ulaşım etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ulaşım etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Yeni yılda yaşamı savunmak için birlik olma zamanı

Özgür Gürbüz-BirGün/30 Aralık 2016

Bir takvim yılını daha geride bıraktık. Yeşilin dostlarının ısrarla hatırlattığı gibi, “doğada pazartesi yoktur.” Dolayısıyla doğada hafta, ay veya yıl da yok. Yaşam, müdahale edilmedikçe kendi takviminin yapraklarını birer birer koparıp, sonsuzluğa bırakır. O takvime müdahale eden de genelde insan olur. 2016’ın son yazısında, canlıların yaşama hakkını tehdit eden neler yapılmış, bu yapılanlara karşı nasıl direnilmiş hatırlamakta fayda var. Hatırlarsak, 2017’de takvimin yapraklarına uzanan elleri durdurmak için yeni mücadele yöntem ve araçları bulmamız da kolaylaşır.

2016’ya hava kirliliği haberleriyle başlamıştık. Kış aylarında hem sokakta hem de medyada hava
kirliliğini konuşmaya devam ettik. 81 ilin 80’inin havasının Dünya Sağlık Örgütü’nün kıstaslarına göre kirli olduğunu ve Türkiye’de her yıl 32 bin kişinin bu soruna bağlı nedenlerle öldüğünü öğrendik. Ulaşım, çarpık kentleşme ve kömür kaynaklı bu sorun giderek daha tehlikeli bir hal alıyor. Enerjide kömürü, ulaşımda otomobilleri ve yerleşimde büyük kentleri tercih eden yöneticiler yüzünden önümüzdeki yıllarda hava kirliliği sorunu daha da büyüyecek. Bu sorunu çözmek için hava kirliliğiyle ilgili ölçümlerin doğru yerlerde, doğru parametrelerle ve yeterli sıklıkta yapılmasını, dünya standartlarının Türkiye’de de kabul edilmesini ve şeffaf bir şekilde paylaşılmasını talep etmeliyiz. Dünyada dizel araçlara getirilen kısıtlamalara, tek-çift plaka uygulamalarına da dikkat. Türkiye’de sektörü koruma adına bu tedbirler hiç konuşulmuyor, konuşulması için kitlelere ulaşan kampanyalar şart.

2016’da yerelde yaşam hakkını koruma mücadeleleri de sürdü. Mevcut otoriter rejimin baskısına rağmen insanlar yaşam alanlarını maden, enerji santralı, havalimanı ve yol gibi sadece rantı öne çıkaran projelere karşı savunmaya devam ediyor. Artvin’deki maden projesine karşı mücadele OHAL koşullarında sürüyor. Artvin’de hukuk da büyük darbe aldı. 2014’te alınan, madenin işletilmeyeceği yönündeki karar 2016’da hiç oldu. Artvin’in büyük çoğunluğunun madene karşı çıkması, geçmiş hukuki kararlar hiçe sayılarak, fiili direniş çevrecilerin önüne konulan tek seçenek oldu. Sokağa çıkan çevrecileri olay çıkarmakla suçlayanlar demokratik hakları gasp ederek yaşam savunucularına başka seçenek bırakmadı. Artvin, bundan sonraki yıllarda çevre direnişlerinin ne gibi hukuksuzluklar ve baskılarla karşı karşıya kalacağını gösteren yeni bir dönüm noktası oldu. Artvin’de gördüklerimiz Akkuyu Nükleer Santral projesinin ÇED raporuna yapılan itirazda, Bartın’da tekrar alevlenen termik santral karşıtı mücadelede ve benzerlerinde gördüklerimizden farklı değil. Türkiye’de çevre mücadelesinin aslında ne kadar güçlü olduğu Artvin ve Amasra’daki yerel hareketlerde görülüyor. Tek yapılması gereken, tüm bu mücadele gündemlerini bir yerde toplamak ve en azından belli bir süre boyunca herkesin o konuya odaklanması. O zaman başarılı olma şansımız var. Termik, nükleer, HES ya da maden, dert aslında yaşama sahip çıkmak.

İstanbul’un kalan son yeşil alanlarını ve müştereklerimizi tehdit eden rant temelli saldırılar 2016’da da devam etti. Cihangir’deki Roma Parkı, Yedikule Bostanları, Belgrad, Validebağ ve Parkorman’ı talan projeleri… Sadece İstanbul değil elbette. Her kentte, kentleşen her yerde bu sorun var. Görülen o ki, müştereklerin korunması için o parkın, bahçenin etrafındakilerin birleşmesinin ötesinde, tüm kentteki müşterek alanları korumak için bir çatı altında birleşmek gerek. Kuzey Ormanları Savunması, İstanbul Kent Savunması bu çatılara örnek gösterilebilir. Bir kurumun konudan konuya geçerek mücadele etmesi yerine, farklı kurumların bir meseleye sahip çıkmaya çalışan çatılar altında birleşmesi 2017’de işleri kolaylaştırabilir.

2016’nın tüm çevre sorunlarını bir makaleye sığdırmak mümkün değil ama yukarıdaki örneklerden de görüldüğü üzere 2017’de mücadele örgütlü ve birlikte olmak zorunda. Tecavüz yasasında olduğu gibi, muhalif grupların doğru zamanda bir konuya odaklanması şu içinde bulunduğumuz durumda bile kötü gidişatı durdurabiliyor. Çevre konularında da bunu yapabiliriz. Kurumların farklı konularda uzmanlaşması devam etmeli, bilgi birikimi için bu olmazsa olmaz ancak bu uzmanlıkların eyleme döküldüğü yer konuyla ilgili tüm kurumların oluşturduğu ortak platformlar olmalı. Güçlü bir medya ve sosyal medya desteğiyle talan peşinde koşanlara geri adım attırılabilir.

Çok elden çıkan tek bir sesin dünyayı değiştirebileceğini hiç unutmayın.

Elektrikli araçların sayısı artıyor

ABD'de elektrikli araç sayısı 300 bine yaklaşmış. Sadece 2014'te 120 bin elektrikli araç satılmış. Elektrikli araçlar çevreyi petrol ve gazla çalışan rakiplerine göre daha az kirletiyor ama bir şartla. O araçları mutlaka yenilenebilir enerji kaynaklarından (rüzgar, güneş, jeotermal, biyokütle vb.) sağladığımız elektrikle şarj etmeliyiz. Yoksa bir anlamı yok. Asıl çözümün de daha fazla yürümekte, bisiklette ve toplu taşımada olduğunu unutmayalım. Kısacası, aküsünü güneş enerjisiyle dolduran elektrikli otobüsleri yine otomobillere tercih etmeliyiz. Belediyeler de toplu taşıma filolarını buna göre organize etmeli.

Avrasya Tüneli kime hizmet edecek

Özgür Gürbüz-BirGün/19 Haziran 2015

Türkiye’de mevcut hükümet otoyollarla, köprülerle, kent merkezlerine araç girişine herhangi bir sınırlama getirmeyerek özel otomobil kullanımını teşvik ediyor. Benzer politikalar kentlerde de toplu taşıma yatırımlarını arka plana itiyor. Geciken sadece yatırımlar olsa iyi, algı da değişiyor. Otomobilin bir ihtiyaç olduğu hatta sizi özgür kıldığı bile iddia edilebiliyor. Halbuki sizi yalnızlaştıran, trafik sıkıştığında bırakın özgürlüğü, tam tersine aracınızı bırakıp hiçbir yere gidemediğiniz için sizi kentin göbeğinde, otoyol içine hapseden bir araçtan bahsediyoruz.

İstanbul’daki Avrasya Tüneli projesi de çözümden çok sorun üretecek. İstanbul’un iki yakasını birbirine bağlayacak bu tünel projesi sadece ve sadece motorlu taşıtlar için yapılıyor. Toplu taşımaya yer yok. Hedef, köprüden trafik yoğunluğu nedeniyle araçlarıyla geçmek istemeyenleri tünele yönlendirmek. Göztepe’den Kazlıçeşme’ye 15 dakikada geçileceğini öne süren bu proje, aynı 3. Köprü gibi özel otomobil kullanımını özendirmekten başka bir şeye yaramayacak. Tünelden çıkan araçlar yine İstanbul trafiğinde sıkışacak. Araç sayısının artmasıyla tünelin içinde bile trafiğin sıkıştığını görebileceğiz. Boğaziçi Köprüsü sıkışık olduğu için ikinci köprüyü tercih edenlerin tüneli tercih etmesi bile bu senaryoyu gerçekleştirebilir. Tünelde kaza olasılığı ise ayrı bir dert. Ülkede nasıl araç kullanıldığını hepimiz biliyoruz. Kaza veya yoğunluk nedeniyle trafik kitlendiğinde kuyrukların oluşması nasıl önlenecek? 600 metrede bir olacağı söylenen emniyet şeritlerine araçlar çekilirken trafik durmayacak mı? Zincirleme bir kaza olursa bu şeritler, çekici araçlar yeterli olacak mı? Hele bir de klostrofobiniz varsa tam anlamıyla yandınız. Köprüde beklemeyi yerin altında beklemeye tercih ederim.

Asıl sorulması gereken soruya gelelim. Madem İstanbul’da Avrupa ve Asya’yı birbirine bağlayabilecek Marmaray gibi ikinci bir proje yapmaya yetecek kaynak var, bunu neden yeni bir metro geçidine harcamıyorsunuz? Kadıköy veya Üsküdar’dan Beşiktaş’a yeni bir metro tüneli insanların araçlarını evde bırakmalarını sağlamaz mıydı? Böylece Anadolu yakası ile Avrupa yakasının diğer ayağı da raylı taşımacılıkla birbirine bağlanırdı. Veya Boğaz’ın daha kuzeydeki iki noktasını birbirine kavuşturamaz mıydık? O hattı da mevcut metro hatlarına bağlayarak İstanbul’da otomobille ulaşımın önünü tıkamış olurduk.

Tünel projesi de aynı 3. Köprü gibi bir siyasi tercih, zorunluluk değil. Otomobil lobisi adeta Marmaray’ın öcünü almak istiyor. Dikkat ederseniz, Marmaray açılmadan hem yeni köprü hem de Avrasya Tüneli projeleri ortaya çıktı; garantilendi. Belki de bu vesileyle petrol ve otomotiv sektörlerinden gizli bir onay alındı. İstanbul, araç satışları ve petrol satışı için Türkiye’de kritik bir kent. Trafik sıkışması, toplu taşımanın konforsuz olması bu iki sektörün ekmeğine de yağ sürüyor. Bizi yönetenlerse halkın rahatı ve konforu yerine hep akaryakıt ve otomobil şirketlerinin kârını düşünen projelere imza atıyor. Seçimlerden önce ‘birden’ ortaya çıkan Büyük İstanbul Tüneli ne kadar gerçekçiydi bilinmez ama o bile kara taşımacılığından vazgeçmemişti.

3. Köprü gibi bir ucube yerine, eskiyen ve sürekli bakım gerektiren Boğaziçi Köprüsü’nü içinde raylı taşımacılığa da yer verecek bir şekilde yenilemek bile çok daha mantıklı bir proje olurdu. Böyle yapılsaydı İstanbul’un Kuzey Ormanları talan edilmez, toplu taşımayla trafiğin en yoğun olduğu güzergah rahatlatılırdı. Uzunçayır’dan sizi Zincirlikuyu’ya götüren ve köprünün alt katından geçen bir metro hattı düşünün. İstanbul’u ve Türkiye’yi yönetenler ise tercihlerini üçüncü bir sektörü daha rant paylaşımına dahil etme yönünde yaptılar. İnşaatçılara İstanbul’un kuzeyinde arsa açtılar. Şimdi, oksijenimizin, ağaçlarımızın ve geleceğimizin üzerine beton döküyorlar.

Trafikte geçirdiğiniz saatleri kornaya basarak geri kazanamazsınız ama siyasi tercihlerinizi doğru kullanırsanız trafik sıkışıklığından kurtulabilirsiniz.

Bisikletli kentler hayal değil

Özgür Gürbüz-BirGün/10 Mayıs 2015

Otobüs durağı arkasından geçen bisiklet yolu
Başta İstanbul olmak üzere kentlerimizdeki trafik sorununu aşmanın yolu toplu ulaşımı yaygınlaştırmaktan, kentleri küçültmekten, yürümekten ve bisiklete binmekten geçiyor. Konu İstanbul ve bisiklet olunca duyduğumuz ilk cümle ise, “İstanbul’da bisiklete binilmez!” oluyor. Kimi, kentin 77’yi bulan tepelerinden şikayetçi kimi ise araç kullanmayı bilmeyen şoförlerinden. EMBARQ Türkiye - Sürdürülebilir Ulaşım Derneği’nin hazırladığı, ‘İstanbul’da Güvenli Bisiklet Yolları Uygulama Kılavuzu, İstanbul’da iki teker üstünde güvenli yolculuk yapılabileceğini söylüyor. Ocak ayında yayımlanan kılavuz geçenlerde New York’taki bir tasarım ofisinden ‘mükemmellik’ ödülü aldı. Bizim belediyelerde ise olsa olsa raflardaki yerini almıştır.

Avrupa’da bisikletle her gün 50 milyon yolculuk yapılıyor. Toplam yolculukların yüzde 5’i iki teker üstünde, çevreye zarar vermeden gerçekleştiriliyor. Danimarka’da yolculukların yüzde 18’i, Hollanda’da yüzde 27’si bisikletle gerçekleştiriliyor. İstanbul’da ise 82 kilometreyi bulan bisiklet yolu, bir de yılan hikayesine dönen 2023’e kadar 1000 kilometre yeni bisiklet yolu projesi var. Büyükşehir Belediyesi’nin bu iddiasını ilk haberleştirdiğimde yıl 2004’tü. 11 yıl geçti toplam bisiklet yolu 100 km’yi bulmadı. Kağıt üstünde de olsa bu proje var.

Çocuklar bisiklete binsin. Foto: A. Kudu
Kılavuzun en önemli özelliği, neredeyse sokak sokak uygulamalara yer vermesi. Mevcut caddelerde nasıl bisiklet yolları yapılması gerektiği şema ve projelerle desteklenmiş. İşin ‘yapılamaz’, ‘olamaz’ kısmı geride kalmış, “istenirse yapılır, işte böyle” deniyor. Kılavuzun en ilgi çeken noktalarından biri de bisikletçilerle yapılan anketler. Yüz yüze yapılan ankette 200 bisiklet kullanıcısının 30’u bisikleti ulaşım amaçlı kullandığını söylemiş. İnternet üzerinden ankete katılanlarda bu oran yüzde 50’ye yaklaşıyor.

En büyük sorun malum kaza riski. Bisiklete binenlerin yaklaşık yüzde 16’sı son bir yıl içinde kaza yapmış. Kazalar genelde motorlu araçlarla daha sonra yayalarla. Ankete katılanların çoğu yaya yolları içerisinden geçirilen bisiklet yollarını tercih etmiyor. Ya sahil yolundan ya da mevcut trafiğe paralel yollardan gidiyor. Bisiklete binenler bilir, yaya dolu bir kaldırımda işaretli bisiklet yolu pek işe yaramaz. Yayalar her yerdedir. Bunlar gösteriyor ki, motorlu araçların ve yayaların giremediği bisiklet yolları lazım. Kentte güvenli bisiklet yolları olursa çevre, sağlık ve ucuz olduğu için bisiklet kullanıcısının sayısının artacağı ortada. Bisikletin trafik sorununun çözümüne de katkısı olacak.

Bisiklet kullananların en çok tercih ettiği güzergahlar Kadıköy ilçesinde. Sarıyer, Beşiktaş, Bakırköy ve Fatih takipte. En tehlikeli buldukları ilçeler ise Üsküdar ve Bahçelievler. Bisiklet yollarını güvensiz kılan birçok etken var. Bunlardan belki de en önemlisi yolların sürekliliğinin olmaması. 500 metrelik bir bisiklet yolunun bir anlamı yok. Bir ilçeden diğerine uzanan yollara, merkezlerde güvenli bisiklet parklarına ihtiyaç var. Yokuşları veya bisiklet yolu olmayan mesafeleri atlatmak için bisikletinizi toplu taşıma araçlarına alabilmeliyiz. Bir de iyi şoförler olmalı. Yaya geçidinde duran, kavşakta, kırmızı ışıkta, dönüşlerde bisiklete yol vermeyi bilen şoförler. Direksiyon hakimiyetinin şoförlük olmadığını bilen, kurallara uyarak araç kullanan insanlar. Zor demeyin, cezalar arttırılır ve uygulanırsa bu sorun çok kısa sürede çözülür. Yeter ki, otomobil kullanımını özendirmek adına trafik kurallarını bilmeyenlere ehliyet veren, hatalara göz yuman hükümetlerden kurtulalım. Sırtını otomobil lobisine yaslamış hükümetler bunu yapamaz, o ayrı. Siyasi irade olursa kentler bisikletle dolar. İklim uygun, insanlar niyetli.

Konu hükümete gelmişken, Meclis’teki dört partiden (AKP, CHP, MHP ve HDP) sadece CHP seçim bildirgesinde bisiklete yer vermiş. Çevre konusunda iddialı vaatlerde bulunan HDP bile bisikleti unutmuş. CHP bildirgesinde, ‘kent içi trafikte yaya ve bisiklet öncelikli düzenlemeler yapılacaktır’ denmiş. Seçimler öncesi motorsuz iki tekerin durumu da bu.

Her yer havuz her yer akvaryum

Özgür Gürbüz-BirGün/8 Şubat 2015

Taksim'de dolu, Şubat 2015-Foto:O. Gurbuz
Geçen hafta Taksim’de doluya yakalandım. Birkaç dakika içinde İstiklal Caddesi dolu taneleriyle kaplandı. Tramvay hattı görünmez, yollar su birikintilerinden yürünmez oldu. Bata çıka metroya vardım. Aşırı yağış nedeniyle kaldırımdan taşan su, insanlarla birlikte metroya doluyordu. Metronun içinde iki işçi elde çekpas, suları tahliye etmeye uğraşıyordu. Yeni Türkiye, eski yöntem.

Sorunun çözümü için planlı, düzgün kentler kurmak ve elbette toplu ulaşımı geliştirmek gerek. Toplu taşıma ama nasıl? İş artık sadece metro yapmakla, tren rayı döşemekle bitmiyor. “Her yere metro” sloganı mazi oldu. Engellilerden çocuklara, bağlantı noktalarından enerji tüketimine kadar onlarca etkeni de hesaba katmanız gerek. Bu etkenlerden biri de iklim değişikliği. İklim değişikliği, sel ve dolu gibi, sıklığı ve şiddeti giderek artan hava olaylarıyla kendini iyiden iyiye gösteriyor.
  
İklim değişikliğini hesaba katmadan yaptığınız yol, demiryolu, metro başınıza ne işler açabilir merak ediyorsanız bir yıl önce ‘sıradışı’ bir kışa ev sahipliği yapan İngiltere’de olan biteni hatırlayalım. Dawlish kentinde kıyı hattını izleyen demiryolu fırtına nedeniyle tahrip olmuş, hat iki ay ulaşıma kapanmıştı. Ondan bir yıl önce Avusturya’daki su baskını yüzünden Almanya-Avusturya-İtalya tren seferleri bir haftadan uzun bir süre yapılamamıştı. Almanya’da aşırı yağıştan nasibini aldı. Berlin ile Hannover arasındaki tüm seferler uzun süre aksamıştı. 23 Ocak 2013’te ise Fransa’daki Nice Havalimanı’nı yine ‘beklenmedik’ bir şekilde su basmıştı.

Türkiye’nin Avrupa’dan neyi eksik? Sular altında kalan Hatay Havaalanı’nı, her şiddetli yağışta göle dönen Üsküdar Meydanı’nı hatırlayın. Ankara’nın su basan metro istasyonlarını ve Melih Gökçek’in hem altgeçit hem de yüzme havuzu şeklinde tasarladığı dalma-çıkma yolları unutmayın. Fırtına çıkınca suyla kaplanan ve ulaşıma kapanan Karadeniz Sahil Yolu’na ne demeli? ‘İcraat’ diye yutturulan o yolun hem koskoca Karadeniz’in güzelim sahilini yok ettiğini hem de yanlış yere yapıldığını çevreciler bin kere söylemişti. Bu uyarılara kulaklarını tıkayan aynı müteahhitler, aynı şirketler ve aynı yöneticiler, şimdi de İstanbul’daki kuş göç yollarının üzerine havaalanı yapmaya çalışıyor. Uyarıları dinlemiyor, yine kulaklarını tıkıyorlar. İtirazları savunacak gücü kalmayanlar da bir ‘dış güçler’ masalı tutturmuş gidiyor. Bakın, o dış güçler kendi memleketlerinde neler yapıyor, yaşanan felaketlerden nasıl ders çıkarıyor.

İskoçya’da Edinburgh ile Midlothian arasındaki yeni demiryolu boyunca, taşkınlara karşı tahliye şebekesi yapılıyor. Su baskını riski altındaki tüm demiryolları su baskını değerlendirmesine tabi tutuluyor ve gerekli önlemler alınıyor.

Hollanda’daki Rotterdam limanının 12 bin hektara yakın alanı yükseltilerek, deniz seviyesinin 3-4 metre üstündeki bir alana kurulmuştu. Limanın yeni bölümleri ise deniz seviyesinin beş metre üstüne kuruluyor. Ayrıca, suyun yükselme riskine karşı limanın çevresine bariyerler konuluyor. Biz ise iki yılda bir Edirne’yi sel aldı haberleri okuyoruz.

Kopenhag’da yeni yapılan 17 metro istasyonu su baskınlarına dayanacak şekilde yapılıyor. Yeni hatlar deniz seviyesinin en az 2 metre 20 santim üzerinde inşa ediliyor. Acil çıkışlar ve havalandırma kapakları su baskınlarına dayanacak şekilde tasarlanıyor. Tüm gelişmiş ülkelerde yollar, limanlar, kıyılardaki yapılar iklim değişikliğine dayanacak şekilde yapılıyor.

Şimdi soruyorum? Büyük kentlerin hangisinin iklim değişikliğine uyum planı var? Merak ediyorum, hangi metro istasyonları insan hayatını kurtaracak şekilde tasarlandı, hangileri ‘akvaryum’ olacak şekilde. Planınız varsa gönderin yazalım. 
---

* Yazıdaki örnekler Avrupa Çevre Ajansı’nın “Avrupa’da Ulaşımın İklim Değişikliğine Uyumu” raporundan alınmıştır.

Otomobiller Türkiye’yi esir alıyor

Özgür Gürbüz-BirGün/25 Ocak 2015*

31 Ocak 2012’de Haydarpaşa Garı’nın kapatılmasıyla başta İstanbul-Ankara olmak üzere birçok tren seferi iptal edilmişti. Sonuçları ortaya çıkmaya başladı. 2012 yılında Türkiye’de trenle seyahat eden yolcu sayısında yüzde 22 oranında düşüş yaşanmış. Tren olmayınca yolcular mecburen kara taşımacılığına yönelmiş. Aynı yıl otomobille yapılan yolculuklar yüzde 10,5 artarken, havayolu taşımacılığındaki artış da Türkiye’yi bu alanda Avrupa’nın 'lider ülkesi' yapmış. Sakın sevinmeyelin. Emisyon rakamlarını görünce havayolu taşımacılığındaki artışın övünülecek bir durum olmadığını göreceksiniz.  

Avrupa Çevre Ajansı’nın (AÇA) şehirlerarası ulaşımın yarattığı çevre baskısını incelediği raporu, çok açık bir şekilde bir otomobil ülkesi olma yolunda ilerlediğimizi gösteriyor. Yüksek hızlı tren reklamlarına aldanmayın. Yapılan otoyollar, otomobil üreticilerine verilen gizli ve açık teşvikler, köprüler ve bireyselliği öne çıkaran devlet politikası otomobilleri yolların kralı yaptı. 2008-2012 yılları arasında demiryoluyla yapılan seyahatler yüzde 9,8 oranında azalırken, 2009-2012 arasında kişi başına düşen otomobille seyahat sayısı yüzde 25,2 oranında arttı.

Artık, yurtiçi yolcu taşımacılığında yüzde 60’lık payla otomobil tercih ediliyor. 1995 yılında bu oran sadece yüzde 36,5’tu. Demiryolu ise neredeyse yok, payı 2012’de yüzde 1,7’ye kadar geriledi. Kalanı da otobüslerle yapılıyor ama onun oranı da hızla düşüyor. Bundan 10 yıl öncesine kadar otobüsler otomobillere karşı direnebiliyordu. Özellikle 2005’ten sonra direksiyon tamamen otomobile doğru kırıldı.

Türkiye’deki şehirlerarası yolcu taşımacılığında araçların payı (%)

Otomobil
Otobüs
Tren
1995
36,5
59,4
4
2005
50
47,5
2,5
2012
61,6
36,6
1,7
Kaynak:  EEA, Focusing on environmental pressures from long‑distance transport.

Sadece otomobil değil, havayolu taşımacılığı da artıyor. Her iki ulaşım yöntemi başta iklim değişikliği olmak üzere çevreye zarar veriyor. 1990-2012 arasında Türkiye’nin havayolu kaynaklı emisyonları yüzde 311 oranında artmış. Avrupa’daki 32 ülke arasında, Letonya ve Romanya’dan sonra en çok artışın olduğu ülkeyiz. Daha sık uçağa biniyoruz, daha çok kirletiyoruz.

Türkiye’de her 100 kişiden 11,4’ünün otomobili var. İngiltere’de bu rakam 46, Fransa’da 51. Avrupa’ya göre rakam hâlâ düşük ama eğilim onların yaptığı hatayı tekrar ettiğimizi gösteriyor. Otomobil bağımlılığı belalı. Avrupa en çok ulaşım politikalarını değiştirmekte zorlanıyor. Bu yüzden hedefler koyuyor. Bakın Avrupa ne yapmak istiyor, biz ne yapıyoruz.

Ulaşım kaynaklı seragazı emisyonlarını 2050’ye kadar 1990 seviyesinin yüzde 60 oranında altına çekmek istiyorlar. Biz ise havaalanı açıp duruyoruz. Orta mesafedeki şehirlerarası yolculuklarda hedef, 2050’ye kadar büyük çoğunluğunun demiryoluyla yapılması. Bizim hedefimiz ise daha çok karayolu ve köprü.

Avrupa’da 2015 hedefi yeni otomobillerin kilometre başına 130 gramdan az karbondioksit çıkarmasıydı. Bu hedefe şimdiden ulaştılar. Bizde sabah akşam yerli otomobil konuşuluyor ama çevreyle ilgili bir şey duymadık. Avrupa’da sürdürülebilir biyoyakıtla çalışan araç sayısı şimdiden yüzde 5’i geçti. Bizde otomobillerin yüzde 50’si, çevreci olduğu iddia edilen, ithal gazla (LPG) çalışıyor.

Nasıl sıkışmış bir trafik kornaya basarak açılmıyorsa, çevreci bir ulaşım politikası da, “biz çok çevreciyiz” demekle olmuyor. Plan, hedef ve icraat lazım.

*Bu yazı gazetede basılandan biraz farklı. Anlam hatalarına neden olmamak için birkaç yerde düzeltme yaptım. Örneğin, biyoyakıtın sürdürülebilir biyoyakıt olduğunu yazdım.

Ya dolmazsa

Özgür Gürbüz-BirGün/24 Ağustos 2014

Bizim Mahmut Amca iyidir, hoştur ama biraz dediğim dediktir. Kumru Teyze olmasa Gezi’de sokağa bile çıkmayacaktı. “Hükümet yanlış yapıyor ama devlete de karşı gelinmez oğul” diye tutturduydu. Sonra sokaktaki gençleri görünce o da tava elinde camdan inmedi. Dün bize geldi, İzmir’e kızlarını ziyarete gideceklermiş, bana nasıl gidelim diye sordu. Önce anlamadım, meğer Kumru Teyze göndermiş. Kumru Teyze iyi bir Yeşil BirGün okuru. “Sor bakalım Özgür’e, İzmir’e arabayla mı, uçakla mı gitmek daha çevreci” diye Mahmut Amca’yı bize yollamış. Mahmut Amca’nın otomobilsiz seyahat ettiğini pek hatırlamam. Son hortumdan bu yana Kumru Teyze iklim değişikliğine fena taktı, otomobili de hiç sevmez. İklimi bahane edip İzmir’e uçakla gidecek ama Mahmut Amca’yı arabasından vazgeçemiyor olsa gerek. Niyeti anladım ama tarafsızlığı elden bırakmamak lazım.

Mahmut Amca’yı buyur ettim, açtım bilgisayara baktım. İstanbul-İzmir 560 km. “Uçakla olmaz Mahmut Amca” dedim, “Çok seragazı çıkar, küresel ısınmaya neden olursunuz. Sonra söylemedi deme, torunlarını zorda bırakırsın”. “Avrupa Çevre Ajansı’na (AÇA) göre 700 km’den kısa mesafelerde uçak yerine trene binmek daha çevreci” diye de ekledim. Vitesi beşe takmış bir şoför gibi gülümsedi. “İzmir’den de Antalya’ya geçecektik, oraya da mı uçak yasak” diye sordu. Yaşlarını da düşünerek, “En iyisi” dedim, “siz İstanbul’dan uçakla Antalya’ya gidin, kızınızı da arayın o İzmir’den Antalya’ya otobüsle gelsin”. Mahmut Amca’nın otomobil hayalleri suya düştü, radara yakalanmış gibi oldu.

Sonra kağıdı kalemi alıp Kumru Teyze’ye AÇA’nın verilerine bakarak bir not yazdım:

Bir kilometrelik yolu bir kişi otomobille giderse, kilometre başına iklim değişikliğine neden olan yaklaşık 160 gram seragazı çıkarır. Aynı yolu uçakla alırsa100 ila 250 gram, trenle giderse 40 ila 160 gram ve otobüsle giderse 40 ila 80 gram seragazına neden olur. Binilen aracın dolu olması, aynı yakıtla daha çok kişi yol aldığı için kişi başı emisyonları düşürüyor. Tam dolu otobüste kişi başı emisyon 40 grama kadar düşüyor. En çevrecisi otobüs, zaten İzmir’e İstanbul’dan tren yok.

Ulaşım hesabı karışık gibi görünüyor ama değil. İklim değişikliğine daha az katkıda bulunmak için uzun yolda yapılacaklar tablosu yukarıdaki gibi. AÇA, 700 kilometreden az bir yola gidiyorsanız tren veya otobüsü tercih edin diyor. Kısacası, İstanbul-Ankara arası uçağı unutun. Gidilen mesafe 700 km’den fazlaysa uçağı ya da otomobili düşünebilirsiniz. Yalnız, otomobilde tek değilseniz iş değişiyor. Beş koltuk dolduğunda otobüs ve trene yakın sayılara erişmek mümkün.

Kentte ise ilk tercihimiz yürümek ve bisiklete binmek olmalı. Bisiklet ve yürümeyi, tüm koltuklar dolu olmak şartıyla minübüs, metro, hafif metro ve otobüs izliyor. Bizde toplu taşıma araçlarını boş görmek zaten zor. Pestilimiz çıkıyor ama çevreyi koruyoruz; anlayacağınız metrobüs bir melek. Tek kişinin olduğu otomobiller ise tam bir çevre düşmanı.

Mahmut Amca nota uzunca baktı, bizim tavandaki Örümcek Selim’e bakarak (Evet, bizim evde örümceklerin adı var) bir şeyler mırıldandı. “O zaman biz Kumru’yla arabayı alalım. Yoldan da iki otostopçu aldık mı, otobüsle aynı hesap” dedi ve kalktı, gitti. Giderken de, “Otobüs en iyisi tabi de, ya dolmazsa” diye bir daha seslendi. Merdivenlerden inerken birkaç kez daha “ya dolmazsa” dediğini duydum.

Kadir Abi’ye bir sorum var

Özgür Gürbüz-BirGün/23 Mart 2014

Yerel seçimlere bir hafta kaldı. Açıkçası belediyeleri, sorunlarını ve çözüm önerilerini pek konuşamadık. Genel seçim havasında yerel seçim yapıyoruz. Özellikle de iktidar partisinin durumu evlere şenlik. Sivaslılar da, Nevşehirliler de belediye başkan adaylarının Tayyip Erdoğan olduğunu düşünüyor. Her yerde onun resimleri var. Amasya’ya da Kütahya’ya da aynı afiş asılıyor, aynı sloganla oy isteniyor. Tüm illere üçüncü köprü ve tüp geçit yapılıyor. Tokatlılar bizim ilde boğaz nerede diye birbirlerine soruyor. Vanlılar da, Van Denizi’nin altından otomobilleriyle geçecekleri o tarihi günü bekliyor. Belediyelerdeki güvenlik görevlileri, seçimi kazanan AKP’li başkanları belediye binasına almayabilir. “Sen Tayyip değilsin, biz ona oy vermiştik” diyebilir. AKP seçmeni bu saçmalığa kanıp, figüran başkanlara oy verecek mi; bir hafta sonra göreceğiz.

İstanbul’da ise bir başka trajedi yaşanıyor. Kendisini Gezi olayları sırasında bile sadece birkaç kez ekranlarda, basın toplantılarında görebildiğimiz Kadir Topbaş, ‘Kadir Abi’ afişleriyle kente geri döndü. Biz bu ‘abi’yi, verdiği sözlerini tutmadığı için aileden atalı çok olmuştu. Gezi sırasında, “Artık bir otobüs durağının yeri değiştirilirken bile halka sorulacak” diyen abimiz, Kanal İstanbul, Üçüncü Köprü ve Üçüncü Havalimanı projelerini bize sormadı. Onun halkı belli ki inşaat şirketleri ve başbakandan ibaret. Yine de Topbaş’ın hâlâ İstanbul’da yaşadığını bilmek güzel. Çünkü ona bu sözünü neden tutmadığını sormak için can atan benim gibi binlerce insan var bu şehirde.

Topbaş’a sormak istediğim asıl soru ise ulaşımla ilgili. Geçenlerde yapılan bir ankette, İstanbul’un en önemli sorunu nedir sorusuna, ankete katılanların yüzde 68’i “ulaşım” yanıtını vermiş. Topbaş’ın karşısına çıkan gazeteciler belki kendisine bu sorunu nasıl çözeceğini sorar. Benim sorum ise daha farklı, ulaşımla ilgili kendisine sadece bir soru sormak istiyorum. Sorum şu: Kadir Abi, evinden işine nasıl gidiyor? Metroyla mı, otobüsle mi, metrobüsle mi, dolmuşla mı ya da bisikletle mi? Yoksa işine bir makam aracında, önünde trafiği açan eskortlarla mı gidiyor? İsteyen gazeteci arkadaşlar bu sorumu alıp, kendisine yöneltebilir.

Ben kendisini metroda ayakta dikilirken hiç görmedim. Metrobüste ezilirken, tramvayda tacize uğrarken de görmedim. Otobüste otomatik kapının çarptığı Kadir Abi’yi göreniniz var mı? Minibüste ani fren nedeniyle yere kapaklanan Topbaş fotoğrafına hiç rastladınız mı? Benim minibüste kaza geçirip, kaşıma dikiş atılmışlığım var. Halk otobüsü fazla yolcu alsın diye durakta beklerken işe geç kalan ve sinir krizi geçiren Kadir Abi’yi de hiç hatırlamıyorum. Hadi bunları geçtim. Madem her yerde metro vardı, her yere metro gidiyordu; neden o trenlerde Kadir Abi yok? Sorum, diğer büyükşehir belediye başkanları için de geçerlidir.

Ken Livingstone işinden evine dönüyor. mylondondiary.co.uk
Güvenlik deyip bu sorumu geçiştirmeye kalkmayın. Londra’nın eski belediye başkanı Ken Livingstone’ın metroda seyahat ederken çekilmiş onlarca fotoğrafı var. Londra’nın bugünkü belediye başkanı Boris Johnson bir bisiklet tutkunu. Johnson, 2012 Londra Olimpiyatları’na gelen özel konuklara (VIP) bile toplu taşımayı kullanmalarını önermişti. Bir defasında Avrupa Parlamentosu Yeşiller Grubu Eş Başkanı Rebecca Harms ile Berlin’de röportaj yapmak için randevulaşmıştık. Elinde bavuluyla metrodan çıkıp gelivermişti.

Eğri oturup doğru konuşalım. İstanbul’u 1994’ten beri AKP zihniyeti yönetiyor. Erdoğan dönemi metro açısından tam bir felaket. Öyle ki Topbaş bile icraatlarını anlatırken 2004 öncesi deyip geçiyor. Halbuki kendisi 1994-1998 yıllarında Erdoğan’ın danışmanıydı. 1999’da Beyoğlu Belediye Başkanı oldu. 2004’ten beri de İstanbul’u yönetiyor. Kadir Abi 20 yıldır burada. Beyoğlu’nun da İstanbul’un da hali ortada.

Öpüşmezsek trafik sorunu çözülür mü?

Özgür Gürbüz-BirGün/10 Kasım 2013

Erkek erkeğe oturdunuz ve İstanbul’daki son yeşil alanın talan edilmesi için bir köprü, bir de üçüncü havalimanı yapılmasına karar verdiniz. O küçücük helikoptere erkek erkeğe sıkışıp, durumu bir de havadan gördünüz. Ağaçları kesen testerelerin iki ucunda da erkekler vardı. Kamyonları erkekler kullandı.

Büyük otomobiller, dev kentler, en gaddar savaş makinaları, erkek erkeğe oynadığınız o ölümcül oyunların araçları değil mi? Kadınların bile erkek gibi düşünenini, maçlarda küfredenini sevdiniz. En çok da itaat edenini beğendiniz. Evde çocuk bakanını, yemek yapanını, politikada sizin istediğiniz zaman ve istediğiniz gibi konuşanını tercih ettiniz. Siz izin verdiğinizde soyundular, siz istediğinizde giyindiler. Böylesini sevdiniz, ‘söz dinleyenini’.

Çocuk doğuran kadınlara cenneti vaat ettiniz ama iş yerlerinde müdürlüğü çok gördünüz. Cennetlik kadınları dövdünüz, erkek erkeğe tecavüz edip, başlık parası için yine erkek erkeğe pazarlık yaptınız. Kadınlara bir kez kulak verseydiniz, kadınlı erkekli oturup konuşsaydınız bugün bu korkunç dünyayı konuşmuyor olurduk. Daha fazla zorlamayın, erkek erkeğe ne yaptığınız ortada.

Kadınlı erkekli ışınlanıyorlar
Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Rektörü ve Star Gazetesi yazarı Sedat Laçiner, köşe yazısında Yanyana evleri kiralayıp, duvarları delip iki evi tek eve çevirip karma halde kalanları da gördüm...” diye yazmış. Bizim memlekette iki dairenin duvarını delsen bina başına çöker. Çökmezse de ev sahibi, tüm apartman sakinleri orada biter. Belki de öğrenciler kaşıkla kaza kaza eritmiştir duvarı… Varsayalım rektör doğru söylüyor.  Beni asıl, öğrencileri yan dairenin kapısını çalmak yerine duvar kırmaya iten nedenler ilgilendiriyor. Mahalle baskısı mı yoksa Laçiner’in de sık sık övündüğü atalarından aldıkları ilham mı onları bu zor işe koştu? Ferhat’ın Şirin’i görmek için dağları deldiğini hepimiz biliriz, deniz kumu dolu duvarın lafı mı olur?

Laçiner başında bulunduğu üniversiteyi hemen kapatsın. Orası bir ‘bilim yuvası’. Belli mi olur, öğrenciler bu azimle bilim kurgu filmlerde gördüğümüz ışınlamayı bulur, kadınlı erkekli ışınlanıverirler. Bir o evdeler bir bu evde. Aman ha!

Öpüşmezsek trafik sorunu çözülür mü?
İstanbul’daki trafik sorunu herkesi çıldırtıyor. 20 yıldır kenti idare eden zihniyet, seçimler yaklaşınca her yere metro yapacağız diye reklamlara başladı. 20 yıldır uyuyanlar birden uyandı; inanırsanız. Gariptir, bu toplu taşıma sevmemezlik sadece İstanbul’a has değil. Ankara’da aynı durumda. Kentte metro öyle nadir görülen bir şey ki, metro gören gençler sevinçten ne yapacağını şaşırıp birbirlerini öpüyor. Otomobil ve petrol lobisi ellerini ovuştururken, çılgın kentlerin çılgın başkanları seyrediyor. Halbuki acil alınacak önlemler var.   

Çin’in başkenti Pekin de trafikten dertli bu nedenle özel araç sayısını kısıtlıyor. Birkaç yıl önce alınan kararla kentte her yıl dağıtılan yeni plaka sayısı 240 binle sırlandırılmıştı. 2014’ten itibaren bu rakam 150 bin olacak. Pekin’de plakalar kurayla dağıtılıyor. Şansınız yaver gitse bile uymanız gereken bir kural daha var. Plakanızın son rakamına göre, hafta içi iş saatlerinde trafiğe çıkamadığınız günler var. Bu yasak nedeniyle hafta içinde bir gün araçlar evde bırakılıyor.

İstanbul’da otomobil kullanımına kısıtlama getirmek yerine özel araç kullanımını teşvik edecek yeni tüp geçitten bahsediliyor. Enerjide açıktan yakınıyorlar ama petrol ve otomobil lobilerine diş geçiremiyorlar. Otomobil satışları düşse ihracat tehlikeye girecek ve petrol üzerinden aldıkları vergiler de azalacak. Yanlış ve sürdürülemez büyüme politikaları yüzünden bizi trafik sıkışıklığına mahkum ediyorlar. Önce insan* diyecek cesur bir hükümete ihtiyaç var.
  
Not: Yazımdaki son cümlede, rantın değil insanın ihtiyaçlarına yanıt verilmesi gerektiğini yazmak istemiştim ama bu haliyle, "insan merkezli" bir bakış açısıyla yazılmış gibi duruyor. Okuduğumda beni rahatsız ettiği için en azından e-günlüğe bu notu düşmek istedim.

İstanbul Pekin'e benzer mi?

Özgür Gürbüz-BirGün/3 Mart 2013 

Pekin'de otomobiller bisikletlerin yerini alıyor-Foto: O.Gurbuz
Pekin'de 20 milyon kişi yaşıyor. Yaşıyor ama nefes almakta zorlanıyor. Geçen hafta kenti ziyaret eden kum fırtınası işleri daha da zorlaştırdı.  Pekin'de yaşarken kum fırtınası görmüşlüğüm var. Gökyüzünün kaybolması nasıl tarif edilir bilemiyorum ama öyle bir şey bu fırtına. Kum fırtınaları Pekinlilerin yabancı olduğu bir konu değil, hava kirliliği de ancak bu yıl nefes almakta zorlanır oldular. Öyle ki, Komunist Parti'nin yayın organı “Halkın Günlüğü” bile duruma isyan etti.

1 Mart Cuma günü Pekin'de, PM 2,5 yoğunluğu (çapı 2,5 mikron veya daha küçük olan ve akciğerlere nüfuz edebilen havadaki parçacıklar) metreküp başına 469 mikrograma ulaştı. Dünya Sağlık Örgütü bir gün boyunca maruz kalınacak miktarın metreküp başına 25 mikrogramı geçmemesi gerektiğini söylüyor. 469 bir şey değil, Pekin'in bazı bölgelerinde 600 mikrogram görüldü. Kabaca söylersek sınır değerin 20-25 katı bir hava kirliliğinden bahsediyoruz.

Hava kirliliğin iki ana kaynağı var. Endüstri ve ulaşım. 20 milyon kişilik kentte belediye metro ağını her geçen gün genişletiyor ancak araç sahipliği uçak hızıyla artıyor. Kentte 5 milyon 200 binin üzerinde araç var. Sadece 2010 yılında başkentte yola çıkan yeni araç sayısı 750 bin civarındaydı. 2011'de yerel yönetim duruma el koydu ve plaka dağıtımını kurayla yapmaya başladı. Otomobil almak için paranız olabilir ama önce şansınız olacak. 2012'de yola çıkan yeni araç sayısı, kura çekimi nedeniyle 173 bine düştü. Kentte tek-çift plaka uygulaması olduğunu da hatırlatalım. Kurada şansınız yaver gidip otomobilinize plaka alsanız bile, her gün o otomobili sürme şansınız yok. Yerel yönetimin şimdiki hedefi ise araçların egzoz emisyonlarını düşürmek. Pekin'de Avro 5 standardına yakın Çin 5 standardına sahip olmayan araçların satışı Cuma gününden itibaren yasaklandı. 2016'dan itibaren de Çin 6 standardı mecburi olacak. Otomobil üreticileri ayakta, birçoğunun elinde bu standartlara uyan araç yok. Pekin gibi dev bir pazarı terk etmek zorunda kalabilirler. Ulaşımda petrolün, endüstride ise kömürün rolünü unutmamak lazım. Elektrik üretimi ve sanayi kaynaklı hava kirliliğinde kömür kullanımı ana neden.

Nereden nereye! Çin'in ihracata yönelik ekonomik modelinin sürdürülebilir olmadığını anlayan merkezi yönetim iç tüketimi artırmak ve ekonomik büyümeyi sürdürmek için bireysel tüketimi artırmayı planlamıştı. Formül buydu. Ekonomik krizde büyüme hızının düşmemesinin ardında yatan nedenlerden biri de bu. Aynı bizde olduğu gibi. Çin'de kapağı şehre atıp, düzenli maaş alan herkes şimdi ev ve araba almaya çalışıyor. Bu aynı zamanda bir statü göstergesi haline geldi. Bisikletle dolu Pekin caddeleri otomobillerle doldu. Doldu ama önce trafik tıkandı sonra hava karardı. Şimdi başta Pekin olmak üzere her büyük kent aynı sorunlarla boğuşuyor. Artan nüfus, trafik ve hava kirliliği gibi sorunlarla...

İSTANBUL'DA 3 MİLYON ARAÇ
Türkiye çoğu zaman Çin'le kıyaslanıyor. Büyüme modeli ve hızı benzerlikler taşısa da arada belirgin farklar var. İstanbul ve Pekin'i ele alalım. Pekin'de yeni kurulan mahallelerde çarpık kentleşme daha az. Parklar, geniş caddeler göze çarpıyor. Toplu ulaşım da daha iyi durumda. Pekin'de mevcut metro hattının uzunluğu 442 km. 16 hat, 261 istasyon var. İstanbul'da hafif metroyu da saysanız 50 km'lik bir metro hattından bahsediyoruz.

İstanbul çarpık kentleşme için okullarda örnek gösterilebilir. İstanbul'un merkezinde, mezarlıklar dışında yeşil alan kalmadı. Bir de otoyol kenarları var. Taksim için cennet sayılabilecek Gezi Parkı bile rantın izniyle katledilmek üzere. Park deyince belediyenin aklına ağaç değil 'otopark' geliyor. Nasıl gelmesin? İstanbul'da araç sayısı 2 milyon 906 bin. Pekin'dekine yakın. İstanbul'un nüfusu ise 13 milyon; 7 milyon daha az. İstanbul bugün Pekin gibi bir hava kirliliği kriziyle karşı karşıya kalmıyorsa bunu iklime, coğrafi konumuna borçlu. Ağır metal kirliliği gözle görülmediği için o konu da es geçiliyor. Bu daha ne kadar böyle sürer bilinmez. Şehrin iki yakasını bir araya getirecek raylı sistem, Marmaray bitmeden, otomobiller için bir başka tüp geçit planlayanlar Pekin'den ders çıkarmalı. Halkın tüketim tercihlerini belirlemek her zaman yöneticilerin elindedir. Yüksek vergiler, iyi bir toplu ulaşım ağı, düzgün kentler hava kirliliğini önleyebilir, otomobil sevdasının önüne geçebilir. Enerji ithalatında aslan payının doğalgazda değil petrolde olduğunu hatırlatalım. Bu saçma ekonomik büyüme modelinden vazgeçmenin zamanı geldi. O sizden vazgeçmeden.

NÜKLEER KARŞITLARI SOKAKTA
Bulgaristan'ın Belene nükleer santralini yapmaktan vazgeçmesi geçen haftanın haberiydi. Bizim medyamız pek oralı olmadı. Hükümet korkusu mu, gazetecilik bilmemek mi yoksa Rus şirketin reklam pastası mı kestirmek zor. Almanya, Japonya, İsviçre, İtalya derken komşu Bulgaristan da nükleere hayır dedi. Mersin'e nükleer santral kurmak isteyen Rus şirketi Rosatom da bir açıklama yaptı ve bu yıl başlayacak inşaatın 2015'e kaldığını söyledi. Nükleer enerji miladını doldurdu, boşa kürek çekmenin anlamı yok. Mersin projesi de öyle ya da böyle iptal olacak. Ekonomik gerekçeler ve siyasi konjonktür nükleerin aleyhine. Nükleer enerjiyi ülkeden şutlamak için şimdi tek gereken halkın sahaya inmesi. Tüm dünyada bu iş böyle oldu. İstanbul Nükleer Karşıtı Platform da bunu yapıyor. Fukuşima'nın ikinci yıldönümünde, Galata Köprüsü'nde el ele vererek nükleere karşı bir insan zinciri yapacaklar. 10 Mart Pazar günü saat 12:00'de. Ben zincirin bir ucundan tutmaya gidiyorum. Hormonlu domates gibi çocuklarınız olsun istemiyorsanız siz de gelin.

Pedallı At

Ülkede saman olmasa eminim Kanuni ata binmez, yürürdü. Ülkede petrol yok. Nedir bu otomobil merakınız, köprü ve otoyol sevdanız?

Özgür Gürbüz-BirGün/2 Aralık 2012

Avrupa Birliği'ne üye 27 ülkeye kıyasla Türkiye'nin ulaşımda kullandığı enerji miktarı artmış. Bu kadar da değil, Türkiye'nin demiryolu ulaşımı için kullandığı enerji miktarı Birlik'e üye 27 ülkeye göre kayda değer miktarda azalmış. Yolculuklarımızda artık otomobili daha fazla tercih ediyor, otobüs ve trene ise daha az rağbet ediyoruz. Avrupa Çevre Ajansı'nın, “Ulaşımın hava kalitesine etkisi” adlı raporu böyle söylüyor. Bu ne demek, daha çok petrol ithalatı, daha fazla borç. Şimdi, demesem olmaz. Kanuni işi biliyormuş, attan hiç inmeyecektik!

Demiryollarını daha az kullanmaya başlamamız sürpriz değil. Bizim çılgın projelerin hepsi ya köprüyle başlıyor ya otoyolla. Bitişi de genelde TOKİ'yle oluyor. Otomobillere yollar açılıyor, dağlar deliniyor sonra da yolun sonuna toplu konutlar dikiliyor.

DEMİRYLU TAŞIMACILIĞI AZALIYOR
Türkiye'de demir ağ dediğimiz şey aslında birkaç hattan ibaret. Demiryolu taşımacılığında önemli bir paya sahip Haydarpaşa'dan Anadolu'ya uzanan hat, yolcu kapasitesi bakımından en önemli güzergahlardan biri ve yaklaşık bir yıldır kapalı. Bir yıl daha da kapalı kalacak. Demiryolu hattımız o kadar kısa, demiryoluyla yaptığımız yük ve yolcu taşımacılığı o kadar az ki, bu hattın kapalı kalması bile ülke istatistiklerini altüst edebilir. Amma ve lakin kazın ayağı öyle değil. Memlekette yolcu taşımacılığında demiryolunun payı yıllardır azalıyor. Haydar Paşa'nın günahını almamak lazım. 1995 yılında yolcu taşımacılığının yüzde 4'ü demiryoluyla yapılırken, 2000'de bu rakam 3,4'e; 2005'te 2,5'e ve 2010'da ise yüzde 2'ye kadar geriledi. Milletin trenden inip, ecdadımız gibi ata bindiğini sanmayın sakın. Haşa! Memleketli hazretleri, demir attan inip, otomobile biniyor.

1995 yılında yolcu taşımacılığının yüzde 36,5'u otomobille yapılıyordu. 2010'da bu oran yüzde 52,5 oldu. 1995'te otobüslerin yolcu taşımacılığındaki payı yüzde 59,4 idi, 2010'da bu oran yüzde 45,2'ye geriledi. Otomobille beraber payı artan bir başka taşımacılık yöntemi de havayolu. Görüldüğü üzere, ne kadar çevreyi kirleten, ekonomik olmayan ve dışa bağımlı olduğumuz petrolü verimsiz kullanan ulaşım biçimi varsa rağbet görmüş. Millet ecdadın yolundan çıkalı hayli vakit olmuş anlayacağınız. Görüldüğü üzere meselenin Muhteşem Yüzyıl adlı diziyle yakından uzaktan ilgisi yok. Devir değişti kabul. Attan inmek de makul. Kanuni devrinde en ekonomik ve en çevreci taşıt attı, Muhteşem de ona bindi. Peki ya siz ecdadın saygıdeğer kulları, bugünün demir atı dururken neden otomobile, uçağa merak sardınız. Ülkede saman olmasa eminim Kanuni ata binmez, yürürdü. Ülkede petrol yok. Nedir bu otomobil merakınız, köprü ve otoyol sevdanız? Acaba hangi padişah, hangi başbakan sizi yoldan çıkardı merak ederim. Bildiğim o ki, mevcut yönetim bu konuya çözüm üretmekten aciz, bir elinde kumanda televizyon kanallarında gezinmektedir. Ecdadın fethettiği memleketlerde ise trenler uçak hızında seyretmekte, fezaya seferler düzenlenmektedir.

ATTAN İN BİSİKLETE BİN
Bir konuda da hataya düşmemekte fayda var. Trenin hızlısı uzak mesafeler için çekici olabilir ama asıl iyi olanı güvenlisidir. Ulaşımın da yavaşı makbuldür. İnsanın acele etmeye değil yavaşlamaya ve kendine vakit harcamaya ihtiyacı vardır. Ne kadar hızlı yaşarsanız o kadar hızlı ölürsünüz. Bugün garbın birçok ilinde insanlar otomobilden inip bisiklete binmekte, özellikle kent içinde ulaşım hızını düşürmeye çalışmaktadır. Bisiklete binmenin trafik kazalarını önlemek, çevre kirliliğini azaltmak ve insan vücudunu daha sağlıklı tutmak gibi sayısız faydası vardır. İnsan yaşadığını anlar, yanından geçtiği çiçeğin kokusunu alır, kurdu kuşu görür. Bisikletin pek sevildiği Hollanda ilinde 2009-2010 yılları arasında kişi başına düşen otomobil sayısı yüzde 2 oranında azalmış. Birçok Avrupa şehrinde de, özellikle kent merkezlerinde bisiklet kullanımını teşvik için sayısız yöntem uygulanıyor. Türkiye'de ise aynı dönemde kişi başına düşen otomobil sayısı yüzde 4,7 artmıştır. Sadece bir yılda! Oysa memleketin birçok yerinde iklim koşulları bisiklete binmek için Hollanda'dan daha uygun. Türkiye'de her 10 kişiden birinin otomobili var. Bu oran Avrupa'daki ülkelere göre çok düşük ama unutulmamalıdır ki sigaraya başlayıp bırakmaktansa, hiç başlamamak daha kolay. 

İklim değişikliğine yol açan seragazları konusunda da otomobiller hiç masum değil. Türkiye'nin toplam seragazı emisyonları 401 milyon ton. Bunun 40 milyona yakını karayolu kaynaklı. 3 milyon tonu havacılık, sadece yarım milyon tonu ise demiryolundan geliyor. Havacılık sektörü kaynaklı emisyon artışı 2009-2010 arası yüzde 231, karayolu kaynaklı artış ise yüzde 64'tür. Demiryolunda ise artış değil azalma yaşanmıştır.

Özetle söylersek, bu ülkenin ulaşım politikası insan ve çevre sağlığı açısından, muhteşem bir felakettir. Şehirlerarası ulaşımda demir atın ve şehir içinde pedallı atın tercih edilmesi memleket için bir zarurettir.

Bİ TUR VERSENE
Bir bisiklet sevdalısı, yazar ve tasarımcı Aydan Çelik'in, “Bi tur versene” adlı kitabı Optimist yayınlarından çıktı. Kitabın başında Bisiklet Manifestosu adlı bir bölüm var. İşte o manifestodan birkaç satır.

Bisiklet eşitliktir: Bazen o sizi taşır, bazen siz onu.
Bisiklet rüyadır: Üç yaşında başlar hayat boyu sürer.
Bisiklet Köroğlu'dur: Otomobil icat olur, metlik bozulur.
Bisiklet isyandır: Bush'u iki kere dehledi üzerinden.
Bisiklet hayal gücüdür: Durduğunda devrilir.