Keçilerin çiftleşmesi iklimi değiştiriyor

Özgür Gürbüz-BirGün/15 Aralık 2013

Belki hatırlarsınız, bir ara küresel iklim değişikliğine metan gazı nedeniyle ineklerin neden olduğu söylenmiş, koca koca fabrikaları bırakıp dört ayaklı dostların peşine düşmüştük.  Merak etmeyin, ineklerden sonra sıra keçilere gelmedi. Küresel iklim değişikliğinin sorumlusu ne inekler ne de keçiler; asıl sorumlu insan. Bunu da, sanayi devriminden günümüze kadar kullandığımız kömür, petrol ve doğalgazla yaptık.

Peki, ya keçiler diyorsunuz, nereden çıktı bu keçiler? Açıkçası sözlükten çıktı. Türkiye’de iklim değişikliği konusunu ciddiye alan kişi sayısının azlığından olsa gerek, yazarken, konuşurken terminolojiye de dikkat etmiyoruz. Falanca santralin yol açtığı seragazı salımı diyoruz ama bir gün merak edip salım kelimesinin anlamına bakmıyoruz. Türk Dil Kurumu’nun (TDK) sözlüğünde böyle bir kelime yok. Dil Derneği sözlüğünde ise salım kelimesinin iki anlamı var. İlk anlamı ‘nezle’. İkinci anlamı da ‘tekelerin dişi keçilerle çiftleşme zamanı’. Bu durumda seragazı salımı dendiğinde iki ihtimal karşımıza çıkıyor. Seragazlarının fena halde üşütüp nezle olmasından veya bu gazların tekelerle keçilerin arasına girdiği garip bir ilişkiden bahsediyoruz. Salım kelimesi bize o kadar yabancı ki, kullanırken de hata yapıyoruz. Koca koca gazeteler, televizyonlar salım yerine çoğu zaman salınım kelimesini kullanıyor. Salınım, salınmak eylemini, bir çeşit devinimi anlatıyor. Yakında salık, salışık, salma gibi yeni kelimeleri de duyarız.  

İtiraf etmeliyim ki ilk başlarda ben de Fransızca kökenli emisyon yerine salım demeyi tercih ediyordum. Biraz da Türkçe’ye yerleşir düşüncesiyle. ‘Salım’ın ‘salınım’a dönüştüğünü duyduğumda vazgeçtim. Anlatması zor bir olayı daha da karmaşık hale getirmek doğru değil. Emisyon kelimesi egzoz emisyonu gibi birçok yerde karşımıza çıktığı için en azından bir fikir veriyor.  Bu yüzden uzunca bir süredir seragazı emisyonu diyor ve yazıyorum. Meslektaşlarıma, iklim değişikliği çalışan akademisyen ve eylemcilere duyurulur. Keşke sesimizi dil bilimciler de duysa da bu soruna yerli bir çözüm üretsek.

Medyanın, sivil toplumun Türkçe’ye ilgisizliği bu konuyla sınırlı değil. Farkındalık, sivil toplum kuruluşlarında çalışan arkadaşların bayıldığı bir kelime. Yakın zamana kadar o da sözlüklerde yoktu, TDK, “farkında olma durumu” diyerek sözlüğe eklemiş. Dil Derneği sözlüğünde ise hâlâ karşılığı yok. İte kaka sözlüğe giren bu kelime bence yerine oturmadı. Genelde ‘farkındalık yaratma’ şeklinde kullanılıyor. Böyle olunca da ‘farkında olma durumu yaratma’ gibi bir ucube ortaya çıkıyor. Bilinçlendirme, bilgilendirme ve duruma göre kullanılabilecek onlarca kelime varken farkındalıkta ısrar etmeyi anlamsız buluyorum. İngilizce’de her gördüğünüz kelimeye Türkçe karşılık aramaktan vazgeçin artık. Bir ucube kelimeyle konuyu anlatmaktansa iki bildik kelimeyle anlatmak sizi daha anlaşılır kılar. 

Dil, toplumu değiştirmek, dönüştürmek isteyenlerin en önemli aracı. Özellikle siyasetçilerin, kampanyacıların yalın, herkesin konuştuğu dile hakim olmaları bu yüzden çok önemli. İletişim çoğu zaman, özellikle de bizim toplumumuzda sözle başlar, yazıyla devam eder. Aksi takdirde, başta yeni kavramlar olmak üzere, derdinizi anlatmakta zorlanırsınız. Bir başka örnekle açıklayayım. Toplumsal cinsiyet sivil toplumun alıştığı bir kavram olsa da, çoğumuza yabancı. Bunu, bir de ‘gender’ (cendır okunur) diyerek daha da yabancılaştırmayın. Derdiniz karşınızdakine ulaşmaksa, anlaşılır olmak elzemdir.  

Düzgün bir dil kullanılmasında başta medyaya çok iş düşüyor ama medya organlarının adlarının bile yabancı kelimelerden seçildiği bir ülkede yaşıyoruz. ‘CNBC-e’ gibi ilk dört harfi İngilizce okunup, en son harfe gelince Türkçe’nin akla geldiği bir kanalımız bile var. (SiEnBiSi-e, İngilizce’de “e” harfi “i” okunur ). Can Yücel olsaydı her halde şöyle derdi: “Türkçe’yi  kıçına gelince mi hatırladınız?”

Çimlere Basmayın 9 (13 Aralık 2013)

13 Aralık 2013 Cuma günü yayınlanacak Çimlere Basmayın programında neler var? Merak edenler için kısa bir bilgi notu hazırladık. İşte programımızdan bazı başlıklar:

* İklim değişikliğinin sorumlusu 90 şirket.

* Kazdağları'ndaki altın madenlerine yürütmeyi durdurma kararı

*Gökova'ya çevreyi korumak(!) için viyadük yapılacak

* Kentlerde meydanlarımız ne durumda ? İdeal meydanlar nasıl planlanmalı? Knt meydanları neden önemli? Mimdap Yayın Kurulu Üyesi Mimar Hasan Kıvırcık canlı yayında sorularımızı yanıtlıyor.

* Balık alırken boyuna bakın. Küçük balık almayın, balıkları karışlayın.

* Ergene Havzası'nı kim kirletti, kimler korumaya çalışıyor. Başbakan Erdoğan suçu CHP'li belediyelere attı. Çevreciler bu konuda ne düşünüyor? Ergene İnsiyatifi Temsilcisi, Gündoğdu belgeselinin yönetmeni Nejla Demirci canlı yayında sorularımızı yanıtlayacak.

* Yeşil ajanda: Tüm Türkiye'den çevre ve ekoloji etkinlikleri, duyurular.

* Ve "yeşil" türküler...

Çimlere Basmayın programını her cuma 13:00-14:00 saatleri arasında www.yonradyo.com.tr adresinden ya da İstanbul ve çevre illerde 96,6 FM bandından radyolarınız aracılığıyla dinleyebilirsiniz.

Çimlere basmayın, bu programı da kaçırmayın.

Beyaz mısın siyah mı?

Özgür Gürbüz-BirGün/8 Aralık 2013

Eşitlik, Uzlaşma, Farklılık. Foto: O. Gurbuz
Müzeye girmek için kapıda bilet alıyorsunuz. İki tip bilet veriliyor. Birinin üzerinde ‘beyaz’ yazıyor, diğerinde ise ‘beyaz olmayan’. Biletin rengi, derinizin rengi oluyor. Müzeye o renge ait kapıdan giriyorsunuz. Hayatını renktaşlarıyla geçirenler, ezen ırka ait hissedenler için soğuk duş gibi o kapı. Nelson Mandela’nın memleketi Güney Afrika’da bir müzeden bahsediyorum. Johannesburg’daki Apartheid* Müzesi’nden.

Müzede, 1948’de başlayıp 1984’te sona eren zencilerin beyazlarla eşit olma mücadelesinin tarihine tanıklık ediyorsunuz. Beyaz ve siyah, ayrı ayrı girdiğiniz müzeye, Güney Afrika Anayasası’nın yedi temel unsuruna, demokrasi, eşitlik, uzlaşma, farklılık, sorumluluk, saygı ve özgürlük bakarak birlikte aynı kapıdan çıkıyorsunuz.
Siyahlara ait eski bir kimlik kartı. Foto: O. Gurbuz
 Kimlik kartları, beyaz ve siyahları ayıran tabelalar, silahlı mücadeleden kalan silahlar, idam edilenleri simgeleyen tavandan sarkıtılmış urganlar. 27 yıl hapis yattıktan sonra ülkesini ırkçılığın elinden alan Nelson Mandela’nın unutulmaz fotoğrafları. Müzede tanıdık eşyalar da var. Sokaklarda görmeye alıştığımız TOMA’ların bir benzeri oradaydı. Demek ki hep kahrolası suçlara hizmet etmiş bu alet...

Hayatımızdan hiç çıkmayan hapishaneler ve kelepçeler de oradaydı. Bir de tabela gözüme ilişti. 1985’te mahkeme kararıyla ırk değiştiren 1000 kişiden bahsediyordu. Üç Çinli beyaz, 50 Hintli renkli, 20 renkli siyah olmuş… Liste uzayıp gidiyor. Güney Afrika’da nüfus dört gruba ayrılmıştı. Siyahlar, beyazlar, Hintliler ve renkliler. Renklilerin içinde Avrupalılar, farklı ırklardan anne babaların çocukları, Çinliler, Filipinliler ve diğerleri vardı. Irkçılık mikrobu bir kez bulaşmaya görsün…

Beyazlar, siyahlar ve daha az beyazlar... Foto: O. Gurbuz
Mandela Meydanı. Foto: O. Gurbuz
Doğarken siyah, esmer ya da sarı doğmak müzeden aldığınız biletin rengi gibi sizin iradenizle şekillenen bir şey değil. Sorun da değil. Bir başka renge, ırka karşı üstün olduğunuzu düşünmek ise sadece sizin suçunuz. Şanssızlık, eğitimsizlik veya cahillikle açıklanamayacak bir insanlık suçu ve tarih bu suçu işleyenlerle dolu. Siz bu satırları okurken dünyanın bir köşesinde, belki de sizin evin sokağının hemen dibinde, bir kişi ırkından, etnik kökeninden, cinsiyetinden, dininden veya dinsizliğinden dolayı ayrımcılığa uğruyor, ötekileştiriliyor olabilir. Bu suça ortak olanları birkaç istisna hariç kimse hatırlamıyor ve hatırlamayacak. İstisnalar da kötü örnek olacak, lanetlenecek. Bugün olduğu gibi dünya hep ırkçılığa karşı duranları konuşacak, Nelson Mandela’yı konuştuğu gibi. Dünya onu hatırlıyor ve hatırlayacak. Acı çektirmek kolay olabilir ama tarih acıları çekenleri yazar, gelecek onların istediği gibi olur. Bugün bu ülkede binlerce çocuğa Deniz ismi verilmiş ise bunun bir nedeni var. Kızılderililerin posterleri hiç görmedikleri ülkelerde duvarlara asılmışsa boşa değildir. Bugün memleketimde Kürtçe, Ermenice, Lazca bilmeyen onlarca Türk, bu dillerde türkü söylüyor, dinliyorsa derdindendir. Yarın da farklı olmayacak. Yarın onlarca çocuk Ali İsmail, Abdullah, Ethem, İrfan, Mehmet, Mustafa ve Selim adıyla doğacak. Onlar bu ülkenin Mandelaları olacak.

Özgürlük. Foto: O. Gurbuz
Bir ‘başkasının’ derdini anlamak için illa ‘başka doğmak’ gerekmez. Bugün Mandela’yı anlayabiliyorsanız, Ali İsmail’i, Abdullah’ı, Ethem’i, İrfan’ı, Mehmet’i, Mustafa’yı ve Selim’i de anlamalısınız. Beyazlara zencilere yaptıklarından dolayı kızıyorsanız, bu ülkenin azınlıkları Kürtlere, Alevilere, dinsizlere yapılanlara karşı da öfkelenmelisiniz. Mandela için ağlıyorsanız onlar için de ağlamalısınız. Yok, ben TOMA’dan yanayım, haklının değil güçlünün koluna girerim diyorsanız Mandela’nın şu sözlerini hatırlayın: “Özgür olmak, sadece birinin zincirlerini kırması değildir. Başkalarının özgürlüğünü yücelten ve başkalarının özgürlüğüne saygı duyacak biçimde yaşamaktır.”

Eğer Gezi’dekilere “çapulcu” diyor, “bayrak yaktılar, camiye girdiler” gibi bahanelerle onların karşısında duruyorsanız, bilin ki bundan 30 yıl önce Güney Afrika’da yaşamış olsaydınız sizin renginiz Mandela ve arkadaşlarının karşısındaki ‘beyaz’ olurdu.

*Güney Afrika’da ırkçılığı yasalarla düzenleyen sistem

FOTO altı: Mandela Meydanı’nda birlikte oynayan ‘siyah’ ve ‘beyaz’ çocuklar.

Çimlere Basmayın-8 (6 Aralık 2013)

6 Aralık 2013 Cuma günü yayınlanacak Çimlere Basmayın programında neler var? Merak edenler için kısa bir bilgi notu hazırladık. İşte programımızdan bazı başlıklar:

* Japonya Fukuşima haberlerini yasaklıyor mu?

* Çanakkale Belediye Başkanı'nın Kazdağları isyanı

* Buğday ambarına termik santral olur mu?

* Türkiye'de tarım nereye gidiyor? Türkiye kendi kendine yeter bir ülke mi? Biz soruyoruz, Çiftçi Sendikaları Konfederasyonu Başkanı Abdullah Aysu canlı yayında yanıtlıyor.

* 3 Aralık Dünya Engelliler Günü'nde hazin tablo. Engellilerin erişim/ulaşım hakkını gazeteci Nilay Vardar'la konuşuyoruz. Vardar, Engelsiz Hayat Dayanışma Derneği üyesi fiziksel engelliler ile geçirdiği bir günü anlatıyor, gözlemlerini aktarıyor.

* Yeşil ajanda: Tüm Türkiye'den çevre ve ekoloji etkinlikleri, duyurular.

* Ve "yeşil" türküler...

Çimlere Basmayın programını her cuma 13:00-14:00 saatleri arasında www.yonradyo.com.tr üzerinden dinleyebilirsiniz.

Çimlere basmayın, bu programı da kaçırmayın.

“Buğday ambarını ateşe vermeyin”

Foto: Elif Sezginer Verün
TEMA Vakfı Konya’nın Karapınar ilçesine kurulmak istenen termik santrale karşı çıktı. Termik santral yapılırsa yılda 350 bin ton buğday üreten bölgede su sıkıntısı başlayacak.

Özgür Gürbüz-Birgün/5 Aralık 2013

TEMA Vakfı, Konya’nın Karapınar ilçesindeki düşük kaliteli linyit rezervlerinin elektrik üretiminde kullanılması için termik santral kurulmasına karşı çıkıyor. Elektrik Üretim Anonim Şirketi (EÜAŞ) ise bölgede 5 bin 870 megavat gücünde termik santral kurulmasını planlıyor. Farklı alanlarda çalışan dokuz uzmanın hazırladığı ‘Konya Karapınar Kapalı Havzası Termik Santral Etkileri Uzman Raporu’nu bir basın toplantısıyla açıklayan TEMA Vakfı, bölgeye termik santral yapılırsa 60 bin kişinin tarımsal ve içme suyu ihtiyacının riske gireceğine dikkat çekiyor. 30 yıl çalışacak termik santrallerden çıkacak küller de 5 bin 220 futbol sahası büyüklüğünde bir alanı 10 metre yüksekliğe kadar dolduracak.

KONYA HAVZASI SUSUZ KALABİLİR
Basın toplantısında konuşan Adıyaman Üniversitesi Ziraat Mühendisliği Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Erhan Akça, bölgede yıllık yağış ortalamasının metrekare başına 250 mm, çölleşme sınırının da 200 mm olduğuna dikkat çekti. “Akarsu olmayan bir yerde yeraltı sularını kullanıyoruz. Bu yüzden de kuraklık ve obruklar oluşuyor” diyen Akça, yer altı sularıyla oynamanın çok tehlikeli olduğunu söyledi.  İTÜ Kimya Metalürji Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. İsmail Duman ise konuşmasında su kıtlığı ve açık madencilik tehlikesine değindi. Duman santralde kullanılacak soğutma suyu için yer altı sularının kullanılmasının ciddi sorunlara yol açacağına dikkat çekti. Duman, “Karapınar’dan yer altı suyunu çekeyim derseniz tüm Konya Havzası’nın suyunu çekersiniz. Bu bile soğutma kulelerinin su ihtiyacını karşılamıyor. Buğday ambarını ateşe vermeyin” dedi. Kömür rezervinin yer altı sularının altında bulunması da bir başka sorun. Raporda, bölgede çıkarılacak kömürün ortalama 138 metre derinlikte bulunduğu, kömür sahasının olduğu bölgede ise yeraltı su düzeyinin en çok 20 metre derinlikte olduğu yazılı. Bu da yeraltı suyunun pompalarla boşaltılmasını gerektirebilir. Böyle bir uygulamanın yeraltı suyundaki düşüşü hızlandıracağı ve bölgedeki obrukların sayı ve büyüklüğünü arttıracağı öne sürülüyor.

HER YIL 13,5 MİLYON TON KÜL ÇIKACAK
Toplantıda dikkat çekilen bir diğer konu ise açık ocak madenciliğiydi. Bölgede 1 milyar 830 milyon ton linyit rezervi tespit edildiğini belirten Duman, EÜAŞ’ın bu rezervin 1 milyar 580 milyon tonunu açık ocak madenciliğiyle çıkartılmasını planladığını,  bu kararın nasıl alındığını bilmediklerini söylüyor.  Açık ocak işletmeciliği tonlarca toprağın kazılması anlamına geliyor.  Duman, “1 m3 kömür çıkartmak için 9,4 m3’lük kazı yapılması, kalan 8,4 m3 toprağın da bir başka yere nakledilmesi gerekiyor” diyor. Bu da, tüm kömür rezervinin çıkarılması için 22 milyar tonluk bir hafriyata denk düşüyor. Bu hafriyatın binde birinin tozlaşarak havaya kalkması 30 yılda 22 milyon ton tozun bölgeye uçuşması anlamına geliyor. Yılda 700 bin ton tozdan bahsediyoruz. Tüm kapasiteyi değerlendirecek termik santrallerin kurulması halinde yakılan kömürlerden çıkacak kül miktarı da yılda 13,5 milyon tonu bulacak.

DEMİR ÇELİK YENMEZ
Ege Üniversitesi Halk Sağlığı Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ali Osman Karababa ise toplantıda termik santrallerin yaratacağı sağlık sorunlarını anlattı. “Bu bir cinayettir, bunun başka bir anlamı yok” diyen Karababa, kömür santrallerin başta solunum yolu hastalıkları olmak üzere çok çeşitli sağlık sorunlarına yol açtığını belirterek, ABD’de termik santral kaynaklı hava kirliliğinin çocukların yüzde 9’undan fazlasında görülen astım ataklarını tetiklediğini söyledi. Karababa, “Endüstriyel hiçbir ürünü yiyemezsiniz. Tarımsal kaynakları koruyabildiğiniz sürece Anadolu’da yaşam devam edecek. Madenden altın çıkarırısınız, demir çelik üretirsiniz ama bunları yiyemezsiniz” dedi. 

Tema Vakfı, kömür madeni ve termik santral projesinden vazgeçilmesini, bölgenin kalkınması için sürdürülebilir tarım uygulamalarının desteklenmesini istiyor.

***

“350 bin ton buğday ürettik”
Muttalip Yıldırım
TEMA Vakfı Karaman Temsilcisi

Rüzgar erozyonu en büyük sorunumuz, toprağımız az, suyumuz yok ama ekonomimiz tarıma dayalı. Karaman bölgesinde üretilen buğday, kuru fasulye ve bakliyat üretimi yeterli. İhracat bile yapıyoruz. 500 bin ton civarı elma üretiyoruz. Geçen yıl 350 bin ton buğday
35 bin ton kuru fasulye ürettik. İşsizlik sorunumuz yok. Çorak alanda zoru başarmışız. Buradaki sanayi de tarıma dayalı. Termik santral yapıldığında tarım zarar görecek, dolayısıyla sanayi de zarar görecek. İşimiz iyi, para kazanıyoruz. Bölgede kişi başına düşen gelir 15 bin doların üzerinde. Bu sistemi neden bozalım? Karaman’da 250 bin kişi yaşıyor.

Çelişkiler Partisi

Özgür Gürbüz-BirGün/1 Aralık 2013

Hatırlayın, bundan 10 gün önce Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar, “HES’lerle ufak dereleri mahvediyoruz. 10 megavattan (MW) az enerji üretecek HES’lere kesinlikle (izin) vermeyeceğiz. Bundan sonra bunun hesabını sorarsınız” demişti. Soralım o zaman.

Antalya’nın Manavgat ilçesine bağlı Ahmetler Köyü’nde bir hidroelektrik santral (HES) yapılmak isteniyor. İnşaat çevrecileri ve tüm köyü ayağa kaldırdı. Köylüler neredeyse bir aydır çadırlarda yatıp kalkıyor, inşaatı engellemeye çalışıyor. Delta Yatırım Holding’e bağlı Seçenek Enerji çalışanlarıyla köylüler arasında ciddi çatışmalar yaşandı, yaralananlar oldu. Köylüler, silahla taciz ateşinde bulunulduğu iddiasıyla firma çalışanlarından şikayetçi oldu. Firma yetkilileri “Bakanlık dahil tüm izinleri aldık” diyor ama köylülerin yanıtı çok net: “Burada biz yaşıyoruz, bize sordunuz mu?” Tüm bunların üstüne Bakan Bayraktar’ın açıklaması geldi. Ahmetler’de yapılmak istenen HES’in büyüklüğü 9,96 MW, 10 MW’tan küçük. Buyurun o zaman, ‘kesinlikle izin vermeyin’ de bitsin şu Ahmetler’in çilesi.

Bu ne yaman çelişki demeyin dahası var. Adalet ve Kalkınma Partisi iktidara geldiği günden beri hep aynı şeyi söylüyor; “enerjide dışa bağımlılığı azaltacağız” diyor. Önerdikleri formül yerli ve yenilenebilir kaynakları kullanmak. Lafı uzatmaya gerek yok. 2004 yılında Türkiye elektrik üretiminin neredeyse yarısı yerli kaynaklardan sağlanıyordu. 2011’de bu oran yüzde 44’e geriledi. Artmadı, geriledi.

Yerli enerji meselesi zaten karışık. Kömür bu topraklardan çıkınca yerli kabul ediliyor. Santralin sahibi yabancı şirket de olsa kural değişmiyor. Bu kadar basit değil. Kanımca ‘yerli enerji tanımı’ özelleştirmeler ve yabancı sermayenin girişiyle tarih oldu. Önümüzde Yatağan, Kemerköy ve Yeniköy termik santrallerinin özelleştirilme süreci var. Hepsi yerli kömürle çalışıyor ve sahibi devlet. İşçiler direniyor ama satış gerçekleşirse özel sektöre geçecek. Yerli ya da yabancı fark etmez, kâr kamunun değil özel sektörün cebine girecek. Biz bu santrallerin ürettiği elektriğe hâlâ ‘yerli elektrik’ mi diyeceğiz?

Bitmedi, hükümetin bir başka çelişkisi de cari açık enerji ithalatı söylemi. Cari açık ne zaman büyüse enerji ithalatından şikayet edilir. Suçlu da hep doğalgazdır. 2012 yılında Türkiye enerji ithalatına 60 milyar dolar ödedi. Bunun 4,6 milyar doları kömüre gitti. Petrol ihracatına 31,5, doğalgaza da 23,2 milyar dolar harcandı. Doğalgazla uğraşalım ama asıl kalem petrolü neden ihmal ediyoruz? Hükümetten petrol kullanımını azaltacak bir öneri, tedbir duydunuz mu? Aksine, yeni otoyollar, 3. Köprü ve İstanbul Boğazı’na yapılacak sadece araçların kullanacağı tüp geçit projesiyle araç kullanımı dolayısıyla petrol tüketiminin arttırılması amaçlanıyor. Mega kentler, toplu taşımanın ihmali, havayolu taşımacılığının desteklenmesi de cabası.

11 yıldır iktidardaki AKP’nin çelişkileri enerjiyle sınırlı değil. Kürt sorununun çözüm sürecini, “Bu ülkede kaç aydır kan dökülmüyor” diyerek tartışma ve eleştirilere tamamen kapatanlar, Suriye’de izlediği politikalarla ölümleri destekliyor. Kan dökülmemesi gerçekten de önemli ve hepimizin ilk önceliği olmalı ama bu ilke Türkiye’nin iç politikasıyla sınırlı kalmasın. Türkiye’nin içlerinde El Kaide gibi örgütlerin de bulunduğu güçleri desteklediği Suriye’de bugüne kadar 113 bin insan öldürüldü. Bunların 11 bin 420’si çocuk; 17 yaşın altında. Esad karşıtı güçlerden desteğinizi çekseniz, çözüm müzakere yoluyla bulunsa daha iyi olmaz mı? Türkiye’de olduğu gibi Suriye’de de kan dökülmese fena mı olur?

Adalet ve kalkınmayı geçtim. Cemaat, MGK ilişkileri de malumunuz. Eğitimden enerjiye kadar diğer alanlarda da sorunlar ortada. İzlediği politikalarla bir ‘çelişkiler partisi’ var karşımızda. İstikrar için oy vereceklere duyurulur. 

Çimlere Basmayın-7 (29 Kasım 2013)

29 Kasım 2013 Cuma günü yayınlanacak Çimlere Basmayın programında neler var? Merak edenler için kısa bir bilgi notu hazırladık. İşte programımızdan bazı başlıklar:

* Yağmurlar sel oluyor ama biz çözüm için ne yapıyoruz?

* Bakanlık da HES sorununu kabul etti.

* Gizem serbest ama hâlâ yargılanıyor.

* Organik Tavuk nedir? Marketlerdeki tavuklardan ne farkı var? Buğday Derneği Ege Bölge Sorumlusu Nurhayat Bayturan canlı yayında soruları(n)mızı cevaplıyor.

* Gezgenin yok olmasına izin vermiyoruz diyenlerin artık bir gazetesi var: Yeşil Öfke

* Manavgat-Ahmetler Köyü'nde HES'e karşı direniş sürüyor. Köylüler 24 gündür çadırlarda nöbet tutuyor. Manavgat Kaymakamı ile köylüler arasında neler konuşuldu?

* Turgutlu'da nikel madenine karşı direniş sürüyor. Turgutlu Çevre Platformu'ndan Ayla Yönet canlı yayında neden hayır dediklerini anlatıyor.

* Yeşil ajanda: Tüm Türkiye'den çevre ve ekoloji etkinlikleri, duyurular.

* Ve "yeşil" şarkı ve türküler...

Çimlere Basmayın programını her cuma 13:00-14:00 saatleri arasında www.yonradyo.com.tr üzerinden dinleyebilirsiniz.

Çimlere basmayın, bu programı da kaçırmayın.

Çaresiz değiliz çare ‘SİZ’siniz.

Özgür Gürbüz-BirGün/24 Kasım 2013 

Varşova’daki iklim zirvesi bitti. 19. taraflar toplantısı (COP 19) da geride kaldı. Bu toplantıdan da küresel iklim değişikliğini durduracak bir anlaşma çıkmadı. Belirsizlik, zaman kaybı bıktırıyor. Bu yüzden de sivil toplum örgütleri zirve bitmeden toplantıyı terk etti.  

Salonları, masaları terk etmek için geç bile kaldık. Masanın bir tarafında ‘yetkisiz hükümet yetkilileri’ diğer tarafında iklim değişikliğini durdurmak isteyen sivil toplum örgütleri var. Sorumlular, hükümetleri kukla gibi oynatan dev şirketler ise uzaktan olan biteni izliyor. Her hükümet yetkilisi söze iklim değişikliğinin ne kadar can yakacağıyla başlıyor. Sivil toplum da aynı şeyleri söylüyor. Tehlikeyi inkar eden yok ama iş anlaşmaya gelince eller masanın altına iniyor. Fosil yakıt imparatorluğunu (petrol, kömür ve doğalgaz) güneşe kaptırmak istemeyenler belli ki hükümetleri kontrol edebiliyor. Çok güçlüler ama benden “çaresizsiniz” dememi beklemeyin çünkü çare sizsiniz!
 
Eriyen buzul dağlarına karşı ben ne yapabilirim demeyin. Cuma günü kefaletle serbest bırakılan Greenpeace eylemcisi Gizem Akhan ne yapıyorsa onu yapabilirsiniz. İşinden evine bisikletiyle giden Evrim Güvenç’i kendinize örnek alabilirsiniz. Daha çok yürüyebilir, evde daha az elektrik tüketebilirsiniz. Evde atıklarınızı ayırabilir, mahallenizdeki çöp kutularına atabilirsiniz. Küsseniz daha iyi olur ama otomobilinizle arkadaşlığınızı, “az görüşülenler” listesine alabilirsiniz. Küçük bir işletmeniz varsa, Gelibolu’da gözleme satan Ferhat Ormancı gibi, enerjinizi rüzgar ve güneşten karşılayarak önemli bir seragazı azaltımı yapabilirsiniz. Alışverişe yanınızda bez torbayla gidebilir, sabahları bir poğaça için bir plastik torba tüketmek yerine aynı torbayı çantanıza atarak aylarca tek torbayla yetinebilirsiniz. Marketlerden süt, meşrubat alırken ille de depozitolu cam şişe diye tutturabilirsiniz. Tasarruflu ampuller, verimli ev aletleri ve büyüklerimizin nasihatleriyle elektrik faturanızı 70-80 liralardan 40-50 liralara indirebilirsiniz. İklim değişikliği devasa bir sorun olabilir ama en büyük düğümleri çözmek için bile ipin ucunu bulup oradan tutmanız gerekir. Bu önlemlere ‘sistem içi çözümler’ diyenler olabilir. Devrim olunca her şeyin yoluna gireceğini düşünebilirsiniz. Aynı fikirde değilim. İstediğiniz dünyada önce siz yaşayacaksınız ki başkalarından talep edebilesiniz. Devrim sizsiz, bizsiz olacak değil. Değişmesini istediğiniz sistemin özü insan. Bu yazıyı okuyabildiğinize göre siz de bir insansınız, değişecek ve değiştirecek sizlersiniz. 

Varşova’daki fiyaskonun haberini aldığımda bu sorunu çözmeye niyetli bir grup ‘çılgınla’ birlikte Ankara’da Sivil İklim Zirvesi’ndeydik. Zirveyi, Tüketiciyi ve İklimi Koruma Derneği (Tüvik-Der) ile Küresel Denge Derneği birlikte düzenledi. Toplantıda iklim değişikliğini durdurmak için bireysel, yerel ve ulusal önlemleri birlikte konuştuk. Türkiye’nin enerji, ulaşım ve atık konularında seragazı emisyonlarını indirmek için hangi yolları izlemesi gerektiğini tartıştık. “Ulusal hedef, yerel hareket” diyen Küresel Denge Derneği Başkanı Nuran Talu, “Yerel yönetimlerin yeni belediye başkanlarının bu işe odaklanması lazım. Türkiye’nin iklim değişikliği konusundaki kötü performansının nedenlerini, 3. Köprü, ODTÜ gibi projelerden dolayı çok iyi biliyoruz” diyor. Türkiye artık bir hedef almalı, yerel yönetimler de bu hedefe paralel iklim eylem planlarını harekete geçirmeli. 

Talu, CHP’den Çankaya Belediye Başkan Aday Adayı. Talu gibi Sinop’tan Metin Gürbüz de çevre mücadelelerinin içinde yer alan bir başka isim. Seferihisar Belediye Başkanı Tunç Soyer’in, Dikili Belediye Başkanı Osman Özgüven’in çevre için yaptıklarını hepimiz takip ediyoruz. Antalya, Gaziantep, İstanbul Kadıköy ve Bursa Nilüfer aklıma gelen diğer örnekler. Yerel seçimlerin çevreci başkan adaylarının lehine sonuçlanması Türkiye’nin çevre sorunlarını çözmesi yönünde ilk adım olabilir. Son sözü Tüvik-Der’den Önder Algedik’e bırakıyorum: İklimi değil belediyeleri değiştir!

Temiz enerjinin önlenemeyen yükselişi

Özgür Gürbüz-BirGün/17 Kasım 2013

Müjdemi isterim. Enerji Bakanı Taner Yıldız, 2023’e kadar Türkiye’nin kurulu gücüne 50 bin megavatlık ilave yapılacağını söyledi. Türkiye’deki enerji santrallerinin şu andaki kurulu gücü 61 bin megavat. Yıldız’ın isteği gerçekleşirse Türkiye, 90 yılda kurduğu enerji santrali kadarını önümüzdeki 10 yılda kuracak. Her yer baraj, her yer termik ve nükleer olacak. 122 milyar dolarlık yatırımdan söz ediliyor. Bu hedeflere ulaşılır mı, emin değilim. Amacın bu olduğunu da sanmıyorum. Böyle bir ihtiyaç da yok. Asıl amaç pazarın büyüklüğüne vurgu yaparak yabancı yatırımcı ve finansmanı Türkiye’ye çekmek. Ekonominin ayakta durabilmesi için inşaata, inşaatların hayata geçmesi için de paraya ihtiyaç var. “Enerji talebi var mı”, “Daha az enerjiyle aynı işi yapabilir miyiz” diye soran yok. Çünkü bu çarpık ekonominin çarkı ancak tüketerek dönüyor. Daha fazla nehir, daha fazla orman ve canlı (insan dahil) tüketerek ekonomiyi sözüm ona büyütüyoruz.

1990 yılında Almanya ekonomiye 100 birimlik katkı yapmak için 100 birim enerji harcıyordu. 2010 yılında ise 94 birim enerji harcayarak ekonomiye 131 birim katkı yapar hale geldiler. Enerjiyi artık daha verimli kullanıyor, daha az enerjiyle daha çok iş yapıyorlar. Peki, ya Türkiye? Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) iktidara geldiği 2002 yılından günümüze enerji verimliliği konusunda en ufak bir ilerleme gerçekleşmedi. 2002’de 1 birim ekonomik katkı için 240 kg eşdeğeri petrol harcıyorduk, 2011’de ise 232 (Eurostat verileri). Aynı zaman diliminde Almanya bu rakamı 157’den 128’e düşürdü. İyiyken daha iyi oldu. Enerjiyi verimli kullanmak ekonomik durgunluk anlamına da gelmiyor. Yeni sektörler, istihdam alanları ortaya çıkıyor. Hükümetin her gün enerji ithalatından şikayet edip, enerjiyi daha az kullanmak için harekete geçmemesinin mantıklı bir açıklaması yok. Vergi gelirlerini petrol, doğalgaz ve otomobil satışlarına bağlamak bahane olabilir ama bunda ısrar etmek kabul edilemez.

Türkiye’nin ekonomiyi tüketerek büyütme niyeti sürdükçe enerji talebi de artacak. Bu değişmeli, önce talep artışını kontrol etmeliyiz. Bunun için onlarca farklı yol var. Toplu taşımayı teşvik etmek, yeni binalara yalıtım standartları getirmek, enerji yoğun aletlerden daha çok vergi almak, enerjiyi verimli kullanan üretim araçlarına teşvik vermek gibi. Enerji talebindeki artış ‘takdir-i ilahi’ değil. Talebi yönetmeye başladıktan, artışı makul seviyelere getirdikten sonra yenilenebilir enerji kaynaklarıyla yola devam edebilirsiniz. Rüzgar, güneş, biyokütle gibi kaynaklar 10-15 yıl öncesine göre hem daha ucuz hem de daha verimli. Bugün dünyada tüketilen elektriğin yüzde 4’ü rüzgar türbinlerinden sağlanıyor. 60 yıllık geçmişe, milyarlarca dolarlık sübvansiyonlara rağmen nükleer enerjinin payının yüzde 12 olduğunu düşünürseniz, bu hızlı gelişmeyi daha iyi görebilirsiniz. Küçümsenen rüzgar enerjisinin Türkiye’de üretilen elektriğin yüzde 3’ünü sağladığını da ekleyelim.

Uluslararası Enerji Ajansı’nın birkaç gün önce açıkladığı Dünya Enerji Görünümü raporunda, yenilenebilir enerji kaynaklarının (hidro dahil) 2015’ten önce kömürün ardından en önemli elektrik üretim kaynağı olacağı yazıyor (Yeni Politikalar Senaryosu). Dünyada üretilen elektriğin yüzde 31’i bu kaynaklardan sağlanacak. 2035’te elektrik üretiminde kömürün payı yüzde 33, gazın yüzde 22 ve nükleerin payı yüzde 12 olacak. İşin ilginç tarafı yenilenebilirdeki artışın üçte ikisi başta Çin olmak üzere OECD dışındaki ülkelerden geliyor. Yenilenebilir pahalı diyenlerin bir hesap hatası yaptığı ortada.

Çimlere Basmayın'da bu hafta (15 Kasım 2013)

15 Kasım 2013 Cuma günü yayınlanacak Çimlere Basmayın programında neler var? Merak edenler için kısa bir bilgi notu hazırladık. İşte programımızdan bazı başlıklar:

* Dünyada üretilen elektriğin yüzde 4'ü rüzgar türbinlerinden sağlanıyor. Peki ya, Türkiye'de durum ne?

* İzmir'in göbeğinde radyasyonlu hurda bulundu. İkinci bir İkitelli vakası mı yaşanacak?

* Kuzguncuk Bostanı kurtuldu.

* Antalya'nın Manavgat ilçesine bağlı Ahmetler Köyü'nde HES'e karşı çıkan köylülere silahlı saldırıda bulunulduğu iddia ediliyor. Karpuz Çayı'na yapılmak istenen HES'e karşı çıkan köylüler 10 gündür direniyor. Köylülerin Avukatı Ramazan Ecevitoğlu canlı yayında sorularımızı yanıtlıyor.

* Gündemimizde Filipinler'deki Haiyan Tayfunu ve iklim değişikliği var. Özel dosyamızı kaçırmayın.

* Yeşil Gerze Çevre Platformu Sözcüsü Şengül Şahin, son yıllarda çevrecilerin kazandığı en büyük zaferlerden birini anlatıyor. Gerze'de termik santrali nasıl durdular? Bu mücadeleden herkesin çıkaracağı dersler var.

* Yeşil ajanda: Tüm Türkiye'den çevre ve ekoloji etkinlikleri, duyurular.

* Ve "yeşil" şarkı ve türküler...

Çimlere Basmayın programını her cuma 13:00-14:00 saatleri arasında www.yonradyo.com.tr üzerinden dinleyebilirsiniz.

Çimlere basmayın, bu programı da kaçırmayın.

Fukuşima'da 26 çocukta tiroit kanseri

Kimseyi korkutmak, acıları derinleştirmek istemiyorum ama nükleer santrallerin bir kaza veya sızıntı anında çevreye, doğaya ve insan sağlığına etkileri korkunç. Fukuşima'daki çocuklarda tiroit kanserine rastlandığını anlatan bugünkü haber hepimizi üzdü. 26 çocukta tiroit kanseri görülmüş, 33 çocuk ise risk altında.

Fukuşima kazasından 2,5 yıl sonra bu nükleer felaketin insan sağlığı üzerindeki ilk etkileri görülmeye başlandı. Umarız bu çocuklarımızın hepsini tedavi edebiliriz. Fukuşima kazası sonrası yaşanan acılar, umarız Japonya'daki insanların daha güvenli, nükleersiz bir geleceğe sahip olmasına vesile olur. Benzer bir sorunla karşı karşıyayız. Türkiye'nin iki ucunda, Mersin ve Sinop'ta nükleer santraller kurulmaya çalışılıyor. Birlikte mücadele edersek Mersin ve Sinop'taki çocuklarımızı benzer tehlikelerden koruyabiliriz. Türkiye'yi sonu olmayan bir maceradan, büyük bir mali külfetten uzak tutabiliriz.

İşin bir başka boyutu daha var. Bugün gelen kanser haberi sürpriz değil. Size Mart 2013 tarihli iki haber iletiyorum. Başlıklara tıklayarak haberleri okuyabilirsiniz.

Fukuşima tiroit kanserini patlatacak

Fukuşima çevresinde yaşayanlarda kanser oranı yüzde 30

Bugün yaşadıklarımız ne yazık ki öngörülüyordu. Radyasyondan kaçarak, koşarak kurtulmak mümkün değil. Bu yüzden hep birlikte, her yerde nükleere hayır demeliyiz. Nükleer santral elektrik üreten bir fabrika ve bugün daha ucuza, daha güvenli yöntemlerle elektrik üretme şansına sahibiz. Rakamlarla, verilerle bunu defalarca açıkladık. Nükleer enerji Türkiye için teknik bir zorunluluk değil. Yanlış bir siyasi tercih ve sonuçları çok ağır olabilir.

Öpüşmezsek trafik sorunu çözülür mü?

Özgür Gürbüz-BirGün/10 Kasım 2013

Erkek erkeğe oturdunuz ve İstanbul’daki son yeşil alanın talan edilmesi için bir köprü, bir de üçüncü havalimanı yapılmasına karar verdiniz. O küçücük helikoptere erkek erkeğe sıkışıp, durumu bir de havadan gördünüz. Ağaçları kesen testerelerin iki ucunda da erkekler vardı. Kamyonları erkekler kullandı.

Büyük otomobiller, dev kentler, en gaddar savaş makinaları, erkek erkeğe oynadığınız o ölümcül oyunların araçları değil mi? Kadınların bile erkek gibi düşünenini, maçlarda küfredenini sevdiniz. En çok da itaat edenini beğendiniz. Evde çocuk bakanını, yemek yapanını, politikada sizin istediğiniz zaman ve istediğiniz gibi konuşanını tercih ettiniz. Siz izin verdiğinizde soyundular, siz istediğinizde giyindiler. Böylesini sevdiniz, ‘söz dinleyenini’.

Çocuk doğuran kadınlara cenneti vaat ettiniz ama iş yerlerinde müdürlüğü çok gördünüz. Cennetlik kadınları dövdünüz, erkek erkeğe tecavüz edip, başlık parası için yine erkek erkeğe pazarlık yaptınız. Kadınlara bir kez kulak verseydiniz, kadınlı erkekli oturup konuşsaydınız bugün bu korkunç dünyayı konuşmuyor olurduk. Daha fazla zorlamayın, erkek erkeğe ne yaptığınız ortada.

Kadınlı erkekli ışınlanıyorlar
Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Rektörü ve Star Gazetesi yazarı Sedat Laçiner, köşe yazısında Yanyana evleri kiralayıp, duvarları delip iki evi tek eve çevirip karma halde kalanları da gördüm...” diye yazmış. Bizim memlekette iki dairenin duvarını delsen bina başına çöker. Çökmezse de ev sahibi, tüm apartman sakinleri orada biter. Belki de öğrenciler kaşıkla kaza kaza eritmiştir duvarı… Varsayalım rektör doğru söylüyor.  Beni asıl, öğrencileri yan dairenin kapısını çalmak yerine duvar kırmaya iten nedenler ilgilendiriyor. Mahalle baskısı mı yoksa Laçiner’in de sık sık övündüğü atalarından aldıkları ilham mı onları bu zor işe koştu? Ferhat’ın Şirin’i görmek için dağları deldiğini hepimiz biliriz, deniz kumu dolu duvarın lafı mı olur?

Laçiner başında bulunduğu üniversiteyi hemen kapatsın. Orası bir ‘bilim yuvası’. Belli mi olur, öğrenciler bu azimle bilim kurgu filmlerde gördüğümüz ışınlamayı bulur, kadınlı erkekli ışınlanıverirler. Bir o evdeler bir bu evde. Aman ha!

Öpüşmezsek trafik sorunu çözülür mü?
İstanbul’daki trafik sorunu herkesi çıldırtıyor. 20 yıldır kenti idare eden zihniyet, seçimler yaklaşınca her yere metro yapacağız diye reklamlara başladı. 20 yıldır uyuyanlar birden uyandı; inanırsanız. Gariptir, bu toplu taşıma sevmemezlik sadece İstanbul’a has değil. Ankara’da aynı durumda. Kentte metro öyle nadir görülen bir şey ki, metro gören gençler sevinçten ne yapacağını şaşırıp birbirlerini öpüyor. Otomobil ve petrol lobisi ellerini ovuştururken, çılgın kentlerin çılgın başkanları seyrediyor. Halbuki acil alınacak önlemler var.   

Çin’in başkenti Pekin de trafikten dertli bu nedenle özel araç sayısını kısıtlıyor. Birkaç yıl önce alınan kararla kentte her yıl dağıtılan yeni plaka sayısı 240 binle sırlandırılmıştı. 2014’ten itibaren bu rakam 150 bin olacak. Pekin’de plakalar kurayla dağıtılıyor. Şansınız yaver gitse bile uymanız gereken bir kural daha var. Plakanızın son rakamına göre, hafta içi iş saatlerinde trafiğe çıkamadığınız günler var. Bu yasak nedeniyle hafta içinde bir gün araçlar evde bırakılıyor.

İstanbul’da otomobil kullanımına kısıtlama getirmek yerine özel araç kullanımını teşvik edecek yeni tüp geçitten bahsediliyor. Enerjide açıktan yakınıyorlar ama petrol ve otomobil lobilerine diş geçiremiyorlar. Otomobil satışları düşse ihracat tehlikeye girecek ve petrol üzerinden aldıkları vergiler de azalacak. Yanlış ve sürdürülemez büyüme politikaları yüzünden bizi trafik sıkışıklığına mahkum ediyorlar. Önce insan* diyecek cesur bir hükümete ihtiyaç var.
  
Not: Yazımdaki son cümlede, rantın değil insanın ihtiyaçlarına yanıt verilmesi gerektiğini yazmak istemiştim ama bu haliyle, "insan merkezli" bir bakış açısıyla yazılmış gibi duruyor. Okuduğumda beni rahatsız ettiği için en azından e-günlüğe bu notu düşmek istedim.

Akademisyenler ODTÜ’yü yalnız bırakmadı

Orta Doğu Teknik Üniversitesi'ndeki ağaç katliamına akademisyenler sessiz kalmadı. Tüm dünyadan yüzlerce akademisyen, Orta Doğu Teknik Üniversitesi Kampüsü’ndeki ormanlık alandan geçmesi planlanan yol projesine karşı verilen mücadele ile dayanışma içinde olduklarını açıkladı.26 ülkedeki 278 farklı akademik kurumdan 857 akademisyen ODTÜ ile dayanışma metnine destek verdi. 

ODTÜ direnişinin çevre hakkı, protesto özgürlüğü ve üniversite özerkliğinin bir sembolü olduğunun vurgulandığı imza metni ile akademisyenler şu açıklamada bulundu: “Biz, aşağıda imzası olan akademisyenler, Orta Doğu Teknik Üniversitesi Kampüsü’ndeki hukuksuz çevre katliamını ve polis şiddetini kınıyoruz. Bu, ODTÜ’ye ve Türkiye akademisine yapılan, etik olmayan ve kabul edilemez bir saldırıdır. Direnen tüm ODTÜ öğrencilerine, akademisyenlerine ve personeline, sonsuz destek ve dayanışma içinde bulunduğumuzu bildiririz.” Dayanışma açıklamasında Noam Chomsky, Judith Butler, Immanuel Wallerstein'ın yanı sıra Etienne Balibar, Asef Bayat, Jean Comaroff, Arturo Escobar, Michael Herzfeld,  Anna Tsing, Cihan Tuğal, Erik Swyngedouw, Vijay Prashad gibi isimlerin imzaları da bulunuyor.

İmzacılar arasındaki dünyaca ünlü dil bilimci ve filozof Noam Chomsky, “Ankara Büyükşehir Belediyesi'nin yıkıcı otoyol inşaatı projesinin bir parçası olarak gerçekleştirdiği gece yarısı baskınını protesto eden ODTÜ öğrencileri, öğretim üyeleri ve çalışanlarının mücadelesini destekliyorum. Ayrıca gece baskınını takip eden süreçte öğrencilere karşı uygulanan polis şiddetini protesto edenlerin sesine kendi sesimi ekliyorum” dedi.

İlk kez 1992 yılında gündeme gelen ve öğrencilerin protestoları ile karşılaşan yol projesi 2008 yılında AKP’li Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek döneminde yenilenerek genişletildi. Son dönemde yeniden alevlenen yol projesi tartışmalarında öğrencilerin, üniversite yönetiminin ve öğretim üyelerinin yanı sıra 100. Yıl Mahallesi ve Çiğdem Mahallesi halklarının itirazları devam ederken 18 Ekim 2013 tarihinde, yani Kurban Bayramı tatilinin son günü Belediye ekipleri ODTÜ Kampüsü’ne adeta bir gece yarısı baskını düzenledi. Yaklaşık 3000 ağacın kesildiği gece ve onu takip eden günlerde, ODTÜ öğrencilerinin ve mahalle halkının katıldığı protesto gösterilerinde polis, eylemcilere yoğun biber gazı, basınçlı su ve plastik mermi ile saldırdı. Tüm bu hukuksuz ve haksız uygulamalara karşı ODTÜ’nün sadece kendi ormanını değil aynı zamanda üniversitelerin özerkliğini de korumak ve protesto ve ifade özgürlüğüne sahip çıkmak için verdiği mücadele, tüm dünyadan yüzlerce akademisyeni bu dayanışma mesajında bir araya getirdi.

Basın açıklaması metninin tamamına ve imza atanların listesine http://solidaritywithmetu.blogspot.com adresinden ulaşılabilirsiniz.

Nükleer kumar ve yanıtsız kalan sorular

Özgür Gürbüz-BirGün/3 Kasım 2013

Nükleer santraller pazarlanırken “enerjide dışa bağımlılığı azaltacak” sloganı ön plandaydı. Mersin’e nükleer santral yapma işi, enerjide en çok bağımlı olduğumuz ülke Rusya’nın devlet şirketine verildi. Şirket santralin hisselerinin yüzde 100’üne sahip ve anlaşma gereği istese bile çoğunluk hisseleri Türkiye’den bir şirkete satamayacak. Doğalgaz ve petrolde bağımlı olduğumuz Rusya’ya elektrikte de muhtaç olmaya karar verdik. Enerji Bakanı Taner Yıldız buna, ‘karşılıklı bağımlılığı geliştirmek’ diyor. Rusya’yı bizim paramıza alıştırmaya çalışmak ilginç bir fikir ama yeni değil. Dış ticaret açığımız zaten her yıl 20 milyar doları buluyor . Buna bir de elektrik faturalarından Rusya’ya giden pay eklenecek. Nükleer santralin dışa bağımlılığı azaltacağını söyleyenler, enerjide Rusya’ya bağımlılıktan yakınanlar şimdi nerede?

‘Nükleerde denenmiş teknoloji kullanacağız’ şiarı neden unutuldu? Mersin’de yapılmak istenen VVER-1200 tipi nükleer reaktörün ve Japonların Sinop için önerdiği Atmea-1 reaktörünün dünyada çalışan örnekleri yok. Hepimiz kobayız. Başbakan Erdoğan’ın da “Milyonda bir de olsa tehlike var” diyerek açıkça itiraf ettiği nükleer kaza riski bu hükümetin umurunda değil. Merak ediyorum, 75 milyonun hayatını ve yüzlerce yıllık geleceğini riske atma hakkını dört yıllığına seçilmiş bir hükümete kim verdi?

Mersin’de kurulmak istenen reaktörler için ‘dünyanın en güvenli nükleer reaktör tasarımı’ diyenler, Sinop için neden dünyanın en güvenli nükleer reaktör tasarımını seçmeyip Japonya’yla anlaştılar? Sinop’ta yaşayanlar bu ülkenin üvey evlatları mı? Dünyada iki tane “en iyi” teknoloji olmayacağına göre Sinop veya Mersin’den birisi diğerine göre daha kötü veya güvensiz. Hangisi daha güvensiz? Herkes biliyor ki nutuk atarak nükleer kazadan, koşarak da radyasyondan kaçamazsınız. Adalet ve Kalkınma Partisi hangi ilimize daha güvensiz nükleer santrali layık gördüğünü açıklayacak mı?

Elektrik üretim yöntemleri içinde en ucuz olduğu iddia edilen nükleer santrallerden elde edilecek her kilovatsaat elektriğe 15 yıl boyunca 12,35 dolar sent (Mersin için) ödenmesi garanti edildi. Daha pahalı olduğunu iddia ettiğiniz rüzgara 10 yıl boyunca kilovatsaat başına 7,3; jeotermale 10,5 dolar sent ödeniyor. Hangi seçenekte devletin, dolayısıyla halkın cebinden daha çok para çıkıyor?

Mersin’de 1976’dan kalma yer lisansıyla santral yapma çabanızın nedeni yeni ve detaylı sismik araştırmaları yapmaktan kaçınmak mı? “Deprem bölgesi değil” dediğiniz Akkuyu’nun hemen yanıbaşında, Silifke açıklarında 23 Ekim’de meydana gelen 4,5 şiddetindeki deprem gökten zembille mi indi? Dokuz şiddetinde depreme dayanıklı santral yapacaklarını söyleyen Rus Rosatom şirketinin hangi santrali bu şiddette bir depreme maruz kalmış ve hasarsız atlatmış? Fukuşima’dan sonra meydana gelen sızıntıyı 2,5 yıldır durduramayan, ülkedeki 50 reaktörünün 48’ini kapalı tutan Japonya’nın Sinop’a güvenli bir santral yapacağına hangi bilimsel gerçekler ışığında ikna oldunuz?

Hepsini geçtim... Binlerce yıl radyoaktif kalacak nükleer atıklara ne olacak, ülkenin hangi köşesine gömülecek? Sinop’a mı, Mersin’e mi yoksa İzmir Gaziemir’e mi? Bir nükleer kaza veya sızıntı olduğunda sorumluluğu Türkiye’ye dolayısıyla vatandaşlara yükleyen anlaşmalara imza atıp elektrik üretiminde onlarca yerli seçeneği, enerji verimliliği/tasarrufu potansiyelini neden göz ardı ediyorsunuz? Fukuşima ve Çernobil’de meydana gelen nükleer kazaların faturasının her biri için 300-400 milyar dolara vardığını bilmiyor musunuz? Olası bir nükleer kazayla kendini bir daha toparlama şansı olamayacak Türkiye ekonomisini neden bu riski satın almaya zorluyorsunuz? Türkiye’de birkaç inşaat şirketi demir-çelik satsın, daha da zengin olsun diye mi?

Kumar oynamak, kaybedilecek insan ve diğer canlıların hayatı olunca günah değil mi?  

Radyoaktif demokrasi

Özgür Gürbüz-BirGün/23 Ekim 2013

Japonya Başbakanı Şinzo Abe, Marmaray’ın tüp geçidini açmak için önümüzdeki hafta Türkiye’ye gelecek. Abe’nin, ziyareti sırasında Sinop’ta kurulmak istenen nükleer santralle ilgili anlaşmanın da imzalanacağı söyleniyor. Mersin’den sonra Sinop’a da nükleer santral kurmak isteyen “demokratik hükümetimiz” radyasyon tehlikesini ülkenin her yanına eşit dağıtmak istiyor olabilir. Mersin ve Adana’dakiler kanserden ölürken, kuzeydekilerin bakması olmaz. Bu hata Çernobil’de istemimiz dışında gerçekleşmişti. Radyasyon bulutlarını ülkenin her yönüne üfleyememiştik. Şimdi dağıtım merkezleri kurarak sorunu hallediyoruz. Her yerde nükleer, herkese radyasyon! 

Konda’nın Nisan ayında yaptığı araştırmada Türkiye’de nükleere hayır diyenlerin oranı yüzde 63,4’tü. Fukuşima sonrası bu oran yüzde 80’lerdeydi. Ana akım medyanın yanlı tutumu, konunun kamuoyunda hiç tartışılmaması nükleer meselesine ilgiyi azaltsa da Türkiye’de AKP’ye oy veren insanlardan daha fazlasının nükleer istemediği ortada. Peki, şimdi ne olacak? Halkın fikri hiçe sayılıp, nükleere evet mi denecek?  

Başbakan Erdoğan her fırsatta diktatör olmadığını söylüyor. Sandıktan, seçimden bahsediyor ama iş çevre meselelerine gelince ortada demokrasinin “d”sini gören yok. Başbakan’ın her konu için seçimleri adres göstermesi de komik bir hâl almaya başladı. İki gün önce, “Diktatörsem beni sandıkta indirsinler” diye gösterdiği adres 30 Mart’taki yerel seçimdi. Yerel seçimde Erdoğan’ın diktatör olup olmadığını mı oylayacağız yoksa belediye başkanlarını mı seçeceğiz? Belli ki Erdoğan, yerel seçimlerde belediye başkanlarının icraatlarını konuşmak istemiyor. Nükleer enerji meselesini kamuoyunda tartışmak istemediği gibi. Enerji Bakanı’nın televizyonda nükleer karşıtlarının karşısına çıkıp sorularını cevapladığını hiç gördünüz mü? Mersinliye, Sinopluya fikrini soran oldu mu? Krallar ve diktatörler gibi sadece kendileri konuşsun istiyorlar. 

Türkiye’de sandıklar yerelin sorunlarına yanıt vermiyor. Erdoğan’ın demeci itiraf niteliğinde. Seçimler hükümetin güven oylamasına dönüştürülerek basitleştirilmek isteniyor. Sandığa gidenlerin aklına deresindeki HES, ilindeki nükleer santral ve kentindeki trafik sorunu gelmesin istiyorlar. İçkiydi, dindi derken bir beş yılı daha çalacaklar. Halbuki, Gezi’den sonra gündem değişti. ODTÜ Ormanı ve ulaşım sorunları gibi yerelin gündemi artık her gün karşımıza çıkıyor. Yaşam hakkımızı konuşuyoruz. Ne olursa olsun, çözüm sandık diyenlere de 2009 yerel seçimlerini hatırlatalım. Nükleer projeleri açıkladıktan sonra AKP Sinop ve Mersin’de seçimleri kaybetmişti. Halk nükleer müjdeden çok memnun olsa hükümete sandık sandık oy atardı. Sandıktan AKP’ye hayır çıktı ama nükleer projeler iptal edilmedi. Demek ki sandık da sadece işine gelince... 

Hükümetin tüm sorunları genel seçimde çözme fikri ne kadar eskiyse, nükleer enerjinin elektrik ihtiyacını karşılama konusunda tek çare olduğu fikri de o kadar eski. 1993’te dünyadaki elektrik üretiminin yüzde 17’si nükleer santrallerden sağlanıyordu. Bu oran yüzde 13’ün altına düştü. 1993’te rüzgar, güneş ve jeotermal gibi kaynakların küresel elektrik üretimindeki payı sıfıra yakındı, bugün yüzde 4,5. Nükleerin payı düşerken, yenilenebilir enerjilerin artıyor. Türkiye’nin en büyük şansı da burada. Nükleer teknoloji ve yakıt konusunda tamamen dışa bağımlıyken yenilenebilir enerji konusunda çok ciddi bir potansiyele sahip. Nükleer konuşarak 40 yıldır ihmal ettiğimiz rüzgar ve jeotermal şu anda elektrik üretimimizin yüzde 4’e yakınını sağlıyor. Başka söze gerek var mı?

Balığın diğer yüzü

Özgür Gürbüz-BirGün/20 Ekim 2013

Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) verilerine göre Türkiye’de kişi başına düşen balık tüketimi 7,8 kilogram. Dünya ortalaması 17 kilogramın üstünde. Gelişmiş ülkelerde bu rakam 30 kiloya yaklaşıyor. Bu demek değil ki her ülke gelişmiş ülkeler kadar balık tüketmeli. İzlandalılar bizden daha fazla, yılda 91 kilo balık tüketiyor diye ortalığı birbirine katmanın âlemi yok. Türkiye’nin üç tarafı denizlerle çevrili olduğu için tüketim miktarını arttırılabilir ama önemli olan ne kadardan çok nasıl tükettiğiniz. Dengeli beslenip beslenmediğiniz. Bir de işin çevre boyutu var. İzlandalılar kadar balık tüketeceğim diye denizde ne var ne yok talan etmenin de anlamı yok. Bugün balık var, yarın da olmalı.

Boğaziçi Üniversitesi’ndeki Yavaş Balık (Slow Fish) konferansının bugün dördüncü ve son günü. Balıkçılar, akademisyenler, Lüfer Koruma Timi; konuyla ilgili herkes orada… Sorunun bir ayağı azalan balık stokları. Denizlerin kirlenmesi, iklim değişikliği, aşırı ve bilinçsiz avlanma yüzünden birçok tür tehlike altında. Prof. Ertuğ Düzgüneş, denizlerin dünyanın ortak malı olduğuna dikkat çekiyor ve sorunun çözümü için cesur kararlar alınmalı, “Bazı türler için bir yıl av yasağı yetmiyorsa beş yıl avlanma yasağı getirilebilir” diyor. Balıkçıların çoğunluğunun yasak fikrine sıcak bakmadığını bilmem söylemeye gerek var mı? Fakat durum ciddi. Kolyos, Torik, Orkinos, Kırlangıç, Mavruşgil, Kupez, Çaça ve Karadeniz Sahil Yolu inşaatı nedeniyle yaşam alanları yok edilen kaya balıkları artık denizden çıkmıyor. Düzgüneş, “Bu durum devam ederse, Kızılderili reisin dediği gibi son balığı avlayacağız ve paranın yenmeyeceğini anlayacağız” diyor.

Bir de balık sorununun öteki yüzüne bakmalı. Tarım Bakanlığı’nın da desteklediği bir araştırmada Prof. Hasan Güngör, Dr. Mustafa Zengin ve Yrd. Doç. Günay Güngör, Marmara’daki balıkçıların çalışma ve yaşam koşullarını incelemiş. Yedi ilde 258 balıkçı teknesinin personeli ve sahibiyle konuşmuşlar. Teknelerde çalışan tayfaların durumu içler acısı, gelirleri avlanan balık miktarına bağlı. Satışın yarısı yakıt ve paketleme gibi giderlere gidiyor, kalanı tayfa arasında yaptıkları işlere göre paylaşılıyor. Yapılan anket gösteriyor ki, tayfaların yüzde 46’sı yılda 3 ila 6 bin lira arasında bir para kazanıyor. Bu yüzden de av yasağının olduğu yılın yarısında ek iş yapanlar var. Tarlada çalışıyorlar, çatı tamir ediyorlar ama bunu yapabilenlerin oranı da yüzde 40’ı geçmiyor.

Balıkçıların yüzde 60’ının başka bir geliri yok. Yüzde 41’inin evinde bakmak zorunda olduğu dört kişi var. Yarısı ilkokul mezunu ve yüzde 68’i 40 yaşın altında. Yüzde 70’i başka bir iş bulamadığı ya da elinden başka bir iş gelmediği için balıkçılık yaptığını söylüyor. Kısaca, teknede çalışan balıkçılar av sezonunda ne kadar çok avlarlarsa o kadar çok para kazanıyor. Bu durum, kaçak ve aşırı avlanmayı teşvik ediyor olabilir ancak tek nedenin bu olduğunu sanmıyorum. Tekne sahiplerinin durumu tayfadan daha farklı. Eğer 26 metreden büyük bir tekneye sahipseniz aylık geliriniz, tüm masrafları düştükten sonra 49 ila 81 bin TL arasında değişiyor. Paylaşım konusunda güverteyle kaptan köşkü arasında bir balina kadar fark var.

Türkiye’de av yasağı ve balıkçılık yapan tekne sayısının azaltılması gündeme geldiğinde itirazlar yükseliyor. Çoğu karada, 2 milyon 500 bin kişi, geçimini bu sektörden karşılıyor. “Avlanamazsın” dediğin kişiye iş bulmalı, başka iş sahaları göstermeli. Evet, ama kime? Yılda 6 bin lira kazanan tayfaya mı yoksa sayıları yüzlerle ifade edilebilecek tekne sahiplerine mi? Balıkçılığın daha kontrollü yapılmasının önünde kim duruyor? Bu sorunun yanıtını bilirsek çözüme daha kolay ulaşırız.

***
Mimar ve gazeteci Oktay Ekinci’yi geçen hafta yitirdik. Daha iyi bir çevre, planlı ve yaşanabilir kentler için tüm hayatı boyunca uğraştı. Kendisinden çok şey öğrendim ve öğrenmeye de devam edeceğim. Yazıları ve eserleri bizlere yol gösterecek.  

Derin Dekolte

Özgür Gürbüz-BirGün/13 Ekim 2013

İstanbul’un kuzeyindeki ormanların içinden geçen 3. Köprü’nün yolu aynı bir fermuara benziyor. Yol, toprağın üstünü örten yeşil eteği bir fermuar gibi ikiye ayırıyor. Fermuarın sürgüsünü, "Her şeyi çevreye odaklarsak, kalkınma başka bahara kalır. İstanbul'un en önemli sorunu çevre değil ulaşım" diyen Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım tutuyordu. Yıldırım sürgüyü çektikçe ağaçlar bir bir yere yıkıldı. Üç, beş değil. Yüz binlerce ağaç. Sonuna, yani boğaza kadar açılan fermuardan dolayı her şey artık gözler önünde. Etek düştü düşecek.

TMMOB Şehir Plancıları Odası, 2010 Eylül ayında yayımladıkları raporda hükümeti bu günaha karşı uyarmıştı 3. Köprü ve bağlantı yollarının her iki yöndeki 5 kilometrelik etki kuşağında İstanbul’daki özel orman alanlarının yüzde 34’ü, orman alanlarının yüzde 46’sı ve tarım alanlarının yüzde 43’ü yer alıyor. Şehir Plancıları, köprüyle birlikte bu alanların yapılaşma baskısına maruz kalacağını ve kent nüfusunun 7,5 milyon daha artacağını söylemişlerdi. Üç değil 30 köprü yapsanız yetmez. Demek ki neymiş, her şey ulaşım değilmiş. İstanbul’un en önemli sorunu ulaşım değil, planlamaymış. Ülke sanayisini, nüfusunu, ticaret ve turizmini bir kentin üzerine yıkmamakmış.

Türkiye’nin üç yanındaki denizlere vuran dalgaların köpükleri, mavi bir eteğin ucundaki fırfırlara benziyor. Mavi eteğin boyu durmadan kısalıyor, beyaz fırfırlar artık griye çalıyor. Kıyılarımız termik santraller, kanalizasyon ve organize sanayi bölgelerinden gelen atık sularla kirleniyor, rengi değişiyor. Mavi etek geri çekildikçe çekiliyor. 2010 yılında Türkiye nüfusunun sadece yüzde 52’sinin atıksuları arıtılmış. Belediyelerin yüzde 12’sinde kanalizasyon yok. Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu üç gün önce Birecik’te “Büyük hedefi olmayan milletler tarih sayfasından silinir” dedi. Kanalizasyon büyük hedeften sayılır mı acaba? Bizim oralarda, kanalizasyon küçük büyük ayrımı yapmaz derler ama yine de ben bilmem bakanım bilir. Kimseye karıştığımız yok zaten. Mavi denizlerin etek boyu kısalıyor, yüzümüz kızarıyor diye yazıyorum. Bizden de geçtim, turistler görür elâleme rezil oluruz.

Türkiye Barolar Birliği Çevre ve Kent Hukuku Komisyonu birkaç gün önce Mersin’deydi. Planlanan barajlar yüzünden tehlike altındaki Göksu Deltası’nda incelemelerde bulundular. Bir de kaçak inşaat tespit ettiler. İnşaat sahası çitlerle çevrilmiş, kapısında Rusya ve Türkiye bayrakları asılı. Sahiplerinin belli ki işledikleri suçtan haberi var, çalışan kamyonların plakaları yok. Yapılan bir baraka, bir apartman değil. Fabrika, top sahası, tavuk kümesi de değil…

Kaçak inşaat Akkuyu’daki nükleer santrale ait. Nükleerci şirket ÇED raporunu yeni değerlendirmeye sunmuş, sonucu beklemeden kamyonları çalıştırmaya başlamış. Nükleer dediniz mi korkacaksınız. Fukuşima’nın üzerinden 2,5 yıl geçti, Japonlar hâlâ sızıntıyı kontrol altına alamadılar. 8 Ekim’de radyoaktif suyu arıtan sistemdeki bir boruyu yanlışlıkla söken altı işçi radyasyona maruz kaldı. Yedi ton radyoaktif su sızdı. Bakan Yıldırım’ı dinleyip çevreye, insana odaklanmasak bile olmuyor. Ekonomi de “nükleere hayır” diyor. Kazanın toplam maliyetinin 250 ila 500 milyar dolar arasında olacağı söyleniyor. Türkiye’nin 2011 yılı Gayri Safi Yurt İçi Hasılası 772 milyar dolar. Kalkınmayı başka bir bahara bırakmak istemeyen hükümet, dünyanın en tehlikeli endüstriyel işletmesini kontrolsüz bırakarak bize kışı yaşatmaya hazırlanıyor.

Televizyonlarda dekolte aramakla zaman harcamayın. Mersin Akkuyu’da dört reaktörlü bir nükleer santral kurulması planlanıyor. Hem de kaçak! ÇED raporuna göre 220 bin ağaç kesilecek. Dımdızlak kalacak topraklara ikişer ikişer, kubbemsi reaktörler kondurulacak. Televizyondan nasıl görünür bilemem ama yukarıdan bakmak tehlikeli. Derin dekolte sınıfına girer. Dünyanın hiçbir yerinde böylesi görülmedi. Ayıptır. Hem de çok ayıp!

Türban sorununu AKP çözemez

Özgür Gürbüz-BirGün/6 Ekim 2013
 
Etek boyu dizden yukarı olmayacak, yırtmaca izin yok. Kot ve benzeri pantolon yasak. Kolsuz ve çok açık yakalı gömlek, bluz veya elbise giyilmeyecek. Dar pantolonu sormaya bile gerek yok; o bizi tümden daraltır. Erkekler de rahat duracak. Saçlar kulağı kapatmayacak. Enseden uzatmak yasak, gömlek yakasını aşmayacak. Sandalet falan haşa! Sakal bırakılmaz, bıyık da üstten alınmaz, yanlar üst dudak hizasında olur, alt uçları dudak hizasından kesilir. Baş, kadınlardaki gibi daima açık bırakılır…
 
Halen yürürlükteki yönetmelik kamu kurum ve kuruluşlarında çalışanların böyle giyinmesini söylüyor. Bu ucube kuralların çoğunun artık uygulanmadığını biliyoruz. Hafta başında açıklanan paketten anladığımız kadarıyla yasal zemin de hazırlanacak ve 16 Temmuz 1982 tarihli genelge tarih olacak. Peki, bu türban ya da başörtüsü sorununu halledecek mi? Ne yazık ki hayır… 
 
Kıyafetin politikleşmesi aslında bu ülke için yeni bir şey değil. Özellikle 12 Eylül döneminde erkeklerin bıyığına bakıp siyasi görüşünü tahmin etmek zor değildi. Şimdi imgeler çeşitlendi. Uzun saç, küpe, dinlediğin müzik… Son dönemde bu kervana türban ve badem bıyık da eklendi. Sokaklar, semtler, kafeler ayrıldı. AKP iktidarında bu ayrımcılığın kadrolaşmaya yansıması da öncekilerden daha belirgin. Adalet, ekonomi, eğitim hep kendileri gibi olanların yönetimine verildi. Hükümetin icraatlarını protesto ederken polis tarafından vurulanlara artık rahmet bile dilenmiyor. Öteki kabul ettikleri yok sayılıyor. Giyimin, hayat tarzın iktidardakilerin hoşuna gitmiyorsa iş bulamıyorsun, dayak yiyorsun. İntihar eden hakim adayı Didem Yaylalı’yı hatırlayın. Muhafazakar olmadığı için hakim olmasına izin verilmeyen Didem’i. Ya da, akşam sekiz buçukta sokağa çıktığı için bir polis memuru tarafından tacize uğrayan ve tecavüzden kurtulan Pınar’ı... 
 
Kıyafetiyle, yaşam tarzıyla iktidarın dayattığı yaşam tarzından uzak insanların yerine koyun kendinizi. Türbanlı öğretmenin çocuğuna bilerek düşük not verdiğini, hakimin davacı olduğu kişinin türbanlı avukatı sayesinde aleyhte karar aldığını, devlet dairesindeki işi badem bıyıkları olmadığı için kaptırdığını düşünmeyecekler mi? Ne yazık ki düşünecekler. Aynı şekilde işini türban, davayı badem bıyığı nedeniyle kaybettiğini düşünenler de oldu ve olacak. Açık konuşmak gerekirse biz aslında hiçbir zaman toplum olmayı beceremedik. Hep ‘onlar ve biz’ olduk. Kürtler ve Türkler olduk. Aleviler ve Sünniler, dindarlar ve dinsizler. Kürtler, Türkler, Aleviler, Sünniler, dindarlar ve dinsizlerden oluşan bir toplum olamadık. Ya ayırdık yollarımızı ya da yok saydık bir tarafı. Bunu da iktidardaki partilere borçluyuz, özellikle de AKP’ye. Erdoğan’ın çok emeği var bu bölünmede. Bu bölünmeler bize asıl sorunları ve mücadeleyi unutturuyor. Neden bu kadar çok çalışıp hâlâ aza şükrettiğimizi, neden komşumuzdan daha zengin olmaya çalıştığımızı ve onlarca benzer sorunun yanıtını düşünmüyoruz. Ayrı düştük ve birbirimize güvenmiyoruz.
 
Bu güven sorununu aşılmadan türban ve benzeri sorunlar çözülemez. Bunun için de devlet, başta eğitim ve dinden ideolojik desteğini çekmeli. İmam hatipler özel okul olmalı, diyanet, zorunlu din dersleri kaldırılmalı. Temel eğitim ideoloji ve dinlerden uzak olmalı. Erdoğan gibi özgürlükleri sadece türbanla veya kendine yakın olanların istekleriyle sınırlarsanız sorun büyür. Derslere türbanla girmek isteyen öğretmene izin verirken, mini etekle, askılı elbiseyle girmek isteyene hayır diyemezsiniz. Kumaş pantolon ve badem bıyık serbestse, uzun saç ve şort da serbest olmalı. Özgürlük bütündür. Sokakta, kamuda her yerdedir. Görünen o ki AKP’nin görüşü ve kapasitesi buna yetmiyor. Sorunu gerçekten çözmek için bireylerin birbirine güven duyduğu bir topluma ve onu şekillendirecek başka bir siyasi harekete ihtiyaç var. Özgürlükçü ve eşitlikçi bir siyaset Türkiye’nin özlemidir. İnsan sevdiğine öyle bir bakar ki sadece gözlerini görür. Birbirimizi sevmeye ihtiyacımız var. Başa, eteğe, saça değil gözlerimizin içine bakmaya ihtiyacımız var. 

Çimlere basmayın










Her şey 3-5 ağaç için başladı, şimdi ormanlar, göller, hayvanlar ve yaşam hakkı için devam ediyor.  Türkiye’nin en önemli çevre sorunlarını  masaya yatırıyor, çözüm yollarını tartışıyoruz. Çimlere Basmayın her cuma saat 13:00’te Yön Radyo’da…

Programı internet üzerinden dinlemek için lütfen Yön Radyo'nun internet sitesini ziyaret edin.

Basın bültenleri, sorularınız ve önerileriniz için ozgurgurbuz@yonradyo.com adresini kullanabilirsiniz. 

İlk program 4 Ekim 2013 Cuma günü. Saat 13:05'te yayındayız.

Bizi Facebook'tan takip etmek isterseniz, adresimiz:
https://www.facebook.com/cimlerebasmayin

Çimlere Basmayın programını Yaşar Kanbur ile birlikte hazırlıyoruz ama programın içeriğini sizlerle birlikte belirlemek istiyoruz. Çevre, ekoloji mücadelesi veren herekese mikrofonlarımızı uzatmaya hazırız. Bize ulaşın, sesinizi herkes duysun.

Çimlere basmayın, bu programı da kaçırmayın.