Belki hatırlarsınız, bir ara küresel iklim değişikliğine metan gazı nedeniyle ineklerin neden olduğu söylenmiş, koca koca fabrikaları bırakıp dört ayaklı dostların peşine düşmüştük. Merak etmeyin, ineklerden sonra sıra keçilere gelmedi. Küresel iklim değişikliğinin sorumlusu ne inekler ne de keçiler; asıl sorumlu insan. Bunu da, sanayi devriminden günümüze kadar kullandığımız kömür, petrol ve doğalgazla yaptık.
Peki,
ya keçiler diyorsunuz, nereden çıktı bu keçiler? Açıkçası sözlükten çıktı.
Türkiye’de iklim değişikliği konusunu ciddiye alan kişi sayısının azlığından
olsa gerek, yazarken, konuşurken terminolojiye de dikkat etmiyoruz. Falanca
santralin yol açtığı seragazı salımı diyoruz ama bir gün merak edip salım
kelimesinin anlamına bakmıyoruz. Türk Dil Kurumu’nun (TDK) sözlüğünde böyle bir
kelime yok. Dil Derneği sözlüğünde ise salım kelimesinin iki anlamı var. İlk
anlamı ‘nezle’. İkinci anlamı da ‘tekelerin dişi keçilerle çiftleşme zamanı’.
Bu durumda seragazı salımı dendiğinde iki ihtimal karşımıza çıkıyor.
Seragazlarının fena halde üşütüp nezle olmasından veya bu gazların tekelerle
keçilerin arasına girdiği garip bir ilişkiden bahsediyoruz. Salım kelimesi bize
o kadar yabancı ki, kullanırken de hata yapıyoruz. Koca koca gazeteler,
televizyonlar salım yerine çoğu zaman salınım kelimesini kullanıyor. Salınım, salınmak
eylemini, bir çeşit devinimi anlatıyor. Yakında salık, salışık, salma gibi yeni
kelimeleri de duyarız.
İtiraf
etmeliyim ki ilk başlarda ben de Fransızca kökenli emisyon yerine salım demeyi
tercih ediyordum. Biraz da Türkçe’ye yerleşir düşüncesiyle. ‘Salım’ın ‘salınım’a
dönüştüğünü duyduğumda vazgeçtim. Anlatması zor bir olayı daha da karmaşık hale
getirmek doğru değil. Emisyon kelimesi egzoz emisyonu gibi birçok yerde
karşımıza çıktığı için en azından bir fikir veriyor. Bu yüzden uzunca bir süredir seragazı emisyonu
diyor ve yazıyorum. Meslektaşlarıma, iklim değişikliği çalışan akademisyen ve
eylemcilere duyurulur. Keşke sesimizi dil bilimciler de duysa da bu soruna
yerli bir çözüm üretsek.
Medyanın,
sivil toplumun Türkçe’ye ilgisizliği bu konuyla sınırlı değil. Farkındalık, sivil
toplum kuruluşlarında çalışan arkadaşların bayıldığı bir kelime. Yakın zamana
kadar o da sözlüklerde yoktu, TDK, “farkında olma durumu” diyerek sözlüğe
eklemiş. Dil Derneği sözlüğünde ise hâlâ karşılığı yok. İte kaka sözlüğe giren
bu kelime bence yerine oturmadı. Genelde ‘farkındalık
yaratma’ şeklinde kullanılıyor. Böyle olunca da ‘farkında olma durumu yaratma’ gibi bir ucube ortaya çıkıyor.
Bilinçlendirme, bilgilendirme ve duruma göre kullanılabilecek onlarca kelime
varken farkındalıkta ısrar etmeyi anlamsız buluyorum. İngilizce’de her
gördüğünüz kelimeye Türkçe karşılık aramaktan vazgeçin artık. Bir ucube
kelimeyle konuyu anlatmaktansa iki bildik kelimeyle anlatmak sizi daha
anlaşılır kılar.
Dil,
toplumu değiştirmek, dönüştürmek isteyenlerin en önemli aracı. Özellikle
siyasetçilerin, kampanyacıların yalın, herkesin konuştuğu dile hakim olmaları
bu yüzden çok önemli. İletişim çoğu zaman, özellikle de bizim toplumumuzda
sözle başlar, yazıyla devam eder. Aksi takdirde, başta yeni kavramlar olmak
üzere, derdinizi anlatmakta zorlanırsınız. Bir başka örnekle açıklayayım.
Toplumsal cinsiyet sivil toplumun alıştığı bir kavram olsa da, çoğumuza
yabancı. Bunu, bir de ‘gender’
(cendır okunur) diyerek daha da yabancılaştırmayın. Derdiniz karşınızdakine
ulaşmaksa, anlaşılır olmak elzemdir.
Düzgün
bir dil kullanılmasında başta medyaya çok iş düşüyor ama medya organlarının
adlarının bile yabancı kelimelerden seçildiği bir ülkede yaşıyoruz. ‘CNBC-e’ gibi ilk dört harfi İngilizce
okunup, en son harfe gelince Türkçe’nin akla geldiği bir kanalımız bile var. (SiEnBiSi-e, İngilizce’de “e” harfi “i”
okunur ). Can Yücel olsaydı her halde şöyle derdi: “Türkçe’yi kıçına gelince mi
hatırladınız?”