Aşık Mahzuni Şerif'in anısına

Özgür Gürbüz

Aşık Mahzuni Şerif'in ölüm yıldönümü bugün. Mahzuni ilkelerinden taviz vermeyen bir aşıktı. Türkülerinde toplumun sorunlarını olanca açıklığıyla anlattığını görürdünüz. Sözünü kimseden sakınmazdı. "Amerika katil" demekten de, Karayalçın'a sitem etmekten de çekinmedi.

Bütün insanlık adına
Amerika katil katil
Hukuk yapar kendi teper
Amerika katil katil

Kanun yapar kendi teper
Amerika katil katil

Vietnam'ın suçu nedir?
Hür yaşamak ayıp mıdır?
Atom patlat ister kudur
Amerika katil katil

Sınıfsız bir okulun hayalını kurdu: "Uy tükensin de bitsin sınıf kavgası. Sınıfsız bir okul kurulmuyor ki".

Yoksulluk içinde geçen hayatı, çektiği işkenceler türkülerine söz oldu. Bir söyleşide 10 tırnağının da falaka nedeniyle düştüğünü söylemişti. Hapishanede geçirdiği günlerden geriye şu dizeler kaldı:

Hapishane içinde minderim kana battı
Yahu bu ne haldir öldüm yedi yıldır...
Gardiyan çekip gitti
Dağ gibi bağ gibi ömrüm benim ne çabuk söndü bitti.

Mahzuni Alevi-Bektaşi felsefesine hakim bir ozandı. Söylediği deyişler, inancını yansıttığı ezgiler bugün bile tüylerimi diken diken eder:

Eğri gönül ile namazlar kılan
Vallahi billahi yalan mi yalan
Cihat’lar deyip de doğru can alan

Nefsine bir fiske vurması yeter
Özüne bir fiske vurması yeter

Mahzuni Şerif’im sözü haşlama
Önünü bitirip sondan başlama
Ellerin çölünde şeytan taşlama

Ala gözlü pirim sürmesi yeter
Ala gözlü dostum sürmesi yeter

Mahzuni'nin her ölüm yıldönümünde içime bir hüzün çöker. Neredeyse dönemin tüm ozanlarını dinledim ama onu bir kere bile dinleyememiş, ezgilerine yansıttığı acısını bir kere bile paylaşamamış olmanın burukluğu var yüreğimde. 2014'te köyüne gidip, yaşadığı yerleri görmek benim için çok anlamlıydı. Bir gün köyü Berçenek'e (Afşin) yolunuz düşerse adına dikilen anıta bir karanfil bırakın. Ya da Hacıbektaş'taki mezarını ziyaret edin.

Elbet buluşacağız, o söyleyecek ben dinleyeceğim.

Mezar taşıyıcıları

Özgür Gürbüz-BirGün/15 Mayıs 2017

Türbe dediğin aslında bir mezar. Hasankeyf’te sular altında kalmasın diye taşınan Zeynel Bey Türbesi de Akkoyunlular’dan kalma tarihi bir mezardı. Eskilerin yadigarı, ölüye duyulan saygının simgesiydi. Artık oradan oraya sürüklenen herhangi bir eşyadan farklı değil. Akkoyunlu Zeynel Bey’in kemiklerini taşıdınız. Ruhunu da götürdünüz mü suların erişemeyeceği o tepeye?

Peki, Er-Rızk Cami’nin minaresi ne olacak? Onu da taşıyacak mısınız yoksa minareyi suların içinde kalacak Hasankeyf’in yerini bulmak için orada mı bırakacaksınız? Minarenin tepesi suyun dışında kalırsa tabi. Hasankeyf köprüsünü de taşıtacak mısınız Hollandalılara? Köprüyü tepeye kondurup altına fıskiyelerle su sıkarak nehir süsü mü vereceksiniz?

Sırada kim var? Şeyh Şerafeddin Türbesi, Zöhre Hatun Türbesi, Hz. Verkane Türbesi… Hangisini sırtlayacaksınız önce? Hasankeyf  bir bütün, yarısını bir tepeye taşıyıp yarısını bir başka yerde mi bırakacaksınız? Meydanlarda ecdad adına, islam adına nutuklar atarken sızlattığınız kemikler sizlerinkileri hiç sızlatmıyor mu?

Görünen o ki ecdadına toz kondurmayanların ülkesinde 10 bin hatta 12 bin yıllık Hasankeyf’in yok olması kimsenin umurunda değil. Grekler, Araplar, Artuklular, Eyyubiler, Akkoyunlular, Selçuklular ve Osmanlılar bu kentte izlerini bırakmış. Bunlar ecdadınız değilse kim?

‘Malum medya’ da korkudan olsa gerek, 10 bin yıllık tarihin yok olmasından çok türbenin nasıl taşındığıyla ilgileniyor. Haberlerinde göçe zorlanacak insanlar, turizmin bitmesiyle işini kaybedecek esnaf ya da tahribata uğrayacak doğanın adı geçmiyor. Türbeyi taşıyan platformun tekerlek sayısını haberlerinde yazıyorlar ama dünyanın en eski kentlerinden Hasankeyf’in yaşını yazamıyorlar. Türbenin taşınmasını haber yapıyorlar ama cinayeti göremiyorlar. Katili de biliyorlar elbet ama yazamıyorlar.

1970’lerde hazırlanan GAP projesi kapsamında önerilen Ilısu Barajı, tahmin edebileceğiniz gibi bundan 40-50 yıl öncesinin aklıyla projelendirildi. O zaman ne rüzgar vardı ne güneş. Daha az enerjiyle aynı işi yapmak yerine daha çok enerji üretmek marifet sayılıyordu. DSİ barajın yılda 4 milyar kilovatsaat elektrik üreteceğini söylüyor. Türkiye’nin enerji verimliliği/tasarrufu potansiyeli ise resmi rakamlara göre yüzde 25. Tükettiğimizin yüzde 25 daha azıyla yetinmek mümkün. Yılda 278 milyar kilovatsaat tüketiyoruz ama enerjiyi verimli ve tasarruflu kullansak 200 milyar kilovatsaat bize yetecek. 70 milyar kilovatsaatlik israfın içinde kaç Ilısu Barajı var, hadi siz hesaplayın.

40 yıldır bu saçma barajı yapmak için direteceğimize verimlilik ve tasarruf potansiyelimizin sadece yüzde 2’sini hayata geçirseydik Ilısu Barajı’nın üreteceği elektriği karşılamış olurduk. Bu projeyi destekleyenler ise tüketimi, yok etmeyi seçti. Projeyi durdurmak veya değiştirmek için hâlâ fırsatımız var. Gelişmiş dediğimiz ülkelerde bunlar oluyor. Hatalarını kabul eden hükümetlere “büyük” deniyor.

Finike’deki doğa dostları Aysin ve Ali Büyüknohutçu’yu öldürenle Hasankeyf’te ölüleri mezarlarından eden fikir aynı kaynaktan besleniyor. Tarihin yok oluşunu izleyen gözle, Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’nın haksız bir şeklde atıldıkları işlerine dönmek için başlattıkları açlık grevini izleyen göz de aynı yüze sahip.

Saygı duymanın, korumanın ve her şeyden önemlisi yaşatmanın mutluluğunu görmemişlerin icraatları bunlar. Yok olmaya çalıştıkları sürece yok olmaya mahkumlar.

Yatırımlar Türkiye’nin çevre sorunlarını çözmüyor

Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın raporu, bugüne kadar söylediklerimizi haklı çıkarıyor. Rapora göre, 31 il su kirliliğiyle savaşıyor, Çanakkale’nin havasını termik santrallar kirletiyor 

Özgür Gürbüz-BirGün/8 Mayıs 2017

Büyütmek için tıklayınız
Ne zaman Türkiye’nin çevre sorunlarından bahsetsek, bu sorunları çözmekle yükümlü iktidar ya bu sorunları görmezden geliyor ya da çözdüğünü iddia ediyor. Bu yüzden, Türkiye’nin çevre sorunlarını bu defa iktidarın elindeki Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın 2016 yılında hazırladığı rapordan alarak anlatalım. Raporun adı, ‘Türkiye Çevre Sorunları ve Öncelikleri Değerlendirme Raporu’.

31 ilin suyu kirli
Bakanlığın raporuna göre Türkiye’de su kirliliğinin öncelikli sorun olduğu il sayısı 31. Bir başka deyişle tüm illerin yüzde 38’inde su kirliliği sorunu var. Bu sorunu hava kirliliği izliyor. Türkiye’nin 26 ilinde hava kirliliği en büyük çevre sorunu. 21 ilde ise atıklar en büyük sorun. Gürültü kirliliğini en önemli problem kabul eden il sayısı iki; Eskişehir ve Adana. Sivas ise en önemli çevre sorununun erozyon olduğunu söyleyen tek il. Bu sonuçlar hem bakanlığın hem de ilgili kurumların anketlere verdiği yanıtlardan elde edilmiş. Sokaktaki insanın algısı değil, bizzat konularla uğraşan kişilerin görüşleri.

Raporda önemli saptamalar var. “Su kirliliğinin birinci öncelikli sorun olduğu illerin Meriç-Ergene, Marmara, Susurluk, Gediz, Batı Akdeniz, Kızılırmak, Çoruh, Van Gölü ve Asi havzalarında yoğunlaştığı söylenebilir” diyor. Anlamı şu, endüstriyel ve tarımsal üretim yaptığımız neredeyse her noktada suyu kirletiyoruz. Temiz üretime geçememişiz. Gördüğünüz ve “yatırım” diyerek sevindiğiniz fabrikalar, tarım arazileri doğayı ve dolayısıyla sizleri zehirliyor. Bizi kıskanıyor diye palavralar attığımız Avrupa ülkelerinde suların neredeyse her damlası arıtılıp doğaya geri verilirken biz yatırım adı altında suyumuzu kirletmekle meşgulüz.

‘Projeler’ varsa temiz deniz yok
 Sadece su mu, denizlerimiz de bu durumda. Yüzme sularının ‘çok iyi’ olduğu tek deniz Akdeniz, o da Antalya ili verilerine göre. Marmara Denizi’nde ‘çok iyi’ sınıfına giren yüzme suyu hiç yok. Burası iktidarın yatırımlarıyla övündüğü, oy toplamak için gösterdiği projelerin toplandığı il değil mi? Demek ki hayra yorulan ‘yatırım’ kelimesinin içi ‘şer’miş. Yatırım, icraat veya proje diye bize yutturulanlar denizlerimizi kirleten ama muhtemelen birilerini zengin eden faaliyetlerden başka bir şey değilmiş. Türkiye’nin en çok yatırım yapılan, ‘en gelişmiş’ ilerinde temiz deniz olmamasını hangi büyüme kıstasıyla açıklayabilirsiniz?

Rapora göre santrallar havayı kirletiyor
 Seçim öncesi törenle açtığınız işletmelerin suyumuzu, toprağımızı ve havamızı kirlettiğini ben söylemiyorum. Çevre Bakanlığı raporu aynen şöyle diyor: “Hava kirliliğinin birincil kaynağının imalat sanayi olduğu illerin, Marmara Bölgesi’nde yoğunlaşması (İstanbul, Kocaeli, Bilecik, Bursa) dikkat çekicidir”. Raporun Çanakkale’de hava kirliliğinin öncelikli nedeninin termik santrallar olduğunu belirtmesi de oldukça ilginç. Bunu rapora yazıp, Çanakkale’ye 10’dan fazla termik santral yapılmasına izin vermenin nasıl bir mantığı olabilir? Laf olsun diye mi hazırlıyorsunuz bu raporları? Yoksa Çevre Bakanlığı’nın sözü Enerji Bakanlığı’na geçmiyor mu?

Atık sorunu gitgide büyüyor
 Atıkların en önemli sorun olduğu illere bakalım. İzmir, Sakarya ve Uşak’ta sanayi atıkları; Afyonkarahisar, Burdur ve Bilecik’te mermer ocaklarının atıkları, Bolu’da kanatlı hayvan atıkları… Liste böyle uzayıp gidiyor. Adına yatırım, kalkınma dediğimiz işletmelerin doğayı nasıl kıskaca aldığını görebiliyor musunuz?

Kömür ve mermer değil toprak, hava ve su lazım
 Görülen o ki, Türkiye sanayi ve endüstrinin insan ihtiyaçlarına yanıt vermek için var olduğunu anlayamamış. Dünyada da benzer üretimler yapılıyor ama gelişmiş dediğimiz ülkelerde bu faaliyetlerin çevreye zararları en aza indirilmeye çalışılıyor. Denetimler, yasalar gevşetilmiyor. Çok iyi biliyorlar ki, insanın yaşamak için mermere, kömüre ya da paraya değil öncelikle temiz hava, su ve toprağa ihtiyacı var. Termik santral hava kirliliğine yol açar deyip o bölgedeki termik santralların sayısını ikiye, üçe katlamak bizim çevre meselesini hiç anlamadığımızı gösteriyor. Türkiye’de bacası tüten bir fabrika, yatırım diye pazarlanan yeni bir işletme, törenle açılan bir tesis gördüğünüzde hemen sevinmeyin. İki kere düşünün, belki de sağlığınızın elden gidişine, çocuklarınızın ölümüne alkış tutuyor olabilirsiniz. Halbuki bambaşka bir ekonomi, bambaşka bir gelişme mümkün.

Sinop'ta hayırlı miting

Özgür Gürbüz-BirGün/24 Nisan 2017

22 Nisan Cumartesi günü Sinop’ta nükleer santral istemeyenler toplandı. 350 bin kişiyi evinden eden Çernobil’in üzerinden 31 yıl geçti. Bir daha böyle nükleer kaza olmaz diyenler yanıldı, 6 yıl önce Fukuşima oldu. “Çernobil unutuldu, nükleer enerjiyi yeniden pazarlayabiliriz” taktiğiyle yola çıkan nükleer lobinin hevesi kursağında kaldı. Dünyada nükleer enerjiden çıkış daha görülür bir hal aldı. Fukuşima’ya “tüpgaz” diyen ve halkın ‘hayırlı’ itirazlarına kulaklarını tıkayan bizim hükümet gibi birkaç tane ülke kaldı nükleerde ısrar eden. Bu ısrarların ardında ekonomik ve çevresel kaygılar olmadığı da çok açık.

Halkoylaması sonrası, 1 Mayıs öncesi olmasına rağmen hatırı sayılır bir kalabalık ve kararlı bir nükleer karşıtlığı vardı Sinop’ta. Çocuklar, yaşlılar ve çok sayıda genç yürüdü, sloganlar attı ve halay çekti, horon vurdu. Mitinge hayır sloganları hakimdi. Haziran hareketinin ‘Doğanın Talanına, YSK’nin Yalanına Hayır’ pankartı herkesin ruh halinin bir özeti gibiydi.

İhalesiz, kapalı kapılar ardında yapılan pazarlıklarla Japon-Fransız ortaklığına hediye edilen nükleer santral projesinin geleceği aynı Mersin-Akkuyu’daki gibi meçhul. Fransız ortak Areva zararda. Son üç yılda ettikleri zararın toplamı 7 milyar avro civarında. Finlandya ve Fransa’da yapmaya çalıştığı nükleer reaktörler gecikti. Milyarlarca avroyu bulan zararı kapatmak için işlerinin reaktör le ilgili kısmını devlet şirketi EDF’ye satmaya karar verdiler. Zararı Fransız vatandaşları ve Sinop’taki iş ortakları Japon Mitsubishi kapatmaya çalışacak. Nükleer nasıl ayakta kalıyor diyenlere işte yanıtı. Zararı vatandaşa yüklüyorlar.

Nükleer endüstri zorda
Nükleer endüstri, yenilenebilir enerji kaynaklarının maliyetinin düşmesiyle tüm pazarlarda elektrik satışında zorlanıyor. Eski reaktörler rekabet etse bile yeni ve pahalı nükleer santralların eşit koşullarda hiç şansı yok. Zor durumda olan sadece Areva değil. Toshiba 9,1 milyar dolar zarar açıkladı ve ABD’de Westinghouseadıyla iş yapan nükleer bölümü iflasını istedi. Dünyada reaktör üreten firma sayısının bir elin parmakları kadar olduğunu düşünürseniz, nükleer endüstrinin nasıl bir kriz içerisinde olduğunu görebilirsiniz. Şu anda dünyada devlet desteği veya ciddi teşvik olmadan nükleer santral yapmak mümkün değil. O yüzden de yapımı süren nükleer reaktörlerin hemen hemen hepsi Çin, Rusya, Hindistan ve Orta Doğu ülkelerinde, büyük teşvikler, siyasi ilişkiler ve Türkiye’de olduğu gibi piyasa fiyatlarının çok üzerindeki alım garantileriyle ayakta tutulmaya çalışılıyor.

Ucuz nükleer iddiası güneş doğunca battı
Mevcut iktidar Rusya’yla yaptığı anlaşmayla Akkuyu’dan üretilecek elektriğin kilovatsaatine 15 yıl boyunca 12,35 dolar sent ödemeyi kabul etti. Birkaç ay önce Karapınar’da kurulacak dev güneş santrali için yapılan ihalede ortaya çıkan fiyat ise nükleerin neredeyse yarısı; 6,9 dolar sent. Böylece güneşin nükleerden daha ucuza elektrik ürettiği devletçe de kabul edilmiş oldu. Hem de kurulacak güneş santralinin panelleri Türkiye’de üretme şartı var. İthal nükleerin teknoloji transferi gibi bir sonucu yokken güneş enerjisi onu da yapıyor. Bu şartlarda Mersin ve Sinop’taki nükleer santral projelerinden vazgeçmemek bir tek cümleyle açıklanabilir: Bu işin içinde bir iş var!

Sosyal medya da nükleere hayır dedi
Cumartesi Sinop’ta yapılan mitingin bir başka kazancı da artık hurafeye dönen, ‘ucuz nükleer’, ‘güvenli santral’ ve ‘nükleer kalkındırır’ söylemlerinin çöpe atılmasıydı. Aynı gün, #NükleereHayır etiketiyle Twitter gündemine giren tartışmalara bakarsanız ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız. Yıllardır ezberletilen nükleer enerjinin ülkeyi kalkındıracağı ve ucuz olduğu savlarını tekrarlayanlara sosyal medyada güneş enerjili, tasarruflu yanıtlar verildi. Nükleer santralların sadece elektrik ürettiğini bilmeyen (nükleer silah gibi akıl dışı niyetler için nükleer santrala gerek olmadığını), elektriğin de ancak çevreye zarar vermeden, ucuza üretilip verimli kullanıldığında ekonomi için bir anlam ifade edeceğini anlamayanlara söylenecek söz elbette çok. Eşitlikçi, özgür, paylaşımcı  bir dünya için evet dediğimiz onlarca çözümü görmek istemeyip bizim her şeye hayır dediğimizi iddia edenlere bir şok da Liberal Demokrat Parti’nin Twitter hesabından geldi. Nükleere hayır diyen liberaller, güneşin daha ucuz, nükleerin ise çok riskli olduğuna vurgu yapıyordu. Nükleer enerji artık liberal ekonomistleri bile ikna edemiyor, daha fazla söz söylemeye gerek var mı?

Sonuç ne olursa olsun

Özgür Gürbüz-BirGün/17 Nisan 2017

Ben bu yazıyı yazarken halk oylaması henüz başlamamıştı. Sonuçları bilmiyorum ama gidilecek yol hakkında bir fikrim var. Sonuç ne olursa olsun ben o yolu yazmaya karar verdim.

Türkiye’nin çok sorunu var. Başkanlık gibi bir dert bu sorunlara eklenmemiş olsa bile işimiz zor. Halka “nedir bu sorunlar” diye sorunca genelde işsizlik, terör ve eğitimden bahsediyorlar. Çevre sorunlarını listenin başına koyan çok az. Medyada, sokakta gündem çevre değil. Yoksa çevre meselesi düşündüğümüz kadar önemli değil mi? Bir bakalım.

Ölümleri kıyaslamak elbette doğru değil ama bir sefere mahsus bunu yapacağım. 2016, Türkiye tarihine bombalarla geçti. 350’den fazla kişi hayatını terör saldırılarında kaybetti. Bu yüzden birçok anket sonucuna göre terör en önemli sorun ya da sorunlardan biri. Şimdi size başka bir rakam vereyim. Dünya Sağlık Örgütü’nün 2016 sonunda açıkladığı rapora göre Türkiye’de hava kirliliği kaynaklı hastalıklar sonucu ölen insan sayısı 32 bin 668. Her 100 bin ölümden 44’ünün sorumlusu kirli hava ama insanlar farkında değil. Kimse park yerine alışveriş merkezine gittiği için daha sağlıksız olduğunu bilmiyor. Duble yollar yüzünden daha fazla kanser görüldüğünü kimse anlatmıyor. Ölüme hastalığa yatırım denildiğini bilmeyenlerin gündeminde haliyle çevre yok.  

İster Türkiye’yi yönetenlere sorun ister burada yaşayanlara… Çoğu çevre sorunlarının ekonomik dertlerden veya politik kavgalardan daha önemsiz olduğunu söyleyecektir. Halbuki aynı insanlara sağlık sorunlarının ne kadar önemli olduğunu sorsanız belki listenin en başına sağlığı koyacak. İyi bir hastane için oy verecek birçok kişi, kendisini hastanelik etmeyecek yeşil alanı bol kentlerin, doğal tarımı savunan politikaların, temiz enerji seçeneklerinin sorunun asıl çözümü olduğunu bilmiyor. Onlar beton binaları gelişme, kendisine temiz hava sağlayan ormanlardan geçen yolları kalkınma sanıyor. Yatırım dediklerinin kanser, astım ya da stres olduğunun farkında değil. Dünyada ama dünyadan çok uzakta yaşamaya devam ediyoruz. Hasta olduğumuzda para kazanan özel hastanelerle çevrilmişiz. Hastaneye giden hastanın azlığıyla değil hastane sayısıyla övünüyoruz.

Dünyada ise işler başka türlü ilerliyor. Gelişmenin tanımı çevre korumayla bütünleşti. Uygarlık düzeyiniz döktüğünüz betondan değil, koruduğunuz yeşil alandan anlaşılıyor. Ekonomi, eğitim, sağlık ve enerji gibi belli başlı politikalarınızı çevresel hedefleriniz belirliyor. Çevrenin ekonomi politikalarınızın süsü olduğu çağı geçtik, çevre politikalarınızın ekonomiyi şekillendirdiği çağdayız.

Bir örnek. Uluslararası Yenilenebilir Enerji Ajansı (IRENA) verilerine göre 2015 yılında güneş enerjisine yapılan yatırım 161 milyar dolar. İklimi korumak için geliştirilen yeni teknolojiler artık enerji sektörünün ana oyuncuları oldu. Bundan 10 yıl önce 16 milyar dolar yatırılan güneş enerjisi sektörü artık hem dünyayı iklim değişikliği tehdidinden koruma umudunun hem de enerji dönüşümünün en önemli oyuncusu oldu. Enerji üretiminde dev şirketlerin tekelini kıran, dünyadaki savaşlardan darbelere birçok kirli işin arkasındaki fosil yakıt şirketlerinin oyununu bozan, uğruna kimsenin ölmediği ve öldürmediği bir kaynaktan bahsediyoruz. Her gün herkes için doğan güneşten.

İster tek adam ister çok. Doğayı siyasetin tam merkezine koymayanların gelişmelerinin imkansız olduğu bir çağdayız. Size para kazandıran, istihdam yaratan, çevreye zararı en aza indiren, teknoloji transferine, yeni icatlara götüren her şey doğayı koruma anlayışını işin özü yapan anlayıştan geçiyor. Sonuç ne olursa olsun gelecek bu. Yaşamaya niyetliyseniz gelecekten kaçamazsınız. 

Sevgili ‘evetçi’ dostum

Özgür Gürbüz-BirGün/10 Nisan 2017

Aynı toprağı, aynı suyu paylaştığım sevgili dostum. Bana bir beş dakikanı verir bu yazıyı okursan sana 16 Nisan’daki halk oylamasının neden düşündüğünden daha önemli olduğunu anlatmak isterim. İzin verirsen önce bir etrafımıza bakalım, dünya nasıl yönetiliyor anlayalım.

Dünyada krallıkla yönetilen, göstermelik bir Anayasa ile yetkinin tek kişiye verildiği ülke sayısı iki elin parmaklarını geçmiyor. Umman ve Svaziland gibi adını nadiren duyduğun ülkelerin de aralarında bulunduğu bu tek adam devletlerinin hiçbiri gelişmiş ülke değil. Tek adam devletlerinin o ülkeye, halka ve dünya halklarına mutluluk getirdiği, kalkındırdığı görülmemiş. Suudi Arabistan gibi örneklerde de olduğu gibi demokrasi yerlerde sürünüyor, zenginlik eşit paylaşılmıyor. Gelişmiş ülkelere baktığımızda ise tam tersi bir durum var. Yetki bir kişide değil, dağıtılmış. Karar alma işi neredeyse mahallelere kadar indirilmiş. Helikopterle gezip, şuradan yol geçecek diyen yok. Yolun geçip geçmeyeceğine orada yaşayanlar birlikte karar veriyor. Tepeden inme kararlar kabul görmüyor, bu yüzden kavga gürültü de çıkmıyor.

Eşini dostunu yardımcı atayabilecek
16 Nisan’da halkın oyuna sunulan başkanlık sistemi kabul edilirse Türkiye’nin bu krallıklardan farkı kalmayacak. Tayland’daki gibi bir Anayasa ve parlamento olacak ama başkan istediği yasayı veto edebilecek. ‘Cumhurbaşkanı kararnamesi’ denen ucube bir uygulamayla tek başına kanun yapabilecek. Sayısı bile belirtilmediği için belki yüzlerce Cumhurbaşkanı yardımcısı atayabilecek. Bakanlıkları belirleyecek, bakanları atayacak. Üst düzey kamu görevlilerini bile adına Cumhurbaşkanı diyerek niyetlerini gizlemeye çalıştıkları bu başkan seçecek. Özetlersek, eşini, dostunu on binlerce lira maaşla, devletin en üst makamlarında görevlendirebilecek. Onları sınırsız yetkilerle donatabilecek. İşin kötüsü hepsinin maaşını, masrafını biz ödeyeceğiz. Ne iş yaptıklarını bile bilmeyeceğiz. Emeğimize yazık değil mi dostum? Çoluğunun çocuğunun rızkını bu insanlara verme benim güzel kardeşim. Onlar saraylarda yaşarken tek odalı bir evde yaşayan çocuğunun gözlerine bakamaz hale gelirsin. Biz birlikte ağlarız ama onların umurunda bile olmaz; bilesin.

Adalet ile zulüm bir yerde barınmaz
Şeffaflık ve hukuk her şeyin üstünde can dostum. Bunun yolu yetkinin tek kişide toplanmasından değil, paylaşılmasından geçiyor. Hakimin kararını bakan, bakanın kararını başkan etkilemesin. İşler torpil, eş dostla değil, hukuk kurallarıyla yürüsün. Kolluk kuvvetleri bu kuralların koruyucusu olsun, tuttuğu takımın değil. Böyle olursa haksız kazanç, emek hırsızlığı cezasız kalmaz. Senin gibi alnı açık yüzü ak olanın başkanlığa ihtiyacı yok. Senin ilacın demokrasi sevgili kardeşim.

Koalisyonla falan bizleri korkutuyorlar ya, sen bakma onlara. Almanyasından İtalyasına dünyanın en büyük devletleri yıllardır koalisyonlarla yönetiliyor. Böylece farklı görüşteki insanlar anlaşmayı öğreniyor, sokakta mecliste kavga dövüş bitiyor. Hepimiz daha iyi bir ülkede yaşamak istiyoruz değil mi dostum? Almanya’dan, İsveç’ten neyimiz eksik? Biz de yapabiliriz. 15 yıl öncesini hatırla. Farklı görüşte de olsak gülüp şakalaşmıyor muyduk?

Ah benim mahalle arkadaşım. Başkanlık gelirse Türkiye dünyanın uzaya gitmeye çalıştığı çağda yüzyıllar öncesinin yönetim şekliyle tüm geleceğini bir kişinin iki dudağının arasından çıkacak sözlere bırakacak. Önerilenin Amerika veya başka ülkelerdeki başkanlık sistemleriyle uzaktan yakından bir ilgisi yok. Bu sistemi tanımlayacak en iyi kelime, ‘krallık’ veya ‘padişahlık’ olabilir. Astığım astık, kestiğim kestik bir dönem başlayacak.

16 Nisan’da partini seçmiyorsun
Adalet ve Kalkınma Partisi Türkiye Cumhuriyeti’ni temelden sarsacak, halkın söz söyleme hakkını alacak bir rejim değişikliği önerdiğinin farkında. O yüzden de 16 Nisan’daki halk oylamasında konuyu asıl meseleye getirmeden, sanki iktidar partisini seçiyormuşuz gibi bir seçim havası yaratmaya çalışıyor. 15 yılda yaptıklarıyla övünen bir partinin, o icraatları yapmasını sağlayan rejimden yakınması mantıklı değil. Demek ki bu işin içinde başka bir iş var. Bu bile hayır demek için yeterli neden çünkü Cumhurbaşkanı Erdoğan ve arkadaşları sorulara yanıt vermeyerek, muhalefet liderleriyle tartışmaktan kaçınarak bir şeyleri gizlediklerini aslında itiraf ediyor. Önerdikleri rejim değişikliği savunulabilir bir şey olsa televizyonlara çıkar, muhalefeti karşısına alır sorularına yanıt vermezler miydi? Onlara, “Ben size icraatlar için her türlü yetkiyi verdim, istediğiniz her şeyi de rahatlıkla yaptınız. Neden şimdi daha fazlasını istiyorsunuz” diye sor kardeşim. Bir sonraki seçimde dilersen yine oyunu ver ama halk oylamasında ‘hayır’ de ki, gelecekte senin fikrini Meclis’e yansıtacak bir seçim yapılacağı garanti olsun.

Seni de ilgilendiriyor
Başkanlık meselesi benim gibi sade vatandaşları ilgilendirmez diye düşünme. Al sana bir örnek. Varsayalım ki yatırım yapacak bir para biriktirdin ve o parayı imara açılmış bir arsaya yatırdın. Yine varsayalım ki başkanlık yetkileri verilmiş Cumhurbaşkanı’nın ya da onun bir dostunun senin arazinde gözü var. Bakandan valiye herkesi atayan kendisi. Bir kamulaştırma kararı çıkarıp, araziyi ucuza elinden alamaz mı? Alırsa ne gideceğin bir mahkeme ne de yardım isteyeceğin bir milletvekili olacak. Hepsinin kontrolü başkanın elinde. Olmaz deme olur. İktidar hırsının insanları nasıl açgözlü yaptığını, hanlar ve sarayları olsa da doymadıklarını hepimiz biliyoruz.

İş bu kadar ciddi sevgili dostum. Hangi partiye oy verdiğin beni ilgilendirmiyor, bir sonraki seçimde kime oy vereceğin de. Ancak, 16 Nisan’daki halk oylamasında tercihini hayırdan yana kullanmazsan sen de ben de çok acılar çekeceğiz. Seninle aynı toprağı, aynı kaderi paylaşan bir dostun, belki de kapı komşun olduğum için son bir kez uyarmak istedim. Pazar günü bir partiyi dört yıllığına iktidara seçmeyeceksin, bir ülkenin kaderi için tercih yapacaksın. Hayır demezsen çekilecek acıların vebali boynundadır sevgili dostum.

Doğanın milliyetçilik ve popülizmle sınavı

Özgür Gürbüz-BirGün/3 Nisan 2017

Sincabın, ayının veya karıncanın kimlik kartı yok. Göçmen kuşlar pasaportsuz ve vizesiz bir ülkeden bir diğerine uçar. Hava dünyanın havasıdır, kim kirletirse kirletsin bedelini dünyadaki herkes öder. Su ve denizler de öyle. Doğanın sahibi olamaz, milliyeti veya ülkesi de... “Kedim var” deriz ama aslında kedi dostumuzla birlikte yaşıyoruz demeliyiz. Bir canlı bir başka canlıyı sahiplenemez. Bu devirde köleliği savunmuyorsanız. O yüzden de, kim çevre sorunlarına sadece yerel çözümler öneriyor ya da küresel sorunları görmezden geliyorsa bilin ki meseleyi pek anlamamış.

Doğanın milliyeti olmaz dedik ama kolaysa gel de bunu ABD Başkanı Donald Trump’a anlat. Trump’ın geçen hafta imzaladığı ‘Enerji Bağımsızlığı Kararnamesi’ adeta aksini iddia ediyor. Trump’ın söylemiyle, bu kararname Obama’nın kömüre karşı açtığı savaşı sonlandırıyor. Kömürle barışmanın ABD’ye iş getireceğini ve ithal petrole bağımlılığını azaltacağını söyleyen Trump, seçim öncesi kullandığı popülist sloganları (Amerikalılara iş ve milli enerji gibi) hayata geçireceğini de bu hamleyle gösteriyor. Kararname iklim değişikliğini umursamamanın Amerikalıları iklim değişikliğinden nasıl koruyacağını söylemiyor elbette... Dert, zora düşmüş petrol ve kömür şirketlerine biraz daha zaman ve para kazandırmak. Trump iş dünyasındaki eski dostlarına göz kırpıyor olmalı.

Trump’ın ekranlarda kararnameyi imzalarken takındığı tavır zafer kazanmış bir lideri andırıyordu ancak milliyetçi ve popülist bir söylemle seçmenine gönderdiği mesaj gerçeği göstermekten çok uzak. Rakamlar çok net. ABD Enerji Bilgi İdaresi’nin (EIA) 5 Ocak 2017 tarihli projeksiyonlarına bakarsanız Trump’ın ülkesinin referans senaryoya göre 2026’dan itibaren enerji ihracatçısı olduğunu görürsünüz. Alternatif senaryolarda da durum pek değişmiyor, işin ilginci ABD’nin enerji bağımsızlığı kömürden çok gaz ve petrol fiyatlarına bağlı.

ABD’de kararname imzalamakla kömür geri gelir mi; orası da belli değil. Obama’nın Paris Anlaşması ile birlikte ABD’de iklim politikalarını bir adım öne çıkardığı doğru ancak kömürün gerilemesinin ardındaki tek neden bu değildi. Elektrik üreten rüzgar ve güneş gibi kaynaklar ucuzladı, ucuzlamaya devam ediyor. Kömürün iklim değişikliğinin yanı sıra hava kirliliğine de yol açması kömüre karşı duranların sayısını artırıyor. Kaya gazı gibi bir başka fosil yakıtın çevreye verdiği zararlara rağmen bir seçenek haline gelmesi de kömürün işini zorlaştırdı. Trump, gerçekten de kömürü yeniden öne çıkarmak istiyorsa aynı Türkiye’de olduğu gibi teşvik vermek zorunda bile kalabilir. Bu da ‘Amerika’yı yeniden büyük yapmaz’ ama birkaç şirketi mutlu edebilir. Türkiye’deki yerli kömür filmine ne kadar benziyor, öyle değil mi? Popülizmin büyüsüne kapılmışlar bunu göremiyor.

Buradan sesimizi ABD’ye ulaştırmak zor ancak yine de Çin üzerinden konuşarak, şu gerçekleri Trump’a hatırlatalım. Belki bu bahaneyle Trump’ı kendine örnek almak isteyen, ‘milli enerji’ sloganlarıyla Türkiye’nin geleceğini çalmak isteyenlere de sesimizi duyururuz. Çin’in enerji seçenekleri ABD’ye göre daha kısıtlı. Doğalgaz kaynakları kendisine yetmiyor, dünyanın en büyük petrol ithalatçısı. Dünyanın kömür rezervlerininse yüzde 13’ü Çin’in elinde; dünya üçüncüsü. Elindeki en büyük fosilkaynak kömür. Buna rağmen Çin, üç yıldır kömür tüketimini azaltıyor. 2016’da bir yıl öncesine göre kömür tüketimi yüzde 4,7 oranında azaldı. Çin kömürden hemen vazgeçemeyecek ama uğraşıyor. Nedeni sadece iklim değişikliği ve hava kirliliği gibi çevre sorunları değil. Güneş ve rüzgar gibi enerji kaynakları Çin’e istihdam ve teknoloji transferi fırsatları getirdi. Rüzgar türbini ve güneş paneli üretiminde Çinli firmaları görmek mümkün. Ülkenin enerji ihtiyacının karşılanmasında da hatırı sayılır bir katkıları var. Çin’in nükleer gücünün ürettiği elektrikten daha fazlası rüzgar ve güneşten üretiliyor. Bunları göremeyenler büyük hata yapar. Halkını, doğasını koruyup, ekonomiye gerçek bir katkı sağlamıyorsa enerji kaynağının adı milli olsa ne yazar? İnsanları hasta eden kömür milli enerji olamaz. Olsa olsa milli katil olabilir.

GDO’ya alışmayın

Özgür Gürbüz-BirGün/27 Mart 2017

Adana’da ekmek katkı maddelerinde GDO’lu soya çıktığı iddiası Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’nca doğrulanmadı. GDO (Genetiği Değiştirilmiş Organizma) bir türün yabancı genlerle genetik yapısının değiştirilmesiyle ortaya çıkıyor. Bakanlık Adana’da fırınlardan örnek almış ve GDO’ya rastlamamış. İyi haber elbette ama eskiler, “ateş olmayan yerden duman çıkmaz” diye boşuna dememişler. Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanı Faruk Çelik, Adana’yla ilgili iddiaları yanıtlarken dumanla işaret vermeye de başlamış aslında.

Çelik, bir yıl içinde 11 bin 626 ithal üründe denetim yaptıklarını, 105’inde GDO bulduklarını ve söz konusu ürünleri geri gönderdiklerini söylüyor. Yuvarlarsak, kontrol edilen her 100 üründen birinde GDO çıkmış diyebiliriz. İç piyasada yapılan denetimlerde de yedi çeşit soya kıymasında GDO bulunmuş. Bu daha da vahim çünkü iç piyasa deniyor. Sınırdan içeri girmiş. Türkiye’de GDO’lu gıda ürünü satmak, yetiştirmek yasak. Bunu bilmelerine rağmen GDO’lu ürün ithal edenler ya da bu konuyu önemsemeyip şansını deneyenler var ki kontrollerde yakalanıyor. Her ürünü kontrol edemeyeceğimiz de ortada. Kontrole takılmayan gıdanın soframıza kadar yolu var.  Sonra; ayıkla mantının GDO’sunu… Ayıklayabilirsen!

Türkiye’de bir süredir GDO’lu yem ithaline izin veriliyor. Büyük çiftliklerdeki hayvanlar, tavuklar ithal edilen GDO’lu soya ve mısırla besleniyor. Doğrudan GDO yemiyorsanız bile beyaz ve kırmızı et yiyorsanız, büyük bir olasılıkla vücudunuz GDO ile tanışmış olabilir. Asıl mesele de bu. Siz, GDO konusunda savunmanızı düşürür, ülkeye bir şekilde girmelerine izin verirseniz onun arkası gelir. Ülkeyi gemi gibi düşünün. Gemi su almaya başlayınca batması kaçınılmaz.

Bir de böyle anlatalım. Çin’de neden çok sayıda bıçaklı saldırı oluyor biliyor musunuz? Silah yasağı yüzünden. Ülkede silah taşımak yasak, ciddi yaptırımlar var. O nedenle de yasa dışı bir işe heveslenenler çoğu zaman bunu evindeki eşyalarla yapmak zorunda kalıyor. Nüfuslarımız kıyaslanamaz bile ama Türkiye’de silahlı saldırı sayısı Çin’den çoktur çünkü avcıydı, izindi derken neredeyse herkesin elinde silah var. Silahı tümden yasaklamadan silahlı saldırıları, ölümleri durdurmak zor. GDO da aynı hesap. Bir kez kapıyı açar, engelleri hafifletirseniz, mantınızdan da çıkar, ekmeğinizden de.

Konuyla ilgili Bianet’e yazan Bülent Şık’ın sorduğu iki önemli soruyu da tekrar etmeden geçmeyelim. Şık, son beş yılda ithal edilen GDO’lu soya ve mısır miktarıyla, yem endüstrisi tarafından kullanılan GDO’lu soya ve mısır miktarının açıklanmasını istemiş. İthalat kullanılandan azsa o farkın piyasada kullanıldığını bileceğiz. Bunu bilmek hakkımız. GDO’lu soya kıyması nereden geldi sorusunun yanıtı belki de Bülent Şık’ın sorduğu soruların yanıtlarında gizli.

GDO glifosat ilişkisi
Yemleri hayvanlar yiyor bana bir şey olmaz diyenler de şu satırları dikkatle okusun. Bu köşede daha önce de yazdık. Glifosat adında bir ot öldürücü var. Yabani otların öldürülmesi için kullanılıyor böylece tarladaki ürünün verimi artıyor. Glifosat ile GDO ayrılmaz ikili. Ürünlerin genetiği değiştirilerek bu ot ilacına (glifosat) dayanıklı hale getiriliyor böylece çiftçi ürüne zarar vermeyeceğinden emin, ilaç kullanımını arttırabiliyor. Dünya Sağlık Örgütü ise uyarıyor. Glifosat muhtemel kanser yapıcı diyor. Soru şu: Glifosat GDO’lu yemler aracılığıyla hayvanlara geçiyor mu, bu yemlerde glifosat var mı? İkinci soru da şu. Bu yemlerle beslenen hayvanların etini yiyen insanlara geçiyor mu? Aslında soruların yanıtı ortada. Almanya hükümetinin yaptığı araştırmalar 100 kişiden 40’ının idrarında glifosat kalıntısına rastlamış.

Bu kansorejen belaya ne kadar bulaştığımızı bilmek istiyorum. O yüzden de 20 Mayıs 2016’daki yazımda Bakan Çelik ve bakanlığın üst düzey yetkililerini bağımsız bir merkezde idrar tahlili yapmaya çağırmıştım. Avrupa Parlamentosu milletvekilleri bunu yaptı. 13 ayrı ülkeden 48 milletvekilinin idrarında glifosat çıktı. Bakan Çelik öncülük etsin. Tahlillerde glifosat çıkarsa eminim kendisi de konuyu daha yakından takip eder ve Türkiye’de herkesin elini kolunu sallaya sallaya alabileceği bu ot öldürücüleri yasaklar. GDO’lu yemlere izin veren kararı tekrar gözden geçirip, Türkiye’de yem üretiminin yeniden canlanmasını sağlayacak tedbirleri hayata geçirir. İthal yeme, GDO’ya “hayır” der. Hayır demek sorunluysa onun da çaresi var. “Evet” demesin yeter.