 - Öğle yemeği
 
EKOLOJİK YIKIMA KARŞI TEORİK VE PRATİK MÜCADELE
15:00-18:00 – teorik ve pratik ekoloji mücadelelerin sunumları
15:00 - Ekososyalizm - Tasos Hovardas
Moderatör: Tegiye Birey
16:00 - Kent Hareketleri ve Ekoloji - Özlem Yeniay
Moderatör: Mehveş Beyidoğlu Önen

Ara (30 dakika)
17:30 – GDO’ların gıda, tarım ve ekoloji üzerindeki riskleri ve tehlikeleri - Arca Atay
Moderatör: Murat Kanatlı
18:30 - Katkı-soru-cevap
20:00 - Akşam yemeği
21:30 - Film gösterimi
 
22 Eylül, Pazar
9:30 – Doğa yürüyüşü
11:00 - Sivil toplum örgütü ve bağımsız aktivistlerin katılımına da açık olarak Kıbrıs’ta çevresinde ekoloji sorunları ve çözümleri için pratik mücadele şekilleri üzerine forum
13:00 - Öğle yemeği
 
II. Ekoloji Forumu'yla ilgili daha fazla bilgi almak ve kayıt olmak için ykp@ykp.org.cy adresine bir e-posta atabilirsiniz. 

Japonya güneşte 10 bin MW'ı geçti

Mini Yorum/18 Eylül 2013

Almanya, İtalya, Çin ve ABD'den sonra Japonya da güneş kurulu gücünde 10 bin MW'ı geçti. Fukuşima öncesi bu rakam 4 binin altındaydı. Japonya'daki güneş fotovoltaik gücün 4'te 3'ünün çatılarda kurulan ticari olmayan sistemler olması ise daha ilginç. Birçoğunun sahibi vatandaşlar, kendi elektriklerini üretiyorlar.

Nükleer enerji elektriği şirketlerin tekeline, güneş ise halka bırakıyor. Güneşin daha temiz ve güvenli olmasının yanısıra nükleere karşı en önemli üstünlüğü bu. Bizim hükümetimizin güneşin önüne engeller koyup, nükleere olmadık sübvansiyonları vermesinin asıl nedeninin de bu olduğunu düşünüyorum. Halkın değil, şirketlerin çıkarı için çalışmak. Daha uzun cümleler kurmaya gerek yok.

Başka bir dünya

Özgür Gürbüz-BirGün/15 Eylül 2013

Gezi direnişi ve dünyadaki benzer örnekler gösteriyor ki mevcut politik modeller işlemiyor. Ekonomik krizin atlatıldığını söylemek zor, ‘pansuman tedbirlerin’ bizi ne kadar uzağa götüreceğini hep birlikte göreceğiz. Krizin açtığı sosyal yaralar ise derinleşerek artıyor. Bu yüzden birçok ülkede insanlar sokakta. Kapitalizm piyasadaki sıcak para akışını düzenlemeyi, üretim ve tüketimi canlandırmayı başarsa da yine tökezleyecek. Çünkü önünde  bir de kaynak sorunu var. Dünyanın sınırlı kaynaklarıyla sınırsız tüketimi öngören bir modeli sürdürmek mümkün değil. Bu yüzden de yeni bir sisteme ihtiyacımız var.

Solun ‘yeni bir dünya’ söylemi çok yeni değil ama içeriği değişerek zenginleşiyor. Bunun en büyük nedenlerinden biri de ekolojinin eskisine oranla daha çok konuşulması. Önümüzde sadece bir paylaşım sorunu yok. Ne üreteceğimizi, ne kadar üreteceğimizi ve nasıl üreteceğimizi de sorgulayan bir paylaşım sorunu var. Herkesin otomobili olmayacak; bu kesin. Herkesin otomobilini üretecek hammaddeleri çıkarmak ve imal etmek için doğaya verilecek ekolojik zararı hayal etmek bile zor. Tüm bu otomobillere yetecek petrolü bulsanız da, küresel iklim değişikliğini geri dönülemeyecek noktaya getirmeyi göze almadıkça yakamazsınız. Elinizde yeterli kaynak olması sorunu çözmüyor. Devir ‘hesap devri’ anlayacağınız.

Yeni sistemin bütününü hayal etmek zor ama üretimde kararların daha kolektif bir biçimde alınacağını söylemek yanlış olmaz. Bir maden, bir fabrika için muhatabınızın hükümet olduğu günler geçti. Dört yılda bir seçilmiş olmak yeterli değil. Halka soracaksınız ve hatta bazı temel ihtiyaçların kullanımını, mülkiyetinin özelleştirilmesini olabildiğince sınırlayacaksınız. Müştereklerimizin dünyadaki insanlar tarafından adil bir şekilde kullanıldığından, paylaşıldığından emin olmak zorundayız. Nedir bu müşterekler? Yaşam kaynağımız su, temiz hava, temel gıda ürünleri, onların yetiştiği topraklar ve ortak kullandığımız alanlardan bahsediyoruz; Gezi Parkı gibi. Okulumu, hastanemi bana sormadan kapatamazsınız, parkıma AVM dikemezsiniz.

Üretim kararlarının adil bir süreçte alındığı, üretilen mal ve hizmetlerin eşitçe paylaşıldığı ve tüm süreç boyunca doğanın sınırlarının zorlanmadığı yeni bir anlayışı sistemin temeline yerleştirmeliyiz. Hayatımızı zenginleştiren pratik gelişmeler de olabilir. Çalışma saatleri azaltılabilir ve böylece üretim hızı yavaşlatılarak insanların kendilerine ve sevdiklerine daha fazla zaman ayırması sağlanabilir. “Hayattaki her şeyim” diye anlattıkları çocuklarını fazla çalışmaktan haftada sadece birkaç saat görebilen anne ve babalar, en büyük aşklarıyla parklarda dolaşmaya fırsat bulamayan sevgililer, büyükleriyle daha çok vakit geçirmek isteyen vefalı çocuklar sanırım bu fikre karşı çıkmaz. Haftada altı değil beş, beş değil dört gün çalışarak sınırlı kaynakların tükenişini yavaşlatabilir, doğanın kendini yenilemesine fırsat verebiliriz. Bu fikrin önünde şirketlerin kar hırsı dışında hiçbir şey durmuyor. Sahip olduğumuz teknolojik seviye ihtiyaçlarımızı karşılamak için beş gün çalışmamızı gerektirmiyor. Haftada 2-3 gün bile temel ihtiyaçlarımızı karşılamaya yeter. Fazla çalışıyorsak bilin ki, birilerinin evindeki ikinci televizyon, daha lüks bir otomobil, keyfi uçak seyahatleri, savaş makinaları için çalışıyoruz. Kısa ömrünüzü gerçekten de böyle geçirmek istiyor musunuz?

Başka bir dünya mümkün ve başarmanın anahtarı birlikte olmak. Unutmayın, doğanın en zayıf olduğu an, biyoçeşitliliğin azaldığı zamandır. Tarlada tek ürün varsa, hasat garanti değildir. O ürüne zarar veren bir hastalık sizi aç bırakabilir. Farklı ürünlerin olduğu tarlalar ise zor günlerde daha dayanıklıdır. Gezi direnişinin bugüne kadar sürmesi farklı grupların bir araya gelmesinden kaynaklanıyor. Dindarlar, ateistler, sosyalistler, çevreciler, eşcinseller, sosyal demokratlar… Bu çok renkli tarlalar çoğaldıkça hasat zamanı da yaklaşacak.

Olimpiyat ruhu bize uzak

Özgür Gürbüz-BirGün/8 Eyül 2013

Bu yazıyı yazarken 2020 Olimpiyatları’nın hangi kentte yapılacağı henüz açıklanmamıştı. İstanbul seçilsin ya da seçilmesin, ‘olimpiyat ruhu’nu hatırlamakta, Türkiye’nin mevcut haliyle olimpiyat ruhuna ne kadar uzak olduğunu görmekte fayda var. Dünyanın ve Türkiye’nin beş halkanın üstünde uçuşan barış güvercinlerini geri çağırmaya çok ihtiyacı var.

Barış ve Olimpiyat
Olimpiyatların doğduğu antik Yunan’da, oyunlardan bir ay önce kent devletleri arasında ateşkes ilan edilirdi. Böylece sporcu ve seyirciler Olimpiya’ya korkusuzca gidebilirdi. Hasım ülkeler güçlerini disk atarak, koşarak ve güreşerek gösterirlerdi. Olimpiyatların nasıl doğduğuna dair onlarca rivayet var ama bir tanesi bana daha inandırıcı gelir. Bu rivayete göre Elis Kralı İfitos savaştan bunalmış, düşmanlarından kurtulmaya çalışmaktadır. Bir kâhin ona tanrıların şerefine bu oyunları düzenlemesini tavsiye eder. İfitos kâhini dinler ve oyunlar başlar. Ateşkes çağrısıyla birlikte oyunların duyuruları yapılır. İşin içine tanrılara adanmış bir yarışma girince Spartalılar, Elis kentini oyunlar boyunca rahat bırakır.

Buradaysa ateşkes silahların ve sözlü tehditlerin gölgesinde geçiyor. Türkiye’nin barışla arası iyi değil. Barış güvercinleri dilimizden düşmüyor ama yüreğimize de hiç konmuyor. Üstünden 500 yıl geçen fetihleri kutluyoruz. Halbuki fethetmek sadece bir tarafı, tarifi zor bedeller karşılığında mutlu edebilir. Barış ise iki tarafa kazandırır. Zafer kazandığımız günler tatildir ama imzaladığımız barış anlaşmalarının, biten savaşların gününü kimse hatırlamaz. 2020 Olimpiyatları’na ev sahipliği yapmak isteyen Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakanı, keşke günlerini komşusu Suriye’ye saldırılması için lobi yapmak yerine, Kral İfitos gibi ateşkes çağrısı yaparak geçirseydi. Orta Doğu’ya savaşı değil barışı getirmeye çalışsaydı.

Ustalık ve Olimpiyat
Antik Yunan’daki demokrasiyi de mumla arar haldeyiz. Rakibe saygı, ne spor sahalarında ne de politikada kaldı. Birbirleriyle savaşan kentler ateşkes ilan edebilirken, aynı ülkenin siyasi partileri barış günlerinde el sıkışmaktan sakınır halde. Meclis çatısı altında bir küfür, kıyamet gidiyor. Sokaklar ikiye bölünmüş. Tarih usta sporcuların alçak gönüllüğünü yazarken, zamanın gerisindekiler ‘usta’nın kibrine övgüler düzme hevesindeler. Halbuki Emil Zatopek’i gördü bu pistler. 1948’de 10 bin metrede, 1952’de 5 bin ve 10 binde geçtiği Alain Mimoin ile yaşadığı diyaloğu unutmadı. 1956’da Zatopek, kendisini ilk kez geçip Olimpiyat Şampiyonu olan Mimoin’i şapkasını çıkararak selamlamıştı. Hem de Mimoin’in kendisini bitiş çizgisinde bekleyip, “Emil, bu sefer ben kazandım” demesine rağmen. Pardon, usta mı demiştiniz?

Umut ve Olimpiyat
Umutsuz değiliz elbet. 1968 Olimpiyatları’nda 200 metrede altın ve bronz madalyaları alan Tommie Smith ve John Carlos’un madalya töreninde kalkan siyah eldivenli ellerine benziyor park direnişleri. Irkçılığa, ötekileştirmeye karşı kalkan siyah yumruklarımız oldu parklarımız ve ağaçlarımız. Bugün İstanbul’un son yeşil alanlarını korumak için Kuzey Ormanları’nda kamp yapıyor insanlar. Belki de şu anda Riva yolundasınız. Ötekiler, çapulcular ve yüzde 50 denilenlerin sıkılmış siyah yumrukları havada. Gezi Parkı ise Etiyopyalı maratoncu Abebe Bikila’yı ateşleyen dikili taşa benziyor. Yer Roma, 1960 Olimpiyatları. Çıplak ayakla koşan Bikila, yarıştaki son atağını bitişe 1 kilometre kala yapmaya karar veriyor. Depar için koyduğu işaret İtalyanların Mussolini zamanında ülkesi Etiyopya’dan alıp getirdikleri meşhur dikili taş. Bikila depara orada başlıyor ve rakibi Faslı Abdesselem’e 200 metre fark atarak altın madalyayı alıyor. Bikila 1964’te 40 gün önce geçirdiği apandisit ameliyatına rağmen maratonu yine birinci bitirerek olimpiyat tarihine geçiyor. Üst üste iki kez maraton kazanan ilk sporcu Abebe Bikila.

Türkiye’de gerçek bir demokrasi isteyenlerin depar işareti de Gezi Parkı oldu. En güzel 100 metreyi koşmaya orada başladı bu ülke… Şimdi demokrasi rekoru kırmaya çalışıyor. Ankara’da ODTÜ’de, İstanbul’da Riva’da. Olimpiyat ruhu, olimpiyatların doğduğu Elis’e çok da uzak olmayan bu topraklara geri dönmeye çalışıyor.

İstanbul ormanlarına sahip çıkıyor

İstanbul'daki 3. köprü ve 3. havalimanı projeleri, kentin elde kalan son yeşil alanını da tehdit ediyor. Bu alanları savunmak için yola çıkan doğaseverler, 7-8 Eylül 2013 tarihlerinde Riva'da büyük bir etkinlik gerçekleştirecek. Yarınki etkinlik öncesi paylaşılan bilgi notunu aşağıda bulabilirsiniz.

1. Kuzey Ormanları Savunması olarak 7-8 Eylül’de gerçekleştireceğimiz kampın alanı, yangın mevsimi olması nedeniyle, bölgede bulunan resmi kamp alanlarından birisi olan Riva, Elmas burnundaki alan olarak belirlendi ve resmi sözleşme/başvuru yapıldı. Tuvalet, kullanım suyu, duş, elektrik gibi olanakların bulunduğu kamp alanıyla ilgili ayrıntılı bilgilere linkten ulaşabilirsiniz: (http://rivaelmasburnu.com/).

2. Kampa ulaşım için İstanbul’un çeşitli bölgelerinden otobüs kaldırılacak . Kamp alanına TEM bağlantılı Kavacık mevkiinden Riva’ya kadar uzanan otoyol ile 20 dakikada ulaşabilirsiniz. Ayrıca 137 numaralı İETT otobüsü Beykoz’dan kalkıp, kampa 1 kilometre uzaklıkta olan Riva merkeze kadar geliyor. Kampa özel araçla gelecek arkadaşlar bize ulaşırlarsa, ulaşım konusunda destek isteyebiliriz. 


3. Kamp alanında konaklama için çadır kullanacağız. Kampın ücretli çadırları mevcut. Ancak çadır, mat ve tulum ihtiyaçlarımızı kolektif olanaklarımızla karşılamaya çalışıyoruz. Gelen arkadaşların kendi çadırlarını getirmesini tavsiye ediyor, fazla çadır göz çıkarmaz diyor, bu konuda katkı sunabilecek herkesin bize ulaşmasını rica ediyoruz.


4. Kamp alanında, 2 günlük yiyecek ve içecek ihtiyaçlarımızı yine kendi olanaklarımızla karşılamaya çalışıyoruz. Bu konuda topluca katkı sunabilecek veya olanak bulabilecek arkadaşlar lütfen bize ulaşsınlar. Kampta ortak sofralar kurmaya çalışacağız, gelen arkadaşların bol yiyecekle gelmesini rica ediyoruz. 


5. Kampa gelenlerin yanlarında getirmesini tavsiye ettiğimiz ve bulunmasına yardımcı olmasını istediğimiz temel kalemler: Çadır, uyku tulumu, mat, yere sermek için çul-hasır, el feneri, bardak, tabak, çatal-bıçak (mümkün olduğunca çöp üretmemek için kağıt-plastik olmayan); peçete, tuvalet kağıdı, çöp poşeti, sağlık ve temel ilkyardım malzemeleri, şapka, yağmurluk. 


6. Kampa çocuklarıyla gelecek arkadaşlar için bir çocuk oyun –etkinlik çadırı oluşturmak istiyoruz. Bu konuda oyun-etkinlik malzemesi katkısında bulunup çocuklarla etkinlik yapabilecek arkadaşların katkısını ve bizlere ulaşmasını bekliyoruz. 


7. Kampta çadır açmaları için sağlıkçı arkadaşlarla temasa geçtik, kampımızda bir acil yardım sağlıkçı ekibi bulunacak. Acil sağlık malzemesi katkısında bulunabileceklerin bize ulaşmasını bekliyoruz. Sağlıkçı arkadaşlar aynı zamanda bisikletliler grubuna da eşlik edecekler. 


8. Kampa evcil hayvanlarınızla katılmanız mümkün. 


9. Kampta kolektif giderler için destek verebilenlerden 10 lira talep ediyoruz.

Tankın yeşili olmaz

Özgür Gürbüz-BirGün/1Eylül 2013 

F-16 savaş uçağı bir saate 3 bin 24 litre yakıt tüketiyor. Çoğu zaman uçaklar gibi jet yakıtıyla çalıştırılan M1 Abrams tankı da hareket halindeyken bir saatte 230 litre yakıt tüketiyor. Bu tankın yakıt kapasitesi 1885 litre. Rakamları, askeri enerji harcamaları konularında detaylı araştırmalar yapmış Dr. Sohbet Karbuz’dan aldım. M1 Abrams tankı da F-16’lar gibi Ortadoğu’nun yabancısı değil. Körfez Savaşı’nda, Irak’ın işgalinde bu savaş makineleri kullanıldı.

Jet yakıtıyla bizim kullandığımız araçlardaki yakıtlar aynı değil ama fikir vermesi açısından bir karşılaştırma yapalım. İstanbul’da öğrenci ve çalışanları taşıyan 20 bin servis aracı var. Bu araçlar 100 kilometrede 9 litre civarında yakıt tüketiyor. Her birinin günde 50 km yaptığını varsaysak, araç başına 4,5 litre düşer. 20 bin servis aracının İstanbul’daki günlük yakıt tüketimi de 90 bin litreyi buluyor.

İKİ SAATTE 10 GÜNLÜK YAKIT
Diyelim ki Türkiye Başbakan Erdoğan’ın hırsına kurban gitti ve Suriye’ye saldırdı. Türkiye’nin elinde 240 adet F-16 uçağı var. Bunların yarısının sadece bir kez Suriye’ye saldırdığını ve 2 saat havada kaldığını düşünelim.  Her biri 6 bin 48 litre yakıt tüketecek. 120 ile çarparsak bu iki saatlik macera sonucunda harcanan yakıt 725 bin litreyi geçiyor. Birkaç tankın da bırakın Suriye’ye girmeyi, iki saatliğine kontak çevirip, sınıra doğru harekete geçtiğini düşünün. İki saatte harcayacağımız yakıt miktarı toplamda rahatlıkla 900 bin litreyi bulur. İstanbul’da çalışanları, öğrencileri 10 gün okula, işe götürüp getirmek için harcayacağınız enerjiyi iki saatte harcarsınız.

Dünyada ordular olmasaydı belki bugün küresel iklim değişikliğinden bile bahsetmeyecektik. ABD enerji tüketiminin yüzde 1’inden tek başına Savunma Bakanlığı sorumlu. Karbuz’un makalelerinde dikkat çektiği gibi bu rakam az değil. 160 milyonluk Nijerya bu kadar enerji tüketmiyor. 2012 yılında ABD Savunma Bakanlığı’nın atmosfere bıraktığı karbondioksit miktarı 70 milyon ton. Amerikan ordusunun küresel iklim değişikliğine katkısı da Nijerya’dan fazla. Amerikan ordusunu bir ülke kabul etseydik, dünyanın en çok petrol tüketen ülkeler sıralamasında 36. sırayı onlar alacaktı. 2006’da harcadıkları elektrik miktarı 30 milyar kilovatsaat. Türkiye’nin bu yılın ilk altı ayında tüm barajlarından ürettiği elektrik miktarına eş.  

Bir savaşın ne kadar korkunç olduğunu elbette enerji sarfiyatından anlayacak değiliz. Hatırlatmak istediğim nokta bu savaş makinalarının barış günlerinde bile tatbikat, devriye uçuşu gibi nedenlerle çalıştırıldığı gerçeği. Üretimlerinde de ciddi miktarda hammadde ve enerji harcandığını unutmayın. Bir derenin üzerine kurulan HES’in onlarca cana mal olduğunu biliyoruz. Orada üretilen enerjinin ise bu makinelerce birkaç dakika içinde tüketildiğini hep hatırlamalıyız. Hem de can almak için. İşte bu yüzden, savaş karşıtlığı bir çevreci ya da yeşil için olmazsa olmaz bir koşuldur. Dünyadaki en köklü çevre hareketlerinin temelinde savaş karşıtlığı vardır çünkü savaşların getirdiği ekolojik yıkım başka felaketlerle mukayese bile edilemez. Greenpeace’in doğuşu ABD ve Fransa'nın nükleer denemelerine karşı çıkmasıyladır.  Nükleer karşıtı hareket nükleer silahlara hayır demese bu kadar yol kat edemezdi. Fidan dikerek değil, savaşa karşı çıkarak çevreci olunur. Derelere balık bırakarak değil, balıkların ve insanların üzerine bomba bırakmayarak ‘çevrecinin daniskası’ olabilirsiniz.

1 Eylül Dünya Barış Günü kutlu olsun!

Yüzünü Mısır’a çevir

Özgür Gürbüz-BirGün/25 Ağustos 2013

Bugünlerde sağa bakma, sola bakma. Uzaklara bak, uzaklara bakmakta fayda var. Yüzünü bu ülkeden öte yana çevir. Mısır’a, Suriye’ye veya Lübnan’a bak. Aman ha, gözlerin Eskişehir’i, Hatay’ı görmesin. Bakışlarını Roboski’den kaçır, Lice’ye hiç uğramasın. Okmeydanı’nda hastane koridorlarında neler oluyor diye meraklanma. Berkin’in annesi Gülsüm Elvan 72 gündür hastane koridorlarında yavrusunun komadan çıkmasını bekliyor; onunla göz göze gelebilirsin. Bakma bu tarafa, bakma! 14 yaşındaki Berkin’in arkadaşları da mahallede beklemede. Oyun oynayacaklar ama Berkin eksik. Yok say o mahalleyi sen. Diğer yüzde 50 belle.

Eskişehir’de Ali İsmail Korkmaz’ın dövülerek öldürüldüğü o sokağa bakayım hiç deme. Kanlı elleriyle ekmek satan fırıncıyı görme. Sen iyisi mi Mısır’a bak. Yoksa kazara bir vali görürsün. “Ali’yi kendi arkadaşları dövüp suçu polise atmışlardır” diyen bir vali çıkar karşına. Miden burkulur, kusmak istersin. Sen en iyisi Eskişehir’e bakma. Elleri sopalı, gözleri kanlı erkekleri görme. Sokağa davet ettiğin ‘delikanlıların’ vahşetine tanıklık etme. İnsanlıktan çıkışlarını görmezden gel. Erkekliklerini 19 yaşındaki savunmasız bir çocuğu döverek, öldürerek  ispat etmeye çalışanları yok say. Kan soluyanları duyma. O sokak artık bir cinayetin sokağı; orayı bilme ve görme...

Sen en iyisi Mısır’a bak. Oradaki acılar uzakta. Ağlarsın ama geçer, üzülürsün ama unutursun. Buralar ise senin memleketin. Acıların kaynağı sensin. Bir bakarsın Eskişehir’de o sokaktan geçersin. Bir gün o polise denk düşersin. Sana ekmek verirler, nimettir der yersin ama bilmezsin ki o fırıncı yapmıştır. Ankara’da Ethem Sarısülük’ün vurulduğu yerdesindir ama haberin yoktur. Arkadaşın komik bir şeyler söyler gülersin. Sonra unutamazsın o acıyı, ağlamakla geçiştiremezsin.

Sen en iyisi Mısır’a bak ama yukarıdan bak. Gözlerin Hatay’a takılmasın. 85 gündür Abdullah Cömert’in katillerinin adalet karşısına çıkarılmasını bekleyen ailesiyle karşılaşma. Bu ülke tarifsiz acılarla dolu. Gözlerini o acılardan sakın. Medeni Yıldırım’ın, Mehmet Ayvalıtaş’ın dostlarının bakışlarından kaç. Olur ya, kazara görürsen ülkende olan biteni, sil o kayıtları. Mobese kameralarının kayıtlarını siler gibi. Ama bil ki, o kameralar bile senden daha iyi görüyor memleketinde olan biteni. Bildiğin metal parçaları, senin kanlı canlı gözlerinden daha vicdanlı bakıyor bu topraklara.

Esirgediysen bir baş sağlığını bu gençlerden, sen en iyisi Mısır’a bak. Katilleri koruduysan eğer daha öteye. Sahip çıkıyorsan o canilere kutuplara kadar yolun var. Mısır’a bakarken ağla istersen. Vicdansızlaşan yüreğini uzak acılarla teselli et. Sorumluluklarından kaç, muhasebeyi öteki dünyaya bırak. Sal gözyaşlarını, gören üzülüyor sansın. 

Rusya’da panik havası

Özgür Gürbüz-BirGün/20 Ağustos 2013

13 Ağustos’ta Rusya’nın Sesi’nde yayımlanan ilginç bir haberde, Akkuyu’da kurulmak istenen nükleer santralle ilgili çekinceler dile getirildi ve Türkiye’ye bir anlamda gözdağı verildi. Haberde görüşlerine başvurulan Stanislav Tarasov adlı dış politika uzmanı, Akkuyu’da nükleer karşıtlarının düzenlediği protestoların, Batı basınında santralin Türkiye için tehlike arz ettiği yönündeki haberlerden esinlendiğini iddia etti. Böylece, Başbakanın diline doladığı şu ‘dış mihrak’ hikayesi de eğlenceli bir hâl aldı. Bir ‘dış mihrak’ bir başka ‘dış mihrak’tan şikayetçi oldu; bunu da gördük. İşin garibi, nükleer karşıtları da bu ‘dış mihrakların’ hepsine karşı mücadele ediyor. Mersin’de nükleer santral kurmak isteyen Ruslar, Sinop’ta ise Japonlar ile Fransızlar.

Tarasov’un tezi özetle şu: Türkiye’de bazı çevreler Rusya’yı, Akkuyu’da nükleer santral kurmaktan vazgeçirmek istiyor. Bir devlet şirketi Rosatom’un Türkiye’deki kolu Akuyu NGS’nin Mersin’deki santral için verdiği ÇED raporunun Çevre Bakanlığı’nca reddedilmesini bir işaret olarak görüyor. ÇED raporunun Temmuz sonunda şirkete geri iade edilmesi santralin yapımını geciktirecek diyen Tasarov, “…Türkiye hükümeti Akkuyu projesi ile ilgili imzalanan anlaşmanın şartlarını, yeniden gözden geçirme niyetinde olduğunu açıkça ifade etmeli. Rusya ise ortaya çıkacak yeni koşullarda Türkiye ile nükleer enerji alanında işbirliği yapmanın karlı olup olmadığı konusunu yeniden düşünmeli” diyerek uyarıyor. Tasarov’un işaret ettiği nokta, Türkiye ile Rusya Federasyonu arasında imzalanan anlaşmanın tazminata kadar uzanacak maddeleri. Anlaşmazlık durumunda Madde 17 devreye girebilir ve tahkim yolu açılabilir. Madde 18 ise daha yumuşak. Taraflar, bir yıl önceden haber vermek kaydıyla anlaşmayı fesh edebilir ama iki tarafın da rızası olmalı. 2012’de Belene Nükleer Santrali’nin yapımından vazgeçen Bulgaristan Rosatom’la anlaşmayı iptal etmiş, Rusya’da karşılığında 1 milyar 300 milyon dolar tazminat istemişti. Kısaca, ya aba altından sopa gösteriliyor ya da “vazgeçtiyseniz uğraştırmayın bizi” deniyor.

NÜKLEER DÜNYADA GÖZDEN DÜŞTÜ
Türkiye’ye nükleer santral satma konusunda çok kararlı görünen Rusya ve yapma konusunda ısrarlı Türkiye nasıl oldu da bu duruma geldi, asıl bunu anlamak lazım. İki ülkenin Suriye ve genelde Orta Doğu’nun geleceği konusunda anlaşamadıkları ortada. Bu, işin siyasi boyutu. İşin enerji boyutunda ise bizim yıllardır söylediğimiz gerçekler var. Nükleer enerji pahalı, riskli ve kirli. Son aylardaki gelişmeler de haklı olduğumuzu gösteriyor.

·         Fukuşima’da 2,5 yıl önce kaza yapan santralden 400 ton civarında radyoaktif su her gün okyanusa karışıyor. Dünyanın en ileri teknolojilerine ve maddi olanaklarına sahip Japonya bile bir nükleer kazanın sonuçlarıyla baş edemiyor. 
·         Hisselerinin büyük çoğunluğuna Fransız devletinin sahip olduğu nükleer enerji devi EDF, Amerika’daki nükleer enerji pazarından çıkacağını açıkladı. Hükümetin Sinop’a nükleer santral kurması için anlaştığı şirket, Amerika’da kaya gazı nedeniyle ucuzlayan doğalgazla rekabet edemiyor; ilk neden bu. Fransızları ABD’den gönderen ikinci neden ise daha ilginç. ABD, Calvert Cliffs Nükleer Santrali’ne yapılacak üçüncü reaktör için EDF’nin başvurusunu reddetti. Nedeni de şöyle açıklandı: Amerika topraklarında yabancı bir şirketin kontrolünde nükleer santral kurulamaz! Bizde ise durum tam tersi, yabancı şirketlerce kurulmak istenen iki santral var.
·         Elektrik ihtiyacının yüzde 75’ini nükleerden üreten ve bize örnek gösterilen Fransa’dan gelen haberler de nükleer enerji taraftarlarını üzüyor. Fransa’da elektrik fiyatlarına Ağustos itibariyle yüzde 5 zam geldi. Bir yıl sonra bir o kadar daha zam gelecek. Çünkü Fukuşima sonrası nükleer santrallerin güvenlik önlemleri ve işletme maliyetleri arttı. Devlet destekli nükleer enerji Fransa’da bile diğer kaynaklarla fiyat rekabetinde zorlanıyor. 
·         Yenilenebilir enerji kaynakları hızla gelişiyor. 2012’de dünyada yenilenebilir enerjiye 268 milyar dolar yatırılırken nükleere ayrılan pay 25 milyar dolar civarındaydı. Yenilenebilir enerjiye yatırım yapan ülkelerin başında Çin geliyor, onu ABD, Almanya, AB ülkeleri ve Japonya izliyor. Yani gelişmiş ülkeler ucuz ve güvenli denen nükleere değil yenilenebilir enerjiye yatırım yapıyor.
·         Türkiye’de nükleer enerjiyi halk desteklemiyor. Mayıs 2013’te yapılan Konda araştırması nükleere hayır diyenlerin oranı yüzde 63,4 diyor. Greenpeace’in Nisan 2011’de A&G şirketine yaptırdığı araştırma da yüzde 64’ün karşı olduğunu söylüyordu. Bunca propagandaya rağmen halk ikna olmadı.

JÖLE YAKITLI NÜKLEER GELİYOR
Mersin’deki nükleer projenin üzerinde kara bulutlar dolaşmasının nedenleri özetle bunlar. Benzer nedenlerden dolayı, bu projenin Türkiye için stratejik ve ekonomik bir gerekçesi kalmadı. Geriye bir tek ‘nükleer yapma inadı’ ve o inadın ateşli sahiplerinden nükleer sever Başbakan Başdanışmanı Yiğit Bulut kaldı. İddialara göre sahildeki çarpık yapılaşmayı denetleme konusunda kurulacak komisyonda yer alacak Yiğit Bulut’un bu konulara girmesi an meselesi. Bulut’un sahilleri dolaşmaktan vakti olur mu bilmem ama jöle yakıtlı ilk yerli nükleer santralin halka rağmen devreye girmesi kimseyi şaşırtmasın. Görünen o ki çevre konularında da bol dış mihraklı, komplo teorili günler bizi bekliyor. Zaten sahildeki otellere ruhsatları da telekinezi ustası Marslılar vermedi mi? Biz sadece ara elemanız, hiçbir günahımız yok.

Gezi'den sonra enerji yatırımları

Özgür Gürbüz-Yeşil Ekonomi/20 Ağustos 2013

Gezi Parkı Türkiye’de demokrasi ve çevre konusunda bir milat kabul edilebilir. Artık her şeyi ‘Gezi’den önce’ ve ‘Gezi’den sonra’ diye anlatacağız. Bu değişim süreci enerji sektörünü de çok yakından ilgilendiriyor. Özellikle de enerji yatırımlarının çevre ayağını.

Gezi’den sonra enerji alanında yatırım yapacakların daha dikkatli davranması şart. Bu uyarı sadece termik, hidroelektrik  ve nükleer santral kurmak isteyenleri ilgilendirmiyor. Rüzgar veya güneş santrali kuracaklar da kurallara harfi harfine uymak zorunda. Gezi’den önce ‘formalite icabı’ bir çevre etki değerlendirme raporu alarak gerekli belgeleri tamamladığını düşünen yatırımcıyı kötü günler bekliyor. Gezi Parkı’yla sokağa dökülenlerin dünyadan haberi var. Yurt dışında bir santral yapılmadan önce halka sorulduğunu, karar süreçlerine halkın katılımın nasıl sağlandığını, evrensel çevre sorunlarının ve standartlarının neler olduğunu biliyorlar. Bundan böyle yöre halkına birkaç kuruş veririz, iş vaadiyle kandırırız, muhtarı satın alırız gibi babadan kalma taktikleri unutun. Hükümetteki tanıdıklara güvenmeyin. Projelerinizi en yüksek çevre standartlarında hazırlayın. Yöre halkına danışın, gerekirse onların istekleri doğrultusunda projenizi revize edin. Belki projeden vazgeçmek zorunda bile kalabilirsiniz ama bilin ki bu halka karşı bir şeyler yapmaktan daha kârlı bir iş olabilir. Sinop, Gerze’de yaşananları düşünün. Gezi ruhu aslında orada kendisini göstermişti. Anadolu Grubu bilinen her yolu denedi ama nafile. Halk geçit vermedi. Bunca hazırlık, yatırım boşa gitti. Aynı hataya, hele de millet ‘3-5 ağaç’ için ayaklanmayı alışkanlık haline getirdikten sonra düşmeyin. Bırakın bu iyi alışkanlık sizi de olumlu etkilesin. Daha saygın, kabul görür işlere imza atın.

“Peki, nasıl yol alacağız” diye soruyor olmalısınız. Bildiğim bir örneği anlatayım. Zorlu Enerji’nin İkizdere HES Rehabilitasyonu Projesi için yaptığı çalışmayı okumanızı öneririm. Paydaş Katılımı Stratejisi ve Uygulama Planı başlıklı bu rapor, halkın proje hakkında ne düşündüğünü öğrenmeye çalışıyor. Çevre bilimciler, antropolog ve sosyologlar dört ay boyunca çalışıyor. Daha da ilginci, firma bu sürecin sağlıklı ilerlemesi için ÇED sürecini Ağustos 2011’de dondurma kararı alıyor. Raporun yayımlandığı tarih Mart 2012. Zorlu şu taahhüdü de veriyor: “Zorlu, topluma ve doğaya rağmen tek taraflı kararlar almayacağını bu çalışma ile başlatarak kamuoyuna beyan etmiştir. Yatırımının (çevresel ve sosyal) etki alanını sadece teknik bir mühendislik projesinin etkileri olarak değil, ulusal politikalardan başlayarak yerelde yaşayan insanın kaygılarına kadar geniş bir perspektifte belirleme isteğini bu çalışma ile başlatarak göstermiştir”. Rapor, insan merkezli bakış açısının egemen olduğu bir sektörden duymaya alışık olmadığımız bir şekilde, doğa merkezli bakış açısına da göz kırpıyor. Ekosistemlerin, doğal yaşamı olduğu kadar, toplumun yaşam alışkanlıklarını da şekillendirdiğine vurgu yapılıyor.

Zorlu Doğal Elektrik Üretimi A.Ş. İkizdere HES için 78 MW’lık (megavat) bir lisansa sahip. İşletmedeki kapasite ise 18,6 MW. Hukuki açıdan kapasite arttırımı için önlerinde bir engel yok ama yapılan değerlendirmeler ‘yeşil ışık’ yakmamış olacak ki bekliyorlar.  Sonrasını veya şirketin diğer yatırımlarını ayrıntılarıyla bilemem ama bu örneğe bakarak Türkiye’de olmayan, yapılmayan bir işin yapıldığını söyleyebilirim. Gezi’den sonra bu ve benzeri çalışmalara daha çok ihtiyaç duyulacağı ortada. Türkiye ve dünya değişiyor, ezberleri bozmanın vaktidir.

Kelebek etkisi

Özgür Gürbüz-BirGün/28 Temmuz 2013

Foto: E. A. Gürbüz
Avrupa’nın 19 ülkesinde 17 farklı kelebek türü uzun yıllardır takip ediliyor. Sayıları not alınıyor. Son araştırmalar gözlem altındaki kelebeklerin sayısının geçen 21 yılda yüzde 50 oranında azaldığını tespit etti. Avrupa Çevre Ajansı’nın yayımladığı araştırma çayır ve meralarda görülen kelebeklere odaklanmış. 17 farklı kelebek türünün sekizinin sayısı azalmış. İki türün nüfusu aynı kalmış, sadece bir türde artış tespit edilmiş. Kalan altı türün durumu belirsiz. Kelebek yemediğimize (henüz) göre sorun yok diye düşünebilirsiniz ama bu bir hata olur. Tehlike çanları çalıyor.

Rapora göre kelebeklerin yok olmasının en büyük nedeni değişen tarım toplumu. Kelebekler geleneksel tarımın yapıldığı yerleri seviyor. Buralarda biyoçeşitlilik zengin, tek bir tür yerine onlarcası var. Çiftçiler ise tercihlerini endüstriyel tarımdan yana yapıyor. Geleneksel tarım yapanlara sistem fazla şans tanımıyor. Avrupa’da çayır ve mera kelebeklerinin sevdiği arazilerde yoğun tarım uygulamalarının artması, tek tip ürünlerin yetiştirilmesi biyoçeşitliliği azaltıyor, kelebek nüfusunu da. Bir başka neden de insanların sulak alanları ve dağları terk etmeleri. İnsanların terk ettiği bu alanlarda otların boyu yükseliyor, bakımsız bahçeler çoğalıyor ve küçük çalılarla doluyor. Kısacası, köylülerin kentlere göç etmesi kelebekleri de etkiliyor.
 
KELEBEKLER NE İŞE YARAR?
Gözümüze hoş geldiği için biz öyle düşünebiliriz ama kelebeklerin doğada var olma nedeni dekoratif amaçlı değil. Onların da ekolojik dengenin korunması için üstlendiği görevler var. Polenleri yaymak, yaprak bitlerini ve çürümüş meyveleri yemek gibi. Çürümüş meyvelerden koparılan parçalar onların doğada daha kolay çözülmelerini sağlıyor. Kertenkeleden kuşlara, yarasalardan yılanlara kadar birçok hayvanın kelebeklerle beslendiğini de unutmamak lazım. Bir de kelebek etkisi dediğimiz bir şey var…
 
Kelebek etkisi daha çok ‘kaos teorisi’yle ilgili ama ekolojide de sıkça kullanılır. Yaşam döngüsünün bir bütün olduğunu, halkanın en ufak parçasının zarar görmesinin sistemin bütününü etkileyeceğine işaret eder. Ormanlar olmazsa kuşlar, balık olmazsa yunus, yunus olmazsa deniz olmaz. Kelebekler doğanın en hassas türlerinden biridir. Kelebekler yok oluyorsa doğa bilimciler bunu tehlikeli bir işaret olarak algılar çünkü bu, başka türlerin de tehdit altında olduğunun işaretidir. İnsan nüfusunun yarısının 21 yılda yok olduğunu bir düşünün. Şimdi soralım, tehlikenin farkında mıyız?

MİLLİ PARKA HES OLUR MU?
Aklı başında insanlar tarafından yönetilen ülkelerde milli parklara ağaç, çiçek, kuş ve benzeri börtü böcek görmeye gidilir. Biz ise milli parka maden, baraj, inşaat görmeye gidiyoruz. Çok fena kalkınan bir ülkenin çocuklarıyız ne de olsa. Milli değerlerimiz çimento, kürek ve dozer oldu. Bir de ayran var. Çimento sevmeyeni öldürür, kürekten kaçanı döver, dozerin önüne yatanı da ezer geçeriz. Bu kapsamda yürütülen, “milli parkların millileştirilmesi” projesi sürüyor. Sıra geldi Türkiye’nin kelebeklerine.

Son durak Antalya’nın Kemer İlçesi’ndeki Beydağları Sahil Milli Parkı. Milli Park’taki Kesme Boğazı’nda HES yapımı gündemde. Burası Kemer Orkidesi ve Safranı gibi nadir bulunan 32'si endemik, 111 bitki türüne ev sahipliği yapan bir bölge. Ege Yenilenebilir Enerji A.Ş. adlı şirket burada 2 MW gücünde bir hidroelektrik santrali kurmak istiyor. Küçük bir santral için yıllardır korunan milli park feda edilecek. Kimse burada üretilecek elektriğe ihtiyacımız var mı diye sormuyor. Hükümet durmadan artan elektrik talebinden bahsediyor ama yaptıkları talep tahminleri durmadan yanılıyor. Türkiye’de enerjide plansızlık ve kontrolsüzlüğün bedelini doğa ve bizler ödüyoruz.

ÇÖZÜM ÇOK
İkinci olasılığı da düşünelim. Diyelim ki bu baraja ihtiyacımız var. Bu santralin üreteceği elektrik bir tek rüzgar türbiniyle üretilebilir. Küçük barajlardan elektrik üretmenin maliyeti 2-16, rüzgardan üretmenin maliyeti 5-16 dolar sent arasında. Bir üçüncü yol daha var ki benim en sevdiğim; enerjiyi akıllı kullanmak, tasarruf yapmak. Bu baraj yılda 5 milyon kilovatsaat civarında elektrik üretecek. Tükettiğimiz elektriğin 52 binde biri kadar. Geceleri boşa yanan neon ışıklarının veya bina aydınlatmalarının bazılarını kapatsanız yeter. İşte bu yüzden Türkiye’de enerji politikalarının yetersiz olduğunu, iyi yönetilmediğini durmadan söylüyoruz. İyi bir şeyler yapılsa onları da yazacağız.

Belirtmekte fayda var, milli parklara yenilenebilir enerji santrallerinin kurulmasının önünü Adalet ve Kalkınma Partisi hükümeti açtı. 2010 yılında 5346 numaralı kanuna koydukları bir ek fıkrayla (Ek fıkra: 29/12/2010-6094/5 md.) milli parklara bakanlık onayıyla yenilenebilir enerji santrali yapılmasının önü açıldı. Çevrecinin daniskası başbakanımızın başında olduğu hükümetten bahsediyorum. Hani, her yere fidan dikenlerden. Anladınız siz onu.