Türkiye Paris’te ne yapacak

Özgür Gürbüz-Yeşil Ekonomi/15 Ekim 2014

New York’ta yapılan 23 Eylül’deki İklim Zirvesi, bir süredir yerinde sayan iklim müzakerelerini hareketlendirdi. Hem iklim anlaşmalarına imza atmış devletler hem de sivil toplum üzerindeki ölü toprağını attı. Çağrıcı Birleşmiş Milletler, tüm ülkeleri 2015’te Paris’te yapılacak Taraflar Toplantısı (COP 21) öncesi yeni hedefler almaya, taahhüt etmeye çağırdı. Zirve’de başta Avrupa Birliği olmak üzere birçok ülke yeni, ölçülebilir hedefler açıkladı. New York Zirvesi’nin en büyük hedefi ise yıl sonunda Peru’da yapılacak toplantıda yeni bir küresel anlaşmanın taslak metninin ortaya çıkması ve gelecek yıl Paris’te imzalanmasıydı. Bu başarılırsa, 2020’den itibaren yürürülüğe giren, yeni ve bağlayıcı bir uluslararası iklim anlaşmamız olacak. Kyoto’nun birinci dönemindeki gibi ancak daha yüksek oranlarda seragazı azaltmayı mecbur kılacak bu anlaşma ülkelerin ekonomi ve enerji politikalarını etkileyecek. Peki, dünyada bu gelişmeler yaşanırken Türkiye ne yapıyor ve Paris’te ne yapacak?

Aslında Paris’ten önce Lima’da, 20. Taraflar Toplantısı var ama New York’ta Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın yaptığı konuşmaya bakılırsa Türkiye bu toplantıya hazır değil. Erdoğan’ın 2011’deki söylemi tekrarlayan konuşması, bir anlamda son üç yılın boşa harcandığının işareti oldu. Türkiye şunu anlamak zorunda. Seragazı emisyonları kelime oyunlarıyla değil, eylemle azalıyor. İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’ne (İDÇS) imza koyduğumuzdan bu yana her yıl BMİDÇS Sekretaryası’na düzenli envanter raporu veriyoruz. O raporda da emisyonlarımızın 1990’dan bu yana yüzde 133,4 oranında arttığı yazıyor. Bunu yok sayamayız. Müzakereler öyle bir sürece giriyor ki, ya ok yaydan tamamen çıkacak ya da herkes elini taşın altına koyacak. Aklı başında hiçbir devlet ‘vurdumduymazlık senaryosuna’ güvenip plan yapmaz. Türkiye’de seller ve kuraklığın sadece bu yılki bilançosuna bakmak bile sokaklara ceset torbaları bırakmanın önlem almak olmadığını göstermeye yetiyor. O halde ne yapabileceğimizi çalışıp, toplantılara öyle gitmeliyiz.

Türkiye’nin bahanesi kalmadı
Türkiye bugüne kadar iki bahanenin arkasına sığındı. İklim müzakerelerinden sonuç çıkmaması birinci bahaneydi. Sorumluluğun başka ülkelerde olduğu ise ikinci bahane. İlk bahanenin Paris’te geçerliliğini yitirdiğini ve herkesin yeni bir anlaşmayla yola koyulduğunu düşünelim. Türkiye bu anlaşmanın dışında kalabilir mi? Hiç sanmıyorum. Kyoto sürecine yanlış başlayıp, geç dahil olduğumuz için sorumluluk almadık ama artık sürecin içindeyiz. Peki, yeni süreçte nasıl ve hangi sözlerle yer alacağız? Yine, “bizim kişi başına düşen emisyon miktarımız az, bu iş gelişmiş ülkelerin sorumluluğu” argümanının ardına sığınabilir miyiz? Bakalım.


Türkiye’de kişi başına düşen emisyon miktarı 2012 sonu itibariyle 5,9 ton. 2011 ile 2012 arasındaki artış hızımızı (%3,7) temel alırsak ve her yıl bu oranda artış öngörürsek (bu son yıllardaki en düşük artış hızı) Türkiye’nin toplam seragazı emisyonları 2020 yılında 600 milyon tona ulaşıyor. Yılda kişi başına düşen emisyon miktarı da 7,1 tonun üzerine çıkıyor. Aynı zaman diliminde, Avrupa Birliği ülkelerinin kişi başı emisyonları da muhtemelen 7 ton seviyesine inecek. 2012 itibariyle AB-28 ortalaması 8,9 ton. AB-15 ortalaması ise 9 ton. Avrupa Birliği ülkeleri seragazı emisyonlarını hızla azaltıyor ve taahhütlerini sürekli yükselttikleri için daha da azaltacak. 2002’de, AB-15’te kişi başına düşen emisyon miktarı 11 tondu ve 10 yılda 2 ton azaltmayı başardılar. 2020’de Türkiye’nin AB ortalamasını yakalayacağını söylemek falcılık olmaz. Kısacası, 2020’de devreye girecek bir anlaşmada, kişi başına düşen emisyon miktarı Türkiye’nin sorumluluk almaması için bir bahane olamayacak.

Sorumluluğu başka ülkelere atmakta kullandığımız bir diğer ‘argümanımız’ ise onların tarih boyunca atmosferi kirlettikleriydi. Türkiye’nin atmosfere seragazı bırakmasının son 20 yıl ile sınırlı kaldığı, bu yüzden de hâlâ kirletme hakkımız olduğu savunuluyordu. Acı gerçek ise şu: Son yıllarda o kadar çok miktarda seragazını atmosfere bıraktık ki, tarihsel emisyon miktarlarında da gelişmiş ülkeleri yakalamaya başladık. Türkiye’nin 1850-2011 yılları arasında atmosfere bıraktığı seragazı miktarı 6 milyar 956 milyon ton (Kaynak: The Carbon Map). Bu bizi tarihsel emisyon sıralamasında 185 ülke asında 27. yapıyor. Bizimle benzer ekonomik koşullardaki ülkeleri inceleyelim çünkü onların yeni dönemdeki hedefleri bizden de istenebilir. Meksika’nın tarihsel emisyonları 14,5 milyar ton. Brezilya’nın 11,2; Güney Afrika’nın 14,7 ve İspanya’nın 12 milyar ton. Bu ülkeler önümüzdeki dönemde yükümlülük alır veya almaya devam ederse, benzer ekonomik yapıya sahip Türkiye’nin dışarıda kalması zorlaşacak. Aşağıdaki tabloda detayları görebilirsiniz.

Son olarak, New York’taki zirvede, Paris’i beklemeden taahhütte bulunan ülkelerden bazılarına bir bakalım. Endonezya, 2020’ye kadar seragazı emisyonlarını yüzde 26, Malezya yüzde 40; Uruguay ise 2030’a kadar yüzde 85 azaltmayı taahhüt etti. Avrupa Birliği’nin 2030 hedefi ise emisyonlarını yüzde 40 oranında azaltmak. Birlik içerisinde bu hedefi görüp arttıranlar da var. İrlanda’nın azaltım hedefi 2050’ye kadar yüzde 80. Hindistan, 2030’a kadar güneş ve rüzgardan elde edeceği enerji miktarını iki katına çıkarmayı, Şili ise 2025’e kadar elektrik üretiminin yüzde 45’ini yenilenebilir enerji kaynaklardan sağlamayı hedefledi. 

Her şey tozpembe değil. Çin ve ABD’nin birbirini sınaması, Rusya ve Kanada’nın ortalarda gözükmemesi hâlâ soru işaretleri yaratıyor. Japonya’nın yeniden görüşmelere döneceğinin sinyallerini vermesi, Kore ve Fransa’nın iklim fonuna para aktarması ise yeterli olmasa da iyi sinyaller. Bu durumda Türkiye’nin şu ana kadar sürdürdüğü çözümsüzlük stratejisini rafa kaldırıp, Paris’e samimi bir hedefle gitmesi, en azından hazırlanması, en doğru iş olacak. Sular altında kalma tehlikesi yaşayan Tuvalu halkı, kendilerine 2020’ye kadar yüzde 100 yenilenebilir enerji hedefi koyarken, bizim de en azından o insanların yüzüne bakabilecek bir taahhütle masaya oturmamız, stratejileri geçtim, insanlığın gereği. Umarım sorumlular bizi utandırmaz.

Kobane ve sivil itaatsizlik

Özgür Gürbüz-BirGün/12 Ekim 2014

Vicdani retçiler, barış eylemcileri ve pasifistler için en zor zamanlar, havada kuşların değil kurşunların uçtuğu günlerdir. Bu zamanlarda kimse söze, vicdana kulak vermek istemez, şiddet hayata egemen olur. Pasifizm ve sivil itaatsizlik zayıf, etkisiz eylem biçimleri sanılır ve küçümsenir. Gandi’nin İngiliz İmparatorluğu’nu sivil itaatsizlik eylemleriyle dize getirdiği unutulur. Halbuki otoritenin ve zorbanın en korktuğu eylem ona itaat edilmemesidir. Cumartesi Anneleri ve Gezi’nin gücü kalabalık olmalarından değil, ısrarla otoriteye boyun eğmemelerinden gelir. Zorunlu din dersine girmemek, celp kâğıdını yırtmak ve kesilecek ağaçların önünde durmak sivil itaatsizlik eylemleri arasında sayılabilir.

Sivil itaatsizlik eylemleriyle diğerleri arasında ince bir çizgi var. Bu eylemlerin genelinde bir yasa değişikliği talep edilir ya da adil olmayan bir yasanın, uygulamanın kaldırılması istenir. Eylemden önceki tüm seçeneklerin denenmiş olması önemlidir. İtaatsizlik saklanmaz, şeffaflık ve şiddet içermeyen eylem ön plandadır. Eylemci tutuklanmayı, yargılanmayı göze alır. Bu, konunun gündeme taşınmasının bir parçasıdır. Gandi meşhur tuz eylemine başlamadan önce İngilizlere mektupla haber bile vermiştir. Güvenlik güçlerine karşı sözlü ya da fiziksel şiddete başvurmaz ancak itaat etmez. Karakola mı götüreceksin, taşıyıp götüreceksin der. Çıkış noktası genelde politiktir. Kamu vicdanına seslenmeyi amaçlar, bir grubun çıkarı için yapılmaz.

Soru şu. IŞİD gibi bir örgütle karşı karşıya kaldığınızda oturma eylemi yapabilir misiniz? Kobane’de IŞİD’i sivil itaatsizlik eylemleriyle durdurabilir misiniz? Hayır. IŞİD bir devlet ya da otoritesini yasalardan alan bir yapı değil. Çete reisi veya bir sultan gibi, kararları anlık ve hukuksuz. Gandi’nin zafere ulaşmasının bir nedeni de karşısındaki gücün kurumsallığıdır. Devlet terör örgütü veya çete gibi davranamaz. Davranırsa karşısına aldığı halk da öyle davranır ve iş işten geçer. Türkiye’deki eylemlerde ‘şiddetsizlik’ sınırının belli zamanlarda aşılmasında devletin ya da otoritenin, konumunu unutup şiddete başvurması ya da emrindekilerin şiddetine göz yummasının rolü de büyüktür.

Buradan, ‘IŞİD’i sivil itaatsizlik eylemleriyle durdurmak mümkün değil’ sonucunu çıkarmayalım. Soruyu doğru zamanda sorabilseydik belki IŞİD ortaya çıkmadan onu durdurabilirdik. Suriye’ye müdahaleye karşı sokakları işgal edip, oturabilseydik. İmza kampanyalarıyla her gün görünür olabilseydik. Batı’nın Ortadoğu’yu anlamama yeteneğine şapka çıkarmadan, Esad’ı destekliyor gibi görünmekten korkmadan, “savaş hiçbir sorunu çözemez” diyerek, Suriye’ye giden TIR’ların önüne yatıp yolları kapatabilseydik. Hep birlikte ve aynı anda, sınırlarımızdan Suriye’ye kimin ve nelerin geçtiğinin açıklanmasını isteyen dilekçeler yazarak, kamu kuruluşlarına telefonlar açarak onları çalışamaz hale getirseydik. Daha da önemlisi, ortada İŞİD bile yokken, silahlanmaya, palalılara, düğünde gelini vuran çifteye karşı çıkabilseydik, bugün Esenyurt’ta, Gaziantep’te ve Bingöl’deki ölümleri durdurabilirdik. Sözün kısası, belki de bu kötü günleri görmeden, savaşın daha az can almasına neden olabilirdik. Belki de olamazdık ama denemedik.

Barış eylemcileri, pasifistler ve savaş karşıtlarının bugün etkisiz olmaları onların eylem biçimlerinin güçsüzlüğünde değil, aslında bu ülkede yaşayan herkesin şiddet içeren eylemlere öyle ya da böyle güvenmesinden kaynaklanıyor. IŞİD kapıya gelmeden yapılacakları yapmadığımız için şimdi savaşı ve silahı konuşuyoruz. Hatalarımızı, eksikliklerimizi kabul edersek gelecekte yolu şiddetten geçmeyen bir barış umudumuz olabilir. Farkındayım, bu yazdıklarım Kobane’yi İŞİD’in elinden kurtarmayacak ama belki geleceği kurtaracak. Evet, sadece belki ve eğer hepimiz istersek.

Nükleer santraller ve lösemi

Kaza ve sızıntı yapmasalar bile nükleer santrallerin yakın çevresinde yaşayanlarda kansere yakalanma riskinin daha yüksek olduğunu gösteren önemli çalışmalar var. Bunlardan belki de en bilineni, “KIKK Araştırması” adıyla anılan ve Almanya Radyasyondan Korunma Dairesi’nin başlattığı çalışma. Almanya’daki 16 nükleer reaktörü kapsayan araştırmada, nükleer santrallere beş kilometreden yakın bir mesafede yaşayan ve beş yaşayan küçük çocuklarda rastlanan kanser sayısı, nükleer santralden uzakta yaşayan aynı yaş grubundaki çocuklarla kıyaslanıyor. 1980-2003 yılları arasındaki veriler kıyaslanınca, nükleer santralden uzakta oturan çocuklarda lösemiye daha az rastlandığı ortaya çıkıyor. Dr. Alfred Körblein’in yürüttüğü bu çalışma 2007’de gözden geçirildi ama santrallerin kanser etkisini gösterecek veriler değişmedi. Nükleer santrale beş kilometre çapında bir mesafede yaşayan, beş yaşın altındaki çocukların kansere yakalanma olasılığı beklenenden 1,6 kat; lösemiye yakalanma olasılığı ise nükleerden uzak duran çocuklara oranla 2,2 kat daha fazlaydı. Buna rağmen, araştırmayla ilgili tartışmalar bitmedi.(Körblein daha önce Türkiye'ye de gelmiş ve araştırmasının sonuçlarını açıklamıştı. O konuda yazdığım haber için lütfen tıklayınız)

The Ecologist dergisinde yayımlanan yeni bir makale, KIKK Araştırması’nda çıkan sonuçları açıklayacak nitelikte. Dr. Ian Fairlie tarafından kaleme alınan ve 29 Eylül 2014’te yayımlanan makalede, nükleer santrallerin yakıt değişimi sırasında normal çalışma süresindeki radyasyonun 500 katını çevreye bıraktığı belirtiliyor. 12 saat boyunca radyoaktif emisyonların tepe noktasına çıktığını belirten Fairlie, çocuklarda görülen löseminin kaynağının yakıt değişimi sırasında ortaya çıkan yüksek radyasyon olabileceğine dikkat çekiyor. Nükleer reaktörlerde yakıt değişimi 1 veya 1,5 yılda bir yapılıyor. Bu sırada da santrallerden etrafa yayılan rutin radyasyon en yüksek miktarlara ulaşıyor. Dr. Fairlie, nükleer santral yakınında yaşayan çocuklarda daha sık lösemiye rastlanmasının sebebi bu olabilir mi sorusuna, “Evet, olabilir” yanıtını veriyor. Fairlie, “Nükleer santrale yakın ve oradan esen rüzgarların yolu üzerinde oturanlar, yakıt değişimi sırasında yıl boyunca aldıkları rutin radyasyon seviyelerinin 20 ila 100 katı radyasyona maruz kalıyorlar” diyor. Makalede, yakıt değişimi yapacak nükleer santrallerin bu sırada bölge halkını uyarması gerektiği ve yakıt değişiminin rüzgarların radyoaktif emisyonları okyanusa doğru taşıyacağı zamanlarda yapılması gerektiği de yazılı.

The Ecologist'teki makaleye ulaşmak için lütfen tıklayınız:

Çanakkale 100 bin parça

Özgür Gürbüz-BirGün/5 Ekim 2014

Planlamaya hiç karşı olmadım. Hatta bizim gibi herkesin kafasına eseni yaptığı ülkelerde bir zorunluluk olduğunu bile düşünürüm. Ancak planı doğru yapacaksınız. Yanlış plan yaparsanız geri dönüşü olmaz. Balıkesir-Çanakkale 1/100 bin ölçekli Çevre Düzeni planı da geri dönüşü olmayan planlardan biri. Türkiye’nin en güzel illerinden Çanakkale bu planda katlediliyor. Türkiye’nin en temiz havası kömürcülerin tozuna, madencilerin siyanürüne feda ediliyor. El değmemiş ormanlar, eşine az rastlanır verimli tarım toprakları inşaat ve yol çetelerinin işgaline sunuluyor.

Planlar doğru yerleşmenin, sürdürülebilir yaşamın koruyucuları gibidir. Yanlış planlarsanız ya da bilerek yanlış yaparsanız çarpık kentleşmeye, ormansızlaşmaya, tarımda dışa bağımlılığa ve bin türlü sağlık sorununa davetiye çıkarırsınız. En değerli hazinemiz toprak biter. Çevre düzeni planı bavul değil. Boşaltıp yeniden dolduramazsınız. Orman, su ve hava gitti mi gider.

Çanakkale için yapılan planda dev sanayi bölgeleri, madencilik sahaları, Gökçeada ve Bozcada gibi korunması gereken yerlerin ranta açıldığı görülüyor. Bunların hangisine Çanakkale’nin ihtiyacı var? Tek tek bakalım.

Dünyada çıkarılan altınların yüzde 80’inden mücevher yapılıyor. Mücevher bir ihtiyaç değil, hayat kurtarmıyor, dünyayı ileri götürmüyor. Kalan yüzde 20’nin büyük bir kısmı da yatırım amaçlı alınıyor. Çıkarılan altının çok azı elektronik eşya yapımında kullanılıyor. Bunu iyi bir şey kabul etsek bile dünyada bilgisayarlara yüzlerce yıl yetecek altın zaten var. Mesele sadece bu değil. Altın madeni işletmelerinin ocak başı satış gelirinin sadece yüzde 2’si devlet payı olarak ödeniyor. Bergama’dan başlayarak hukukun askıya alınması, madencilere istedikleri gibi kirletme izni verilmesi birkaç kişiyi zengin etmekten ibaret. Bir altın yüzük için 18 ton maden cevheri atığı üretilen bir sektörden bahsediyoruz. Aklı, vicdanı olan biri bu madenleri plana koyar mı? Koymaz.

Planda termik santraller de var. Türkiye’nin elektrik talebi 2013’te sadece yüzde 1,3 oranında arttı. Santral yapımı ise hız kesmedi. Fazla kapasite var. Önümüzdeki yıllarda da elektrik talebi yüksek oranlarda artmayacak çünkü ekonomideki büyüme sınırlı kalacak. Daha da önemlisi, istenirse ekonomideki büyüme daha az enerji tüketimiyle gerçekleşebilir. Türkiye zaten enerjiyi kötü kullanan bir ülke. Verimlilikle, aynı gelişmiş ülkelerin yaptığı gibi daha az elektrik tüketerek büyüme sağlanabilir. Türkiye’nin tüketimini klimaların zorladığı gerçeğini de unutmayalım. Ortada sanayi kaynaklı bir talep yok. O nedenle Çanakkale’yi kömür tozuna boğacak, tarımı bitirecek termik santraller plandan çıkarılmalı.

Çanakkale Boğazı’na yapılmak istenen köprü ise aynı İstanbul’da olduğu gibi trafik ihtiyacından değil, yol boyunca yeni yerleşim yerleri açma isteğinden o plana dahil edilmiş. Bina dikilen topraktan zeytin, domates, buğday, arpa, yulaf, çavdar, susam, tütün, fasulye, nohut, bezelye, börülce çıkacak mı? Siyanür toprağa ve suya bulaşınca kavun, karpuz, şeftali, ceviz, erik, badem, vişne, elma, armut, kiraz, domates, patlıcan, pırasa, lahana, ıspanak, havuç, biber ve türlü türlü üzüm yetişecek mi? Termik santralden bırakılan soğutma suları denize varınca tekir, mercan, barbunya, sardalye, lüfer, palamut, kılıç ve kolyoz oltaya takılacak mı? Hurda demirciler ve otomobiller ili işgal edince koyun, keçi, sığır ve 50 bine yakın arı kovanı yüz bin parçaya bölüp mahvettiğiniz Çanakkale’de yaşayacak mı? Yukarıdaki saydıklarım ürünlerin hepsi Çanakkale’de üretiliyor. Bir zahmet şu listeye bir daha bakıp Çevre Bakanlığı’na itiraz dilekçenizi hemen kaleme alın. İtiraz süresinin son günü 8 Ekim 2014. Bakanlığa, “Çimentoya su verilince karınlarımız doyacak mı” diye sormayı da ihmal etmeyin.

Finlandiya’da nükleer kaos

Finlandiya’da yapımına 2005’te başlanan nükleer reaktörün 2018’den önce devreye giremeyeceği açıklandı. Maliyeti ise 5 milyar avrodan fazla arttı. Hükümet iki yeni nükleer reaktör planlarından birine hayır dedi, diğerine şart koştu. Yeşiller koalisyonu terk etti.

Özgür Gürbüz-BirGün/30 Eylül 2014

Nükleer felaket denince akla ABD, Sovyetler Birliği ve 2011’de Japonya’da meydana gelen nükleer santral kazaları geliyor. Finlandiya’daki nükleer felaket ise ekonomik ve siyasi. Rus gazına bağımlılığı azaltacak iddiasıyla inşaatına 2005’te başlanan Olkiluoto-3 reaktörü Finlandiya’nın başına bela oldu. Yapımcı Areva-Siemens konsorsiyumu, yaptığı açıklamada reaktörün en erken 2018 yılında devreye gireceğini kabul etti. İnşaata başlandığında reaktörün 2009 yılında elektrik üreteceği söyleniyordu.

Dünyadaki en gelişmiş nükleer reaktör diye tanıtılan Avrupa Basınçlı Su Reaktörü’nün (EPR) maliyeti de dudak uçuklatıyor. 1600 megavatlık (MW) reaktörün maliyetinin 3,2 milyardan 8,5 milyar avroya çıkması bekleniyor. Bu tahmin, reaktörün yapımını üstelenen Areva’nın Yönetim Kurulu Başkanı Luc Oursel’e ait ve iki yıl öncesine dayanıyor. Olkiluoto-3 reaktörün siparişini veren TVO firmasının başı da hem artan maliyet hem de tazminat davalarıyla ciddi anlamda dertte. Gecikmeden dolayı tahkime giden TVO, Areva’nın kendisine 1,8 milyar avro ödemesini talep ediyor. Areva ise gecikmeden TVO’yu suçluyor ve 2,7 milyar avroluk tazminat istiyor.

YENİ REAKTÖRLER ZORDA
Olkiluoto’daki başarısızlık Finlandiya’daki diğer nükleer santral projelerini de etkilemeye başladı. TVO firması, gecikmeler ve mali belirsizlik nedeniyle aynı nükleer santralde kurulması planlanan 4 numaralı reaktörün inşaatına başlayamadı. Hükümetten yeni reaktör için verilen iznin uzatılmasını istedi ancak hayır yanıtı aldı ve bu proje deyim yerindeyse bir başka bahara kaldı. Finlandiya hükümeti, Fennovoima’nın Pyhajoki Nükleer Santral projesine verdiği destekte ise şartları ağırlaştırdı. Rusya’nın devlet şirketi Rosatom’la yapılan anlaşmada, konsorsiyumun yerli ortaklarının payının yüzde 50’den 60’a çıkarılmasını istedi. Projedeki ortağın Rusya olması, ortak bulma konusunda Fennovoima’nın işini zorlaştırıyor. Ukrayna krizi ve nükleeri tercihteki asıl nedenin Rusya’ya bağımlılığı azaltmak olması, projeye eleştirel yaklaşanların sayısını arttırıyor.

Hükümetin Fennovoima’ya yeşil ışık yakması ülkede bir de siyasi krize yol açtı. Hükümet ortağı Yeşiller koalisyondan çekildi ve iktidardaki koalisyonun elindeki sandalye sayısını 102’ye düşürdü. Muhalefetin elinde ise 98 sandalye var. 2005’te ‘çözüm’ diye sunulan nükleer şimdi Finlandiya’da sadece sorunlarıyla gündeme geliyor.

***
Sinop’ta da Areva var
Finlandiya’da aldığı siparişle başı belaya giren Areva şirketinin adı Sinop’ta kurulmak istenen nükleer santralde de geçiyor. Türkiye ile Japonya arasında imzalanan anlaşma metni aradan geçen 1,5 yıla rağmen kamuoyuyla paylaşılmasa da basına sızan haberler Sinop’ta Areva ve Mitsubushi Heavy Industries şirketlerine ait Atmea tipi reaktörlerin kullanılacağı belirtiliyor. Dünyada Atmea reaktörlerinin kullanıldığı bir nükleer santral yok. Nükleer santral projesinde ısrar edilirse ilk kez Sinop’ta denenecek. Aynı Finlandiya’daki EPR gibi denenmemiş bir teknoloji. Mersin’de kurulmak istenen nükleer santralde kullanılacak Rus yapımı VVER1200 reaktörleri de henüz hiçbir nükleer santralde elektrik üretmedi.

Elektrik ve laiklik

Özgür Gürbüz-BirGün/28 Eylül 2014

Elektriğin henüz İslami usullere uygun üretileni icat edilmedi. ‘Helal elektrik’ kavramını ilk kez ortaya atmaktan gurur duyuyorum ama derdim o değil. Elektrik üretiminde değil elektrik tüketiminde vicdan özgürlüğünün sağlanması için bir devlet neleri yapmalı onları yazacağım. Helal elektrik üretimi sorununu da konunun uzmanlarına havale ediyorum. İran gazı, Rus uranyumuyla elektrik üretimi vacip midir bir araştırsınlar.

Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Ocak ayında yaptığı açıklamaya göre Türkiye’de 84 bin 684 cami var. Yasalar, sadece cami, mescit, kilise, havra ve sinagogları ibadethane kabul ediyor ve aydınlatma giderlerinin Diyanet Bütçesi’nden karşılanmasına izin veriyor. Suyu ise belediyeler ücretsiz sağlamakla yükümlü. Şimdi hesap yapalım. Büyüklükleri ve haliyle elektrik harcamaları değişse de, bir caminin aylık aydınlatma faturasının 200 TL olduğunu varsayalım. Camilerin elektrik faturaları için Diyanet’in bütçesinden çıkan miktar ayda 17, yılda ise 204 milyon TL’yi buluyor.

Camiler, Türkiye’deki sünni Müslümanlara hizmet etmek için kurulmuş. Sayılarının 15-20 milyon olduğu tahmin edilen Aleviler, başka dini inanca sahip Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları veya ateistler camiye gitmiyor. Ancak camilerin aydınlatma masrafları, devletin bu hizmetini kullanıp kullanmadığınıza bakılmaksızın diyanet bütçesinden yani herkesten tahsil ediliyor. Halbuki aynı otoyol gibi, bu hizmetten yararlananlar da ayrıca ücretlendirilebilirler. Giden öder, gitmeyen ödemez. Camilerin ısıtma giderleri için cemaatten para toplanabildiğine göre pratikte sorun yok. Buna aydınlatma ve imamın maaş giderleri de eklenebilir. Şimdiki durumun adı ‘zorla yapılan tahsilat’tır. Dinde zorlama olur mu sorusunun yanıtını bu ülke her gün acı bir sürprizle aldığı için ben soruyu, “demokratik, laik bir devlette zorlama olur mu” diye soracağım. Demek ki neymiş, ‘dinde özgürlük’ türban veya başörtüsüyle sınırlı değilmiş.

İşin garibi, radikal İslamcı gruplar, 2013’teki yasa değişikliğinden bu yana, diyanet bütçesinden başka ibadethanelerin elektrik faturalarının ödenmesine ateş püskürüyor. “Kilisenin parasını müftülük ödüyor” diye kızıyorlar. O zaman gitmediği camide kullanılan elektrik için para ödemek istemeyenlere de kızmayacaksın.    

Enerjide laik düzene geçmenin önündeki tek engel camilerin elektrik faturaları değil. Bir de TRT engeli var. Türkiye’de elektrik fatura bedellerinin yüzde 2’si TRT’ye aktarılıyor. Bu sayede TRT, izleyici kaybederim, reklam alamam korkusu olmadan, hükümetin dini ve siyasi görüşünün propagandasını yapabiliyor. Parasını ödeyen sizlerin görüş ve inançlarına uygun düşmeyen yayınlara yer verebiliyor. Ne kadar mı bu bedel, onu da Elektrik Mühendisleri Odası Enerji Birimi Koordinatörü Olgun Sakarya’nın yardımıyla hesaplamaya çalıştım. 2012’de bu tutar kaba bir hesapla 870 milyon TL’yi buluyor. Hesap yanlış, eksik diyenler doğru bedeli çıkarır görürüz. TRT’nin yayınlarının bu ülkedeki her dine, mezhebe, dinler içerisindeki farklı görüşlerle ve dinsizlere hitap ettiğini kimse iddia edemez. Yabancı ülkelerde de devlet kanalları var ama hükümetin sesi olmadığı için halk maddi desteğe sesini çıkarmıyor. TRT payı da zorla yapılan bir tahsilat. Demokrasilerde işi olmaz.

“Alt tarafı yılda 1 milyar TL, abartma” diyenlere de bir çift lafım var. Kaçak elektrik kullanımı gündeme gelince “ben tüketmediğim elektriğin parasını niye ödüyorum” diye soranları olayı abartmakla suçluyor musunuz? İzlemediği, kendisini hiçe sayan televizyona para vermek istemeyene de kızamazsınız. Bu aralar baskıyı, dayatmayı özgürlük gibi göstermek moda oldu. Madem derdiniz özgürlük, gelin önce dini özgürleştirelim. Devletin, inanmayanın parasından kurtaralım, kendi yağıyla ve inananların bağışlarıyla kavrulsun. İmamların maaşını, camilerin suyunu ve elektriğini o hizmetleri kullananlar ödesin. İşe de elektrik şebekesini laikleştirmekten başlayalım.

Bugün Dil Bayramı

Bugün Dil Bayramı. Dil Devrimi 82. yaşında ama daha yapılacak çok iş var.

İzninizle daha iyi yazmak için birkaç basit öneri sunmak istiyorum. Öncelikle cümlelerinizden, "yönelik, olan ve olarak" gibi kelimeleri atarak işe başlayın. Bir örnek: Sivas'ın ilçesi olan Divriği'ndeyiz. Buradaki "olan" kelimesini cümleden çıkardığınızda anlam değişmez aksine güzelleşir.

http://www.aa.com.tr/tr/ekonomi/395049--kosullarimizin-saglanmasi-gerekecek
Kötü kullanım o kadar yaygın ki, Anadolu Ajansı'nın metinlerinde bile hata bulmak mümkün. Halbuki gazeteciliğe başladığımızda bize AA'yı örnek almamız salık verilirdi. Yandaki fotoğrafta gereksiz kelime kullanımına bir örnek. Haberdeki "olan" kelimesini atın, anlamın değişmediğini göreceksiniz.

Türkçe'de yabancı kelime kullanımı da ayrı bir sorun.Her zaman iyi bir karşılık bulunamıyor olabilir. Peki, iyi örnekleri kullanıyor muyuz? Navigasyon demek yerine neden "yolbul" gibi harika bir kelimeyi kullanmıyoruz?

Beni bu aralar en çok CNBC-e'deki (cenebece-e okunur) çeviriler rahatsız ediyor. "Stabil durumda" gibi hangi dile ait olduğu belirsiz cümleler kuruluyor. Bir çevirmen çeviri yaptığı iki dili de çok iyi bilmek zorunda. Ne yazık ki bizde yabancı dili güzelse o çevirmenin iyi olduğu sanılıyor.

Dil emek ister, çaba harcamazsak gelişmez. Bundan 5-10 yıl önce yazdıklarıma bakıyorum, onlarca hata buluyorum. Önemli olan hatalarımızı düzeltmeye, tekrar etmemeye çalışmak.

New York İklim Zirvesi'nde verilen taahhütler

Birleşmiş Milletler (BM) Genel Sekreteri Ban Ki-mun tüm ülkelerin temsilcilerini küresel iklim değişikliğini durdrumak için önlem almaya ve sözden eyleme geçmeye çağırdı. Ban Ki-mun'un çağrısıyla 24 Eylül 2014 tarihinde New York'ta biraraya gelen ülkelerin temsilcileri, küresel iklim değişikliğini durdurmak için neler yapacaklarını BM kürsüsünden duyurdu. Aşağıdaki haritada, ülkelerin New York'taki zirvede verdikleri taahhütleri görebilirsiniz. Merak ettiğiniz ülkenin üzerindeki balona tıklamanız yeterli. (Dil: İngilizce)


SİZ kurucuları New York'taki iklim zirvesini değerlendirdi

24 Eylül 2014 tarihli SİZ basın açıklaması:

BM İklim Zirvesi’deki yeni taahhütler umut verdi ama Erdoğan’ın konuşması beklentilerden uzaktı.
Sivil İklim Zirvesi kurucuları, BM İklim Zirvesi’ni ve Türkiye’nin açıklamasını değerlendirdi.

23 Eylül 2014 tarihinde Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Ban Ki-mun’un davetiyle düzenlenen İklim Zirvesi’nde Türkiye’nin görüşlerini Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan açıkladı. New York’ta gerçekleşen zirveyi ve Türkiye’nin zirvede yaptığı açıklamayı, Sivil İklim Zirvesi (SİZ) kurucularından Dr. Nuran Talu, Önder Algedik ve Özgür Gürbüz değerlendirdi.

Küresel Denge Derneği Başkanı Dr. Nuran Talu, bir yıl sonra Paris’te yapılacak 21. Taraflar Toplantısı’nda (COP21) Kyoto’nun yerini alacak yeni ve güçlü bir anlaşma çıkması için önümüzde uzun bir yol olduğunu ama umutsuz olmadığımızı söyledi. “New York’ta boş koltuklara konuşan liderler Paris’te insanlığın geleceğini kurtaracak, yasal bağlayıcılığı olan küresel yeni bir anlaşma için siyasi irade iddiasını sergilemekten uzak” diyen Talu, “Bence bu konu artık haklı gerekçelerle sokağa çıkan insanların taleplerine kulak vererek çözülür. Çünkü onlar, iklim siyasetinin gerçekte nasıl yapılacağını yeterince biliyor ve haykırıyor” açıklamasını yaptı. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın “iklim müzakere sürecinde samimi olmalıyız” sözünü samimi bulmadığını belirten Talu, “Türkiye’deki liderlere, ekosistemin, doğal peyzajın ve ormanların korunmasının iklim değişikliğinin etkilerine uyum kapasitesinin arttıracağını birileri anlatmalı. İstanbul’daki 3. havaalanı için kesilen 2 milyon ağacın iklim değişikliğini körüklediğini artık öğrenmeli ve bu gibi projelerden vazgeçmeliyiz” uyarısını yaptı.

İklim ve Enerji Danışmanı Önder Algedik ise Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın konuşması neticesinde Türkiye’nin pozisyonun bir kez daha anlaşıldığını belirtti. Algedik, “Cumhurbaşkanı’nın sözleri Türkiye seragazı emisyonlarını yüzde 21 oranında azalttı şeklinde yorumlandı. Öncelikle Türkiye’nin, 1990-2012 yılları arasında emisyonlarını azaltmadığını aksine yüzde 133,4 oranında arttırdığını belirtelim. Bahsedilen, artıştan indirimdir. Türkiye, daha da fazla arttırabilirdik ama yüzde 133’te kaldık diyor aslında. Benzer bir sorun karbon yoğunluğunun yarı yarıya azaltıldığı söyleminde de var. Bütün bunların birleştiği mesele ise ülkelerin taahhütlerini ortaya koydukları bir ortamda Türkiye’nin hiçbir emisyon azaltım taahhüdünde bulunmaması, iklim değişikliğini durdurmak için kaynak ayırmaması. Bunlar Zirve’nin amacıyla çelişti. Erdoğan’ın konuşmasının alkışlanmaması da bu çelişkinin sonucuydu” dedi.

Zirve’den gelen olumlu haberleri önemli ama yeterli bulmayan Özgür Gürbüz, “İklim değişikliğiyle mücadele için Fransa gibi ülkelerin mali desteği arttırması, Avrupa Birliği’nin 2030’a kadar seragazı emisyonlarını 1990’a göre yüzde 40 azaltacağını taahhüt etmesi, ormansızlaştırmanın 2030’a kadar durdurulacağına dair imzalanan deklarasyon, Paris için bir umut ışığı ama yeterli değil” diyor. “Küresel iklim değişikliğinin etkisini, artan ve şiddetlenen iklim olaylarıyla her geçen gün daha fazla görüyoruz, Türkiye’de kuraklık, seller ve fırtınalar her geçen gün şiddetleniyor” diyen Gürbüz, “Böyle bir durumda Türkiye’nin artık ortaya çıkıp ölçülebilir ve mutlak bir azaltım hedefi ortaya koyması gerekir. Bunu sadece gezegen için değil kendi için de yapmak zorunda. Cumhurbaşkanı’nın yaptığı konuşma hedef içermiyor, durum belirtiyor. Aynı cümleleri yıllardır duyuyoruz. Cümleler değişmiyor ama Türkiye’de iklim değişiyor, verilen kayıpların sayısı artıyor. Türkiye petrol, doğalgaz ve kömüre bağımlılığını azaltırsa hem ekonomik çıkar elde edecek hem de iklim değişikliğini önleyecek ama bu fırsatı görmemekte direniyoruz” şeklinde konuştu.

Sivil İklim Zirvesi: Küresel Denge Derneği ve Tüvik-Der tarafından başlatılan bir sivil toplum girişimidir. İlk zirve Kasım 2013’de 50’ye yakın örgütün katılımı ile Ankara’da düzenlemiştir. Daha fazla detay için: www.iklimzirvesi.org

Çevre mücadelesi için öneriler

Özgür Gürbüz-BirGün/21 Eylül 2014

Soma’da iki kara var; kömür ve zeytin. Hangisinin ‘kemlik’ hangisinin ‘nimet’ olduğunu Somalıdan iyi kim bilir? Bu yüzden Soma’nın Yırca köylüleri alanı (kömür) değil vereni (zeytin) seçti ama dinleyen yok. Zeytinlikler, köylünün rızası olmadan kamulaştırıldı. Karara itiraz edildi ama mahkeme sonuçlanmadan Kolin Şirketler Grubu alanı tel örgüyle çevirip, zeytin ağaçlarını köklemeye başladı. Tek çare dozerlerin önüne yatmaktı, köylüler, çevreciler ve siyasetçiler de onu yaptı. Perşembe’den beri nöbetteler.

Birkaç gün önce Fatsa’da altın madenine karşı ayaklanan kadınları jandarma durdurdu. Mersin’de nükleer santralin elektrik iletim hatlarıyla ilgili bilgilendirme toplantısında polis ile nükleer karşıtları arasında arbede çıktı. Soma, Fatsa ve Mersin. Hepsi son bir hafta içinde oldu.

Hopa’dan Gezi’ye, Hevsel’den Gerze’ye her direniş hareketi güvenlik güçlerini veya dozerleri karşısında buluyor. Bu karşılaşma artık mücadelenin kaçınılmaz ve kritik bir aşaması oldu. Yönetenlerin halka danışmadan aldığı kararlar gerilimi ve sorunların çözümünü engelliyor. Doğa için kayıplar büyük ama kazandıklarımız da var. Kepçeye karşı bilenen dişler, biber gazına karşı açılan gözler, toprağı ağacı kurtarabildiği gibi Anadolu’daki halkların makus talihinin kırılmasına da yardımcı oluyor. Hak aranıyor, efendiye karşı geliniyor.

Havuz medyasının etkisi azalıyor. Hükümet ve şirketler, Gezi’ye kadar, yarattıkları çevre sorunları bilinmezse ‘sorun’ da olmaz diye düşünüyordu. Medya ellerindeydi, yazdırmıyorlardı. İş değişti. Ellerindeki medya koca gövdeli, sesi kısık bir deve benziyor. Kendilerinden başka kimseyi etkilemiyor. Ağacını koruyan dedenin bastonuna dozerin kepçesi değdiğinde çıkan ses, bir isyan çağrısı gibi algılanıyor ve sosyal medya başta, bağımsız kanallarda yankılanıyor.

Muktedirler farkında değil ama bu meydan muharebeleri mücadeleyi güçlendiriyor. Şiddet içermeyen sivil itaatsizlik eylemleri yayılıyor. Yine de mücadelenin/kampanyanın sadece dozerler ve güvenlik güçlerinin karşısında durarak yapılacağını düşünmek hata olur. Öncesi ve sonrasında da yapılacak çok iş var ve doğru yapılması gerekiyor. İşte size birkaç öneri.

Bir kampanyayı güçlü kılan doğru bilgidir. Abartma, çarpıtma sizi güçsüz kılar. Unutmayın, karşınızdakiler yalanı doğruymuş gibi yazan medyaya sahip. En ufak hatanızı büyütmek için pusudalar. Sizin tek güvenceniz ise doğruları söylediğiniz için yanınızda olan halk. Güven en değerli hazineniz. Hikâye ve hurafeleri broşür ve sloganlarınızdan uzak tutun.

Konuya hakim olun. Termik santrale karşıysanız, zararlarını öğrenin. Bilgiyi Wikipedi, Facebook’tan değil, referans gösterebileceğiniz kaynaklardan edinin. Medyayı süreç boyunca düzenli bilgilendirin.

Kampanyada konuya odaklanın. Emin olmadığınız detaylar üzerinde spekülasyon yapmak yerine, herkesin gördüğü tehlikeye vurgu yapın.

Dil sizin her şeyiniz. ‘Ben’den ‘bize’ geçin. Uzun metinlerden, ağdalı konuşmalardan kaçının. Kentliyseniz kentli, köylüyseniz köylü gibi konuşun. Olmadığınız gibi davranmayın.

Sivil itaatsizlik eylemlerinin dışına çıkmayın. Şiddete başvurmayın ve sürecin ortasında değil en başından itibaren hukuki yardım alın.

Çözüm öneriniz, daha iyisi için bir planınız mutlaka olsun. Bu devirde, kötü olsa da yeninin eskiye karşı bir albenisi var. Değişim istemiyorsanız bile bunun nasıl cazip ve ‘yeni’ bir fikir olduğunu iyi anlatın.

Sivil itaatsizliğimiz mübarek olsun.

Nükleer silahların karşısında tek umut insan

Uluslararası Hrant Dink Ödülü’nün bu yılki sahiplerinden Angie Zelter, 100 defadan fazla tutuklanmış bir barış eylemcisi. Eylemleri arasında bir savaş uçağını parçalamak da var.

Özgür Gürbüz-BirGün/17 Eylül 2014

Uluslararası Hrant Dink Ödülü’nün bu yılki sahiplerinden Angie Zelter, hayatı boyunca nükleer silahlara ve savaşa karşı mücadele etmiş bir eylemci. 100 defadan fazla tutuklanan Zelter, NATO’nun lav edilmesini ve dünyadaki tüm nükleer silahların imhasını savunuyor. Gezi eylemlerinde iş makinalarına zarar verilmesi konusunda ise, “Eğer o makinelerin gerçekten de çok değerli bir şeye zarar vereceğini düşünüyorsan buna hakkın var” diyor.

Şebnem Korur Fincancı, Rakel Dink ve Angie Zelter. Foto: Berge Arabian
-Sizi nükleer silahlar konusunda eylem yapmaya iten neydi?

Angie Zelter: Kamerun’dan yeni dönmüştüm. Orada konuştuğum bir köylü bana “neden buradasın” diye sormuştu. Ona, “Çünkü yardım etmek istiyorum” dedim. O da bana, “Eğer yardım etmek istiyorsan İngiltere’ye geri dön ve İngiltere’nin burada yaptıklarıyla uğraş” dedi. Bir başka deyişle, Kamerun’un birçok problemi sömürge dönemiyle ilgiliydi. Kamerun’da üç yıl kaldım, beni değiştirdi. Irkçılığın hâlâ sürdüğünü fark etmemiştim. Britanyalıların çok uluslu şirketleri aracılığıyla sömürgeci faaliyetlerini sürdürdüğünden haberim yoktu. İngiltere’ye geri döndüm. Dünyayı daha iyi bir yer yapabilmek için kendi ülkemde ne yapabilirim diye düşünüyordum.

-Kartopu kampanyası nasıl başladı?
AZ: İngiltere’ye dönünce daha aktif oldum. Soğuk Savaş dönemiydi. En önemli sorun da nükleer silahlardı. Evimin yakınında ABD’nin nükleer silahlarını tuttuğu Sculthorpe üssü vardı. Ben de kartopu kampanyasını başlattım. Kampanyayı basit tutmaya çalıştım. Üssün tel örgülerinden bir parça kesip, hükümete mektup yazıyorsunuz ve bir sonraki eyleme daha çok kişi bulmaya çalışıyorsunuz. İlk başta birilerini bulmak çok zordu. Önce kayınvalidemi ikna ettim. Bir sonrakinde 9 kişi, daha sonra 27 olduk ve ülkedeki tüm üslere yayıldı. Birkaç yıl önce de ülkedeki son ABD üssü kapandı çünkü insanlar tel örgüleri kestiler, yüksek güvenlikli alanlara girdiler. ABD’ye çok pahalıya mal oluyordu ve nükleer silahları koruyamıyorlardı. Sadece Kartopu Kampanyası sayesinde değil, ülkedeki birçok yerde nükleer silahlara karşı kampanya vardı. Eğer yeterince ‘sade vatandaş’ hayır derse olmaması için bir neden yok. Bir başka önemli konu da eylemlerin şiddet içermemesi, açık ve hesap verilebilir olması. Bence hareketin bir parçası mutlaka açık olmalı. Böylece halkla tartışmak için bir şans olur. Mahkemeler de bunun için bir fırsat. Yaptığımdan utanmıyorum, buradayım diyorsun.

-Amerikan üslerinden sonra İngiltere’nin nükleer silahlarını hedef aldınız.
Trident Pulluk Demiri Kampanyası’na başlamadan önce hükümete nükleer silahları terk etmesi için bir yıl süre tanıdık. Bir yıl içinde yapmazsanız biz yapacağız dedik. Tutuklamak isterlerse diye de isimlerimizi verdik, 100 kişi kadardık. aramızda daha sonra İngiltere Başpiskoposu da olan Rowan Williams da vardı. İstediklerimizi yapmayınca eyleme başladık.

-Türkiye’de ana akım medya bankanın camlarının kırılmasını ağır bir dille eleştirir. Siz bu kampanya sırasında bir savaş uçağına 2 milyon pounda varan bir hasar verdiniz.
İngiliz hukukunda daha büyük bir suçu önleyecekseniz sizin suç unsuru taşıyan bir hasar vermenize izin veren bir vurgu var. Kartopu Kampanyası’nı yaparken kısa süreli, sık sık hapse giriyordum. Bir tanesinde hakim bana “bir uçağı tahrip etseydin daha fazla savunma şansın olurdu” dedi. Açıklamadı ama aslında o telleri kesmekten daha direkt, savaşı önleyebilecek bir eylemden bahsediyordu. 10 kadındık. Altı kadın bizi destekledi, dördümüz ise açık bir şekilde uçağa hasar vermeye gittik. 10 yıla varan hapis cezası vardı. Jüriye bir video gösterdik ve sonunda Doğu Timor’lu bir kadın, “Eğer insansanız bu uçakların ihraç edilmesine izin vermezsiniz” diyordu. Sanırım bu jüriyi ikna etti.

-Gezi’yi düşünürsek. Parkı yok edecek bir dozere hasar verir miydiniz?
Evet, büyük bir olasılıkla verirdim. Eğer o makinelerin gerçekten de çok değerli bir şeye zarar vereceğini düşünüyorsan buna hakkın var. Ancak, öncesinde diğer tüm seçenekleri denemelisin. Ve bundan etkilenecek, orada yaşayan insanların seninle aynı fikirde olduklarından emin olmalısın. Aynı zamanda açık olmalı ve sorumluluğu kabullenmelisin. Anneanne ve dedene bunu neden yaptığını açıklayabilmelisin.

-NATO hakkında ne düşünüyorsunuz?
Genelde NATO’nun feci bir yapı olduğunu düşünüyorum. Varşova Paktı dağıldığında NATO’nun da dağılacağı söylenmişti ama tersine genişlediler. Sadece Avrupa’da genişlemediler, Avrupa dışında da müdahalelerde bulunuyorlar. Özetle, onları bir terör ve suç çetesi olarak görüyorum. Eğer dünyaya barış getirmek istiyorsan, ki öyle yaptıklarını söylüyorlar, birilerini toplu katliamla tehdit etmemelisin. Askerle katili birbirinden ayıran tek şey, askerlerin uluslararası savaş hukukuna bağlı olmasıdır. Bu da hastaneleri, sivilleri hedef almamak demek. Nükleer silahlar hedefleri vurma konusunda ne kadar hassas olursa olsun etkilerini hedefle sınırlama konusunda o kadar hassas değiller. Bu nedenle de yasadışılar. Nükleer silahlarla kendini savunamazsın, bu bir tehdittir.

-Orta Doğu nükleer silahlanmaya çok yakın. Çözüm?
Batının tavrı çok ikiyüzlü. Pakistan ve Hindistan’ın da nükleer silah elde etmesini istemiyorlardı ama sonrasında iki ülkeyle ticarete devam ettiler. Bu dünyanın geri kalanına ne diyor? Biz yeterince kalabalık veya güçlüysek, cezasız kalabiliriz. İsrail’i destekleyerek nükleer silahları destekliyorlar. Halbuki bunu önlemek için nükleer silahsızlanma anlaşması vardı. Böyle giderse bir nükleer soykırım kaçınılmaz. Durdurmanın tek yolu insanların hükümetlerine nükleer silah istemediklerini söylemeleri.

-Bir barış eylemcisi olarak Suriye sorununu nasıl çözerdiniz?
Şiddet şiddeti önlemez. Sorunları bir anda çözebileceğimizi düşünmekten de vazgeçmeliyiz. Gücü kötüye kullanma yüzlerce yıldır sürüyor. Suriye krizini bir anda çözemeyiz ama silah ticaretini durdurmalıyız. Hiçbir ülkenin başka ülkeye müdahalesine izin vermemeliyiz. Barış ve insan hakları konusunda gerçekten samimiysek Saddam Hüseyin’e neden silah sattık? Uzun vadeli bakmak lazım çünkü benim ülkem İngiltere gibi, dünyadaki diğer ülkeleri sömüren ülkeler var. Çok uluslu şirketlerini kontrol etmiyorlar. Birçok yapısal değişiklik yapmamız gerekiyor.
-Teşekkürler

***
Angie Zelter Kimdir?
1951’de Londra’da doğan Angie Zelter, 1980’lerde iki kişi ile birlikte başlattığı Kartopu (Snowball) kampanyasında binlerce kişinin İngiltere’deki ABD askeri üsleri etrafındaki dikenli telleri kesmesini teşvik etti.   

1996’da, Umut Tohumları-Doğu Timor Pulluk Demiri eylemleri kapsamında, soykırım boyutunda sonuçlar yaratacak Doğu Timor bombardımanında kullanılacak BAE Hawk savaş uçağının silahsızlandırılmasında yer aldı. Eylem, yaklaşık 2 milyon pound (7 milyar TL) değerinde maddi zarara yol açtı ve Endonezya’ya ihracatının durdurulmasını sağladı.

1997’de, İngiliz Trident nükleer silah sistemini şiddetsiz, açık ve barışçıl bir şekilde etkisiz kılmayı amaçlayan Trident Pulluk Demiri (Trident Ploughshares) kampanyasını başlatan altı aktivistten biri oldu. 1999’da iki kadın eylemciyle birlikte Trident Radar test istasyonu Maytime’a girdi; bilgisayarlara ve elektronik ekipmanlara zarar verdi, makineleri bozdu.

2002’de Uluslararası Kadın Barış Hizmeti-Filistin’i başlattı. WikiLeaks’ten sızan bilgilerin de gösterdiği İsveç ve NATO arasındaki sıkı işbirliğine karşı, İsveç birliklerinin Afganistan’dan çekilmesi için kampanya başlattı. Jeju Adası’ndaki ihtilaflı Jeju-do Deniz Üssü’nün yapımını engellemeyi amaçlayan direnişe katıldığı için Mart 2012’de, Güney Kore’de tutuklandı.

Zülfü Livaneli belgeseli Altın Koza’da

Özgür Gürbüz-BirGün/16 Eylül 2014

Zülfü Livaneli birkaç kuşağı etkilemiş bir sanatçı. Kimimiz türkülerini mırıldanarak büyüdü, kimimiz romanlarını okudu, bazılarımız da ona oy verdi. Orhan Çalışır, Cengiz Kültür ve Dirk Meissner, Zülfü Livaneli’nin belgeselini yaparak aslında zor bir işe kalkışmış. Herkesin bildiğini anlatmak hep daha zordur. “Zülfü Livaneli – Doğu ile Batı Arasında bir Ses” belgeseli, Livaneli’nin yaşamına, özellikle de sürgündeki Almanya yıllarıyla yakın geçmişe bakarak bu zorluğun üstesinden gelmeye çalışmış. Belgeselde Livaneli’yi zaman zaman Almanya’daki dostlarından dinliyor, sanatçı kimliğinin yanı sıra politikacı Livaneli hakkında da bilgi sahibi oluyoruz. Yunanistan-Türkiye arasındaki barış sürecine yaptığı katkıyı da bir kez daha hatırlıyoruz.

Livaneli’nin politik yönü filmde ister istemez ön plana çıkıyor çünkü kameraların çalıştığı günlerde Türkiye’de herkes ayakta. Gezi Parkı direnişi yaşanmış. Bu başkaldırının etkisi, özellikle de Türkiye’de çekilen yakın tarihli bölümlerde kendisini hep hissettiriyor. Livaneli’nin o günlere ait eleştirileri, “Ey Özgürlük” şarkısını çağrıştırıyor. Gezi Parkı’nda da söylenen o şarkıyı izlerken ister istemez koroya katılıyorsunuz. Yönetmenlerden Orhan Çalışır, “Muhalif bir sanatçının hayatını 2013'ün toplumsal muhalefet hareketi Gezi olaylarına oturtulmuş bir hikaye olarak anlattık. Vurguyu sanatçının toplumlar ve kültürler arasında kurduğu köprü görevine yaptık” diyor.

SÜRGÜNDEKİ YILLAR
Belgeselin en çarpıcı bölümlerinden biri, Livaneli’nin 12 Eylül döneminde sürgüne gittiği Almanya’da yaşadıklarıyla ilgili. Yaşar Kemal, Livaneli’ye neden ülkeyi terk etmesini öğütlediğini anlatıyor. Livaneli de sonrasında sahte pasaportla yaptığı yolculuğun öyküsünü. Öykü, Hamburg yakınındaki Hittfeld kasabasında yaşayan Karin ve Cornelius Bischoff çiftine kadar uzanıyor. Bischoff çifti Livaneli’ye  Almanya’da kalabilmesi için kefil olmuş. Ellerinde 1981 yılına ait bir ses kaydı var. Livaneli’nin, gurbetin acısını unutmak için bir yılbaşı akşamı söylediği türküleri Bischoff’lar masanın altına koydukları teyple gizlice kaydetmişler.

Armin Mueller-Stahl, Almanya Federal Parlamentosu Başkan Vekili Claudia Roth, kardeşi Ferhat Livaneli, Yer Demir Gök Bakır filminin prodüksiyon amirliğini de yapmış olan Peter Schulze, Rutkay Aziz, Maria Farantouri ve Yaşar Kemal gibi ünlü isimler Livaneli’yi anlatanlar arasında yer alıyor. Filmde Zülfü Livaneli’yi kendisinden dinleme şansımız da oluyor. Livaneli’nin aldığı en değerli hediyenin erken yaşta kaybettiği annesiyle çekilmiş fotoğrafından esinlenerek yapılmış bir resim olduğunu öğreniyoruz. Doğduğu ilçede, Ilgın’da belediye başkanı hediye etmiş. Bu ve benzeri detaylar, sanatçının hayranlarının ilgisini çekeceğe benziyor. Belgesel Almanya’da birkaç kez gösterildi. Türkiye’de ise seyirciyle ilk buluşma 21. Altın Koza Film Festivali’nde gerçekleşecek. Adana’daki festival 15 Eylül’de başlayacak ve 21 Eylül’de son bulacak. Film, Livaneli’yle uzun yıllar birlikte çalışmış, belgesele kanunu ve yorumlarıyla konuk olmuş müzisyen Halil Karaduman’a adanmış. Karaduman, iki yıl önce hayatını kaybetmişti.

İklim için liderler Ankara’da muhalifler New York’ta

Özgür Gürbüz-BirGün/15 Eylül 2014

Küresel iklim değişikliğini durdurmak için liderler en sonunda harekete geçiyor. Altı gün sonra, 20 Eylül’de Ankara’da, sayıları ve şiddeti giderek artan sel felaketlerini durdurmak, kuraklığa çözüm bulmak, derinleşen gıda krizini önlemek için bir araya gelecekler. Aralarında çevre kuruluşlarının gönüllüleri var. Üniversitelerdeki çevre kulüplerinin üyeleri, işine bisikletle giden bankacılar, parklarındaki ağaca sahip çıkan çocuklar, taş ocağının yok ettiği ormanına yeniden fidan diken anneler. Hepsi Ankara’daki bu zirveye gidiyor. Bavulunuzu toplamaya başlamadıysanız, o sizin sorununuz. Parıltılı davetiyeler yok ama hepimize davet var.

Bir de muhalifler ver. Her iyi işin karşısındalar. 23 Eylül’de New York’ta, Ankara’daki buluşmaya alternatif bir iklim zirvesi düzenliyorlar. Bu zirve, Birleşmiş Milletler (BM) Genel Sekreteri Ban Ki-moon’un davetiyle yapılıyor. Yıllardır, iklim değişikliğini durduracakmış gibi yapan, tehlikenin farkında olduklarını söyleyip ciddi bir anlaşmaya imza atmadan masadan kalkan herkes orada olacak. Muhaliflerin Kyoto’dan beri izlediği taktik bu.

Ankara’daki liderler zirvesinin buluşma yeri Ankara Garı. Liderler buluşmaya makam araçları, yani bisikletleriyle gelecek. Aralarında çift çamurluklu, dinamolu, 30 vitesli son model makam araçları da var. Oradan da, görüşmelerin yapılacağı Güvenpark’a geçilecek. Kırmızı ışıklarda durulup, halka saygısızlık edilmeyecek. Gazetelerde duyuruları olmayacak ama Facebook sayfaları var

New York’taki zirve BM’in ana binasında. Katılımcıların çoğu uçaklarla New York’a gelip, benzin içen makam araçlarıyla toplantı salonuna geçecek. Muhaliflerin devlet başkanları, bakanlar iklim değişikliğini durdurmak için yapılması gerekenleri açıklayacak. Yapılması gerekenleri söylerken politikacıların akıllarında hep büyük şirketler olacak. Konuşmalarıyla petrol ve kömür lobilerini kızdırıp kızdırmadıklarını düşünecekler. 2015’te Paris’te yapılacak zirvenin önemine değinecek, sonra da topu birbirine atıp New York’ta çeşitli davetlere katılacaklar.

Güvenpark’taki Liderler Zirvesi’nde ise politikacıların almadığı kararlar alınacak. Kararlar alınırken, söz hakkı olmayan ağaçlar, su baskınlarının mağdurları, enerji verimliliğiyle tüketimi azaltmak yerine ucuz kömür üretmek için yerin altında hayatını kaybeden Soma işçileri hep akıllarda olacak. İklim değişikliğini durdurmak için yapılması gerekenler

New York’taki buluşmaya ‘herhalde’ Türkiye’den bir yetkili katılacak. Kürsüye çıkıp, o bildik, ‘ortak fakat farklılaştırılmış sorumluluklardan’ bahsederek, belki de yüzüncü kez hiçbir şey yapmama sözü verecek. Komik duruma düşmemek için Türkiye’de iklim değişikliğini durdurmaya çalışanlara söyledikleri sözleri orada söylemeyecekler. Kürsüden, “İklim değişikliğinin ilacı enerji tasarrufu, güneş ve rüzgar gibi yerli kaynaklar ama biz vatanseverler, hem küresel ısınmaya yol açan hem de ithal edilen kömür, petrol ve doğalgazı daha çok seviyoruz” demeyecekler. Türkiye’de iklim değişikliğini dış güçlerin bir komplosu ilan ettiklerinden hiç bahsetmeyecekler. Burada bağıra bağıra söyledikleri, “İklim değişikliğini durdurma çabaları, Türkiye’nin büyümesini istemeyenlerin bir hamlesi” iddiasını kulislerde bile fısıldamayacaklar. Sonuçta muhalefetin bile bir kalitesi var. Zirve bu, kahvehane değil.

Gerçek şu ki, herkes umudunu Paris’e bıraktı. Orada Kyoto’nun yerine geçecek güçlü bir anlaşma çıktı çıktı, çıkmazsa sevdiklerinizle vedalaşabilirsiniz. New York’ta güzel sözler söylenecek ama sazı biz ele almazsak o güzel sözler anlaşma metnine yansımayacak. Bu yüzden, Ankara Tren Garı’ndan bisiklete atlayıp liderliği ele almakta fayda var.

Dünya seni çağırıyor

Orta Asya’nın şaman ayinlerinin Anadolu’nun dağlarında yankılanan sesi, fotoğraf karelerine tüm renkleriyle yansıyarak Magma Dergisi’nde hayat bulmaya hazırlanıyor. Türkiye Ekim ayında iddialı bir coğrafya-keşif dergisine kavuşacak. Magma’nın bir özelliği de patronsuz bir dergi olması.

Özgür Gürbüz-BirGün/7 Eylül 2014

Dukhalar - Fotoğraf: Selcen Küçüküstel
Derginin adı aylardır sır gibi saklanıyordu. ‘AdıBilinmeyenDergi’ etiketiyle sosyal medyada ilgi konusu oldu. Birkaç gün önce ismi açıklandı ve ‘Magma’ yeryüzüne ulaştı. Başında Atlas dergisinden tanıdığımız isimler var. İki güzel Gezi sayısından sonra Atlas’la yollarını ayıran ekip, kolektif bir çalışma tarzıyla, patronsuz bir dergi çıkarmaya hazırlanıyor. Dergi Ekim başı çıkacak ama Facebook’ta takipçi sayısı 70 bini buldu. Uzak diyarlara yaptıkları yolculuklar ve eşsiz fotoğraflarıyla tanıdığımız ekipten Özcan Yüksek ve Kemal Tayfur, Magma dergisini ilk defa BirGün’e anlattı.

- 20 yıldır beraber çalışan bir ekipsiniz, herkes sizi Atlas’la özdeşleştirmişti. Magma’nın farkı ne olacak?
Özcan Yüksek: Oradaki tecrübelerimizi, daha özgür bir ortamda sunacağız. Hem ülkenin hem de gezegenin ihtiyacı özgürlük. Dünyada da bunun sıkıntıları var ama Türkiye’de çok daha fazla. Basın içindeki hiyerarşik yapılaşmalar, hangi siyasi görüşten olursa olsun çok sağlıklı değil. En azından biz onu hissediyoruz. Hiyerarşik, rekabetçi ve merkezci yetiştirilmişiz.

- Coğrafya dergisi bazen nereye gidileceğini gösteren bir rehber gibi algılanıyor. Nasıl daha özgür olur diye soranlar var.
Kemal Tayfur: Bir coğrafya-kültür dergisinde özgür olmak, öncelikle ticari kaygılardan uzak kalmayı gerektirir. Para kazanmayı yayıncılığın önüne koyarsan, bilgi üretmeye, yaratıcılığını geliştirmeye çalışan ekibin hareket alanını kısıtlarsın. Magma’nın en önemli özelliklerinden biri, patronsuz, herhangi bir sermaye grubuna dayanmayan, çalışanların kendi düşlerine güvenerek çıkardıkları bir dergi olması.

ÖY:  Şirket kâr etmek ister. O dergi belirli bir kâr amacıyla çıkar. Bizim de ticari giderimiz var ama bizim amacımız zarar etmemek, kâr etmek değil.

- Bu içeriği etkiliyor mu?
KT: Etkiler tabii. Geçmişte karşılaştığımız en büyük sıkıntılardan birisi buydu. Normalde bir coğrafya dergisi dünyanın en uç noktalarına yazarını, fotoğrafçısını gönderebilmeli. Bunlar büyük paralar. Kâr hedefiyle hareket eden şirket, yaptığı faaliyetler kârını zedeliyorsa sana sınırlama getiriyor. Burada en büyük avantajımız bu. Kâr amacı gütmediğimiz için elde edilen gelirin tamamı bu alanlara ayırılacak. Tek desteğimiz, tek güven duyduğumuz şey okuyucu. O güven, destek olmasaydı zaten böyle bir yola çıkmazdık.

- Neden Magma?
ÖY: Magma gezegeni oluşturan yaşamın kaynağı. Biz gezegeni hazır ambalajından çıkarıp baktığımız bir şey zannediyoruz. Halbuki halen canlı, hareket halinde. Gezegenin içerisindeki sıcak ateş gezegenin kendi arzusu. Gezegenin kendini var etme duygusunu takip edeceğiz.

'Magma' çalışıyor. Fotoğraf: Sururi Uras
- Coğrafya dergilerinde yapılmayan bir işi yapmak, gidilmeyen bir yere gitmek ‘en iyi iş’ gibi algılanıyor. Siz de böyle mi düşünüyorsunuz?
KT: Gidilmemiş noktalara gitmek, kimsenin ayak basmadığı bir vadide dolaşmak değerli. Özcan’ların daha önce yaptığı gibi, Dukha’lar gibi bir topluluğu Türkiye ve dünyaya tanıtmak gidip yerinde incelemek ve sayfalara taşıyarak okuyucuya ulaştırmak önemli. Önemli ama derginin tek amacı bu değil. Dergi çok bilinen bazı meseleleri de farklı bir bakış açısıyla ele alabilir. Gezi olduğunda Atlas’taydık. İki sayıyı Gezi’ye ayırdık. Coğrafya dergisinde Gezi yer almaz diye bir şey yok.

- Atlas’tan ayrılmak zorunda kalmanızın nedeni Gezi miydi?
ÖY: Tam sebebini bilmiyorum, o tarihlere denk geldi. Gerekçe yok. Önemli değil; iyi oldu, hayırlı oldu. Kendi potansiyelimizi ortaya çıkaracak bir dergi çıkaracağız.
KT: Buradan bizim Atlas’la rekabet içinde olduğumuz düşünülmesin. Böyle bir kaygımız başından beri yok.
ÖY: Rekabete karşıyız. Sadece sporda, maçlarda rekabete karşı değiliz. Rekabetin gezegenin kaderini kötü etkilediğini düşünüyoruz. Yaratıcı işler yapan insanı tüketen bir şeydir rekabet. Basının içerisinde entelektüel bir kesim var ve bu aşağıyı ezen uygulamayı çok iyi beceriyor. Oraya gelmeden evvel çok iyi eğitilmişler. Basını önce bu yapı darmadağın ediyor.

KT: Muhabirliğin ortadan kaldırılması beraberinde vasatı öne çıkarıyor. Yaratıcı insanlar bir süre sonra ya uzaklaşıyor ya da uzaklaşmak zorunda kalıyor. Kalanlar ya da tercih edilenler, genelde basınla, yaratıcılıkla ilişkisi olmayan bir kadro.

- Diğer coğrafya dergilerinde çoğu zaman insanın doğaya tahakkümü anlatılmıyor. Bunu nasıl kıracaksınız?
ÖY: Derginin amacı gezegeni, doğayı kurtarmak. O amaç çerçevesinde doğayı koruyan, esirgeyen kültürleri önemsiyoruz. Onlardan öğrenmeye, geçmiş bilgelikleri, aktarmaya çalışıyoruz. “Bilmek isteyen yola çıkar” diyoruz. Bu yol, karayoluna çıkmak, patikada yürümek değil. Düşünce biçimi olarak yol, keşfetme, kendini öğrenme, başka zamanları da keşfetme gibi daha geniş anlamda düşünmeyi gerektirir. Bu söz bize ait değil. Altaylar’da bir şaman duası. O cümleyi uçak bileti almanız için değil bilet almadan da dolaş, keşfet demek için kuruyoruz.

KT: O söz insanları dünyaya katılmaya çağırıyor. Dağın zirvesine çıkmak, parkta yürümek, sokağınızdaki ağaca bakmak bile önemli. Bu dergi doğayı ve gezegeni savunmada taraf. Dolayısıyla insan-doğa ilişkisini bir üstünlük ilişkisi değil, doğayı içinde yaşadığımız o büyük bütün olarak görecek. Aynı şekilde kültürler arasında da hiyerarşik bir ilişki asla söz konusu olmayacak. En temel kurallarımızdan birisi bu. Aşağı bir ırk, kültür yok.

- İşlediğiniz konularda şaman kültürü öne çıkıyor, bir nedeni var mı?
Beşiktaş taraftarı - Fotoğraf: O. Gurbuz
ÖY: Şaman kültürü çok yer alıyor gibi gözükebilir. Aslında bu, derginin doğaya ilişkin yaklaşımından kaynaklanıyor. Şamanizm doğayla çok yakın ilişkileri olan, doğa ruhlarıyla ilişki kuran insanlığın en eski inanış biçimi. Doğayla 10 binlerce yıldır kurulan ilişkinin bilgeliğini ve ritüelini aktarmaya çalışıyoruz. Beşiktaş türbinleri maç başlamadan önce ellerini kaldırıp kartal olur. Aslında bu bile bir şaman ayinidir. Stat kaç kişiyse o kadar kişi kartal oluyor. Şaşırmayı unutmuş bir zamanda yaşıyoruz. Her şey sıradan. Bir ağaç da yok edilebilir, bir orman, bir dere de. İki kıtanın arasından geçen boğaz bizi şaşırtmıyor, yukarıdan yapılan çılgın bir kanal bizim için daha önemli.

- Bunun sebebi insanın her şeyi görmüş olması mı?
OY: Hayır. Her şey sıradanlaşıyor. Her şey tüketilen, tüketildikçe çoğaltılan, çoğaltıldıkça daha fazla tüketilen bir şey haline geliyor.

- Siz bu sıradanlığı nasıl kıracaksınız?
KT: Okuyucu en bildiği konularda bile yeni bilgilerle karşılaşacak. Dergi kaynak olarak kullanılabilecek bir bilgi havuzu sunacak. Akademik yayınlardan farkı da bu bilginin gerçekten şaşırarak, akılda kalmasını kolaylaştırarak, heyecan duyarak anlatılmış olması. Bu aynı zamanda bir fotoğraf dergisi, fotoğrafsız konu yok. Ele alınan her konu haritası, grafikleri ve fotoğraflarıyla görselleştirilecek. Arkeoloji konusuyla ilgilenenlere de, dağcılara ve tarih meraklılarına da hitap edecek.

- Ekim’i iple çekiyoruz. Teşekkürler.
***
Magma Dergisi’ni merak edenler Facebook’ta AdıBilinmeyenDergi ve Twitter’da @MagmaDergisi hesaplarını takip edebilir.