Özgür Gürbüz tarafından kaleme alınan makale, analiz ve haberlere bu adresten ulaşabilirsiniz. Yazıları başka bir yerde yayımlamak için izin almalısınız. E-posta: ozgurgurbuzblog(at)gmail.com
Evde enerji tasarrufu yapmanın ipuçları
Daha az doğalgaz ve elektrik harcamak için bazı küçük tedbirler almanız ve yaşam tarzınızı değiştirmeniz yeterli. 14 Temmuz 2012 tarihinde Kanal 24 televizyonunda yayımlanan Tıkırtı Gazetesi programına katılmış ve hem faturaları azaltmak hem de çevrenin korunmasına katkıda bulunmak için yapabileceklerimizden bazı örnekler vermeye çalışmıştım. Programın kaydını buradan izleyebilirsiniz:
Sol süpermarketler kurulsun
Üreten biziz ama yöneten olamadık. Tüketen de biziz ama yine yöneten değiliz. Demek ki bu iş yarım yarım olmuyor. Zincirin tamamında söz sahibi olmadıkça işimiz zor.
Özgür Gürbüz-BirGün/22 Temmuz 2012
Birleşik Krallık’taki sürdürülebilir tarım hareketinin öncülerinden Patrick Holden geçen hafta Türkiye’deydi. İstanbul’da bir konferans veren Holden, ekilebilir toprağın, minerallerin ve suyun azalması tehlikesinden bahsetti ve sürdürülebilir tarımın önemine vurgu yaptı. Holden’a göre gıda güvenliği sorunu giderek büyüyor ve 15-20 yıl sonra bütün uygarlık büyük bir tehditle karşı karşıya kalabilir.
Sürdürülebilir Gıda Birliği’nin (Sustainable Food Trust) kurucularından Patrick Holden’ın Galler’de bir mandırası var ve mandırada 70’in üzerinde ineği var. 1973 yılından beri pastörize edilmemiş sütten peynir yapıyorlar. Organik ürünler üreten bir mandırayı 38 yıldır ayakta tutabilme başarısına rağmen Holden kaygılı. Tüketilen gıdaların yüzde 2’sinin organik olduğu İngiltere’de bile rüzgar tersinden esiyormuş. 10-15 yıl önce organik ürünleri yere göğe sığdıramayan medya, şimdilerde organik ürün pazarını fahiş fiyata ürün satmak isteyenlerin ticaret alanı ve tüketicilerini de “seçkin” bir topluluk olarak niteliyormuş. Genetiği değiştirilmiş organizmalar (GDO) ve bunları üreten çok uluslu şirketlerin ellerini ovuşturduğunu tahmin etmek zor değil.
Sadece İngiltere değil, dünyada da işler kirletenlerin lehine gelişiyor. 2009 yılında dünyadaki tarım yapılabilir alanın sadece yüzde 0,85’i organik ürünlere ayrılmıştı. Halbuki dünyadaki ekilebilir alanın yüzde 2’sinde GDO’lu ürünler üretiliyor. Anlayacağınız, kimyasal gübrelere, sanayi atıklarına bulaşmamış toprağın iki katı kadar toprak GDO'lu ürünlere mahkum edilmiş. Geri kalan topraklarda da çok sağlıklı ürünler yetiştirildiğini iddia etmek zor. İngiltere’de ekonomik krizle birlikte organik ürün tüketimi yüzde 30’lara varan oranda düşmüş. Fiyatları aşağı çekemedikçe organik ürünler geniş kitlelere ulaşamayacak gibi gözüküyor. Tüm bu sorunlara çözüm bulacak yeni bir formüle ihtiyaç var. Holden’ın dediği gibi sistemin tümden değişmesi gerekli. Sadece organik ürün yetiştirmek yetmiyor. Dağıtım kanallarında da sizin olmanız lazım. İngiltere’de süpermarketler organik ürünlere sahip çıkmamışlar. Bizde de farklı değil. Süpermarketler artık ürünün fiyatından, çiftçinin tarlasına hangi ürünü ekeceğine kadar her şeyi belirliyor. Olarla anlaşmayan çiftçinin pazara çıkma şansı yok. Küçük çiftçinin dev süpermarketlerle masaya oturma ihtimali de yok. Aracılar bu işi yapıyor ve az bir emekle üreticiden çok kazanıyorlar. Küçük çiftçilerin emeklerinin hakkını alma şansı hiç kalmadı. Ya tarlalarını büyük şirketlere satıp oralarda işçi olacaklar ya da başka bir iş yapacaklar. Holden gibi Prens Charles’la sürdürülebilir tarım üzerine sohbetler yapan bir çiftçi bile geleceğinden kaygılı. Sekiz çocuk babası ve eski bir ‘çiçek çocuk’ olan Holden, “Gıda hareketini sadece küçük, benim gibi birkaç hippi çiftçinin ilgi alanı olmaktan çıkarmak ve bütün tarımın değişmesini sağlamak gerekli” diyor.
Her sorunun, çözüm önerilerini ve bazı fırsatları beraberinde getirdiğine inanırım. Bu karamsar tablo Türkiye’de emekten, işçiden yana duran hareketler için bir fırsat yaratıyor. Hep konuşuruz, “sokakları mı örgütleyelim yoksa fabrikaları mı” diye. Bence süpermarketleri örgütleyelim. Üreticinin pay sahibi olabildiği, ürünlerini raflarına taşıyabildiği bir marketler zinciri kuralım. Bugün, küçük ya da büyük, marketten alışveriş yapmıyorum diyebilen kaç kişi var aramızda? Madem gidiyor ve kullanıyoruz, sahibi de biz olalım. Çok ortaklı işletmeler olur, kooperatifler olur; fark etmez. Tüketiciyle aracısız buluşan, sattığı ürünleri yerel üreticiden tedarik eden, raflarında mümkün olduğunca adil ticaret ve organik ürünlere yer veren, istihdam edilecek kişileri kurulduğu mahalleden seçen “sol ve yeşil” bir süpermarketler zincirimiz neden olmasın? O marketlerden aldığınız ürünlerin ilk başta bir kısmının, daha sonra büyük çoğunluğunun adil bir ticari faaliyet sonucu raflara geldiğini düşünün. Çocuk işçilerin çalıştırılmadığı tarlalardan koparılan domatesler hayal edin. İçine koruyucu madde katılmamış meyve suları. Aldığınız ıspanak için çiftçiye alın terinin hakkının ödendiğini bilmek hoş olmaz mı? Kârın emeğe göre adil bir şekilde paylaşılması önemsiz olabilir mi? Üreten biziz ama yöneten olamadık. Tüketen de biziz ama yine yöneten değiliz. Demek ki bu iş yarım yarım olmuyor. Zincirin tamamında söz sahibi olmadıkça işimiz zor.
Süpermarket de ayakta kalmak için kâr edecek elbet ama üreticiyi sömürmeyecek, tüketiciyi kazıklamayacak. Kısa zamanda çok kar etmeyi değil, çok kişiye gelir sağlamayı hedefleyecek. Böyle bir model, kurucu ortak sayısı çok olacağı için düşük kâr marjına rağmen kısa zamanda ilk yatırım bedellerini geri ödeyebilir. Çeşitli derneklere, dar gelirlilere indirimli ürün satılabilir. Fotoğrafta gördüğünüz süpermarketler içerik olarak anlatmaya çalıştığım tanıma uymuyor olabilir ama İspanyolca’da “sol” güneş anlamına geldiği için benim bir değil, iki kez hoşuma gitti. Süperi bile var. Sizi daha da heyecanlandırmak ve harekete geçirmek için bu fotoğrafları kullanmak iyi olur diye düşündüm.
Böyle bir süpermarket zincirinin ekonomik ve sosyal getirilerini uzun uzadıya yazmama herhalde gerek yok. Üretim ve tüketimde söz sahibi olunan böyle bir modelin başka alanlarda da, örneğin enerji konusunda da gerçekleştirilebileceğine dikkat çekmek isterim. Lisans gerektirmeyen, 500 kilovat kurulu gücün altında mini bir rüzgar santrali (ya da 1 veya 2 türbin) kurarak işe başlanabilir. 1000 ortak, kişi başına düşen 4-5 bin TL’lik (hatta daha az) bir yatırımla ufak bir üretim üssü kurabilir. Avrupa'da özellikle Danimarka'da halkın sahip olduğu çok sayıda enerji santrali var. Almanya'da çiftçiler tarlalarına rüzgar türbinleri kurarak hem tarım yapıyor hem de elektrik satışından ek gelir elde ediyorlar. İleride elektrik tedarikçinizi seçme şansınız da olacak. O zaman bu küçük şirketleri seçerek hem temiz enerji kullanabilir hem de ortak olduğunuz şirketten elektrik satın alarak üreten ve tüketen olma şansına sahip olabilirsiniz. Kömürden, nükleerden veya HES’lerden elektrik üreten bir santrale beş kuruş ödemezsiniz. Türkiye’nin, enerji ve gıda gibi her alanda, halkın üretimden tüketime söz sahibi olduğu, büyük şirketlere mahkum olmadığı modellere ihtiyacı var. İnanın çok zor değil. Var mı 999 gönüllü?
Özgür Gürbüz-BirGün/22 Temmuz 2012
Birleşik Krallık’taki sürdürülebilir tarım hareketinin öncülerinden Patrick Holden geçen hafta Türkiye’deydi. İstanbul’da bir konferans veren Holden, ekilebilir toprağın, minerallerin ve suyun azalması tehlikesinden bahsetti ve sürdürülebilir tarımın önemine vurgu yaptı. Holden’a göre gıda güvenliği sorunu giderek büyüyor ve 15-20 yıl sonra bütün uygarlık büyük bir tehditle karşı karşıya kalabilir.
Sürdürülebilir Gıda Birliği’nin (Sustainable Food Trust) kurucularından Patrick Holden’ın Galler’de bir mandırası var ve mandırada 70’in üzerinde ineği var. 1973 yılından beri pastörize edilmemiş sütten peynir yapıyorlar. Organik ürünler üreten bir mandırayı 38 yıldır ayakta tutabilme başarısına rağmen Holden kaygılı. Tüketilen gıdaların yüzde 2’sinin organik olduğu İngiltere’de bile rüzgar tersinden esiyormuş. 10-15 yıl önce organik ürünleri yere göğe sığdıramayan medya, şimdilerde organik ürün pazarını fahiş fiyata ürün satmak isteyenlerin ticaret alanı ve tüketicilerini de “seçkin” bir topluluk olarak niteliyormuş. Genetiği değiştirilmiş organizmalar (GDO) ve bunları üreten çok uluslu şirketlerin ellerini ovuşturduğunu tahmin etmek zor değil.
Sadece İngiltere değil, dünyada da işler kirletenlerin lehine gelişiyor. 2009 yılında dünyadaki tarım yapılabilir alanın sadece yüzde 0,85’i organik ürünlere ayrılmıştı. Halbuki dünyadaki ekilebilir alanın yüzde 2’sinde GDO’lu ürünler üretiliyor. Anlayacağınız, kimyasal gübrelere, sanayi atıklarına bulaşmamış toprağın iki katı kadar toprak GDO'lu ürünlere mahkum edilmiş. Geri kalan topraklarda da çok sağlıklı ürünler yetiştirildiğini iddia etmek zor. İngiltere’de ekonomik krizle birlikte organik ürün tüketimi yüzde 30’lara varan oranda düşmüş. Fiyatları aşağı çekemedikçe organik ürünler geniş kitlelere ulaşamayacak gibi gözüküyor. Tüm bu sorunlara çözüm bulacak yeni bir formüle ihtiyaç var. Holden’ın dediği gibi sistemin tümden değişmesi gerekli. Sadece organik ürün yetiştirmek yetmiyor. Dağıtım kanallarında da sizin olmanız lazım. İngiltere’de süpermarketler organik ürünlere sahip çıkmamışlar. Bizde de farklı değil. Süpermarketler artık ürünün fiyatından, çiftçinin tarlasına hangi ürünü ekeceğine kadar her şeyi belirliyor. Olarla anlaşmayan çiftçinin pazara çıkma şansı yok. Küçük çiftçinin dev süpermarketlerle masaya oturma ihtimali de yok. Aracılar bu işi yapıyor ve az bir emekle üreticiden çok kazanıyorlar. Küçük çiftçilerin emeklerinin hakkını alma şansı hiç kalmadı. Ya tarlalarını büyük şirketlere satıp oralarda işçi olacaklar ya da başka bir iş yapacaklar. Holden gibi Prens Charles’la sürdürülebilir tarım üzerine sohbetler yapan bir çiftçi bile geleceğinden kaygılı. Sekiz çocuk babası ve eski bir ‘çiçek çocuk’ olan Holden, “Gıda hareketini sadece küçük, benim gibi birkaç hippi çiftçinin ilgi alanı olmaktan çıkarmak ve bütün tarımın değişmesini sağlamak gerekli” diyor.
İspanya'da "sol" adlı market. Fotoğraf: E. Aslan |
Süpermarket de ayakta kalmak için kâr edecek elbet ama üreticiyi sömürmeyecek, tüketiciyi kazıklamayacak. Kısa zamanda çok kar etmeyi değil, çok kişiye gelir sağlamayı hedefleyecek. Böyle bir model, kurucu ortak sayısı çok olacağı için düşük kâr marjına rağmen kısa zamanda ilk yatırım bedellerini geri ödeyebilir. Çeşitli derneklere, dar gelirlilere indirimli ürün satılabilir. Fotoğrafta gördüğünüz süpermarketler içerik olarak anlatmaya çalıştığım tanıma uymuyor olabilir ama İspanyolca’da “sol” güneş anlamına geldiği için benim bir değil, iki kez hoşuma gitti. Süperi bile var. Sizi daha da heyecanlandırmak ve harekete geçirmek için bu fotoğrafları kullanmak iyi olur diye düşündüm.
Böyle bir süpermarket zincirinin ekonomik ve sosyal getirilerini uzun uzadıya yazmama herhalde gerek yok. Üretim ve tüketimde söz sahibi olunan böyle bir modelin başka alanlarda da, örneğin enerji konusunda da gerçekleştirilebileceğine dikkat çekmek isterim. Lisans gerektirmeyen, 500 kilovat kurulu gücün altında mini bir rüzgar santrali (ya da 1 veya 2 türbin) kurarak işe başlanabilir. 1000 ortak, kişi başına düşen 4-5 bin TL’lik (hatta daha az) bir yatırımla ufak bir üretim üssü kurabilir. Avrupa'da özellikle Danimarka'da halkın sahip olduğu çok sayıda enerji santrali var. Almanya'da çiftçiler tarlalarına rüzgar türbinleri kurarak hem tarım yapıyor hem de elektrik satışından ek gelir elde ediyorlar. İleride elektrik tedarikçinizi seçme şansınız da olacak. O zaman bu küçük şirketleri seçerek hem temiz enerji kullanabilir hem de ortak olduğunuz şirketten elektrik satın alarak üreten ve tüketen olma şansına sahip olabilirsiniz. Kömürden, nükleerden veya HES’lerden elektrik üreten bir santrale beş kuruş ödemezsiniz. Türkiye’nin, enerji ve gıda gibi her alanda, halkın üretimden tüketime söz sahibi olduğu, büyük şirketlere mahkum olmadığı modellere ihtiyacı var. İnanın çok zor değil. Var mı 999 gönüllü?
Nükleer enerji tercihi Türkiye’ye pahalıya patlayacak
Nükleer santralin yapım maliyeti bir günde yüzde 25 arttı ama kimse oralı
olmadı. Peki, bu beş milyar dolar kimin cebinden çıkacak? Sormaya ne hacet,
tabi ki bizim cebimizden.
Özgür Gürbüz-BirGün gazetesi/15 Temmuz 2012
Rusya’nın Ankara Büyükelçisi Vladimir İvanovski,
Mersin’de yapılması planlanan nükleer santralin maliyetinin söylendiği gibi 20
değil 25 milyar doları bulabileceğini söyledi. Radyasyondan değil, hükümetin gazabından korkan gazetelerimizin
birçoğu haberin üzerine gidemedi. Nükleer santralin yapım maliyeti bir günde
yüzde 25 arttı ama nükleer enerjinin reklamını yapmaya gelince manşetten
ısmarlama haber yayımlayanlar oralı bile olmadı. Peki, bu beş milyar dolar
kimin cebinden çıkacak? Sormaya ne hacet, tabi ki bizim cebimizden.
Türkiye Cumhuriyeti’nin Rusya Federasyonu ile yaptığı
uluslararası anlaşma gereği, Türkiye nükleer santralden üretilecek elektriği
satın alma sözü verdi. Yatırımı Ruslar yapacak, santralin sahibi olacak,
paralarını da bize elektrik satarak çıkaracaklar. Mersin’in Akkuyu mahaline
kurulması düşünülen santralde her biri 1200 MW’lık (megavat) dört reaktör
olması planlanıyor. Türkiye, iki reaktörün üreteceği elektriğin yüzde 70’ini,
diğer iki reaktörün üreteceği elektriğin ise yüzde 30’unu 15 yıl boyunca Rus
şirketinden (Akkuyu NGS A.Ş.) satın alacak. Fiyatı da belli, kilovatsaat başına
12,35 dolar sent ödenecek. Türkiye’de birçok yenilenebilir enerji kaynağından
bu fiyatın altında elektrik üretmek mümkün. Kaynak var, fiyatı ucuz ve nükleer
atık, kaza gibi dertler yok. Tek sorunumuz, tüm bunlara rağmen nükleer
santralde ısrar eden bir hükümetin iş başında olması.
5 MİLYAR DOLARI HALK ÖDEYECEK
Bu beş milyar dolarlık farkı Ruslar Türkiye’den isteyebilir.
Türkiye’de, anlaşmada böyle bir şey yok deyip yatırıma ortak olmayı
reddedebilir. Ruslar, bu defa da alım garantisi için verilen fiyatın
yükseltilmesini isteyebilir. Üçüncü seçenek ise inşaata devam edip, bu artışı faturalara
yansıtmaları. Ruslar serbest piyasaya daha yüksek fiyattan elektrik satabilirler.
Başka türlü maliyeti çıkarmaları mümkün değil. Daha kabaca söylersek, nükleer
santral kurulursa elektrik ucuzlayacak diye ortalıkta dolaşanlar bir kez daha
havasını alacak. Türkiye beş milyar dolarlık fiyat artışını öyle ya da böyle
ödeyecek ve bu bizden tahsil edilecek.
Kötü haberi sona sakladım; bu daha bir başlangıç. Nükleer
enerjinin tüm dünyada giderek gözden düşmesinin nedenlerinden biri, belki de en
önemlisi yüksek maliyeti. En güncel örnek Litvanya. Merkez-sağ eğilimli
Başbakan Andrius Kubilius’un Rusya’ya bağımlılığı azaltma iddiasıyla yeşil ışık
yaktığı 1350 MW’lık reaktör için geçenlerde ABD-Japon ortaklığı Hitachi-General
Electric firmasıyla anlaşıldı. Anlaşıldı anlaşılmasına ama bu yılki seçimlerde
iktidara gelmesi beklenen sosyal demokratlar aynı fikirde değil. Nükleer
santral planını rafa kaldırabilir, nedeni de maliyeti. Litvanya Ekonomi
Bakanlığı 1350 MW’lık projenin 8 milyar 640 milyon dolara mal olacağını söylüyor.
Kilovat kurulu güç başına ilk yatırım maliyeti 6400 dolara geliyor. Böylesine
büyük bir ilk yatırım maliyeti nükleeri ekonomik olarak alternatif yapmaktan
çok uzak. Sekiz milyar dolarlık kredi bulacaksınız, inşaatın sürdüğü 5-10 yıl
boyunca faizlerini ödeyeceksiniz vs. Hâlbuki başka kaynaklarla yatırımın geri
dönüşü nükleerden çok hızlı.
RÜZGÂRA YATIRIM 3 KAT UCUZ
ABD Enerji Bakanlığı’na bağlı Enerji Bilgi İdaresi (EIA)
2010 yılında elektrik üreten farklı kaynakların ilk yatırım maliyetlerini
kıyaslayan bir araştırma yayımladı. EIA, karada kurulacak rüzgâr santralleri
için 1 kW kurulu güç bedelinin 2 bin 438, hidroelektrik için 3 bin 76, doğalgaz
santralleri için bin-2 bin (farklı tiplerine göre), güneş termal santralleri
için 4 bin 692 ve güneş fotovoltaikler için de 4 bin 755 dolar civarında
olduğunu söylüyor. Görüldüğü gibi nükleerin 6 bin doların üzerindeki ilk yatırım
maliyetine yaklaşan bile yok. Aynı güçte bir nükleer santralle rüzgâr santrali
eşit miktarda elektrik üretmez, kurduğunuz her 1 MW nükleer için 2-3 kat fazla rüzgâr
türbini kurmanız gerekebilir ancak ekonomi nükleer enerjinin o kadar aleyhine
ki, bu bile nükleere bir avantaj sağlamıyor. Sonuçta, işletme ve yakıt maliyeti
çok düşük olan rüzgâr enerjisi nükleeri alt ediyor. Kaza ve atık gibi sorunları
olmayan bir kaynaktan bahsettiğimizi de hatırlatayım. Çevre kaygınız yoksa
işiniz daha da kolay. Doğalgazın ilk yatırım maliyetinin nükleerden neredeyse 6
kat daha düşük. Doğalgaz fiyatlarında çok ciddi yükselişler olmadığı sürece
nükleerin bu mücadeleden de mağlup ayrılacağı ortada. Kısacası, ekonomi nükleer
santrallere, “siz ömrünüzü doldurdunuz” diyor.
İNŞAAT DA SORUNLU
Nükleer enerji bir müteahhitle anlaşıp apartman
yaptırmaya benzemez. Parayı verip, bir köşeye demir-çelik yığdığınızda o
apartmanın maliyetini aşağı yukarı bilirsiniz. Nükleerde siz müteahhitle parayı
verip el sıkışsanız bile, inşaat sırasında fiyatın artması ve müteahhidin
kapınızı daha fazla para için çalması sürpriz olmaz. Buyurun size iki güncel
örnek. Batı Avrupa’da yeni nükleer reaktör inşa eden iki ülke var; Finlandiya ve Fransa. Finlandiya’da inşaatına
2005’te başlanan reaktörün 2009’da devreye girmesi bekleniyordu. İnşaat hala
sürüyor, en erken 2014’te reaktör elektrik üretmeye başlayacak. Bu gecikme
sonucunda 3 milyar avroya mal olması beklenen reaktörün maliyeti 6 milyar avroyu
geçti. Fransa’da yapımı süren aynı tip reaktörün kaderi de aynı oldu. İnşaatına
Finlandiya’dan 2 yıl sonra başlanan reaktör de söylenildiği gibi 4 yılda
bitirilemedi. 2016 yılında biterse Fransızlar bayram edecek, maliyeti de yine
söylendiği gibi 3 milyar avroda kalmadı, şimdiden 6 milyarı gördü.
Hükümet olayın farkında ama iktidara geldikleri günden
beri nükleere övgüler yağdırdıkları için “U” dönüşü yapmakta zorlanıyorlar.
Yapmazlarsa da nükleer bataklığa iyiden iyiye gömülecekler. Politik
başarısızlık kaçınılmaz. İnşaat başlamadan planlar iptal edilirse en azından
millet bu yanlış tercihin bedelini ödemekten kurtulacak. Bakalım AKP sırtını
millete mi yoksa zengin etmeye çalıştığı Rus şirkete mi dönecek?
Organik Buluşma İstanbul'da
Patrick Holden |
Heinrich Böll
Stiftung Derneği ile Atlas Dergisi’nin birlikte düzenlediği ve “Organik Buluşma”
adı verilen konferans, bu yılki Yeşil Salon
toplantılarının ilki. İstanbul Teknik Üniversitesi, Gümüşsuyu Kampüsü, Orhan Öcalgiray Konferans Salonu'ndaki toplantıya katılım ücretsiz. İngilizce'den Türkçeye eş zamanlı çeviri yapılacak toplantı saat 19:30'da başlayacak.
Kayıt için: Banu Yayla – 0212 249 15 54 / banu.yayla@tr.boell.org
Kayıt için: Banu Yayla – 0212 249 15 54 / banu.yayla@tr.boell.org
Behzat Ç. RTÜK’ü nasıl atlatır
Behzat ve arkadaşları
toplumun genel ahlak kurallarına uyum sağlamak ve polislik mesleğine gölge
düşürecek hareketlerden kaçınmak için arada bir yoldan geçen vatandaşları darp
edebilirler. Sonra da darp ettikleri kişiye dava açarak ondan şikayetçi
olabilirler.
Özgür Gürbüz-Birgün/8 Temmuz 2012
Zaten para olsa bile Behzat
Ç. ve arkadaşlarının tatile gidecek durumları yok. Duyduğuma göre peşlerine
RTÜK (Radyo ve Televizyon Üst Kurulu) takılmış. Daha bir hafta önce dizinin
yayınlandığı televizyona 1 Nisan’daki bölümde çok içki içildi diye para cezası
kesmişler. Söz konusu dizide Komiser Behzat ile Savcı Esra evleneceklerini
açıklıyorlar bunu da arkadaşlarıyla kutlamak için içiyorlar. Kutlamayı sıkma
portakal suyu yanında güllü lokumla yapmamaları RTÜK'ü rahatsız etmiş olmalı
ama evlilik kararı alanlarda bu gibi yan etkiler görülüyor. Bazıları, “ben
nasıl böyle saçma bir işe giriştim” diyerek kederden, bazıları da etraftaki
akraba ve arkadaşların dolduruşuna gelip, iyi bir halt ettiklerini düşünerek
mutluluktan içiyor. RTÜK’ün toplumun gelenek ve göreneklerine daha saygılı
olması lazım. Hem, söz konusu bölümde sadece 17 dakika içmişler. Evlendikten
sonra o imzayı unutmak için hayat boyu içen birçok kişi tanıyorum; bence 17
dakika az.
Özgür Gürbüz-Birgün/8 Temmuz 2012
Son yıllardaki yerli dizi
salgını Behzat Ç. 'yi saymazsak beni teyet geçti. Bu yüzden yaz gelince
dizilere ara verildiğini Behzat Ç. sayesinde öğrendim. Sezon finali denen bir
şey varmış. Sezon finali olunca
oyuncular ve peşlerinde koşturan magazin muhabirleri, cümbür cemaat tatile
çıkıyormuş. Milletin ayılıp bayıldığı dizi oyuncularını bu süre boyunca ekranlardan
değil magazin haberlerinden takip ederek hasret gidriyorsunuz. Bizim komiser ve
arkadaşlarının böyle bir lüksü yok, hepsi devlet memuru olduğu için tahminen
magazin muhabirlerinin ana vatanı Bodrum’a pek gidemiyorlar. O yüzden içimdeki
hasret büyüdükçe büyüdü ve kalemime vurdu.
Star TV'nin sitesinden alınmıştır. |
RTÜK bununla da yetinmemiş, “Dizide ana karakterler birbirine ‘Lan’ diye
hitap etmekte, argo ve küfürlerden bazıları biplenmekte geç kalındığı için açık
olarak anlaşılmaktadır. Toplumda belli bir saygınlığı olan komiserlik, savcılık
ve polislik görevindeki ana karakterlerin alkol kullanma, kaba ve küfürlü
konuşma gibi çocuklar ve gençler açısından olumsuz örnek oluşturabilecek
nitelikteki davranışları, özensizce ekrana taşınmaktadır” demiş. Söz konusu
kanalın Mart ayı gelirinin yüzde 1’i oranında ceza kesilmiş. Bu ilk ceza değil…
Vallahi ben Behzat Ç.’yi
seviyorum. Bunda yazar Emrah Serbes'in payı çok büyük. Behzat'ın dili
Ahmet'in, Hüseyin'in dili. Serbes, Bant Dergisi'nde yayımlanan söyleşisinde
Barış Kaya'nın “iyi diyalogların sırrı nedir” sorusuna, “Beş sene boyunca
çeşitli gazete ve dergilere röportajlar yaptım. O süreçte Türkçenin yazıldığı
gibi konuşulan bir dil olmadığını öğrendim. Yani konuşma dili diye bir şey var.
Bu da insanların insan gibi konuştuğu, dertlerini en pratik şekilde
anlattıkları, edebiyat paralamadıkları bir dildir” yanıtını veriyor.
Gerçeğe bu kadar yakın bir dile RTÜK kızıyor, uygun bulmuyorsa bence cezayı
Milli Eğitim'e kesmeli. Bu dili öğreten onlar. Bu saçma durum canımı sıktığı
için Behzat ve arkadaşlarına RTÜK’ten kurtulmaları için yardım etmeye, bazı
önerilerde bulunmaya karar verdim. Dizinin toplumda kabul gören gelenek ve
göreneklere biraz uyum sağlaması halinde RTÜK peşlerini bırakacaktır.
Öncelikle şu “lan”
kelimesinden kurtulmak lazım, belli ki RTÜK bu kelimeyi sevmiyor. Türkçe’de
alternatif çok. “Lan” kelimesi yerine, “Oğlum bak git” denilebilir; “bi takla
at” veya “ananı da al git” kullanılabilir. Bunlar toplumun saygın kişileri
tarafından da telaffuz edilen kelimeler olduğu için RTÜK Behzat’a ceza kesemez.
Behzat ve arkadaşları
toplumun genel ahlak kurallarına uyum sağlamak ve polislik mesleğine gölge
düşürecek hareketlerden kaçınmak için arada bir yoldan geçen vatandaşları darp
edebilirler. Sonra da darp ettikleri kişiye dava açarak ondan şikayetçi
olabilirler. Böylece dizi gerçek hayata daha fazla yaklaşmış olur.
Behzat Ç.’de malum bazı arkadaşlar
evlilik öncesi flört ederek toplumun ahlakını derinden etkileyebilecek
davranışlarda bulunuyorlar. RTÜK de haliyle kızıyor. Dizideki arkadaşlar
muhtemel hayat arkadaşlarını tanımak için fört etmek yerine en sevdikleri
kişiyi resmi nikahla kendilerine eş alabilir, uygun başlık parasını faizsiz kar
payı veren bir kuruma yatırarak gelinin babasına günahsız yüksek kazanç ylu
açabilirler. Daha az sevdiklerini ise imam nikahı yoluyla hayatlarına
katabilirler. Hoş bir şey değil ama 'RTÜK baskısından' kurtulmak için
işe yarayabilir. Ne de olsa memlekette böyle örnekler var ve kimse bir şey
demiyor. Halkın kızmadığına RTÜK kızacak değil ya!
Behzat Ç. ve arakadaşlarını
hep işte görüyoruz. Ercüment’in peşinde, mafyanın izinde ve derin devletin
karşısında. Dolayısıyla RTÜK sıkılıyor. Biraz hayır işi hem diziye iyi gelir
hem de RTÜK’ün gözüne girmenizi sağlar. Behzat ve arkadaşları Pakistan ve
müslüman nüfusun çoğunlukta olduğu diğer ülkelerdeki insanlara yardım etmek
amacıyla emniyette bir bağış kampanyası düzenleyebilir. Hatta bunun için
Almanya gibi ülkelerde şubeleri olan bir dernek kurabilirler. Gelen paranın bir
bölümünü de kırışırlar; Harun'un kredi kartı borcu ödenir. İçimden bir ses, bu
tip bağış kampanyalarının televizyon aracılığıyla desteklenmesine RTÜK'ün sıcak
bakacağını söylüyor. Behzat Ç. ye bakış açıları değişir, kim bilir belki
kendisine iş bile verirler.
RTÜK’ü rahatsız eden bir
başka nokta ise Behzat ve arkadaşlarının sık sık Ankara havası çalan, pavyon
gibi yerlere gitmesi. Bunun da kolayı var. Televizyonlarda çok sayıda pavyon
tadı veren program var. Ankara havası ve daha birçok hava eşliğinde göbek
atanlar, dansözler, izleyicilerden piste inenler her akşam televizyonlarda boy
gösteriyor. Pavyonda her gece kavga çıkmaz, televizyonlardaki tartışma
programlarında, Meclis'te çıkıyor. Behzat ve arkadaşları dışarı çıkmasın zaten
kışın Ankara soğuk. Evde televizyon başında aynı ortam yakalanabilir. Çalan
hava aynı, mekân ev ortamı olduğu sürece de RTÜK Behzat’a kızmaz, ceza
yağdırmaz. Türkiye'de işin sırrı budur. Ne yaparsan yap ama kapalı kapılar
ardında yap.
İçki meselesi ise en kolayı.
İçki reklamı zaten yasak, RTÜK’ün ekrandan koku alma becerisi yoksa içilenin
alkol olduğunu aslında tahmin ediyor olmalı. Yapılması gereken her içki
sahnesine kısa bir diyalog yazmak. Örnek vereyim: Behzat ile Harun parkta
otururlar. Behzat bira şişesine benzeyen şişeden bir yudum alır. Harun sorar,
“Amirim nedir o?” Behzat yanıtlar: “Portakal suyu”. Harun, “haa” der ve iş
biter. Artık içilen portakal suyudur. Bütün ülke öyle yapmıyor
mu, kime sorsan içkiyi ağzına koymuyor ama üfleyince iki promil alkollü
çıkıyor.
Uzun lafın kısası Behzat
Ç.'nin biraz takiye yapması, oportünizmi esas alması şart. Memleketin karakteri
böyle. Karakter kolay kolay değişmez Behzat komiserim, daha çok sezon
lazım.
Bazı çarpıtmalar
Bu metin vermek zorunda olduğum bir yanıtın olabilecek en kısa hali. Kurucusu olduğum Yeşiller Partisi'nin bu hale gelmesinde mutlaka benim de bir payım vardır, herkesten özür dilerim.
Özgür Gürbüz/8 Temmuz 2012
Gazetecilikte çok sık rastladığımız bir durum var. Ne zaman biri yazısına, “hakkımdaki doğruları yazıyorum, falanca yerde çıkan çarpıtmalara inanmayın” diye başlasa bilin ki büyük bir olasılıkla çarpıtmanın Allah'ını o yapacaktır. Çok sık karşılaşırız bu durumla. Yeşiller Partisi'nden(YP) Ümit Şahin de Yeşil Gazete de yazdığı “Bazı Gerçekler” yazısında aynen böyle yapmış. (http://www.yesilgazete.org/blog/2012/07/06/bazi-gercekler/) Ümit Şahin gibi çok uzun bir yazı yazıp kafanızı karıştırmaya çalışmayacağım. Belge ve bilgilerle Şahin ve bazı partili arkadaşların bana yönelik iftiraya varan iddialarına yanıt vereceğim. Gördüğüm kadarıyla ekoloji/çevre hareketindekiler zaten olan bitenin farkında.
Yeşiller Partisi'nde rotasyon ilkesi nasıl delindi?
(Madde 19-d): Eş sözcü görev
süresi, rotasyon ilkesi gereği aralıksız 2 yılı geçemez. 2 yıl
aralıksız görev yapmış bir eş sözcü görev süresinin
bitiminin üzerinden 2 yıl geçmeden tekrar aynı göreve aday
olamaz. 1 yıldan az görev yapma hakkı kalmış bir üye eş
sözcülük için tekrar aday olamaz.
Özgür Gürbüz/8 Temmuz 2012
Gazetecilikte çok sık rastladığımız bir durum var. Ne zaman biri yazısına, “hakkımdaki doğruları yazıyorum, falanca yerde çıkan çarpıtmalara inanmayın” diye başlasa bilin ki büyük bir olasılıkla çarpıtmanın Allah'ını o yapacaktır. Çok sık karşılaşırız bu durumla. Yeşiller Partisi'nden(YP) Ümit Şahin de Yeşil Gazete de yazdığı “Bazı Gerçekler” yazısında aynen böyle yapmış. (http://www.yesilgazete.org/blog/2012/07/06/bazi-gercekler/) Ümit Şahin gibi çok uzun bir yazı yazıp kafanızı karıştırmaya çalışmayacağım. Belge ve bilgilerle Şahin ve bazı partili arkadaşların bana yönelik iftiraya varan iddialarına yanıt vereceğim. Gördüğüm kadarıyla ekoloji/çevre hareketindekiler zaten olan bitenin farkında.
Yeşiller Partisi'nde rotasyon ilkesi nasıl delindi?
Yazısında iktidar heveslisi olmadığını
söyleyen Ümit Şahin'in Yeşiller Partisi'nin dört yıllık (48
aylık) tarihinde 33 ay eş sözcü olarak görev yaptığını
belirtsem herhalde oynanan komedi çok açık bir şekilde
görülebilir. Daha da neşelenmeniz için Ümit Şahin'in partinin
sorunlarını tartışmak yerine, beni hedef alan yazısında yazdığı
şu cümleyi de ekleyeyim: “Eş sözcülerden biri olarak anılan
kişi her seferinde benim”.
Şahin, belge
olarak koyduğu 2010 yılında değiştirilen tüzükte yazanları
okumuyor sanırım. Yazısında da yer alan ilgili tüzük maddesini
son halini aynen yazıyorum:
2010 değişikliğinden önceki YP tüzüğü |
Bu maddeyle YP
açıkça diyor ki, 2 yıl eş sözcülük yapan 2 yıl bekleyecek.
Bu ne demektir? 48 aylık bir dönemde aynı kişi iki kez eş sözcü
olamayacak demektir. Yeşiller, aynı kişinin partide sürekli
eşsözcü olmasını sakıncalı gördüğü için bu maddeyi koymuş
olmalı.Peki ya sonuç? Ümit Şahin 4 yıllık sürenin 2 yıl 9 ayı
boyunca eş sözcü olmuş. Yazısında var, okuyun. Ve hâlâ, hiç
çekinmeden, Yeşiller Partisi'nde rotasyon ilkesi ihlal edilmemiştir
diyor. Alın size bir Ümit Şahin yöntemi: Eş sözcü ol, iki yılı
doldurmadan istifa et, arada birileri göreve talip olsun ve onlar
istifa edince tekrar eş sözcü ol!
Bu
maddenin ilk tüzükteki hali ise şöyleydi: 19.d
Eş sözcü görev süresi rotasyon ilkesi gereği aralıksız 2 yılı
geçemez. 2 yıl aralıksız görev yapmış bir eş sözcü görev
süresinin bitiminin üzerinden 4 yl geçmeden tekrar aynı göreve
aday olamaz.
Çıkarılan maddenin olduğu YP'nin ilk tüzüğü |
Süre
iki değil dört yıldı. Bir de parti kuruluşu öncesi ilgili
maddeye eklenmesi için yaptığım öneri ve Ümit Şahin ile
arkadaşları tarafından kabul edilmeyip tüzükten çıkarılan,
“Görev süresi bitmeden
istifa eden bir eşsözcü, istifa ettiği tarihin üzerinden dört
yıl geçmeden tekrar aday olamaz”
maddesi var. Bu maddeyi ben, tam da bu tip “uyanıklıkların”
önüne geçilmesi için önermiştim. Altıncı his olsa gerek. Ekte
orijinal belgede “silinmiş” bu değişikliği görebilirsiniz.
Daha bitmedi. Ümit
Şahin, yazısında yine o “imrendiğim” cesaretiyle
şunları yazmış:
Ben Yeşiller Partisi’nin 30
Haziran 2008’deki kuruluşu sırasında 40 kişilik Kurucular
Kurulu tarafından Bilge Contepe ile birlikte eş sözcü seçildim.
O zaman aday olmak durumunda kalmam 40 kişilik kurucular kurulundaki
arkadaşlarımızın çoğunluğunun Bilge Contepe ile ikimizin
kuruluş döneminde toparlayıcı olacağımızı düşünmeleriydi.
Ancak ben o günlerde, özel ve mesleki nedenlerle, 2 yıl boyunca bu
görevi üstlenebilecek durumda değildim. Benim adaylığım söz
konusu olunca, kurucu arkadaşlarıma ancak şartlı olarak aday
olabileceğimi, bu görevi ancak kuruluşta, parti kurulduktan
sonraki 6 ay boyunca yapabileceğimi, 6 ay sonra başka bir
arkadaşımın kalan 1,5 yıl için tekrar seçilmesi gerekeceğini
söyledim (ilk Büyük Kongre kuruluştan 2 yıl sonra yapılır).
Kurucu eşsözcüler olarak Bilge Contepe ve ben en uygun ikili
olarak görüldüğümüz için (tabii herkes tarafından değil, ama
çoğunluk tarafından), arkadaşlarımız bu biraz sıkıntılı
şartımı kabul etmek zorunda kaldılar.
Daha
sonra da şunu: “Üstelik partinin kurulmasından
hemen önce partili arkadaşlarımla (ve kendisiyle de) MYK’ya
kimler girecek, kim eşsözcü olacak gibi konularda yaptığım
konuşmaları ve görüş alışverişlerini “kulis faaliyeti”
sayıyor.
Şimdi daha iyi
anlıyorum ki, biz partinin kuruluşunda eş sözcü ve yönetimle
ilgili seçimleri boşuna yapmışız. Gizli oylama, adaylar vs hepsi
birer yalanmış... Meğer Ümit Şahin arkadaşımız diğer
arkadaşların isteğiyle seçimden önce eş sözcülüğe razı
edilmiş. Ben de figüran gibi gidip oy kullanmışım! Şahin kulis yapmamış ama arkadaşlarıyla yaptığı
sohbetlerde ben eşsözcü olurum, beni seçin ama 6 ay sonra
bırakırım demiş. Pes!
Şahin'in
beni “kurgulamakla”
itham ettiği “iktidar hevesini”
umarım görebiliyorsunuz. Partinin EDP ile birleşme kararını
aldığı zamanın Şahin'in eşsözcülük süresinin sonuna
gelmesi, artık herhalde kaçamayacağı rotasyona denk düşmesi de
sanırım takdir-i ilahidir. Amaç anlatıldığı gibi partiyi
büyütmek değil, kontrolde olmayan hantal yapının devridir. Şimdi
birleşip, büyüyoruz diyenler biz daha önce partinin iktidar
hedeflemesi gerekir dediğimizde karşımıza çıkarlardı. Parti
içindeki yazışmaları okuyabilseniz durumu daha iyi göreceksiniz
tabi. YP tüm bu yazışmaları halka açsa ya, “zombi” lakaplı
solcuları, Suriye meselesinde olan biteni, partiyi yetmez ama
evetçilerin ele geçirip geçirmediğini herkes görsün. Ben bu
kararı desteklerim. Cesaretleri varsa yahoo group'taki tüm
yazışmaları halka açsınlar.
Ümit Şahin
"sitemlerini" kadın örgütlerine de yazsın
Ümit Şahin
Nişanyan meselesinde savunacak bir tek argümanı kalmamış olacak
ki, beni Agos düşmanı olarak göstermeye çalışmış. Bunu
yaparken o zaman Mahçupyan'a karşı kampanya yapan kadın
örgütlerini de aynı kefeye koyduğunun farkında değil tabi.
İktidarın taktiklerini aynen kullanıyor Şahin, belden aşağı
vurmalar, iftiralar. Bakalım evimden sahte CD de çıkacak mı? Bu kadar düşeceklerini açıkçası ummazdım. Üç
hafta önce blogumda Alper Akyüz'e yanıt verirken aynen şunları
yazmıştım, Şahin bunları okumasına rağmen iftiraya devam
etmiş:
Bütün kadın örgütleri karısının
başından aşağı dışkısını boşaltan Nişanyan'ın Agos'ta
yazmaması için kampanya yaparken Yeşiller neredeydi? Tam o esnada
hiçbir şey olammaş gibi Agos'tan konuk çağırmakta ısrar etmek
ne kadar anlamlı? Kadın örgütlerine direnen ve Agos gibi Hrant
Dink'in imzasını taşıyan çok değerli bir gazeteyi lekelediğini
düşündüğüm bu kişiye sahip çıkan Etyen Mahçupyan'ın Yeşil
Gazete'de sürekli yazılarının yayımlanması bir tesadüf müdür?
Gazeteci arkadaşlarımız içerdeyken onlar hakkında korkunç
yazılar yazan (bkz. Koray Çalışkan ne diyor:
http://www.medyaradar.com/haber/medyagunlugu-75732/gazeteciler-iceri-atilirken-etyen-mahcupyan-iftira-atiyor.html
) Mahçupyan'ın yazılarını Yeşil Gazete'de yayımlamaktan neden
çekinmediniz? Partinin bir çizgisi yok mu? Örneğin birisi
bireysel silahlanmayı savunsa, ona da farklı görüş diye yer
verecek misiniz? Bu konudaki itirazları neden görmezden geldiniz?
Onlarca farklı örnekte olduğu gibi, yetmez ama evetçi herkesi
korumayı kendinize neden misyon edindiniz?
Agos için ne
düşündüğümü bütün gazeteci arkadaşlarım zaten bilir, üç
hafta önce de, yukarıdaki yazıda yazmışım. Şahin bana kadın
örgütleriyle aynı tavrı aldığım için mi kızgın yoksa AKP
yanlısı bir liberalle aynı düşüncüleri paylaşmadığım için
mi pek anlamadım? Bence ikisi de suç değil. Kendisi Mahçupyan'a
sempati duyuyorsa, bu onun problemi. Bunu yaparsam ben yazdıkları
için içeri düşmüş gazeteci arkadaşlarımın yüzüne bakamam.
Kyoto meselesi
Önce
Ümit Şahin'in yazdıkları:“Türkiye’nin Kyoto’yu
imzalaması talebinin ortaya atılmasına Özgür Gürbüz’ün en
baştan karşı olmasına dayanıyor. Çünkü Türkiye’nin
Kyoto’yu imzalaması için kampanya yapılması fikrini 2005
yılında ilk ortaya atan (en azından bizim çevrelerde) bendim”.
Ne yazsam
bilemiyorum. 2004 Ocak ayında Greenpeace'te küresel ısınmayla
ilgili kampanya yapmaya başladık. Ben de Greenpeace'te enerji
kampanyası sorumlusuydum. Bu Türkiye'de Küresel Isınma'yla ilgili
ilk kampanyaydı ve KEG daha ortada bile yoktu. Benim Türkiye'nin
Kyoto'ya imza atmasına karşı çıktığım ise külliyen yalan.
Her televizyon programında, onlarca makalemde bu talebi hep
dillendirdim. İşte bir tane örnek, yazının sonuna doğru,
göreceksiniz:
Kyoto Protokolü'nün
imzalanması için yıllarca çeşitli kampanyalarda görev aldım.
Sadece Türkiye'de değil, 2000'lerin başlarında İngiltere'de
okurken de iklim değişikliği ve Exxon Mobil'e karşı
kampanyalarda gönüllü görev aldım. Benim kaygım, KEG'in
kitleleri sokağa çkarma temelinde yürüttüğü iklim
kampanyasının Kyoto imzalansın hedefine kilitlenmesiydi. Türkiye
Kyoto'yu imzalasa dahi, aynı bugün olduğu gibi, gelişmiş
ülkelerin ortada olmaması nedeniyle iklim değişikliği sorunu
çözülemeyebilir ve biz harekete kattığımız tüm kitleyi bir
yılgınlığa iteriz demiştim. Farklı düşünmeme rağmen
kampanya boyunca çalıştım, kimseyi yarıda bırakmadım.
Eylemcilere defalarca enerji ve iklim değişikliği eğitimleri
düzenlendi, onlarca sunum yaptım. Ne yazık ki korkulan oldu. KEG,
Yeşiller ve Greenpeace'in düzenlediği son iklim mitingine gelen
100 civarı kişi herhalde bu kaygılarımın haksız olmadığını
gösteriyor. Benim o zamanki önerim, bir termik santralin hedef
alınmasıydı. İnsanlar bir termik santral projesini
engellediklerini görürlerse motivasyonları artar, kampanya hız
kazanır diyordum. Bugün Gerze'de sonra Amasra'da da termik santrale
karşı elde edilen başarı tam da bu zincirleme etkiye işaret
ediyor. Kampanyayı doğru kurgulasaydık çok daha önce bu süreci
başlatmış olabilirdik. 170 bin imza topladık ama boşa gitti.
Çünkü
Türkiye Kyoto'yu imzalasa da, Ümit Şahin tarafındam yazılan şu
talihsiz yazıda aksi iddia edildiği gibi (bkz:
http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=881723&CategoryID=99
) bir yükümlülük ve sınırlamalarla karşılaşmayacaktı.
Teknik bir bilgiden bahsediyordum, çok net ve açık. Hatta durum
ortada. Türkiye Kyoto'yu imzaladı ve aynı zamanda onlarca köprü,
termik santral ve otoyola da imza attı.
Bakınız, Kyoto Protokolü'nün 2.1 maddesi, Ek-I taraflarının 3.
maddede belirtilen yükümlülüklerini yerine getirmek için
yapabilecekleri çalışmaları özetlemektedir ve Ülkelere yardımcı
olmak amacıyla hazırlanmıştır. Kyoto Protokolü'nün
yaptırımları sadece Ek-B listesinde belirtilen hedeflere varılıp
varılmaması halinde geçerlidir ve 2.1 maddede belirtilen
önlemlerin birinin ya da bir kısmının uygulanmasını değil,
ülkenin 2008-2012 toplam salımların 1990 yılına göre Ek-BDe
belirtilen oranda azaltılıp azaltılmamasıyla ilgilidir. hedefe
ulaşılamaması halinde en büyük yaptırım, ilgili ülkenin bir
eylem planı belirlemesi ve 2012 sonrası dönemdeki
yükümlülüklerinin %30 artırılmasına yöneliktir. Türkiye EK-B
listesinde yer al-mı-yor! 10 yılda, bunu sözde iklim kampanyası
yapanlara anlatamadıysak kime anlatacağız açıkçası ben de
bilmiyorum.
Bu vesileyle Kyoto
Protokolü'nün maddelerini de ileteyim. Bu kadar yazışma en
azından bir işe yarasın:
Yukarıda yazdığı
gibi, “Türkiye Koyoto'yu imzalarsa otoyol yapamaz” gibi
demeçlerin doğru olmadığını (Türkiye'de hatırı sayılır,
köprü ve otoyol yapımı sürmektedir), Protokol'ün ilgili
maddesini de parti içinde paylaşarak gösterdiğimde partiden
kimsenin Ümit'e hatalısın dememesi manidardı. O zaman bazı
şeylerin ters olduğunu iyice anladım. Bugün beni mertçe bir
eleştirim yüzünden eleştiren yeşil arkadaşların hiç sesi
çıkmadı. Son olarak Ümit Şahin'in söz konusu düzeltmeme
yanıtını da burada paylaşayım:
“Ben İstanbul Universitesi
Iletisim Fakültesi’nde son siniflara cevre haberciligi dersi
veriyorum. Bazilari stajyer olarak calisan, bazilari yakinda muhabir
olacak olan gazetecilere cevre konularina, enerjiye, iklim
degisikligine vb. nasil yaklasmalari, gercegi nasilaramalari
gerektigini ögretmeye calisiyorum. Bu konuda kimsenin verecegi derse
ihtiyacim yok.
Senin deyiminle Allah selamet
versin.
Umit”
Halk oylaması
meselesi
Bu konuyu daha önce
açıklamıştım ama Ümit'in tarzıdır, yanıtlar hoşuna
gitmeyince yanıt verilmemiş gibi yapar. Aslında tüm tartışmaların
altında bu referandum meselesi yatıyor. Ben hayır denmesi
taraftarıydım ve bunu var gücümle parti içinde dile getirdim.
Partinin liberal kanadınca bu tavrım hiç hoş karşılanmadı ve
süreç bugünkü karalama kampanyalarına kadar geldi. O tarihte
yazdıklarım için bugün parti içinden bazı arkadaşlar bana
teşekkür ediyorlar.
Bu
konuyla ilgili açıklamam aşağıda ama daha önemli bir noktaya
dikkat çekmem gerekiyor. Şahin'in yazısında bahsettiği ancak kim
olduğunu açıklamadığı Noyan Özkan, elbette ki sözlerini
dikkatle incelediğim bir hukukçudur. Evet, Ümit Şahin
belirtmemiş(?), Özkan eski İzmir Baro Başkanı ve Türkiye çevre
hareketi avukatlarının en kıdemlilerindendir. Bu görüş sadece
ona ait de değildi. Ümit okumak istememiş olabilir ancak parti
listesine birçok hukukçu tarafından kaleme alınmış uyarı
niteliğindeki benzer yazılar gönderildi. Çevre mücadelelerinde
yıllardır avukatlık yapan arkadaşlar birçok defa halk oylaması
sonrası süreçle ilgili sitemlerini ilettiler. Cihangirli Yeşiller
farklı düşünüyor olabilir ama Anadolu'da HES'lerin, termik
santrallerin peşinde koşan avukatlar çok dertli. Şahin'in
“Referandumdan sonra da çok sayıda yürütmeyi durdurma
ve iptal kararı verildi” diyerek
hükümete bir anlamda destek verdiği bu yorum anlamlı.
Geçiştirmeye çalıştığı sorun birkaç mahkemeyi değil
yargının üst kademelerini ilgilendiriyor. O yüzden Danıştay
Başkanı'nın demecine dikkat çektim. Kimse bu laf oyunlarına
kanmaz, yapmayın.
Yeşiller
Partisi'nin birçok çevre tahribatına yol çacağı belli olan bu
değişikliklere hayır diyememesi kocaman bir ayıp, karar
verememesi ise bir başka ayıp tabii. Bu tahribata neden olacağını
bilmiyor da değildiler çünkü ben ve birçok kişi parti
listesinde defalarca bu uyarıları yaptık. Karşımıza yetmez ama
evetçilerin neferliğine soyunmuş, bugün yönetimi hemen hemen ele
geçirmiş durumdaki militan kadro çıktı. Biz müdahaleyi yapmasak
ibrenin evetçilerin lehine döneceği ortadaydı. Sözde düzeltme
metninde haliyle bu ayrıntılar yok. Asıl görülmesi gereken ise
şu. Ortada bir soru ve iki yanıt var. Size “evet ya da hayır mı”
diye sorulan politik bir soru. Hadi diyelim üçüncü seçenek de
var ve onun adı da boykot. Politika yapmak için kurulmuş parti bu
soruya ne evet ne de hayır diyebiliyorsa, bu yanıtın boykot
anlamına geldiği apaçık ortadadır. Üstelik her değişiklik
maddesine açık açık karşı çıkılırken. Yani, maddeler doğru
değil diyorsunuz ama yanıtınız bir türlü hayır olamıyor.
Benim eleştirim aslında bu noktaya. Hayır demeniz gereken bir
soruya, parti yönetiminin yetmez ama evetçi cepheye yakınlığı
nedeniyle hayır diyemiyorsa ortada bir sorun vardır. Yeşiller'in
malum cepheye yakınlığını anlamak için yaptıkları eylemlerde
kimlerle hareket ettiğine bakmanız yeterli. İş sadece referandum
işi değil. Bence, yeşiller adını kullanarak başka bir oluşum
örgütlenmeye çalışılıyor ancak bu tezimin doğru olup
olmadığını görmek için biraz daha beklemek lazım.
“Ben
evet demediğim halde...”
Ümit
Şahin Yeşil gazetedeki yazısında aynen böyle yazmış: “Peki
ben evet demediğim halde neden yetmez ama evetçilerin toplantısında
boy gösterdim?” Bu da bir
köşe yazısı: http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=32664
Algıda yanlışlık
bulaşıcı olsa gerek. Herhalde Ümit Şahin bu yazıyı zamanında
tekzip etmiştir. Bu liste internette aylardır dolaşıyor. Yazı Cumhuriyet'te çıktı. Ben yetmez
ama evetçi değilim diye yaptığı tekzip metnini şimdi ortaya
çıkarmasını bekliyorum. Zamanında sokaklarda sattığımız Yeşil Gazete'yle ilgisi alakası olmayan ama adını kullanmasına izin verilen bugünkü Yeşil Gazete de tekzibi manşet yapsın.
Son sözüm de bu
olsun, hiç kimseden öğrenecek bir şeyi olmadığını söyleyenlerle daha fazla vakit kaybetmemeli.
Küresel ısınmanın kırılma noktası
“Fosil şirketlerinin üst düzey yöneticileri
ne yaptıklarını biliyorlar ve işlerin şimdiki gibi sürmesinin uzun dönemli
sonuçlarının da bilincindeler. Bana göre, bu yöneticiler insanlığa ve doğaya
karşı ağır suçlar işlemekten yargılanabilirler”.
Evet, itiraf ediyorum bu yazının başlığını bir
kitaptan, Ayrıntı Yayınları'ndan 2009 yılında çıkmış James Hansen'in kitabından
arakladım. Bu kitap, küresel iklim değişikliği konusunda okunması gereken
kitaplar listesi yapılsa hiç kuşkusuz ilk sıralarda yer alır. James Hansen, 23 Haziran 1988 yılında,
bundan 24 yıl önce, atmosferde insan kaynaklı seragazı etkisi oluştuğunu ve
dünyanın ikliminin değiştiğini söylemişti. Kitapta hem küresel ısınmanın bilimsel
gerekçeleri açıklanıyor hem de durumun ne kadar acil olduğuna dikkat çekiliyor.
Kitabın üstlendiği ve gözden kaçırılmaması gereken bir diğer misyonu ise iklim
değişikliği konusunun politikacılar tarafından nasıl hasıraltı edilmeye
çalışıldığını anlatması. Politika yapanlar ve onun arkasındaki güçlerin
bilimsel gerçekleri halktan gizlemek için her şeyi göze aldıklarını bilmek ve ABD’de
olan biteni Hansen'in kendi kaleminden okumak gerçekten tüyler ürpertici bir
deneyim.
Özgür Gürbüz-Birgün/1 Temmuz 2012
James Hansen, ‘NASA Goddard Yerbilimleri
Enstitüsü’ Başkanı iken, 1984-1988 yılları arasında tam üç kez ABD Senatosu'nda
iklim değişikliğine ilişkin tanıklık yapmış. Amerika'daki sistem gereği, Beyaz
Saray İdare ve Bütçe Ofisi'nin (White House Office of Management and Budget) bu
tanıklıklara onay vermesi gerekiyormuş. Hansen'ın anlattığına göre NASA Hukuk
Bürosu, Bütçe Ofisi ve tanıklık yapan bilim insanı arasında arabuluculuk görevini
üstleniyormuş. Yaptıkları sadece arabuluculuk değil tabi, aslında tanığın ne
söyleyeceğine de müdahale ediyorlar. Hansen bir defasında Bütçe Ofisi'nin
konuşma metninde yaptığı değişikliklere itiraz ettiğini yazıyor. Nedeni çok
ilginç. Bütçe Ofisi Hansen'dan
araştırmasının sonuçlarını büyük oranda değiştirmesini ve insan kaynaklı iklim
değişikliğinden duyulan kaygının azaltılmasına hizmet etmesini istemiş.
Ünlü bilim adamı aksi halde tanıklık yapamayacağını anlayınca ısrar edilen üç
noktada değişiklik yapmayı kabul etmiş ama pes etmemiş. Daha sonra ABD Başkan
Yardımcılığı görevini de yapan dönemin senatörü Al Gore'dan değişiklik yapılan
üç konuda kendisine soru sormasını istemiş. Böylece yazılı metinde olmayanları
sözlü anlatarak sansürü delmeyi başarmış.
Kolombiya Üniversitesi öğretim üyesi Dr. James
Hansen, küresel iklim değişikliğinin durdurulması için kolay okunur bir reçete
de sunuyor[1]. Özeti şu:
Başta kömür olmak üzere fosil yakıtların (petrol, doğalgaz, katran kumları vb.)
kullanımını en aza indirmek.
Kitap hem dönen dolapları hem de işin bilimsel
yönünü anlama konusunda bir başucu kitabı. Benim bu kitaptan bahsetmemin nedeni
ise başka. Exxon Mobil'in başındaki Rex Tillerson birkaç gün önce iklim
değişikliği konusunda çözüm önerilerini açıkladı. Mobil, Fortune dergisinin
dünyanın en büyük firmaları listesinde üçüncü sırada yer alıyor. Yılda 354
milyar doları bulan geliri ve 30 milyar dolarlık kârıyla Shell'in hemen
arkasında, BP'nin ise önünde yer alıyor. Dünyanın en büyük şirketleri listesi
görüldüğü gibi petrolcülerle dolu. Mobil’in ticari faaliyetleri de başta petrol
ve gaz olmak üzere enerji alanına odaklanmış. Şirketin Yönetim Kurulu Başkanı
Tillerson'a göre fosil yakıtların kullanımını azaltarak iklim değişikliğini
durdurmaya çalışmak yerine, değişen hava modellerine uyum sağlamalı ve yükselen
deniz seviyesine karşı dev barikatlar kurmakla uğraşmalıymışız. “Hava modellerinin değişimi sonucu tarım
ürünlerinin üretim yerlerinin değişmesine uyum sağlayabiliriz” diyen Tillerson,
bunun bir mühendislik sorunu olduğunu ve öyle de çözüleceğini buyurmuş.
Mobil'in Yönetim Kurulu Başkanı, küresel yoksulluğun iklim değişikliğinden daha
önemli bir sorun olduğunu söyleyerek, elektriğe erişimi olmayan milyonlarca
insanın fosil yakıt kullanarak hayat kalitesini arttırabileceğini de sözlerine
eklemiş.
Tillerson Exxon Mobil’in eski başkanlarına
göre farklı bir yol izliyor. Ondan öncekiler iklim değişikliğinin insan
kaynaklı olduğunu tümden reddediyorlardı. İklim değişikliğini inkâr
politikasını destekliyorlardı. Tillerson ise, durdurmaya çalışmayın,
kurtarabildiğinizi kurtarın diyor. Yeter ki petrol, kömür ve doğalgaz tüketimi
azalmasın; tüm derdi bu. Durumu o kadar hafife alıyor ki, kızmamak elde değil.
Bangladeş'te, tarım ve yaşam arazileri sular altında kalacak milyonlarca
insanın nereye ve nasıl göçeceği sizce bir mühendislik sorunu mu? Sular altında
kalacak ada devletlerini suyun üstünde tutacak bir mühendislik mucizesi var da
ben mi duymadım? Milyonlarca insanın temiz su ihtiyacını karşılayan dağ
buzullarının 50 yıl içinde erimesini hangi mühendislik harikası araç
durdurabilecek? Mobil'in otomobil yarışlarındaki mankenlere tanıtım amaçlı verdiği
şemsiyeleri birleştirsek acaba tüm buzulları gölgede bırakacak dev bir şemsiye
yapmamız mümkün olur mu?
Bir de yoksul insanlar üzerinden söylenen
sözlerle yapılan çarpıtmalar var tabi. Elektriği olmayan insanlara elektrik
götürmek onları mutlu edebilir ama bunu yaparken onları zehirlemek zorunda
değilsiniz. Termik santrallerin kömür dağları, küresel ısınma sonucu ortaya
çıkacak sel ve kuraklık felaketleri elektrikle gelen mutluluğu alıp
götürecektir. Elektrik üretmenin temiz yolları da var ve herkese yeter. Yeter
ki tüketim denen canavarı dizginleyebilelim.
Bu yazıya James Hansen ile başladık yine
onunla bitirelim. Hansen diyor ki; “Fosil şirketlerinin üst düzey yöneticileri
ne yaptıklarını biliyorlar ve işlerin şimdiki gibi sürmesinin uzun dönemli sonuçlarının
da bilincindeler. Bana göre, bu yöneticiler insanlığa ve doğaya karşı ağır
suçlar işlemekten yargılanabilirler”[2].
Bakalım o günleri görebilecek miyiz?
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)