Özgür Gürbüz-BirGün/29 Aralık 2013
İstanbul’da
Göztepe’yi bilen pazar köprüsünü de bilir. Köprü, Göztepe’yi ikiye bölen
demiryolunun üstünden geçer, kestirme bir yol gibidir. Küçük ama onlarca
merdiveni olan bir köprüdür. Çocukluğumda köprünün bir ucuna pazar kurulurdu.
Annem pazara gider, alışverişi bitmeye yakın ben de köprünün altında onu beklerdim.
Ağzına kadar dolu pazar çantasını köprüden geçirip eve kadar götürmek benim işimdi.
Yine
bir pazar günüydü. Annem pazarın sonuna yetişmişti. Onu beklemeye gittiğimde pazar
toplanmış, belediye temizliğe başlamıştı. Tam karşımda, yolun öte tarafında
10-12 yaşlarında bir kız çocuğu belirdi. Annesi pazar tezgahlarının arkasına
saklanmış gibiydi. Eliyle kızına bir yeri işaret ettiğini gördüm. Pardösüsü
eskimiş, kollarının uçlarında yırtıklar vardı. Yırtıkları takip ederek
parmaklarına, daha sonra da parmaklarının gösterdiği yere baktım. Kızı da aynı
yere bakıyordu. Boşalmış tezgahların altında duran ezilmiş meyveleri gösteriyordu.
Herhalde elmaydılar. Annesi durmadan bir şeyler söylüyordu ama ben çok azını
duyuyordum. “Al” dedi, “alsana” dedi. Kız önce elmalara sonra bana baktı. Göz
göze geldik. Hemen bakışlarımı bir başka yere çevirdim. İlgilenmiyormuş gibi
yaptım. Tezgahları kendisine siper almış annesinin söylediklerini seçemesem de sesini
hala duyuyordum. Donup kaldım. Kızı da benim gibi donup kalmıştı. Bir anda çöpçüler
belirdi. Sanki saatlerdir oradaydık. Çöpçüler pazardan arta kalan, tezgahtan
düşen, yere atılan ne varsa metal kovalarına doldurdular.
Annesi
söyleniyordu, kız ise başını önüne eğdi. Giderken arkalarından baktım. Çok
canım yandı, yüreğim sızlıyordu.
Utancın
ne demek olduğunu o gün orada, o eski pazar köprüsünün ayağının altında anladım.
Annesi yoksulluğundan, kız benden, bense varlığımdan utandım. Pazarda kalanları
toplamalarının sorumlusu ben miydim? Hiç sanmıyorum. Paramızın olduğu kadar
olmadığı günleri de hatırlarım. Başka birileriydi o tablonun sorumlusu, dünyada
herkese yetecek elma vardı ama birileri başkasının payını alıyordu.
O
ana ve kızın çalışacak işleri, aç kaldıklarında devletin onlara verecek iki
kuruş parası yoksa, bilin ki yokluktan değil, haksız kazançtan, yolsuzluktandır.
Birileri devletin arsasını ucuza kapatıp, aslında halkın olanı cebine attıkları
içindir. Herkese beşe sattıklarını devlete 10’a vermeleri yüzündendir. O ana
ile kızı yerdeki elmaya muhtaç bırakan torpille işe girenler, zengine gelince var,
yoksula gelince yok diyenlerdir.
Ve
sizler; yolsuzlukları soruşturmak yerine kefen giyip adalete meydan okuyanlar. Mahkemelerin
önünü açacağına elini kolunu bağlayanlar. Saadet zincirine bir yerinden dahil
olup sesini çıkarmayanlar. Korktukları, koltukları için yazamayanlar. Duayla,
dinle, vaazla harama övgü düzenler. Bedduayla işin içinden çıkmaya çalışanlar. Gözlerini
kör, kulaklarını sağır edenler, bilin ki bugün bu ülkede aç yatanların hesabı
sizden sorulur. Bayramlarda zekat vermekle, kurban kesip bağış yapmakla bu
günah affolunmaz çünkü sistem değişmezse açlık kalıcıdır. Bir günlük karın doyurmayla bir yıl tok gezilmez.
Sözüm
kefen meraklılarına, havalimanı şakşakçılarına. Hak etmediğiniz her kuruş,
pazardaki ana-kızın boğazına gitmesi gereken lokmadır. Bu bir iktidar
mücadelesi değil, adalet ve vicdan muhasebesidir. Bu ülkenin kimseyi pazardaki
artıklara muhtaç etmeyecek kadar zengin olduğunu bilin. Bırakın yolsuzlukların
üstüne gidilsin. Bırakın bu ülkede analar, babalar ve çocuklar açlık utancını
yaşamasın, aç bırakanlar utansın.
Özgür Gürbüz tarafından kaleme alınan makale, analiz ve haberlere bu adresten ulaşabilirsiniz. Yazıları başka bir yerde yayımlamak için izin almalısınız. E-posta: ozgurgurbuzblog(at)gmail.com
Çılgın projeler dondurulsun
Özgür Gürbüz-BirGün/22 Aralık 2013
Özelleştirmelerden
önce TEAŞ (Türkiye Elektrik Üretim İletim A. Ş.) vardı. Elektrik üretimi ve
iletiminden sorumluydu. 2000 yılında Başbakan Bülent Ecevit’in iptal ettiği
nükleer ihaleye TEAŞ’ın altındaki Nükleer Santraller Dairesi bakıyordu. Her ne
kadar Ecevit, nükleer ihaleyi bütçeye yük getirecek diyerek iptal etmiş olsa da,
pis kokular her yeri sarmıştı. Enerji sektörünün yargıya taşınmış en önemli
yolsuzluk dosyalarından biri Beyaz Enerji operasyonuyla ortaya çıkmıştı. İşin
içinde nükleer enerji de vardı. Nasıl olmasın ki, milyarlarca dolarlık bir
ihaleden bahsediyorduk.
TEAŞ’ın Genel
Müdürü Muzaffer Selvi, Ankara DGM (Devlet Güvenlik Mahkemesi) Savcılığı’na 13
Ocak’ta verdiği ifadesinde, “Nükleer
enerji santral ihalesi yapımı gündeme geldiğinde Kanada firmasının 50 milyon
dolar rüşvet dağıttığı ortada söylendi… Enerji Bakanı Ersümer’in nükleer
santralin yapım işinin Kanada konsorsiyumuna verilmesi yönünde bir baskısı oldu
ama bu baskıyı niçin uyguladı bilmiyorum” demişti. TEAŞ Genel Müdür
Yardımcısı Ünal Peker ise ifadesinde, “Bu
ihale aşamasında tahminimce 6 ay veya 1 yıl kadar önce ihaleye katılan Kanada
firması tarafından bakanlık seviyesinde birilerine 50 milyon dolar para
verildiğini duydum. Bu paranın Anavatan Partisi adına alındığını duymuştum.
…Enerji Bakanlığı’nda yukarıda anlattığım konu herkes tarafından bilinmektedir”
sözlerine yer vermişti. (Rüşvetin
Deşifresi, Aykut Küçükkaya, sayfa 106, 111)
Selvi ve
yardımcısı Peker, Beyaz Enerji Davası’ndan 11 yıl ceza aldı. ANAP Genel Başkanı
Mesut Yılmaz adını rüşvet meselesine karıştırdıkları için daha sonra birçok
kişiye tazminat davası açmıştı. 2012’de dava zaman aşımıyla düştü. İhalelere
fesat karıştırma iddiasıyla açılan davada sadece nükleer enerji yoktu. Birçok
büyük şirketin adı bu davaya karıştı. Dönemin Enerji Bakanı Cumhur Ersümer Yüce
Divanlık oldu. Daha da ilginci, Mesut Yılmaz’ın itirazına rağmen koalisyon ortağı
MHP lideri Bahçeli’nin ısrarı ve muhalefetin baskısı nedeniyle Ersümer görevinden
istifa etmek zorunda kaldı. Bu ülke yolsuzluk nedeniyle bir bakanın istifa
ettiğini gördü. Hem de ‘vesayet, mesayet’ denilen o yıllarda.
Bütün bunları
hatırlatmamın elbette bir nedeni var. Bugün Türkiye’nin her yanından çılgın
projeler fışkırıyor. Her biri milyarlarca liralık projeler. Akkuyu Nükleer
Santrali 20-22 milyar dolar. Rus şirket sermaye maliyetinin yüzde 43’ünün
inşaat maliyeti olduğunu açıkladı. Nereden baksanız 10 milyar dolarlık ihaleden
bahsediliyor, bunun yüzde 90’ı açık ihale olacakmış. Sinop Nükleer Santrali
için biçilen miktar da 22 milyar dolar. İki
nükleer proje 50 milyar dolar.
Rakamlar
havada uçuşuyor ve değişiyor ama fikir
vermesi için yazıyorum. Marmaray yeni bitti, ederi 5,5 milyar TL. İstanbul’daki
3. Köprü 4,5 milyar TL. 3. Havalimanı’nın yapımı 28, 25
yıllık işletmesi için ödenecek ücret 72 milyar TL. Hepsi 110 milyar TL.
Rakamlar
yüksek. Bu projelerin ilgili olduğu bakanlıklar arasında Çevre ve Şehircilik
ile Ekonomi Bakanlığı da var. Yolsuzluk soruşturması sonuçlanmadı ama kabul
etmeliyiz ki, iki bakan ve bakanlık zan altında. Yargı süreci titizlikle ve
şeffaf bir biçimde yürütülmeli. Bunlar olurken de, zaten varlık nedenleri
şaibeli bu projeler dondurulmalı. Denetim organları bu ihaleleri gözden
geçirmeli, sürece sivil toplum örgütleri de dahil olmalı. Çevre ve Şehircilik
Bakanlığı TMMOB’u değil, TMMOB Bakanlık’ı denetlemeli. Kızmanın, suçu İsrail’e
Marslılara atmanın anlamı yok. Adalet ve Kalkınma Partisi ‘AK’lanmak istiyorsa
ancak böylesi kapsamlı ve şeffaf bir denetim sürecinden geçerek aklanabilir. Şu
ana kadar, Emniyet’te yaptıkları operasyonlarla, başta İçişleri olmak üzere
ilgili bakanları görevde tutmakla yapılması gerekenin tam tersini yaptılar.
Nükleer
enerjiye muhtaç olmadığımızı bilen herkes, Türkiye’nin bu maceraya neden
girdiğini açıklamakta zorlanıyor. Elektrik üretmek için daha ucuz ve temiz
kaynaklar mevcut. Enerji tasarrufu potansiyeli ortada. Rüşvet meselesi nükleerde
hep söylenirdi şimdi daha fazla gündeme gelecek. O yüzden hükümet, bu
projelerde daha ileri gitmeden ‘AK’lanma işini ciddiye alsa iyi olur.
Keçilerin çiftleşmesi iklimi değiştiriyor
Özgür Gürbüz-BirGün/15 Aralık 2013
Belki hatırlarsınız, bir ara küresel iklim değişikliğine metan gazı nedeniyle ineklerin neden olduğu söylenmiş, koca koca fabrikaları bırakıp dört ayaklı dostların peşine düşmüştük. Merak etmeyin, ineklerden sonra sıra keçilere gelmedi. Küresel iklim değişikliğinin sorumlusu ne inekler ne de keçiler; asıl sorumlu insan. Bunu da, sanayi devriminden günümüze kadar kullandığımız kömür, petrol ve doğalgazla yaptık.
Belki hatırlarsınız, bir ara küresel iklim değişikliğine metan gazı nedeniyle ineklerin neden olduğu söylenmiş, koca koca fabrikaları bırakıp dört ayaklı dostların peşine düşmüştük. Merak etmeyin, ineklerden sonra sıra keçilere gelmedi. Küresel iklim değişikliğinin sorumlusu ne inekler ne de keçiler; asıl sorumlu insan. Bunu da, sanayi devriminden günümüze kadar kullandığımız kömür, petrol ve doğalgazla yaptık.
Peki,
ya keçiler diyorsunuz, nereden çıktı bu keçiler? Açıkçası sözlükten çıktı.
Türkiye’de iklim değişikliği konusunu ciddiye alan kişi sayısının azlığından
olsa gerek, yazarken, konuşurken terminolojiye de dikkat etmiyoruz. Falanca
santralin yol açtığı seragazı salımı diyoruz ama bir gün merak edip salım
kelimesinin anlamına bakmıyoruz. Türk Dil Kurumu’nun (TDK) sözlüğünde böyle bir
kelime yok. Dil Derneği sözlüğünde ise salım kelimesinin iki anlamı var. İlk
anlamı ‘nezle’. İkinci anlamı da ‘tekelerin dişi keçilerle çiftleşme zamanı’.
Bu durumda seragazı salımı dendiğinde iki ihtimal karşımıza çıkıyor.
Seragazlarının fena halde üşütüp nezle olmasından veya bu gazların tekelerle
keçilerin arasına girdiği garip bir ilişkiden bahsediyoruz. Salım kelimesi bize
o kadar yabancı ki, kullanırken de hata yapıyoruz. Koca koca gazeteler,
televizyonlar salım yerine çoğu zaman salınım kelimesini kullanıyor. Salınım, salınmak
eylemini, bir çeşit devinimi anlatıyor. Yakında salık, salışık, salma gibi yeni
kelimeleri de duyarız.
İtiraf
etmeliyim ki ilk başlarda ben de Fransızca kökenli emisyon yerine salım demeyi
tercih ediyordum. Biraz da Türkçe’ye yerleşir düşüncesiyle. ‘Salım’ın ‘salınım’a
dönüştüğünü duyduğumda vazgeçtim. Anlatması zor bir olayı daha da karmaşık hale
getirmek doğru değil. Emisyon kelimesi egzoz emisyonu gibi birçok yerde
karşımıza çıktığı için en azından bir fikir veriyor. Bu yüzden uzunca bir süredir seragazı emisyonu
diyor ve yazıyorum. Meslektaşlarıma, iklim değişikliği çalışan akademisyen ve
eylemcilere duyurulur. Keşke sesimizi dil bilimciler de duysa da bu soruna
yerli bir çözüm üretsek.
Medyanın,
sivil toplumun Türkçe’ye ilgisizliği bu konuyla sınırlı değil. Farkındalık, sivil
toplum kuruluşlarında çalışan arkadaşların bayıldığı bir kelime. Yakın zamana
kadar o da sözlüklerde yoktu, TDK, “farkında olma durumu” diyerek sözlüğe
eklemiş. Dil Derneği sözlüğünde ise hâlâ karşılığı yok. İte kaka sözlüğe giren
bu kelime bence yerine oturmadı. Genelde ‘farkındalık
yaratma’ şeklinde kullanılıyor. Böyle olunca da ‘farkında olma durumu yaratma’ gibi bir ucube ortaya çıkıyor.
Bilinçlendirme, bilgilendirme ve duruma göre kullanılabilecek onlarca kelime
varken farkındalıkta ısrar etmeyi anlamsız buluyorum. İngilizce’de her
gördüğünüz kelimeye Türkçe karşılık aramaktan vazgeçin artık. Bir ucube
kelimeyle konuyu anlatmaktansa iki bildik kelimeyle anlatmak sizi daha
anlaşılır kılar.
Dil,
toplumu değiştirmek, dönüştürmek isteyenlerin en önemli aracı. Özellikle
siyasetçilerin, kampanyacıların yalın, herkesin konuştuğu dile hakim olmaları
bu yüzden çok önemli. İletişim çoğu zaman, özellikle de bizim toplumumuzda
sözle başlar, yazıyla devam eder. Aksi takdirde, başta yeni kavramlar olmak
üzere, derdinizi anlatmakta zorlanırsınız. Bir başka örnekle açıklayayım.
Toplumsal cinsiyet sivil toplumun alıştığı bir kavram olsa da, çoğumuza
yabancı. Bunu, bir de ‘gender’
(cendır okunur) diyerek daha da yabancılaştırmayın. Derdiniz karşınızdakine
ulaşmaksa, anlaşılır olmak elzemdir.
Düzgün
bir dil kullanılmasında başta medyaya çok iş düşüyor ama medya organlarının
adlarının bile yabancı kelimelerden seçildiği bir ülkede yaşıyoruz. ‘CNBC-e’ gibi ilk dört harfi İngilizce
okunup, en son harfe gelince Türkçe’nin akla geldiği bir kanalımız bile var. (SiEnBiSi-e, İngilizce’de “e” harfi “i”
okunur ). Can Yücel olsaydı her halde şöyle derdi: “Türkçe’yi kıçına gelince mi
hatırladınız?”
Çimlere Basmayın 9 (13 Aralık 2013)
13 Aralık 2013 Cuma günü yayınlanacak Çimlere
Basmayın programında neler var? Merak edenler için kısa bir bilgi notu
hazırladık. İşte programımızdan bazı başlıklar:
* İklim değişikliğinin sorumlusu 90 şirket.
* Kazdağları'ndaki altın madenlerine yürütmeyi durdurma kararı
*Gökova'ya çevreyi korumak(!) için viyadük yapılacak
* Kentlerde meydanlarımız ne durumda ? İdeal meydanlar nasıl planlanmalı? Knt meydanları neden önemli? Mimdap Yayın Kurulu Üyesi Mimar Hasan Kıvırcık canlı yayında sorularımızı yanıtlıyor.
* Balık alırken boyuna bakın. Küçük balık almayın, balıkları karışlayın.
* Ergene Havzası'nı kim kirletti, kimler korumaya çalışıyor. Başbakan Erdoğan suçu CHP'li belediyelere attı. Çevreciler bu konuda ne düşünüyor? Ergene İnsiyatifi Temsilcisi, Gündoğdu belgeselinin yönetmeni Nejla Demirci canlı yayında sorularımızı yanıtlayacak.
* Yeşil ajanda: Tüm Türkiye'den çevre ve ekoloji etkinlikleri, duyurular.
* Ve "yeşil" türküler...
Çimlere Basmayın programını her cuma 13:00-14:00 saatleri arasında www.yonradyo.com.tr adresinden ya da İstanbul ve çevre illerde 96,6 FM bandından radyolarınız aracılığıyla dinleyebilirsiniz.
Çimlere basmayın, bu programı da kaçırmayın.
* İklim değişikliğinin sorumlusu 90 şirket.
* Kazdağları'ndaki altın madenlerine yürütmeyi durdurma kararı
*Gökova'ya çevreyi korumak(!) için viyadük yapılacak
* Kentlerde meydanlarımız ne durumda ? İdeal meydanlar nasıl planlanmalı? Knt meydanları neden önemli? Mimdap Yayın Kurulu Üyesi Mimar Hasan Kıvırcık canlı yayında sorularımızı yanıtlıyor.
* Balık alırken boyuna bakın. Küçük balık almayın, balıkları karışlayın.
* Ergene Havzası'nı kim kirletti, kimler korumaya çalışıyor. Başbakan Erdoğan suçu CHP'li belediyelere attı. Çevreciler bu konuda ne düşünüyor? Ergene İnsiyatifi Temsilcisi, Gündoğdu belgeselinin yönetmeni Nejla Demirci canlı yayında sorularımızı yanıtlayacak.
* Yeşil ajanda: Tüm Türkiye'den çevre ve ekoloji etkinlikleri, duyurular.
* Ve "yeşil" türküler...
Çimlere Basmayın programını her cuma 13:00-14:00 saatleri arasında www.yonradyo.com.tr adresinden ya da İstanbul ve çevre illerde 96,6 FM bandından radyolarınız aracılığıyla dinleyebilirsiniz.
Çimlere basmayın, bu programı da kaçırmayın.
Beyaz mısın siyah mı?
Özgür Gürbüz-BirGün/8 Aralık 2013
Müzeye girmek için
kapıda bilet alıyorsunuz. İki tip bilet veriliyor. Birinin üzerinde ‘beyaz’ yazıyor, diğerinde ise ‘beyaz olmayan’. Biletin rengi,
derinizin rengi oluyor. Müzeye o renge ait kapıdan giriyorsunuz. Hayatını
renktaşlarıyla geçirenler, ezen ırka ait hissedenler için soğuk duş gibi o
kapı. Nelson Mandela’nın memleketi Güney Afrika’da bir müzeden bahsediyorum. Johannesburg’daki
Apartheid* Müzesi’nden.
Müzede, 1948’de başlayıp 1984’te sona eren zencilerin beyazlarla eşit olma mücadelesinin tarihine tanıklık ediyorsunuz. Beyaz ve siyah, ayrı ayrı girdiğiniz müzeye, Güney Afrika Anayasası’nın yedi temel unsuruna, demokrasi, eşitlik, uzlaşma, farklılık, sorumluluk, saygı ve özgürlük bakarak birlikte aynı kapıdan çıkıyorsunuz.
Kimlik kartları, beyaz
ve siyahları ayıran tabelalar, silahlı mücadeleden kalan silahlar, idam
edilenleri simgeleyen tavandan sarkıtılmış urganlar. 27 yıl hapis yattıktan
sonra ülkesini ırkçılığın elinden alan Nelson Mandela’nın unutulmaz
fotoğrafları. Müzede tanıdık eşyalar da var. Sokaklarda görmeye alıştığımız
TOMA’ların bir benzeri oradaydı. Demek ki hep kahrolası suçlara hizmet etmiş bu
alet...
Hayatımızdan hiç çıkmayan hapishaneler ve kelepçeler de oradaydı. Bir de tabela gözüme ilişti. 1985’te mahkeme kararıyla ırk değiştiren 1000 kişiden bahsediyordu. Üç Çinli beyaz, 50 Hintli renkli, 20 renkli siyah olmuş… Liste uzayıp gidiyor. Güney Afrika’da nüfus dört gruba ayrılmıştı. Siyahlar, beyazlar, Hintliler ve renkliler. Renklilerin içinde Avrupalılar, farklı ırklardan anne babaların çocukları, Çinliler, Filipinliler ve diğerleri vardı. Irkçılık mikrobu bir kez bulaşmaya görsün…
Doğarken siyah, esmer
ya da sarı doğmak müzeden aldığınız biletin rengi gibi sizin iradenizle
şekillenen bir şey değil. Sorun da değil. Bir başka renge, ırka karşı üstün
olduğunuzu düşünmek ise sadece sizin suçunuz. Şanssızlık, eğitimsizlik veya cahillikle
açıklanamayacak bir insanlık suçu ve tarih bu suçu işleyenlerle dolu. Siz bu
satırları okurken dünyanın bir köşesinde, belki de sizin evin sokağının hemen
dibinde, bir kişi ırkından, etnik kökeninden, cinsiyetinden, dininden veya
dinsizliğinden dolayı ayrımcılığa uğruyor, ötekileştiriliyor olabilir. Bu suça
ortak olanları birkaç istisna hariç kimse hatırlamıyor ve hatırlamayacak. İstisnalar
da kötü örnek olacak, lanetlenecek. Bugün olduğu gibi dünya hep ırkçılığa karşı
duranları konuşacak, Nelson Mandela’yı konuştuğu gibi. Dünya onu hatırlıyor ve
hatırlayacak. Acı çektirmek kolay olabilir ama tarih acıları çekenleri yazar,
gelecek onların istediği gibi olur. Bugün bu ülkede binlerce çocuğa Deniz ismi
verilmiş ise bunun bir nedeni var. Kızılderililerin posterleri hiç görmedikleri
ülkelerde duvarlara asılmışsa boşa değildir. Bugün memleketimde Kürtçe,
Ermenice, Lazca bilmeyen onlarca Türk, bu dillerde türkü söylüyor, dinliyorsa
derdindendir. Yarın da farklı olmayacak. Yarın onlarca çocuk Ali İsmail,
Abdullah, Ethem, İrfan, Mehmet, Mustafa ve Selim adıyla doğacak. Onlar bu
ülkenin Mandelaları olacak.
Bir ‘başkasının’ derdini anlamak için illa ‘başka doğmak’ gerekmez. Bugün
Mandela’yı anlayabiliyorsanız, Ali İsmail’i, Abdullah’ı, Ethem’i, İrfan’ı,
Mehmet’i, Mustafa’yı ve Selim’i de anlamalısınız. Beyazlara zencilere
yaptıklarından dolayı kızıyorsanız, bu ülkenin azınlıkları Kürtlere, Alevilere,
dinsizlere yapılanlara karşı da öfkelenmelisiniz. Mandela için ağlıyorsanız
onlar için de ağlamalısınız. Yok, ben TOMA’dan yanayım, haklının değil güçlünün
koluna girerim diyorsanız Mandela’nın şu sözlerini hatırlayın: “Özgür olmak, sadece birinin zincirlerini
kırması değildir. Başkalarının özgürlüğünü yücelten ve başkalarının özgürlüğüne
saygı duyacak biçimde yaşamaktır.”
Eğer Gezi’dekilere “çapulcu” diyor, “bayrak yaktılar, camiye girdiler” gibi bahanelerle onların karşısında duruyorsanız, bilin ki bundan 30 yıl önce Güney Afrika’da yaşamış olsaydınız sizin renginiz Mandela ve arkadaşlarının karşısındaki ‘beyaz’ olurdu.
*Güney Afrika’da ırkçılığı yasalarla düzenleyen sistem
Eşitlik, Uzlaşma, Farklılık. Foto: O. Gurbuz |
Müzede, 1948’de başlayıp 1984’te sona eren zencilerin beyazlarla eşit olma mücadelesinin tarihine tanıklık ediyorsunuz. Beyaz ve siyah, ayrı ayrı girdiğiniz müzeye, Güney Afrika Anayasası’nın yedi temel unsuruna, demokrasi, eşitlik, uzlaşma, farklılık, sorumluluk, saygı ve özgürlük bakarak birlikte aynı kapıdan çıkıyorsunuz.
Siyahlara ait eski bir kimlik kartı. Foto: O. Gurbuz |
Hayatımızdan hiç çıkmayan hapishaneler ve kelepçeler de oradaydı. Bir de tabela gözüme ilişti. 1985’te mahkeme kararıyla ırk değiştiren 1000 kişiden bahsediyordu. Üç Çinli beyaz, 50 Hintli renkli, 20 renkli siyah olmuş… Liste uzayıp gidiyor. Güney Afrika’da nüfus dört gruba ayrılmıştı. Siyahlar, beyazlar, Hintliler ve renkliler. Renklilerin içinde Avrupalılar, farklı ırklardan anne babaların çocukları, Çinliler, Filipinliler ve diğerleri vardı. Irkçılık mikrobu bir kez bulaşmaya görsün…
Beyazlar, siyahlar ve daha az beyazlar... Foto: O. Gurbuz |
Mandela Meydanı. Foto: O. Gurbuz |
Özgürlük. Foto: O. Gurbuz |
Eğer Gezi’dekilere “çapulcu” diyor, “bayrak yaktılar, camiye girdiler” gibi bahanelerle onların karşısında duruyorsanız, bilin ki bundan 30 yıl önce Güney Afrika’da yaşamış olsaydınız sizin renginiz Mandela ve arkadaşlarının karşısındaki ‘beyaz’ olurdu.
*Güney Afrika’da ırkçılığı yasalarla düzenleyen sistem
FOTO altı: Mandela Meydanı’nda birlikte oynayan
‘siyah’ ve ‘beyaz’ çocuklar.
Çimlere Basmayın-8 (6 Aralık 2013)
6 Aralık 2013 Cuma günü yayınlanacak Çimlere
Basmayın programında neler var? Merak edenler için kısa bir bilgi notu
hazırladık. İşte programımızdan bazı başlıklar:
* Japonya Fukuşima haberlerini yasaklıyor mu?
* Çanakkale Belediye Başkanı'nın Kazdağları isyanı
* Buğday ambarına termik santral olur mu?
* Türkiye'de tarım nereye gidiyor? Türkiye kendi kendine yeter bir ülke mi? Biz soruyoruz, Çiftçi Sendikaları Konfederasyonu Başkanı Abdullah Aysu canlı yayında yanıtlıyor.
* 3 Aralık Dünya Engelliler Günü'nde hazin tablo. Engellilerin erişim/ulaşım hakkını gazeteci Nilay Vardar'la konuşuyoruz. Vardar, Engelsiz Hayat Dayanışma Derneği üyesi fiziksel engelliler ile geçirdiği bir günü anlatıyor, gözlemlerini aktarıyor.
* Yeşil ajanda: Tüm Türkiye'den çevre ve ekoloji etkinlikleri, duyurular.
* Ve "yeşil" türküler...
Çimlere Basmayın programını her cuma 13:00-14:00 saatleri arasında www.yonradyo.com.tr üzerinden dinleyebilirsiniz.
Çimlere basmayın, bu programı da kaçırmayın.
* Japonya Fukuşima haberlerini yasaklıyor mu?
* Çanakkale Belediye Başkanı'nın Kazdağları isyanı
* Buğday ambarına termik santral olur mu?
* Türkiye'de tarım nereye gidiyor? Türkiye kendi kendine yeter bir ülke mi? Biz soruyoruz, Çiftçi Sendikaları Konfederasyonu Başkanı Abdullah Aysu canlı yayında yanıtlıyor.
* 3 Aralık Dünya Engelliler Günü'nde hazin tablo. Engellilerin erişim/ulaşım hakkını gazeteci Nilay Vardar'la konuşuyoruz. Vardar, Engelsiz Hayat Dayanışma Derneği üyesi fiziksel engelliler ile geçirdiği bir günü anlatıyor, gözlemlerini aktarıyor.
* Yeşil ajanda: Tüm Türkiye'den çevre ve ekoloji etkinlikleri, duyurular.
* Ve "yeşil" türküler...
Çimlere Basmayın programını her cuma 13:00-14:00 saatleri arasında www.yonradyo.com.tr üzerinden dinleyebilirsiniz.
Çimlere basmayın, bu programı da kaçırmayın.
“Buğday ambarını ateşe vermeyin”
Foto: Elif Sezginer Verün |
Özgür Gürbüz-Birgün/5 Aralık 2013
TEMA Vakfı, Konya’nın Karapınar ilçesindeki düşük
kaliteli linyit rezervlerinin elektrik üretiminde kullanılması için termik
santral kurulmasına karşı çıkıyor. Elektrik Üretim Anonim Şirketi (EÜAŞ) ise
bölgede 5 bin 870 megavat gücünde termik santral kurulmasını planlıyor. Farklı
alanlarda çalışan dokuz uzmanın hazırladığı ‘Konya Karapınar Kapalı Havzası
Termik Santral Etkileri Uzman Raporu’nu bir basın toplantısıyla açıklayan TEMA
Vakfı, bölgeye termik santral yapılırsa 60 bin kişinin tarımsal ve içme suyu
ihtiyacının riske gireceğine dikkat çekiyor. 30 yıl çalışacak termik
santrallerden çıkacak küller de 5 bin 220 futbol sahası büyüklüğünde bir alanı
10 metre yüksekliğe kadar dolduracak.
KONYA HAVZASI SUSUZ KALABİLİR
Basın toplantısında konuşan Adıyaman Üniversitesi Ziraat
Mühendisliği Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Erhan Akça, bölgede yıllık yağış
ortalamasının metrekare başına 250 mm, çölleşme sınırının da 200 mm olduğuna
dikkat çekti. “Akarsu olmayan bir yerde yeraltı sularını kullanıyoruz. Bu
yüzden de kuraklık ve obruklar oluşuyor” diyen Akça, yer altı sularıyla
oynamanın çok tehlikeli olduğunu söyledi.
İTÜ Kimya Metalürji Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. İsmail Duman ise
konuşmasında su kıtlığı ve açık madencilik tehlikesine değindi. Duman santralde
kullanılacak soğutma suyu için yer altı sularının kullanılmasının ciddi
sorunlara yol açacağına dikkat çekti. Duman, “Karapınar’dan yer altı suyunu
çekeyim derseniz tüm Konya Havzası’nın suyunu çekersiniz. Bu bile soğutma
kulelerinin su ihtiyacını karşılamıyor. Buğday ambarını ateşe vermeyin” dedi.
Kömür rezervinin yer altı sularının altında bulunması da bir başka sorun.
Raporda, bölgede çıkarılacak kömürün ortalama 138 metre derinlikte bulunduğu,
kömür sahasının olduğu bölgede ise yeraltı su düzeyinin en çok 20 metre
derinlikte olduğu yazılı. Bu da yeraltı suyunun pompalarla boşaltılmasını
gerektirebilir. Böyle bir uygulamanın yeraltı suyundaki düşüşü hızlandıracağı
ve bölgedeki obrukların sayı ve büyüklüğünü arttıracağı öne sürülüyor.
HER YIL 13,5 MİLYON TON KÜL ÇIKACAK
Toplantıda dikkat çekilen bir diğer konu ise açık ocak
madenciliğiydi. Bölgede 1 milyar 830 milyon ton linyit rezervi tespit
edildiğini belirten Duman, EÜAŞ’ın bu rezervin 1 milyar 580 milyon tonunu açık
ocak madenciliğiyle çıkartılmasını planladığını, bu kararın nasıl alındığını bilmediklerini
söylüyor. Açık ocak işletmeciliği
tonlarca toprağın kazılması anlamına geliyor.
Duman, “1 m3 kömür çıkartmak için 9,4 m3’lük kazı
yapılması, kalan 8,4 m3 toprağın da bir başka yere nakledilmesi gerekiyor”
diyor. Bu da, tüm kömür rezervinin çıkarılması için 22 milyar tonluk bir
hafriyata denk düşüyor. Bu hafriyatın binde birinin tozlaşarak havaya kalkması
30 yılda 22 milyon ton tozun bölgeye uçuşması anlamına geliyor. Yılda 700 bin
ton tozdan bahsediyoruz. Tüm kapasiteyi değerlendirecek termik santrallerin
kurulması halinde yakılan kömürlerden çıkacak kül miktarı da yılda 13,5 milyon
tonu bulacak.
DEMİR ÇELİK YENMEZ
Ege Üniversitesi Halk Sağlığı Ana Bilim Dalı Öğretim
Üyesi Prof. Dr. Ali Osman Karababa ise toplantıda termik santrallerin
yaratacağı sağlık sorunlarını anlattı. “Bu bir cinayettir, bunun başka bir
anlamı yok” diyen Karababa, kömür santrallerin başta solunum yolu hastalıkları
olmak üzere çok çeşitli sağlık sorunlarına yol açtığını belirterek, ABD’de
termik santral kaynaklı hava kirliliğinin çocukların yüzde 9’undan fazlasında
görülen astım ataklarını tetiklediğini söyledi. Karababa, “Endüstriyel hiçbir
ürünü yiyemezsiniz. Tarımsal kaynakları koruyabildiğiniz sürece Anadolu’da
yaşam devam edecek. Madenden altın çıkarırısınız, demir çelik üretirsiniz ama
bunları yiyemezsiniz” dedi.
Tema Vakfı, kömür madeni ve termik santral projesinden
vazgeçilmesini, bölgenin kalkınması için sürdürülebilir tarım uygulamalarının
desteklenmesini istiyor.
***
“350 bin ton buğday ürettik”
Muttalip Yıldırım
TEMA Vakfı Karaman Temsilcisi
Rüzgar erozyonu en büyük sorunumuz, toprağımız az,
suyumuz yok ama ekonomimiz tarıma dayalı. Karaman bölgesinde üretilen buğday,
kuru fasulye ve bakliyat üretimi yeterli. İhracat bile yapıyoruz. 500 bin ton
civarı elma üretiyoruz. Geçen yıl 350 bin ton buğday
35 bin ton kuru fasulye ürettik. İşsizlik sorunumuz yok.
Çorak alanda zoru başarmışız. Buradaki sanayi de tarıma dayalı. Termik santral
yapıldığında tarım zarar görecek, dolayısıyla sanayi de zarar görecek. İşimiz
iyi, para kazanıyoruz. Bölgede kişi başına düşen gelir 15 bin doların üzerinde.
Bu sistemi neden bozalım? Karaman’da 250 bin kişi yaşıyor.
Çelişkiler Partisi
Özgür Gürbüz-BirGün/1 Aralık 2013
Hatırlayın,
bundan 10 gün önce Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar, “HES’lerle
ufak dereleri mahvediyoruz. 10 megavattan (MW) az enerji üretecek HES’lere
kesinlikle (izin) vermeyeceğiz. Bundan sonra bunun hesabını sorarsınız”
demişti. Soralım o zaman.
Antalya’nın Manavgat
ilçesine bağlı Ahmetler Köyü’nde bir hidroelektrik santral (HES) yapılmak
isteniyor. İnşaat çevrecileri ve tüm köyü ayağa kaldırdı. Köylüler neredeyse
bir aydır çadırlarda yatıp kalkıyor, inşaatı engellemeye çalışıyor. Delta
Yatırım Holding’e bağlı Seçenek Enerji çalışanlarıyla köylüler arasında ciddi çatışmalar
yaşandı, yaralananlar oldu. Köylüler, silahla taciz ateşinde bulunulduğu iddiasıyla
firma çalışanlarından şikayetçi oldu. Firma yetkilileri “Bakanlık dahil tüm izinleri aldık” diyor ama köylülerin yanıtı çok
net: “Burada biz yaşıyoruz, bize
sordunuz mu?” Tüm bunların üstüne Bakan Bayraktar’ın açıklaması geldi.
Ahmetler’de yapılmak istenen HES’in büyüklüğü 9,96 MW, 10 MW’tan küçük. Buyurun
o zaman, ‘kesinlikle izin vermeyin’
de bitsin şu Ahmetler’in çilesi.
Bu ne yaman
çelişki demeyin dahası var. Adalet ve Kalkınma Partisi iktidara geldiği günden
beri hep aynı şeyi söylüyor; “enerjide
dışa bağımlılığı azaltacağız” diyor. Önerdikleri formül yerli ve
yenilenebilir kaynakları kullanmak. Lafı uzatmaya gerek yok. 2004 yılında
Türkiye elektrik üretiminin neredeyse yarısı yerli kaynaklardan sağlanıyordu. 2011’de
bu oran yüzde 44’e geriledi. Artmadı, geriledi.
Yerli enerji
meselesi zaten karışık. Kömür bu topraklardan çıkınca yerli kabul ediliyor.
Santralin sahibi yabancı şirket de olsa kural değişmiyor. Bu kadar basit değil.
Kanımca ‘yerli enerji tanımı’ özelleştirmeler
ve yabancı sermayenin girişiyle tarih oldu. Önümüzde Yatağan, Kemerköy ve
Yeniköy termik santrallerinin özelleştirilme süreci var. Hepsi yerli kömürle
çalışıyor ve sahibi devlet. İşçiler direniyor ama satış gerçekleşirse özel
sektöre geçecek. Yerli ya da yabancı fark etmez, kâr kamunun değil özel
sektörün cebine girecek. Biz bu
santrallerin ürettiği elektriğe hâlâ ‘yerli elektrik’ mi diyeceğiz?
Bitmedi, hükümetin
bir başka çelişkisi de cari açık enerji ithalatı söylemi. Cari açık ne zaman
büyüse enerji ithalatından şikayet edilir. Suçlu da hep doğalgazdır. 2012
yılında Türkiye enerji ithalatına 60 milyar dolar ödedi. Bunun 4,6 milyar
doları kömüre gitti. Petrol ihracatına
31,5, doğalgaza da 23,2 milyar dolar harcandı. Doğalgazla uğraşalım ama
asıl kalem petrolü neden ihmal ediyoruz? Hükümetten petrol kullanımını
azaltacak bir öneri, tedbir duydunuz mu? Aksine, yeni otoyollar, 3. Köprü ve İstanbul
Boğazı’na yapılacak sadece araçların kullanacağı tüp geçit projesiyle araç
kullanımı dolayısıyla petrol tüketiminin arttırılması amaçlanıyor. Mega
kentler, toplu taşımanın ihmali, havayolu taşımacılığının desteklenmesi de
cabası.
11 yıldır
iktidardaki AKP’nin çelişkileri enerjiyle sınırlı değil. Kürt sorununun çözüm
sürecini, “Bu ülkede kaç aydır kan
dökülmüyor” diyerek tartışma ve eleştirilere tamamen kapatanlar, Suriye’de
izlediği politikalarla ölümleri destekliyor. Kan dökülmemesi gerçekten de
önemli ve hepimizin ilk önceliği olmalı ama bu ilke Türkiye’nin iç
politikasıyla sınırlı kalmasın. Türkiye’nin içlerinde El Kaide gibi örgütlerin de
bulunduğu güçleri desteklediği Suriye’de
bugüne kadar 113 bin insan öldürüldü. Bunların 11 bin 420’si çocuk; 17 yaşın
altında. Esad karşıtı güçlerden desteğinizi çekseniz, çözüm müzakere
yoluyla bulunsa daha iyi olmaz mı? Türkiye’de olduğu gibi
Suriye’de de kan dökülmese fena mı olur?
Adalet ve kalkınmayı
geçtim. Cemaat, MGK ilişkileri de malumunuz. Eğitimden enerjiye kadar diğer
alanlarda da sorunlar ortada. İzlediği politikalarla bir ‘çelişkiler partisi’ var karşımızda. İstikrar için oy vereceklere
duyurulur.
Çimlere Basmayın-7 (29 Kasım 2013)
29 Kasım 2013 Cuma günü yayınlanacak Çimlere Basmayın programında neler var? Merak edenler için kısa bir bilgi notu hazırladık. İşte programımızdan bazı başlıklar:
* Yağmurlar sel oluyor ama biz çözüm için ne yapıyoruz?
* Bakanlık da HES sorununu kabul etti.
* Gizem serbest ama hâlâ yargılanıyor.
* Organik Tavuk nedir? Marketlerdeki tavuklardan ne farkı var? Buğday Derneği Ege Bölge Sorumlusu Nurhayat Bayturan canlı yayında soruları(n)mızı cevaplıyor.
* Gezgenin yok olmasına izin vermiyoruz diyenlerin artık bir gazetesi var: Yeşil Öfke
* Manavgat-Ahmetler Köyü'nde HES'e karşı direniş sürüyor. Köylüler 24 gündür çadırlarda nöbet tutuyor. Manavgat Kaymakamı ile köylüler arasında neler konuşuldu?
* Turgutlu'da nikel madenine karşı direniş sürüyor. Turgutlu Çevre Platformu'ndan Ayla Yönet canlı yayında neden hayır dediklerini anlatıyor.
* Yeşil ajanda: Tüm Türkiye'den çevre ve ekoloji etkinlikleri, duyurular.
* Ve "yeşil" şarkı ve türküler...
Çimlere Basmayın programını her cuma 13:00-14:00 saatleri arasında www.yonradyo.com.tr üzerinden dinleyebilirsiniz.
Çimlere basmayın, bu programı da kaçırmayın.
* Yağmurlar sel oluyor ama biz çözüm için ne yapıyoruz?
* Bakanlık da HES sorununu kabul etti.
* Gizem serbest ama hâlâ yargılanıyor.
* Organik Tavuk nedir? Marketlerdeki tavuklardan ne farkı var? Buğday Derneği Ege Bölge Sorumlusu Nurhayat Bayturan canlı yayında soruları(n)mızı cevaplıyor.
* Gezgenin yok olmasına izin vermiyoruz diyenlerin artık bir gazetesi var: Yeşil Öfke
* Manavgat-Ahmetler Köyü'nde HES'e karşı direniş sürüyor. Köylüler 24 gündür çadırlarda nöbet tutuyor. Manavgat Kaymakamı ile köylüler arasında neler konuşuldu?
* Turgutlu'da nikel madenine karşı direniş sürüyor. Turgutlu Çevre Platformu'ndan Ayla Yönet canlı yayında neden hayır dediklerini anlatıyor.
* Yeşil ajanda: Tüm Türkiye'den çevre ve ekoloji etkinlikleri, duyurular.
* Ve "yeşil" şarkı ve türküler...
Çimlere Basmayın programını her cuma 13:00-14:00 saatleri arasında www.yonradyo.com.tr üzerinden dinleyebilirsiniz.
Çimlere basmayın, bu programı da kaçırmayın.
Çaresiz değiliz çare ‘SİZ’siniz.
Özgür Gürbüz-BirGün/24 Kasım 2013
Varşova’daki
iklim zirvesi bitti. 19. taraflar toplantısı (COP 19) da geride kaldı. Bu
toplantıdan da küresel iklim değişikliğini durduracak bir anlaşma çıkmadı. Belirsizlik,
zaman kaybı bıktırıyor. Bu yüzden de sivil toplum örgütleri zirve bitmeden
toplantıyı terk etti.
Salonları,
masaları terk etmek için geç bile kaldık. Masanın bir tarafında ‘yetkisiz
hükümet yetkilileri’ diğer tarafında iklim değişikliğini durdurmak isteyen
sivil toplum örgütleri var. Sorumlular, hükümetleri kukla gibi oynatan dev şirketler
ise uzaktan olan biteni izliyor. Her hükümet yetkilisi söze iklim
değişikliğinin ne kadar can yakacağıyla başlıyor. Sivil toplum da aynı şeyleri
söylüyor. Tehlikeyi inkar eden yok ama iş anlaşmaya gelince eller masanın
altına iniyor. Fosil yakıt imparatorluğunu (petrol, kömür ve doğalgaz) güneşe
kaptırmak istemeyenler belli ki hükümetleri kontrol edebiliyor. Çok güçlüler ama benden “çaresizsiniz”
dememi beklemeyin çünkü çare sizsiniz!
Eriyen
buzul dağlarına karşı ben ne yapabilirim demeyin. Cuma günü kefaletle serbest
bırakılan Greenpeace eylemcisi Gizem Akhan ne yapıyorsa onu yapabilirsiniz.
İşinden evine bisikletiyle giden Evrim Güvenç’i kendinize örnek alabilirsiniz.
Daha çok yürüyebilir, evde daha az elektrik tüketebilirsiniz. Evde atıklarınızı
ayırabilir, mahallenizdeki çöp kutularına atabilirsiniz. Küsseniz daha iyi olur
ama otomobilinizle arkadaşlığınızı, “az görüşülenler” listesine alabilirsiniz. Küçük
bir işletmeniz varsa, Gelibolu’da gözleme satan Ferhat Ormancı gibi, enerjinizi
rüzgar ve güneşten karşılayarak önemli bir seragazı azaltımı yapabilirsiniz.
Alışverişe yanınızda bez torbayla gidebilir, sabahları bir poğaça için bir
plastik torba tüketmek yerine aynı torbayı çantanıza atarak aylarca tek
torbayla yetinebilirsiniz. Marketlerden süt, meşrubat alırken ille de
depozitolu cam şişe diye tutturabilirsiniz. Tasarruflu ampuller, verimli ev
aletleri ve büyüklerimizin nasihatleriyle elektrik faturanızı 70-80 liralardan
40-50 liralara indirebilirsiniz. İklim
değişikliği devasa bir sorun olabilir ama en büyük düğümleri çözmek için bile
ipin ucunu bulup oradan tutmanız gerekir. Bu önlemlere ‘sistem içi çözümler’ diyenler olabilir. Devrim olunca her şeyin
yoluna gireceğini düşünebilirsiniz. Aynı fikirde değilim. İstediğiniz dünyada
önce siz yaşayacaksınız ki başkalarından talep edebilesiniz. Devrim sizsiz, bizsiz olacak değil.
Değişmesini istediğiniz sistemin özü insan. Bu yazıyı okuyabildiğinize göre
siz de bir insansınız, değişecek ve değiştirecek sizlersiniz.
Varşova’daki
fiyaskonun haberini aldığımda bu sorunu çözmeye niyetli bir grup ‘çılgınla’
birlikte Ankara’da Sivil İklim Zirvesi’ndeydik. Zirveyi, Tüketiciyi ve İklimi
Koruma Derneği (Tüvik-Der) ile Küresel Denge Derneği birlikte düzenledi. Toplantıda
iklim değişikliğini durdurmak için bireysel, yerel ve ulusal önlemleri birlikte
konuştuk. Türkiye’nin enerji, ulaşım ve atık konularında seragazı emisyonlarını
indirmek için hangi yolları izlemesi gerektiğini tartıştık. “Ulusal hedef, yerel hareket” diyen Küresel
Denge Derneği Başkanı Nuran Talu, “Yerel
yönetimlerin yeni belediye başkanlarının bu işe odaklanması lazım. Türkiye’nin
iklim değişikliği konusundaki kötü performansının nedenlerini, 3. Köprü, ODTÜ
gibi projelerden dolayı çok iyi biliyoruz” diyor. Türkiye artık bir hedef
almalı, yerel yönetimler de bu hedefe paralel iklim eylem planlarını harekete
geçirmeli.
Talu,
CHP’den Çankaya Belediye Başkan Aday Adayı. Talu gibi Sinop’tan Metin Gürbüz de
çevre mücadelelerinin içinde yer alan bir başka isim. Seferihisar Belediye
Başkanı Tunç Soyer’in, Dikili Belediye Başkanı Osman Özgüven’in çevre için
yaptıklarını hepimiz takip ediyoruz. Antalya, Gaziantep, İstanbul Kadıköy ve Bursa
Nilüfer aklıma gelen diğer örnekler. Yerel seçimlerin çevreci başkan
adaylarının lehine sonuçlanması Türkiye’nin çevre sorunlarını çözmesi yönünde
ilk adım olabilir. Son sözü Tüvik-Der’den Önder Algedik’e bırakıyorum: İklimi
değil belediyeleri değiştir!
Temiz enerjinin önlenemeyen yükselişi
Özgür Gürbüz-BirGün/17 Kasım 2013
Müjdemi isterim.
Enerji Bakanı Taner Yıldız, 2023’e kadar Türkiye’nin kurulu gücüne 50 bin
megavatlık ilave yapılacağını söyledi. Türkiye’deki enerji santrallerinin şu
andaki kurulu gücü 61 bin megavat. Yıldız’ın isteği gerçekleşirse Türkiye, 90
yılda kurduğu enerji santrali kadarını önümüzdeki 10 yılda kuracak. Her yer
baraj, her yer termik ve nükleer olacak. 122 milyar dolarlık yatırımdan söz
ediliyor. Bu hedeflere ulaşılır mı, emin değilim. Amacın bu olduğunu da
sanmıyorum. Böyle bir ihtiyaç da yok. Asıl amaç pazarın büyüklüğüne vurgu
yaparak yabancı yatırımcı ve finansmanı Türkiye’ye çekmek. Ekonominin ayakta
durabilmesi için inşaata, inşaatların hayata geçmesi için de paraya ihtiyaç
var. “Enerji talebi var mı”, “Daha az enerjiyle aynı işi yapabilir miyiz”
diye soran yok. Çünkü bu çarpık ekonominin çarkı ancak tüketerek dönüyor. Daha
fazla nehir, daha fazla orman ve canlı (insan dahil) tüketerek ekonomiyi sözüm
ona büyütüyoruz.
1990 yılında Almanya ekonomiye
100 birimlik katkı yapmak için 100 birim enerji harcıyordu. 2010 yılında ise 94
birim enerji harcayarak ekonomiye 131 birim katkı yapar hale geldiler. Enerjiyi
artık daha verimli kullanıyor, daha az enerjiyle daha çok iş yapıyorlar. Peki,
ya Türkiye? Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) iktidara geldiği 2002 yılından
günümüze enerji verimliliği konusunda en ufak bir ilerleme gerçekleşmedi.
2002’de 1 birim ekonomik katkı için 240 kg eşdeğeri petrol harcıyorduk, 2011’de
ise 232 (Eurostat verileri). Aynı
zaman diliminde Almanya bu rakamı 157’den 128’e düşürdü. İyiyken daha iyi oldu.
Enerjiyi verimli kullanmak ekonomik durgunluk anlamına da gelmiyor. Yeni sektörler,
istihdam alanları ortaya çıkıyor. Hükümetin her gün enerji ithalatından şikayet
edip, enerjiyi daha az kullanmak için harekete geçmemesinin mantıklı bir
açıklaması yok. Vergi gelirlerini petrol,
doğalgaz ve otomobil satışlarına bağlamak bahane olabilir ama bunda ısrar etmek
kabul edilemez.
Türkiye’nin ekonomiyi tüketerek
büyütme niyeti sürdükçe enerji talebi de artacak. Bu değişmeli, önce talep artışını
kontrol etmeliyiz. Bunun için onlarca farklı yol var. Toplu taşımayı teşvik
etmek, yeni binalara yalıtım standartları getirmek, enerji yoğun aletlerden
daha çok vergi almak, enerjiyi verimli kullanan üretim araçlarına teşvik vermek
gibi. Enerji talebindeki artış ‘takdir-i
ilahi’ değil. Talebi yönetmeye başladıktan, artışı makul seviyelere
getirdikten sonra yenilenebilir enerji kaynaklarıyla yola devam edebilirsiniz.
Rüzgar, güneş, biyokütle gibi kaynaklar 10-15 yıl öncesine göre hem daha ucuz
hem de daha verimli. Bugün dünyada tüketilen elektriğin yüzde 4’ü rüzgar
türbinlerinden sağlanıyor. 60 yıllık geçmişe, milyarlarca dolarlık
sübvansiyonlara rağmen nükleer enerjinin payının yüzde 12 olduğunu düşünürseniz,
bu hızlı gelişmeyi daha iyi görebilirsiniz. Küçümsenen rüzgar enerjisinin
Türkiye’de üretilen elektriğin yüzde 3’ünü sağladığını da ekleyelim.
Uluslararası Enerji
Ajansı’nın birkaç gün önce açıkladığı Dünya Enerji Görünümü raporunda,
yenilenebilir enerji kaynaklarının (hidro dahil) 2015’ten önce kömürün ardından
en önemli elektrik üretim kaynağı olacağı yazıyor (Yeni Politikalar Senaryosu). Dünyada üretilen elektriğin yüzde
31’i bu kaynaklardan sağlanacak. 2035’te elektrik üretiminde kömürün payı yüzde
33, gazın yüzde 22 ve nükleerin payı yüzde 12 olacak. İşin ilginç tarafı yenilenebilirdeki
artışın üçte ikisi başta Çin olmak üzere OECD dışındaki ülkelerden geliyor.
Yenilenebilir pahalı diyenlerin bir hesap hatası yaptığı ortada.
Çimlere Basmayın'da bu hafta (15 Kasım 2013)
15 Kasım 2013 Cuma günü yayınlanacak Çimlere Basmayın programında neler var? Merak edenler için kısa bir bilgi notu hazırladık. İşte programımızdan bazı başlıklar:
* Dünyada üretilen elektriğin yüzde 4'ü rüzgar türbinlerinden sağlanıyor. Peki ya, Türkiye'de durum ne?
* İzmir'in göbeğinde radyasyonlu hurda bulundu. İkinci bir İkitelli vakası mı yaşanacak?
* Kuzguncuk Bostanı kurtuldu.
* Antalya'nın Manavgat ilçesine bağlı Ahmetler Köyü'nde HES'e karşı çıkan köylülere silahlı saldırıda bulunulduğu iddia ediliyor. Karpuz Çayı'na yapılmak istenen HES'e karşı çıkan köylüler 10 gündür direniyor. Köylülerin Avukatı Ramazan Ecevitoğlu canlı yayında sorularımızı yanıtlıyor.
* Gündemimizde Filipinler'deki Haiyan Tayfunu ve iklim değişikliği var. Özel dosyamızı kaçırmayın.
* Yeşil Gerze Çevre Platformu Sözcüsü Şengül Şahin, son yıllarda çevrecilerin kazandığı en büyük zaferlerden birini anlatıyor. Gerze'de termik santrali nasıl durdular? Bu mücadeleden herkesin çıkaracağı dersler var.
* Yeşil ajanda: Tüm Türkiye'den çevre ve ekoloji etkinlikleri, duyurular.
* Ve "yeşil" şarkı ve türküler...
Çimlere Basmayın programını her cuma 13:00-14:00 saatleri arasında www.yonradyo.com.tr üzerinden dinleyebilirsiniz.
Çimlere basmayın, bu programı da kaçırmayın.
* Dünyada üretilen elektriğin yüzde 4'ü rüzgar türbinlerinden sağlanıyor. Peki ya, Türkiye'de durum ne?
* İzmir'in göbeğinde radyasyonlu hurda bulundu. İkinci bir İkitelli vakası mı yaşanacak?
* Kuzguncuk Bostanı kurtuldu.
* Antalya'nın Manavgat ilçesine bağlı Ahmetler Köyü'nde HES'e karşı çıkan köylülere silahlı saldırıda bulunulduğu iddia ediliyor. Karpuz Çayı'na yapılmak istenen HES'e karşı çıkan köylüler 10 gündür direniyor. Köylülerin Avukatı Ramazan Ecevitoğlu canlı yayında sorularımızı yanıtlıyor.
* Gündemimizde Filipinler'deki Haiyan Tayfunu ve iklim değişikliği var. Özel dosyamızı kaçırmayın.
* Yeşil Gerze Çevre Platformu Sözcüsü Şengül Şahin, son yıllarda çevrecilerin kazandığı en büyük zaferlerden birini anlatıyor. Gerze'de termik santrali nasıl durdular? Bu mücadeleden herkesin çıkaracağı dersler var.
* Yeşil ajanda: Tüm Türkiye'den çevre ve ekoloji etkinlikleri, duyurular.
* Ve "yeşil" şarkı ve türküler...
Çimlere Basmayın programını her cuma 13:00-14:00 saatleri arasında www.yonradyo.com.tr üzerinden dinleyebilirsiniz.
Çimlere basmayın, bu programı da kaçırmayın.
Fukuşima'da 26 çocukta tiroit kanseri
Kimseyi korkutmak, acıları derinleştirmek istemiyorum ama nükleer santrallerin bir kaza veya sızıntı anında çevreye, doğaya ve insan sağlığına etkileri korkunç. Fukuşima'daki çocuklarda tiroit kanserine rastlandığını anlatan bugünkü haber hepimizi üzdü. 26 çocukta tiroit kanseri görülmüş, 33 çocuk ise risk altında.
Fukuşima kazasından 2,5 yıl sonra bu nükleer felaketin insan sağlığı üzerindeki ilk etkileri görülmeye başlandı. Umarız bu çocuklarımızın hepsini tedavi edebiliriz. Fukuşima kazası sonrası yaşanan acılar, umarız Japonya'daki insanların daha güvenli, nükleersiz bir geleceğe sahip olmasına vesile olur. Benzer bir sorunla karşı karşıyayız. Türkiye'nin iki ucunda, Mersin ve Sinop'ta nükleer santraller kurulmaya çalışılıyor. Birlikte mücadele edersek Mersin ve Sinop'taki çocuklarımızı benzer tehlikelerden koruyabiliriz. Türkiye'yi sonu olmayan bir maceradan, büyük bir mali külfetten uzak tutabiliriz.
İşin bir başka boyutu daha var. Bugün gelen kanser haberi sürpriz değil. Size Mart 2013 tarihli iki haber iletiyorum. Başlıklara tıklayarak haberleri okuyabilirsiniz.
Fukuşima tiroit kanserini patlatacak
Fukuşima çevresinde yaşayanlarda kanser oranı yüzde 30
Bugün yaşadıklarımız ne yazık ki öngörülüyordu. Radyasyondan kaçarak, koşarak kurtulmak mümkün değil. Bu yüzden hep birlikte, her yerde nükleere hayır demeliyiz. Nükleer santral elektrik üreten bir fabrika ve bugün daha ucuza, daha güvenli yöntemlerle elektrik üretme şansına sahibiz. Rakamlarla, verilerle bunu defalarca açıkladık. Nükleer enerji Türkiye için teknik bir zorunluluk değil. Yanlış bir siyasi tercih ve sonuçları çok ağır olabilir.
Fukuşima kazasından 2,5 yıl sonra bu nükleer felaketin insan sağlığı üzerindeki ilk etkileri görülmeye başlandı. Umarız bu çocuklarımızın hepsini tedavi edebiliriz. Fukuşima kazası sonrası yaşanan acılar, umarız Japonya'daki insanların daha güvenli, nükleersiz bir geleceğe sahip olmasına vesile olur. Benzer bir sorunla karşı karşıyayız. Türkiye'nin iki ucunda, Mersin ve Sinop'ta nükleer santraller kurulmaya çalışılıyor. Birlikte mücadele edersek Mersin ve Sinop'taki çocuklarımızı benzer tehlikelerden koruyabiliriz. Türkiye'yi sonu olmayan bir maceradan, büyük bir mali külfetten uzak tutabiliriz.
İşin bir başka boyutu daha var. Bugün gelen kanser haberi sürpriz değil. Size Mart 2013 tarihli iki haber iletiyorum. Başlıklara tıklayarak haberleri okuyabilirsiniz.
Fukuşima tiroit kanserini patlatacak
Fukuşima çevresinde yaşayanlarda kanser oranı yüzde 30
Bugün yaşadıklarımız ne yazık ki öngörülüyordu. Radyasyondan kaçarak, koşarak kurtulmak mümkün değil. Bu yüzden hep birlikte, her yerde nükleere hayır demeliyiz. Nükleer santral elektrik üreten bir fabrika ve bugün daha ucuza, daha güvenli yöntemlerle elektrik üretme şansına sahibiz. Rakamlarla, verilerle bunu defalarca açıkladık. Nükleer enerji Türkiye için teknik bir zorunluluk değil. Yanlış bir siyasi tercih ve sonuçları çok ağır olabilir.
Öpüşmezsek trafik sorunu çözülür mü?
Özgür Gürbüz-BirGün/10 Kasım 2013
Erkek
erkeğe oturdunuz ve İstanbul’daki son yeşil alanın talan edilmesi için bir
köprü, bir de üçüncü havalimanı yapılmasına karar verdiniz. O küçücük
helikoptere erkek erkeğe sıkışıp, durumu bir de havadan gördünüz. Ağaçları
kesen testerelerin iki ucunda da erkekler vardı. Kamyonları erkekler kullandı.
Büyük
otomobiller, dev kentler, en gaddar savaş makinaları, erkek erkeğe oynadığınız
o ölümcül oyunların araçları değil mi? Kadınların bile erkek gibi düşünenini,
maçlarda küfredenini sevdiniz. En çok da itaat edenini beğendiniz. Evde çocuk
bakanını, yemek yapanını, politikada sizin istediğiniz zaman ve istediğiniz
gibi konuşanını tercih ettiniz. Siz izin verdiğinizde soyundular, siz
istediğinizde giyindiler. Böylesini sevdiniz, ‘söz dinleyenini’.
Çocuk
doğuran kadınlara cenneti vaat ettiniz ama iş yerlerinde müdürlüğü çok
gördünüz. Cennetlik kadınları dövdünüz, erkek erkeğe tecavüz edip, başlık
parası için yine erkek erkeğe pazarlık yaptınız. Kadınlara bir kez kulak
verseydiniz, kadınlı erkekli oturup konuşsaydınız bugün bu korkunç dünyayı
konuşmuyor olurduk. Daha fazla zorlamayın, erkek erkeğe ne yaptığınız ortada.
Kadınlı erkekli ışınlanıyorlar
Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Rektörü
ve Star Gazetesi yazarı Sedat Laçiner, köşe yazısında “Yanyana evleri kiralayıp, duvarları delip iki evi tek
eve çevirip karma halde kalanları da gördüm...” diye yazmış. Bizim memlekette
iki dairenin duvarını delsen bina başına çöker. Çökmezse de ev sahibi, tüm apartman
sakinleri orada biter. Belki de öğrenciler kaşıkla kaza kaza eritmiştir duvarı…
Varsayalım rektör doğru söylüyor. Beni
asıl, öğrencileri yan dairenin kapısını çalmak yerine duvar kırmaya iten
nedenler ilgilendiriyor. Mahalle baskısı mı yoksa Laçiner’in de sık sık
övündüğü atalarından aldıkları ilham mı onları bu zor işe koştu? Ferhat’ın
Şirin’i görmek için dağları deldiğini hepimiz biliriz, deniz kumu dolu duvarın
lafı mı olur?
Laçiner başında bulunduğu üniversiteyi hemen kapatsın.
Orası bir ‘bilim yuvası’. Belli mi olur, öğrenciler bu azimle bilim
kurgu filmlerde gördüğümüz ışınlamayı bulur, kadınlı erkekli
ışınlanıverirler. Bir o evdeler bir bu evde. Aman ha!
Öpüşmezsek trafik sorunu
çözülür mü?
İstanbul’daki
trafik sorunu herkesi çıldırtıyor. 20 yıldır kenti idare eden zihniyet,
seçimler yaklaşınca her yere metro yapacağız diye reklamlara başladı. 20 yıldır
uyuyanlar birden uyandı; inanırsanız. Gariptir, bu toplu taşıma sevmemezlik
sadece İstanbul’a has değil. Ankara’da aynı durumda. Kentte metro öyle nadir
görülen bir şey ki, metro gören gençler sevinçten ne yapacağını şaşırıp
birbirlerini öpüyor. Otomobil ve petrol lobisi ellerini ovuştururken, çılgın
kentlerin çılgın başkanları seyrediyor. Halbuki acil alınacak önlemler
var.
Çin’in başkenti Pekin de trafikten dertli bu nedenle
özel araç sayısını kısıtlıyor. Birkaç yıl önce alınan kararla kentte her yıl
dağıtılan yeni plaka sayısı 240 binle sırlandırılmıştı. 2014’ten itibaren bu
rakam 150 bin olacak. Pekin’de plakalar kurayla dağıtılıyor. Şansınız yaver
gitse bile uymanız gereken bir kural daha var. Plakanızın son rakamına göre,
hafta içi iş saatlerinde trafiğe çıkamadığınız günler var. Bu yasak nedeniyle
hafta içinde bir gün araçlar evde bırakılıyor.
İstanbul’da otomobil kullanımına kısıtlama getirmek
yerine özel araç kullanımını teşvik edecek yeni tüp geçitten bahsediliyor. Enerjide
açıktan yakınıyorlar ama petrol ve otomobil lobilerine diş geçiremiyorlar. Otomobil
satışları düşse ihracat tehlikeye girecek ve petrol üzerinden aldıkları
vergiler de azalacak. Yanlış ve sürdürülemez büyüme politikaları yüzünden bizi
trafik sıkışıklığına mahkum ediyorlar. Önce insan* diyecek cesur bir hükümete
ihtiyaç var.
Not: Yazımdaki son cümlede, rantın değil insanın ihtiyaçlarına yanıt verilmesi gerektiğini yazmak istemiştim ama bu haliyle, "insan merkezli" bir bakış açısıyla yazılmış gibi duruyor. Okuduğumda beni rahatsız ettiği için en azından e-günlüğe bu notu düşmek istedim.
Akademisyenler ODTÜ’yü yalnız bırakmadı
Orta Doğu Teknik Üniversitesi'ndeki ağaç katliamına akademisyenler sessiz kalmadı. Tüm dünyadan yüzlerce akademisyen, Orta Doğu Teknik
Üniversitesi Kampüsü’ndeki ormanlık alandan geçmesi planlanan yol projesine
karşı verilen mücadele ile dayanışma içinde olduklarını açıkladı.26 ülkedeki 278 farklı akademik
kurumdan 857 akademisyen ODTÜ ile dayanışma metnine destek
verdi.
ODTÜ direnişinin çevre hakkı, protesto özgürlüğü ve
üniversite özerkliğinin bir sembolü olduğunun vurgulandığı imza metni ile
akademisyenler şu açıklamada bulundu: “Biz, aşağıda imzası olan akademisyenler,
Orta Doğu Teknik Üniversitesi Kampüsü’ndeki hukuksuz çevre katliamını ve polis
şiddetini kınıyoruz. Bu, ODTÜ’ye ve Türkiye akademisine yapılan, etik olmayan
ve kabul edilemez bir saldırıdır. Direnen tüm ODTÜ öğrencilerine,
akademisyenlerine ve personeline, sonsuz destek ve dayanışma içinde
bulunduğumuzu bildiririz.” Dayanışma açıklamasında Noam Chomsky,
Judith Butler, Immanuel Wallerstein'ın yanı sıra Etienne Balibar, Asef
Bayat, Jean Comaroff, Arturo Escobar, Michael Herzfeld, Anna
Tsing, Cihan Tuğal, Erik Swyngedouw, Vijay Prashad gibi isimlerin
imzaları da bulunuyor.
İmzacılar arasındaki dünyaca ünlü dil bilimci ve
filozof Noam Chomsky, “Ankara Büyükşehir Belediyesi'nin yıkıcı
otoyol inşaatı projesinin bir parçası olarak gerçekleştirdiği gece yarısı
baskınını protesto eden ODTÜ öğrencileri, öğretim üyeleri ve çalışanlarının
mücadelesini destekliyorum. Ayrıca gece baskınını takip eden süreçte öğrencilere
karşı uygulanan polis şiddetini protesto edenlerin sesine kendi sesimi ekliyorum” dedi.
İlk kez 1992 yılında gündeme gelen ve öğrencilerin
protestoları ile karşılaşan yol projesi 2008 yılında AKP’li Ankara Büyükşehir
Belediye Başkanı Melih Gökçek döneminde yenilenerek genişletildi. Son
dönemde yeniden alevlenen yol projesi tartışmalarında öğrencilerin,
üniversite yönetiminin ve öğretim üyelerinin yanı sıra 100.
Yıl Mahallesi ve Çiğdem Mahallesi halklarının itirazları devam
ederken 18 Ekim 2013 tarihinde, yani Kurban Bayramı tatilinin son
günü Belediye ekipleri ODTÜ Kampüsü’ne adeta bir gece yarısı baskını
düzenledi. Yaklaşık 3000 ağacın kesildiği gece ve onu takip eden günlerde, ODTÜ
öğrencilerinin ve mahalle halkının katıldığı protesto gösterilerinde polis, eylemcilere yoğun
biber gazı, basınçlı su ve plastik mermi ile saldırdı. Tüm
bu hukuksuz ve haksız uygulamalara karşı ODTÜ’nün sadece kendi
ormanını değil aynı zamanda üniversitelerin özerkliğini de korumak
ve protesto ve ifade özgürlüğüne sahip çıkmak için verdiği mücadele, tüm
dünyadan yüzlerce akademisyeni bu dayanışma mesajında bir araya getirdi.
Nükleer kumar ve yanıtsız kalan sorular
Özgür Gürbüz-BirGün/3 Kasım 2013
Nükleer
santraller pazarlanırken “enerjide dışa bağımlılığı azaltacak” sloganı ön
plandaydı. Mersin’e nükleer santral yapma işi, enerjide en çok bağımlı
olduğumuz ülke Rusya’nın devlet şirketine verildi. Şirket santralin
hisselerinin yüzde 100’üne sahip ve anlaşma gereği istese bile çoğunluk
hisseleri Türkiye’den bir şirkete satamayacak. Doğalgaz ve petrolde bağımlı olduğumuz
Rusya’ya elektrikte de muhtaç olmaya karar verdik. Enerji Bakanı Taner Yıldız
buna, ‘karşılıklı bağımlılığı
geliştirmek’ diyor. Rusya’yı bizim paramıza alıştırmaya çalışmak ilginç bir
fikir ama yeni değil. Dış ticaret açığımız zaten her yıl 20 milyar doları buluyor
. Buna bir de elektrik faturalarından Rusya’ya giden pay eklenecek. Nükleer
santralin dışa bağımlılığı azaltacağını söyleyenler, enerjide Rusya’ya
bağımlılıktan yakınanlar şimdi nerede?
‘Nükleerde
denenmiş teknoloji kullanacağız’ şiarı neden unutuldu? Mersin’de
yapılmak istenen VVER-1200 tipi nükleer reaktörün ve Japonların Sinop için
önerdiği Atmea-1 reaktörünün dünyada çalışan örnekleri yok. Hepimiz kobayız. Başbakan
Erdoğan’ın da “Milyonda bir de olsa
tehlike var” diyerek açıkça itiraf ettiği nükleer kaza riski bu hükümetin
umurunda değil. Merak ediyorum, 75 milyonun hayatını ve yüzlerce yıllık geleceğini
riske atma hakkını dört yıllığına seçilmiş bir hükümete kim verdi?
Mersin’de
kurulmak istenen reaktörler için ‘dünyanın
en güvenli nükleer reaktör tasarımı’ diyenler, Sinop için neden dünyanın en
güvenli nükleer reaktör tasarımını seçmeyip Japonya’yla anlaştılar? Sinop’ta
yaşayanlar bu ülkenin üvey evlatları mı? Dünyada iki tane “en iyi” teknoloji
olmayacağına göre Sinop veya Mersin’den birisi diğerine göre daha kötü veya
güvensiz. Hangisi daha güvensiz? Herkes
biliyor ki nutuk atarak nükleer kazadan, koşarak da radyasyondan kaçamazsınız. Adalet
ve Kalkınma Partisi hangi ilimize daha güvensiz nükleer santrali layık
gördüğünü açıklayacak mı?
Elektrik
üretim yöntemleri içinde en ucuz olduğu iddia edilen nükleer santrallerden elde
edilecek her kilovatsaat elektriğe 15 yıl boyunca 12,35 dolar sent (Mersin
için) ödenmesi garanti edildi. Daha pahalı olduğunu iddia ettiğiniz rüzgara 10
yıl boyunca kilovatsaat başına 7,3; jeotermale 10,5 dolar sent ödeniyor. Hangi
seçenekte devletin, dolayısıyla halkın cebinden daha çok para çıkıyor?
Mersin’de
1976’dan kalma yer lisansıyla santral yapma çabanızın nedeni yeni ve detaylı
sismik araştırmaları yapmaktan kaçınmak mı? “Deprem bölgesi değil” dediğiniz Akkuyu’nun hemen yanıbaşında,
Silifke açıklarında 23 Ekim’de meydana gelen 4,5 şiddetindeki deprem gökten
zembille mi indi? Dokuz şiddetinde depreme dayanıklı santral yapacaklarını
söyleyen Rus Rosatom şirketinin hangi santrali bu şiddette bir depreme maruz
kalmış ve hasarsız atlatmış? Fukuşima’dan sonra meydana gelen sızıntıyı 2,5
yıldır durduramayan, ülkedeki 50 reaktörünün 48’ini kapalı tutan Japonya’nın
Sinop’a güvenli bir santral yapacağına hangi bilimsel gerçekler ışığında ikna
oldunuz?
Hepsini
geçtim... Binlerce yıl radyoaktif kalacak nükleer atıklara ne olacak, ülkenin
hangi köşesine gömülecek? Sinop’a mı, Mersin’e mi yoksa İzmir Gaziemir’e mi? Bir
nükleer kaza veya sızıntı olduğunda sorumluluğu Türkiye’ye dolayısıyla
vatandaşlara yükleyen anlaşmalara imza atıp elektrik üretiminde onlarca yerli seçeneği,
enerji verimliliği/tasarrufu potansiyelini neden göz ardı ediyorsunuz? Fukuşima ve Çernobil’de meydana gelen
nükleer kazaların faturasının her biri için 300-400 milyar dolara vardığını
bilmiyor musunuz? Olası bir nükleer kazayla kendini bir daha toparlama
şansı olamayacak Türkiye ekonomisini neden bu riski satın almaya zorluyorsunuz?
Türkiye’de birkaç inşaat şirketi demir-çelik satsın, daha da zengin olsun diye
mi?
Kumar oynamak,
kaybedilecek insan ve diğer canlıların hayatı olunca günah değil mi?
Radyoaktif demokrasi
Özgür Gürbüz-BirGün/23 Ekim 2013
Japonya Başbakanı Şinzo Abe, Marmaray’ın tüp geçidini
açmak için önümüzdeki hafta Türkiye’ye gelecek. Abe’nin, ziyareti sırasında
Sinop’ta kurulmak istenen nükleer santralle ilgili anlaşmanın da imzalanacağı
söyleniyor. Mersin’den sonra Sinop’a da nükleer santral kurmak isteyen
“demokratik hükümetimiz” radyasyon tehlikesini ülkenin her yanına eşit dağıtmak
istiyor olabilir. Mersin ve Adana’dakiler kanserden ölürken, kuzeydekilerin
bakması olmaz. Bu hata Çernobil’de istemimiz dışında gerçekleşmişti. Radyasyon
bulutlarını ülkenin her yönüne üfleyememiştik. Şimdi dağıtım merkezleri kurarak
sorunu hallediyoruz. Her yerde nükleer, herkese radyasyon!
Konda’nın Nisan ayında yaptığı araştırmada Türkiye’de nükleere hayır diyenlerin oranı
yüzde 63,4’tü. Fukuşima sonrası bu oran yüzde 80’lerdeydi. Ana akım
medyanın yanlı tutumu, konunun kamuoyunda hiç tartışılmaması nükleer meselesine
ilgiyi azaltsa da Türkiye’de AKP’ye oy veren insanlardan daha fazlasının
nükleer istemediği ortada. Peki, şimdi ne olacak? Halkın fikri hiçe sayılıp, nükleere
evet mi denecek?
Başbakan Erdoğan her fırsatta diktatör olmadığını
söylüyor. Sandıktan, seçimden bahsediyor ama iş çevre meselelerine gelince
ortada demokrasinin “d”sini gören yok. Başbakan’ın her konu için seçimleri
adres göstermesi de komik bir hâl almaya başladı. İki gün önce, “Diktatörsem
beni sandıkta indirsinler” diye gösterdiği adres 30 Mart’taki yerel seçimdi.
Yerel seçimde Erdoğan’ın diktatör olup olmadığını mı oylayacağız yoksa belediye
başkanlarını mı seçeceğiz? Belli ki Erdoğan, yerel seçimlerde belediye
başkanlarının icraatlarını konuşmak istemiyor. Nükleer enerji meselesini
kamuoyunda tartışmak istemediği gibi. Enerji Bakanı’nın televizyonda nükleer
karşıtlarının karşısına çıkıp sorularını cevapladığını hiç gördünüz mü?
Mersinliye, Sinopluya fikrini soran oldu mu? Krallar ve diktatörler gibi sadece
kendileri konuşsun istiyorlar.
Türkiye’de sandıklar yerelin sorunlarına yanıt vermiyor.
Erdoğan’ın demeci itiraf niteliğinde. Seçimler hükümetin güven oylamasına
dönüştürülerek basitleştirilmek isteniyor. Sandığa gidenlerin aklına deresindeki
HES, ilindeki nükleer santral ve kentindeki trafik sorunu gelmesin istiyorlar. İçkiydi,
dindi derken bir beş yılı daha çalacaklar. Halbuki, Gezi’den sonra gündem
değişti. ODTÜ Ormanı ve ulaşım sorunları gibi yerelin gündemi artık her gün
karşımıza çıkıyor. Yaşam hakkımızı konuşuyoruz. Ne olursa olsun, çözüm sandık
diyenlere de 2009 yerel seçimlerini hatırlatalım. Nükleer projeleri
açıkladıktan sonra AKP Sinop ve Mersin’de seçimleri kaybetmişti. Halk nükleer
müjdeden çok memnun olsa hükümete sandık sandık oy atardı. Sandıktan AKP’ye
hayır çıktı ama nükleer projeler iptal edilmedi. Demek ki sandık da sadece
işine gelince...
Hükümetin tüm sorunları genel seçimde çözme fikri ne
kadar eskiyse, nükleer enerjinin elektrik ihtiyacını karşılama konusunda tek
çare olduğu fikri de o kadar eski. 1993’te dünyadaki elektrik üretiminin yüzde
17’si nükleer santrallerden sağlanıyordu. Bu oran yüzde 13’ün altına düştü. 1993’te
rüzgar, güneş ve jeotermal gibi kaynakların küresel elektrik üretimindeki payı
sıfıra yakındı, bugün yüzde 4,5. Nükleerin payı düşerken, yenilenebilir
enerjilerin artıyor. Türkiye’nin en büyük şansı da burada. Nükleer teknoloji ve
yakıt konusunda tamamen dışa bağımlıyken yenilenebilir enerji konusunda çok
ciddi bir potansiyele sahip. Nükleer konuşarak 40 yıldır ihmal ettiğimiz rüzgar
ve jeotermal şu anda elektrik üretimimizin yüzde 4’e yakınını sağlıyor. Başka
söze gerek var mı?
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)