İklim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İklim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 maddede Trump’ın kararı ve iklim krizi

Özgür Gürbüz-BirGün/5 Haziran 2017

ABD Başkanı Donald Trump’ın Paris Anlaşması’ndan ülkesini çekme kararı, kuşkusuz bugüne, 5 Haziran Dünya Çevre Günü’ne de damgasını vuracak. İklim değişikliğini durduramazsak kutlanacak bir ‘çevre günü’ de olmayacak. Trump’ın kararı (ABD’nin kararı demek doğru olmaz) sonrasında iklimi ve gezegeni kurtarmak için hâlâ umudumuz var mı? 10 maddede özetleyelim.

1. İklim değişikliği nedir?
Dünyamızın iklimini en çok, kullandığımız fosil yakıtlar (petrol, kömür ve doğalgaz) değiştiriyor. Fosil yakıtların kullanılmasıyla ortaya çıkan seragazı emisyonları dünyanın ortalama yüzey sıcaklığının artmasına ve iklimlerin değişmesine neden oluyor. Değişen iklimler de daha sıcak yazlarla birlikte, daha şiddetli yağışlara, alışılmadık iklim olaylarının daha sık görülmesine yol açıyor.

2. En çok kim kirletiyor?
Günümüzdeki küresel emisyonların yüzde 20’si Çin’den, yüzde 17,9’u ABD’den ve yüzde 13,3’ü de Avrupa Birliği’nden kaynaklanıyor. Onları Rusya (%7,5), Hindistan (%4,1) ve Japonya (%3,7) izliyor. Diğer ülkelerin emisyonlarıysa her yıl atmosfere bırakılan seragazı emisyonlarının yüzde 33'ünü oluşturuyor. Türkiye’nin payı da yüzde 1’e yaklaşıyor.

3. 2 dereceyi geçmemeliyiz
Bilim insanları gezegenin ortalama sıcaklığındaki artışın 1,5 dereceyi geçmemesi, en kötü koşullarda 2 derecenin altında kalması gerektiğini söylüyor. Paris Anlaşması’nın hedefi de bu. Halihazırda artış yaklaşık 1 derece. 2 derecenin altında kalmak için de atmosfere bıraktığımız seragazı emisyon miktarının 2 trilyon 900 milyar tonu geçmemesi gerekiyor. Şu ana kadar bu bütçenin 2,1 trilyonunu kullandık. Başta enerji olmak üzere tüketim anlayışımızı değiştirmez, başka bir ekonomik modeli tercih etmezsek, 19 yıl içinde kalan bütçeyi de kullanacağız ve iklim değişikliğinin geri döndürülemez etkileriyle karşı karşıya kalacağız.

4. ABD daha mı çok kirletecek?
ABD’nin Paris Anlaşması’ndan çekilmesi, atmosfere en çok seragazı bırakan ikinci ülkenin hiçbir şey yapmayacağı anlamına gelmiyor. Dünyada olduğu gibi ABD’de fosil yakıt ve nükleer enerjiden yenilenebilir enerjiye geçiş başladı. Bu yatırımların çoğu özel şirketler, belediyeler ve bireyler aracılığıyla yapılıyor. Bu yüzden de Trump’ın ya da merkezi hükümetin kararı, ABD’deki karbonsuzlaşmanın önüne geçemeyecek. Bu karar enerji dönüşümünü yavaşlatsa da durduramayacak. ABD’de kömür ve kaya gazına verilecek teşvikler artarsa fosil yakıtlardan çıkışın yavaşlayabileceği doğru ama bu her şeyin değişeceği anlamına gelmiyor.

5. Obama’nın planı çöpe atılırsa ne olur?
Son analizler, Trump’ın Obama’nın önerdiği ‘İklim Eylem Planı’nı çöpe atması halinde, ABD’nin 2030 yılında atmosfere planlanandan 1 milyar 800 milyon ton daha fazla seragazı bırakabileceğini gösteriyor. Bu da iklim değişikliğini yavaşlatma/durdurma çabalarına zarar verecek. Zaten, Obama döneminde verilen indirim taahhüdü de beklentileri karşılamaktan uzaktı. ABD, Paris Anlaşması kapsamında 2025 yılına kadar emisyonlarını 2005 yılının yüzde 26-28 oranında altına çekmeyi önermişti. Birçok kuruluş (Örneğin Climate Action Tracker) bu hedefi ABD’nin tarihi sorumluluğu ve ekonomik gücü nedeniyle yetersiz buluyor. Trump’la birlikte bu yetersiz taahhüt de geçerliliğini yitirecek.

6. Trump’ın kararının ardında ne var?
Trump’ın ABD’nin Paris Anlaşması’nda çekileceğini açıkladığı konuşmada sıraladığı nedenler genelde ekonomiyle ilgiliydi. Trump, ABD’nin bu anlaşma nedeniyle kayba uğrayacağını, özellikle de işsizliğin artacağını söyledi. “ABD’nin zenginliğinin başka ülkelere dağıtılacağını” söyleyerek, Çin’in emisyonlarını anlaşma kapsamında artıracak olmasından da şikayet etti. ABD’nin dev şirketlerinin liderleri ise aynı fikirde değil. Tesla, Apple ve Dow Chemical gibi dev şirketlerin yönetim kurulu başkanları Trump’ı anlaşmada kalmak için ikna etmeye çalışmışlardı. Trump’ın iklim inkarcılığının arkasında büyük kömür ve petrol devlerinin olduğu da konuşuluyor. 2012 yılından bu yana seçim kampanyaları için fosil yakıt şirketlerinden 10 milyon dolardan fazla bağış alan 22 Cumhuriyetçi senatörün Trump’a Paris Anlaşması’ndan çıkılması yönünde mektup yazdığı konuşuluyor.

7. İklimin yeni lideri Çin mi olacak?
Çin ve AB, Trump’ın kararına rağmen iklim mücadelesinde kalacaklarını söyleseler de, Paris Anlaşması’nın hayata geçeceği 2020’ye kadar sürecek pazarlıklarda, ABD’nin açığını kapatmak için ne yapacaklarını açıklamadılar. Paris Anlaşması’nın bağlayıcılığının olmaması ve ABD’nin çekilmesi, pazarlık sürecinde diğer ülkeleri de gevşetebilir. Bu da gerekli azaltım hedeflerine ulaşmayı engelleyebilir. Trump’ın kararının, hava kirliliği gibi çevre sorunlarıyla boğuşan, kömür tüketimini hızla azaltmaya çalışan ve yenilenebilir enerji yatırımlarıyla ekonomisini güçlendiren Çin’e önemli bir liderlik fırsatı sunduğu kesin.

8. Türkiye ne yapıyor?
Türkiye gibi kömürde ısrar eden ülkelerin Trump’ın kararını Paris Anlaşması’na taraf olmamak ve emisyonları azaltmamak için bir bahane olarak kullanacağını söyleyebiliriz. İklim Başmüzakerecesi Mehmet Emin Birpınar’ın Twitter’da yaptığı açıklamalar, Türkiye’nin imza attığı Paris Anlaşması’nı yakın zamanda Meclis’e getirip onaylamayacağını gösteriyor. Türkiye yılda 475 milyon ton seragazı üretiyor. Paris Anlaşması kapsamında verilen taahhüt, bu miktarı azaltmayı değil, artışı çok az da olsa sınırlandırmayı öneriyor. Taahhüde göre Türkiye 2030 yılına gelindiğinde seragazı emisyonlarını 929 milyon tona çıkaracak, neredeyse ikiye katlayacak. Bu da Türkiye’nin aslında iklim için hiçbir şey yapmaması demek.

9. Paris Anlaşması yeterli mi?
Paris Anlaşması’nda ülkelerin verdiği taahhütler, ABD anlaşmada kalsa bile yeterli değildi. Ortalama yüzey sıcaklığının 2 derecenin altında kalması için imzacı ülkelerin, seragazı emisyonlarını 14 milyar ton daha azaltacak yeni taahhütlerde bulunmaları gerekiyordu. Plan önümüzdeki üç yıl içinde anlaşmaya taraf ülkelerin pazarlıklarla azaltım hedeflerini yükseltmeleriydi. ABD’nin olmadığı bu pazarlık sürecinde bu işin daha zor olacağı kesin. Şu ana kadar anlaşmaya imza atan 197 ülkeden 147’si anlaşmayı onayladı. Türkiye, İran, Hollanda ve Rusya henüz anlaşmayı onaylamayan ülkeler arasında.

10. Şimdi ne yapmalı?
İklim değişikliğini durdurmak için çok az zaman var. Bu yüzden de ABD üzerindeki uluslararası baskının hiç olmadığı kadar artırılması şart. ABD’deki Trump karşıtı muhalefete de büyük iş düşüyor. Yenilenebilir enerjiden yararlanan, bu konuda net politikalara sahip eyaletler ve bireyler, merkezi hükümetin kararına rağmen seragazı emisyonlarını azaltan plan ve eylemlere sahip çıkmalı. Diğer ülkelerin de ellerini taşın altına koyup gerçekçi bir hedef için dünyayı fosil ekonomisinden güneş ekonomisine geçirecek yeni bir ekonomik düzende birleşmeleri şart.

Doğanın milliyetçilik ve popülizmle sınavı

Özgür Gürbüz-BirGün/3 Nisan 2017

Sincabın, ayının veya karıncanın kimlik kartı yok. Göçmen kuşlar pasaportsuz ve vizesiz bir ülkeden bir diğerine uçar. Hava dünyanın havasıdır, kim kirletirse kirletsin bedelini dünyadaki herkes öder. Su ve denizler de öyle. Doğanın sahibi olamaz, milliyeti veya ülkesi de... “Kedim var” deriz ama aslında kedi dostumuzla birlikte yaşıyoruz demeliyiz. Bir canlı bir başka canlıyı sahiplenemez. Bu devirde köleliği savunmuyorsanız. O yüzden de, kim çevre sorunlarına sadece yerel çözümler öneriyor ya da küresel sorunları görmezden geliyorsa bilin ki meseleyi pek anlamamış.

Doğanın milliyeti olmaz dedik ama kolaysa gel de bunu ABD Başkanı Donald Trump’a anlat. Trump’ın geçen hafta imzaladığı ‘Enerji Bağımsızlığı Kararnamesi’ adeta aksini iddia ediyor. Trump’ın söylemiyle, bu kararname Obama’nın kömüre karşı açtığı savaşı sonlandırıyor. Kömürle barışmanın ABD’ye iş getireceğini ve ithal petrole bağımlılığını azaltacağını söyleyen Trump, seçim öncesi kullandığı popülist sloganları (Amerikalılara iş ve milli enerji gibi) hayata geçireceğini de bu hamleyle gösteriyor. Kararname iklim değişikliğini umursamamanın Amerikalıları iklim değişikliğinden nasıl koruyacağını söylemiyor elbette... Dert, zora düşmüş petrol ve kömür şirketlerine biraz daha zaman ve para kazandırmak. Trump iş dünyasındaki eski dostlarına göz kırpıyor olmalı.

Trump’ın ekranlarda kararnameyi imzalarken takındığı tavır zafer kazanmış bir lideri andırıyordu ancak milliyetçi ve popülist bir söylemle seçmenine gönderdiği mesaj gerçeği göstermekten çok uzak. Rakamlar çok net. ABD Enerji Bilgi İdaresi’nin (EIA) 5 Ocak 2017 tarihli projeksiyonlarına bakarsanız Trump’ın ülkesinin referans senaryoya göre 2026’dan itibaren enerji ihracatçısı olduğunu görürsünüz. Alternatif senaryolarda da durum pek değişmiyor, işin ilginci ABD’nin enerji bağımsızlığı kömürden çok gaz ve petrol fiyatlarına bağlı.

ABD’de kararname imzalamakla kömür geri gelir mi; orası da belli değil. Obama’nın Paris Anlaşması ile birlikte ABD’de iklim politikalarını bir adım öne çıkardığı doğru ancak kömürün gerilemesinin ardındaki tek neden bu değildi. Elektrik üreten rüzgar ve güneş gibi kaynaklar ucuzladı, ucuzlamaya devam ediyor. Kömürün iklim değişikliğinin yanı sıra hava kirliliğine de yol açması kömüre karşı duranların sayısını artırıyor. Kaya gazı gibi bir başka fosil yakıtın çevreye verdiği zararlara rağmen bir seçenek haline gelmesi de kömürün işini zorlaştırdı. Trump, gerçekten de kömürü yeniden öne çıkarmak istiyorsa aynı Türkiye’de olduğu gibi teşvik vermek zorunda bile kalabilir. Bu da ‘Amerika’yı yeniden büyük yapmaz’ ama birkaç şirketi mutlu edebilir. Türkiye’deki yerli kömür filmine ne kadar benziyor, öyle değil mi? Popülizmin büyüsüne kapılmışlar bunu göremiyor.

Buradan sesimizi ABD’ye ulaştırmak zor ancak yine de Çin üzerinden konuşarak, şu gerçekleri Trump’a hatırlatalım. Belki bu bahaneyle Trump’ı kendine örnek almak isteyen, ‘milli enerji’ sloganlarıyla Türkiye’nin geleceğini çalmak isteyenlere de sesimizi duyururuz. Çin’in enerji seçenekleri ABD’ye göre daha kısıtlı. Doğalgaz kaynakları kendisine yetmiyor, dünyanın en büyük petrol ithalatçısı. Dünyanın kömür rezervlerininse yüzde 13’ü Çin’in elinde; dünya üçüncüsü. Elindeki en büyük fosilkaynak kömür. Buna rağmen Çin, üç yıldır kömür tüketimini azaltıyor. 2016’da bir yıl öncesine göre kömür tüketimi yüzde 4,7 oranında azaldı. Çin kömürden hemen vazgeçemeyecek ama uğraşıyor. Nedeni sadece iklim değişikliği ve hava kirliliği gibi çevre sorunları değil. Güneş ve rüzgar gibi enerji kaynakları Çin’e istihdam ve teknoloji transferi fırsatları getirdi. Rüzgar türbini ve güneş paneli üretiminde Çinli firmaları görmek mümkün. Ülkenin enerji ihtiyacının karşılanmasında da hatırı sayılır bir katkıları var. Çin’in nükleer gücünün ürettiği elektrikten daha fazlası rüzgar ve güneşten üretiliyor. Bunları göremeyenler büyük hata yapar. Halkını, doğasını koruyup, ekonomiye gerçek bir katkı sağlamıyorsa enerji kaynağının adı milli olsa ne yazar? İnsanları hasta eden kömür milli enerji olamaz. Olsa olsa milli katil olabilir.

Yargı havalimanına 'iklim için dur' dedi

Özgür Gürbüz-BirGün/20 Şubat 2017

İstanbul’da 2,5 milyon ağaç ve o ağaçların parçası olduğu ekosistemde yaşayan yüzlerce canlı 3. Havalimanı projesi için yok edile dursun, Avusturya’nın Federal İdare Mahkemesi, benzer bir projede doğa lehine karar verdi. Avusturya’nın başkenti Viyana’daki havalimanına eklenmesi düşünülen üçüncü piste dur diyen mahkemenin itiraz gerekçesi iklim değişikliği. Yol kenarına fidan dikerek çevreci olduklarını sananlar iyi okusun. Mahkeme, “Projenin olumlu yönleri, çok miktarda karbondioksit emisyonunun yaratacağı kirliliği meşrulaştıramaz” dedi. Uçaklar yakıt tüketimlerinin fazla olması nedeniyle diğer araçlara göre daha fazla seragazı üretiyor; iklim değişikliğine neden oluyor. Mahkeme de sefer sayısının artmasının dünyanın iklimini değiştireceğini söyleyerek havalimanının büyümesine izin vermedi.

Bizim 2,5 milyon ağacı göz kırpmadan kesmemiz, yerinden etmemiz tarihe kara harflerle, Avusturya’nın ekonomik büyüme, gelişme gibi argümanları bir yana bırakıp iklimi koruma adına daha fazla uçağa hayır demesi ise yaldızlı harflerle yazılacak. Bizde olsa iklim değişikliğini sadece Çin ve ABD’nin sorunu yapar, parayı da her şeyin önüne koyardık. Avusturya’nın seragazı emisyonları bizden daha az (yaklaşık 7’de 1’i) ama kendilerini dünyanın geleceği konusunda bizden daha sorumlu hissediyorlar. Şimdi gözler bir üst mahkemede. Havalimanını işleten şirket karara itiraz edeceğini söylüyor. Yılda 23 milyon yolcu kapasiteli havalimanı ülkeye 1 milyar avro civarında vergi geliri sağlıyor. Bakalım bu rakamlar mı yoksa çevre mi kazanacak?

Gelişmiş ülke dediğin artık uçak, araba sayısıyla ölçülmüyor. Bağımsız mahkemeler, halkın söz hakkı, çevreye gösterilen saygı bir ülkeyi gelişmiş yapıyor. Avusturya’nın kararı çevre hukuku açısından da çok önemli. İleriki günlerde iklim için durdurulan başka projelere de rastlayabiliriz.

Hava kirliliğinde dış güçleri geride bıraktık
Futbolda, ekonomide, eğitimde hep geride kalmak çoğumuzun moralini bozuyordu. En sonunda dış güçleri geride bıraktığımız bir alan bulduk. Hava kirliliğinde Türkiye Avrupa’daki hemen hemen her kenti geçerek, en kirli 10 kent listesine 8 kent sokmayı başardı. Guardian gazetesinin Dünya Sağlık Örgütü’nün verilerini kullanarak yaptığı sıralamada, PM 2,5 değerleri esas alındı. Bunlar, havada bulunan insan saçının çapından üç kat küçük partiküller, soluduğumuzda sağlığımızı ciddi anlamda tehdit ediyorlar.

Listenin birinci sırasında Makedonya’dan Tetova var, onu Batman, Gaziantep ve Hakkari İzliyor. Bosna’dan Tuzla’nın yanısıra Siirt, Karaman, Iğdır, Isparta ve Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu’nun memleketi Afyon, Avrupa’nın havası en kirli 10 kenti arasında yer alıyor. Dünya Sağlık Örgütü PM2,5 değerlerinin yıllık ortalamasının metreküpte 10 mikrogram olması gerektiğini söylüyor. Batman’da bu rakam 67, Isparta’da 52. Sınır değerin 5-6 kat üstündeyiz. Hava kirliliğinin kaynakları belli. Enerji üretimi (başta kömür), ulaşım ve sanayi. Bir de bu kirliliği büyüten nedenler var. Bunun başında da çarpık kentleşme geliyor. Dev binalarla doldurduğunuz, parksız, yeşil alansız, trafiği sıkışık kentler hava kirliliğine davetiye çıkarıyor. PM 2,5 verilerinin yüksek olması ise özellikle ulaşım kaynaklı kirliliğe dikkat çekiyor. Avrupa’da dizel araçlar bu nedenle gözden düştü. Bizde ise ekonomik nedenlerden dolayı tercih ediliyor. Türkiye’de dizel otomobillerin pazar payı yüzde 62, dünyadaki en yüksek rakamlardan biri[1]”. Dizel araçlara sınırlama şart. Toplu taşımayı ihmal ederek, dev kentler yaparak, yeşil alanları yok ederek, hava kirliliğinin Türkiye’de daha çok can almasına, daha fazla insanı hasta etmesine davetiye çıkarıyoruz.

İzmir’den örnek proje
Ulaşım kaynaklı hava kirliliğini önleme konusunda belediyelere de büyük iş düşüyor. İzmir Büyükşehir Belediyesi güzel bir adım attı; 20 elektrikli otobüsü denemeye başladı. Her şey yolunda giderse İzmir’de elektrikli yolcu otobüsü sayısı 400’e çıkacak. Otobüslerin menzili 250 km. Elektrikli araçlar gürültü ve egzoz gazı kirliliğine neden olmuyor ama bu sizi yanıltmasın. Sonuçta, otobüsün akülerini doldurduğunuz elektriğin hangi kaynaktan üretildiği önemli. O elektrik bir kömür santralinden geliyorsa hava yine kirlenir. İzmir Büyükşehir Belediyesi o konuyu da düşünmüş. Otobüslerin elektrik ihtiyacının (en azından bir kısmının) karşılanması için garaj ve son duraklara güneş panelleri yerleştirilecek. Güneş enerjisiyle çalışan otobüslerin dünyadaki en çevreci ulaşım seçeneği olduğunu söyleyip İzmir’e teşekkür edelim. Belediye, Kültürpark projesi için yapılan itirazları da değerlendirirse ‘yeşil belediyecilik’ konusunda herkese örnek olabilir.

[1] İPM, Türkiye’de Otomotiv Sektörüne Bakış, Peter Mock.

İklim felaketlerinin Türkiye’ye maliyeti 12 milyar

Özgür Gürbüz-BirGün/10 Şubat 2017

Neredeyse haftada bir doğa katliamı için yasa çıkaran, yeni proje açıklayan Türkiye, iklim değişikliğini durdurmak için altına imza attığı Paris Anlaşması’nı hâlâ onaylamadı. İmza atan 197 ülkenin 129’u anlaşmayı resmileştirirken Türkiye seyirci. Seyirci kalmanın elbette bir bedeli var. Tarlada ürün kaybı, selde can kaybı, düşük karbon ekonomisine geçmeyerek kaçan fırsatlar…

Varlıkla, fonla ilgilenenler için artık bu kaybın bir faturası da var. Avrupa Birliği Çevre Ajansı’nın son raporu*, bu büyük tehlikeden kaynaklanan maddi faturayı hesaplamış. Türkiye’nin seyrettiği ve bir yandan da kazana daha fazla kömür atarak körüklediği iklim değişikliği son 30 yılda Türkiye ekonomisinden 12 milyarı alıp götürmüş. Ve bu daha başlangıç!

1980-2013 yılları arasında Türkiye’de meydana gelen aşırı iklim olaylarının (seller ve kuraklıklar gibi) faturası 3,04 milyar avro (12 milyar TL). Gözünüze az görünmesin, hesap yapılırken felaketlerin sonucu doğrudan meydana gelen hasarlar hesaba katılmış. O nedenle bu rakamı “en az” diye okumak doğru olur. İkinci kritik nokta da ekonomik hasarın iklim değişikliğine paralel bir şekilde son yıllarda artmış olması. 1980’lerde Avrupa’daki maddi hasar yılda 7,6 milyar avrolarda dolaşırken 2000’li yıllarda bu ortalama 13,7 milyar avroya dayandı. Türkiye’nin aşırı iklim olaylarına bağlı hasarı da her geçen yıl artacak. Söz konusu felaketlerin sonuçlarının sadece maddi olmadığını da unutmayalım. Sıcak hava dalgaları gibi Türkiye’yi etkileyecek iklim felaketleri Avrupa’daki maddi hasarın yüzde 5,4’üne neden olurken ölümlerin ise yüzde 67’sinden sorumlu.

Projeksiyonlar bu kayıpların artmaya devam edeceğini gösteriyor. Türkiye’nin ihracat gelirlerinin beşte birini oluşturan turizm sektörü (GSMH’nın yüzde 6,2’si) iklim değişikliğinden etkilenecek. Özellikle güney bölgelerde ısınan hava, turist sayısını azaltabileceği gibi, turizmcilerin giderlerini de artıracak. Klima maliyetleri artacak, su bulmak zorlaşacak. Tarım sektöründe ürün ve üretim kaybı yaşanacak. Bunlar beraberinde işsizliği de getirecek. Hepimizin yaşamı da su sıkıntısından, gıda fiyatlarının artışına kadar birçok etken nedeniyle zorlaşacak. Sağlık sorunlarını görmezden gelseniz bile sağlık harcamalarının maddi yükü ağırlaşacak.

Türkiye, iklim değişikliği konusunda örnek ülke olabilir ve dünyadaki değişime yön verebilir. Enerjiden tarıma, iklim dostu politikaları hayata geçirebilecek fırsatlara sahip bir ülkede yaşıyoruz. İklim politikaları, jöleyle 100 yıl öncesinin politikaları arasına sıkışmış ekonomimiz için de bir fırsat yaratıyor. Görebildiğim kadarıyla mevcut hükümetin vizyonu bunu görmeye yetmiyor. Görüşü engelleyen sorunu da biliyoruz. Halk arasında bu hastalığa “kömür karası” deniyor.

Nallıhan’ın kuşları uçmuyor mu?
Söz kömürden açılmışken geçen hafta bahsettiğimiz termik santral ihalesi gerçekleşti. Çayırhan B termik santrali ihalesini Kolin-Kalyon-Çeliker grubu kazandı. Doğa Koruma ve Milli Parklar Genel Müdürlüğü yazımı okuyup bir düzeltme göndermiş. Kısaca, Nallıhan Kuş Cenneti olarak bilinen saha, Davutoğlan Yaban Hayatı Geliştirme Sahası (YHGS) içerisinde yer alır, o da yapılması planlanan termik santrale 2,5 kilometre uzaklıktadır diyorlar. Koruma çalışmalarının hedefinin “su kuşları” olduğunu da belirtmişler. Termik santralin yapılacağı yer koruma sahası derken zaten ben de bunu kastetmiştim. Koruma sahasının 2,5 kilometre ötesine; hem de halihazırda bölgede bir termik santral varken bir tane daha ekleniyor. Bunun koruma sahasını etkilememesi mümkün mü? Özetle söylersek kuş bu, uçuyor. Termik santralden çıkan kül de öyle. Umarım Milli Parklar incelemesini yapar ve bu projeye karşı çıkar. Oradaki canlıların hayatı onlara emanet edilmiş sonuçta.

Kömür sevdalılarına da soralım. Koruma sahasına kül gitmeyeceğini, bölgenin asit yağmurlarına maruz kalmayacağını, suyun kirlenmeyeceğini yüzde yüz garanti edebilir misiniz? İklimi değiştiren karbondioksiti önleyecek dünyada hiçbir teknoloji yok, nasıl olur da kömürü savunmaya devam edersiniz? 

***
15 Şubat Çarşamba günü Ahmet Şık’ın İstanbul Çağlayan Adliyesi’nde duruşması var. Haksızlığa, hukuksuzluğa dur demek ve basın özgürlüğüne sahip çıkmak için o duruşmayı izlemeliyiz.

*
Climate change, impacts and vulnerability in Europe 2016.

Yapıyormuş gibi yapma

Özgür Gürbüz-BirGün/11 Kasım 2016

Avrupa Komisyonu her yıl Türkiye’nin Avrupa Birliği (AB) sürecindeki performansını değerlendiren bir “ilerleme raporu” hazırlıyor. 2016 yılına ait rapor da açıklandı. Rapra göre Türkiye’nin performansı olumsuz. İfade özgürlüğünden gazetecileri hedef alan saldırılara kadar birçok eleştiri var. Sadece özgürlükler değil ekonomi de kırık not almış. Vergi ve mali konularla ilgili kurumların eleştirel medya ve iş insanlarına baskı yapması nedeniyle Türkiye’deki iş ortamının bozulduğu yazıyor. İstanbul’daki park sayısı bile rapordaki olumlu vurgudan fazla. O halde yazının sonunda söyleyeceğimi baştan söyleyeyim; raporun adı değişmeli. Bundan böyle AB, her yıl Türkiye için ‘gerileme raporu’ hazırlasın, daha doğru olur.     

Avrupa Konseyi Genel Sekreteri Thorbjorn Jagland
ve AB Bakanı Ömer Çelik
Raporun siyaset ve ekonomiye dair eleştirilerini başka yerlerde okursunuz. Avrupa, çevre ve enerji konusunda ne diyor, onu yazayım.

İklim değişikliği konusunda Paris Anlaşması’nın imzalanması gerektiği açık seçik yazılmış. Türkiye ise hiç oralı değil. İklim hedeflerinin bölük pörçük ve özellikle enerji konusunda yapılanlarla tutarsız olduğu belirtilmiş. AB’nin 2030 için belirlediği enerji ve iklim politikalarıyla tutarlı bir ulusal plan ortada yok. Ozon tabakasına zarar veren gazlarla ilgili uyumlaştırma tamamlanmamış. Yeni otomobiller için AB emisyon standartlarının uyumuna ilişkin çabaların başlatılması isteniyor. Ankara için tercümesi şu: “Yapıyormuş gibi yapma, yap”.

Enerjide AB’nin hoşuna giden birkaç nokta var. Avrupa elektrik şebekesine (ENTSO_E) bağlantı, Türkiye’nin Avrupa’dan elektrik alıp verebilecek olması, enerji güvenliğini arttıran bir hamle kabul edildiği için beğenilmiş. TANAP ve Türk Akımı olumlu değerlendiriliyor. Bu boru hatları yapılırsa, Avrupa’ya farklı yollardan gaz gidecek. Olumlu değerlendirmeli bu kapsamda anlaşılır ama bu boru hatlarının geçeceği yer konusunda, özellikle Trakya’da ciddi endişe duyanlar var. AB’ye ses gitmemiş anlaşılan. Yenilenebilir enerjideki kapasite artışından memnunlar. Atık su ve çöp yönetiminde bazı ilerlemeler olduğunu da belirtmişler. Her güzel öykünün bir sonu var. Enerji ve çevre konularına ait güzel haberler bu kadar. Bundan sonrası olumsuz. İşin kötü tarafı, halkı daha yakından ilgilendiren kısımlar bu olumsuz bölümlerde yer alıyor.

Aynen böyle yazmışlar: “Enerji verimliliği konusunda hiçbir ilerleme olmadı”. AB’nin Binaların Enerji Performansı ve Enerji Verimliliği yönergeleriyle uyum için bir zaman planının bile olmadığının altı çizilmiş. Eleştiride haklılar çünkü plansız, rant amaçlı kurulan santraller yüzünden elektrik fazlası var ülkede. Özellikle elektrikte tasarruf ve verimlilik hükümeti ve yandaş şirketleri çarpar.

Bir konudan daha sıfır almışız. Kalın harflerle şöyle yazmışlar: Nükleer enerji, nükleer güvenlik ve radyasyondan korunma konusunda da ilerleme yok. Avrupalı bilmiyor tabii. TÜBİTAK öğrencileri isterse ‘radyasyondan korunma duası’ okuyan bir robotla sorunu çözebilecek kapasitede. ‘Okunmuş fasulye’, ‘salavat makinesi’ ve ‘hacı robot’ ekipleri el ele verirse neden olmasın? Rapora bu potansiyelimiz girmemiş, o ayrı. Onlar, daha çok Türkiye Atom Enerjisi Kurumu’nun nükleer santral kurmaya çalışan kurumlardan (hükümet gibi) özerk çalışamadığına takmış. Diplomatik dilde söylediklerinin anlamı şu: Nükleer santral projelerinde ortaya çıkacak bir aksiliği halka söyleyebilecek bağımsız bir kurum ortada yok. Bu olmadan olmaz diyorlar.

Bizim çok canımızı yakan bir konu AB’nin Türkiye raporunu hazırlayanların gözünden de kaçmamış. ÇED (Çevresel Etki Değerlendirmesi) yönetmeliklerinin doğru uygulanması isteniyor. Uyduruk ÇED’e son deniyor. Atık yönetimi, endüstriyel kirlilik ve su konularında da AB yönergeleriyle uyumun tamamlanması gerekiyor. Hükümetin hoşuna gitmeyecek diğer talepler ise halkın katılımı ve halkın bilgiye erişimi konularında AB müktesebatına uyumlu hareket edilmesi ve iklim değişikliği alanında şeffaflığın arttırılması.

AB’nin liberal ekonomideki ısrarını bir kenara bırakırsak yaptığı diğer eleştirilere katılmamak mümkün değil. İlginç olan, 2016 Türkiye İlerleme Raporu’nda eleştirilen konuların çoğunun halkın da sıkıntı çektiği, düzeltilmesi halinde herkesi memnun edecek meseleler olması. Olumlu görülen tarafta ise şirketleri ilgilendiren meseleler var. Tesadüf mü yoksa bizi yönetenlerin önceliği biz değil şirketler mi bilemedim. Raporun özeti yukarıda, kararı siz verin.

Kyoto öldü yaşasın Paris

Foto: UNFCC-http://bit.ly/2g1A8Ef
Özgür Gürbüz/ 4 Kasım 2016

Her geçen gün derinleşen iklim krizini önlemek için dünyanın artık yeni bir anlaşması var. 4 Kasım 2016 tarihinde (bugün) yürürlüğe girecek Paris Anlaşması, ‘küresel ortalama yüzey sıcaklığı’ndaki artışı 2 derecenin (hatta bilim insanlarının önerdiği 1,5 C°’nin) altında tutmaya çalışacak. Böylece dünyadaki birçok canlının yaşamına uygun koşullar yaratan yaklaşık 14 derecelik yüzey sıcaklığı ortalamasından çok uzaklaşılmamış olacak.

Paris Anlaşması, 2020’de yerini alacağı Kyoto Protokolü gibi yaptırımlar içermiyor. Anlaşmaya imza atan ülkelerden, seragazı emisyonlarının nasıl azaltacaklarını ve 2 derecenin altında kalma hedefine nasıl ulaşacaklarını bir niyet beyanıyla (INDC) belirtmeleri isteniyor. Parsi Anlaşması bu nedenle eleştirilse de, Kyoto’ya taraf olmamış, dünyanın en çok seragazı üreten Çin ve ABD’yi sürece katarak bu eleştirileri biraz olsun kırmayı başardı. Anlaşmanın hayata geçmesi için küresel seragazı emisyonlarının en az yüzde 55’inden sorumlu, en az 55 ülkenin anlaşmaya taraf olması gerekiyordu. Bugüne kadar 83 ülke anlaşmaya taraf oldu ve yüzde 55 barajı aşıldı. Ülkeler önce anlaşmaya imza atıyor daha sonra ülkelerindeki onay sürecini tamamlayarak taraf oluyor.

Paris Anlaşması’nın ilk taraflar toplantısı da 7-18 Kasım tarihlerinde Fas’ın Marakeş kentinde düzenlenecek BM İklim Değişikliği Konferansı’nda yapılacak. Toplantının gündeminde, şu ana kadar ülkelerin verdiği niyet beyanlarının nasıl iyileştirileceğine dair tartışmaların da olması bekleniyor. Zira, ülkelerin Paris Anlaşması’nı imzalarken verdikleri hedefler ortalama yüzey sıcaklığını 2 derecenin altında sabitlemekten çok uzak. En iyimser tahminler ülkelerin mevcut hedeflerinin 2100 yılında bizi 2,7 derece, belki de daha sıcak bir gezegene götüreceği yönünde. Paris Anlaşması öncesinde pazarlıklar, bu taahhütlerin iyileştirilmesi için yapılacak. Türkiye de geçen yıl anlaşmaya imza atıp, başta kömür, petrol ve doğalgaz gibi fosil yakıtların yakılmasıyla ortaya çıkan seragazı emisyonlarını azaltma değil sınırlama taahhüdü vermişti. Bu da, 2014 yılında 464 milyon ton CO2 eşdeğerini bulan emisyonların, 2030’da iki katına çıkarak 929 milyon tona ulaşması anlamına geliyor. Dergimiz yayına hazırlandığı sırada Türkiye Paris Anlaşması’na taraf olmayan ülkeler arasındaydı.  

Halkı hasta edene yuh!

Özgür Gürbüz-BirGün/21 Ekim 2016

Sözüm, Amasra’ya termik santral kurulması için ÇED raporuna onay verenlere. Padişahlara övgü düzüp, Fatih Sultan Mehmet’in göz bebeğine daha önce iptal edilmesine rağmen yeniden termik santral izni verenlere. Bir öyle, bir böylecilere.

Sözüm Adana, Çanakkale ve Konya’da Türkiye’nin tarım arazilerinin üzerine kömür yakan fabrikalar kurmaya heves edenlere. Sözüm iklim değişikliğinin bir numaralı düşmanın petrol ve kömür olduğunu anlamayanlara. Tartışmaktan korkan, kapalı kapılar ardında kömür şirketleriyle pazarlık yapanlara. Şeffaf olmayana, hukuk tanımayana, bilime saygı duymayana. Birkaç şirket para kazanacak diye halkı hasta edene, aç bırakana.

Sözüm, bu ülkeyi hava kirliliğine mahkum edenlere. Dünya Sağlık Örgütü’nün verilerine göre Türkiye’nin 81 ilinin 80’inde hava kirli. Türk Tabipleri Birliği, Türk Toraks Derneği ve Halk Sağlığı Uzmanları Derneği daha geçen hafta Nefes Alamıyoruz adlı sempozyumda bir araya geldi ve yine uyardı: “Termik santraller nedeniyle Türkiye’de her yıl en az 2 bin 876 kişi erkenden hayata gözlerini yumuyor, 637 bin işgünü kaybı yaşanıyor bunun ekonomiye bedeli de 3,6 milyar avroyu buluyor” dedi. Bu kadarla kalsa iyi. Hava kirliliği başta hamile ve çocukları olmak üzere hepimizi hasta ediyor. Solunum yollarından, akciğer hastalıklarına, gelişme bozukluklarına kadar türlü etkileri var. Doktorlar çıkmış uyarıyor, siz ise santrallere lisans vermeye, kömüre övgüler dizmeye devam ediyorsunuz. Aşık Mahzuni’den izin alıp söyleyelim öyleyse…

Yuh yuh kananlara,
İnsana kıyanlara,
Toprağı küstürüp,
Yuh ekini yakanlara yuh!

Elektrik üretmek için kömürden başka onlarca yol var dedik dinlemediniz. Pahalı, işe yaramaz deyip halkı akciğerlerini yakan termiklere kurban ettiniz. Yetmedi, ucuz dediğiniz kömüre görülmemiş teşvikler verip, santralleri çevre denetiminden çıkardınız. Siz bunları yaparken dünyada devran değişti. Elektrik üretiminin yüzde 7’si yepyeni kaynaklardan (rüzgar %3,7; biyokütle %2; güneş %1,2) sağlanmaya başladı. 2015 yılında İtalya elektrik ihtiyacının yüzde 7,8’ini; komşumuz Yunanistan ise yüzde 6,5’ini güneşten karşıladı. Türkiye’de ise insanların çatılara güneş panelleri koymasını engellemek için elinizden ne geldiyse yaptınız. Sadece büyük santrallere sınırlı izin vererek, halkı dağıtım şirketlerinden elektrik almaya mecbur eden sisteme destek verdiniz. Şirketler zenginleşirken halk seyretti. Devam edelim öyleyse…

Bu kadar milletin hakkın alanlar
Güneşi karartıp, kömürü aklayanlar
Halkın enerjisini görmeyip,
Yandaş şirkete güldüm ise yuh.

Fukuşima’da dünyanın en büyük endüstriyel kazalarından biri yaşanırken nükleer santral anlaşmaları yapanlara da yuh. Dünyada nükleer enerjinin payı hızla düşüyor. 1986 yılında küresel elektrik üretiminin yüzde 17,6'sı sağlayan nükleer santraller şimdi yüzde 10,7’sini zar-zor karşılıyor. Türkiye’nin sadece güneşi bile elektrik ihtiyacını karşılamaya yeterken, dışa bağımlılığı arttıracak nükleer projelere milyarlar kaptırmaya çalışmanın bir mantığı var mı? Fukuşima’dan önce 17 nükleer reaktöre sahip Almanya, üç yıl içinde 9 reaktörünü kapatmışken, aynı süre içerisinde üç tane nükleer santral yapacağım diye dolanırsan sazı eline alan bu dizeleri söyler. Amasra’da, Adana’da, Çanakkale, Konya, Mersin ve Sinop’ta dinlersin.

Gürbüzüm ben, bildiğim ilim,
Lobim yoktur, atom değilim.
Ölümün değil canın eriyim.
Elektrik için kanser dersem yuh.

Bu yazıyı ve dizeleri yazarken esinlendiğim, gönlümde, aklımda yeri çok büyük, Aşık Mahzuni Şerif’in anısı önünde saygıyla eğiliyorum. Sürçü lisan ettiysem, affola.

İklim müzakerelerinin kayıp ülkesi Türkiye

Özgür Gürbüz-BirGün/17 Eylül 2016

İklim müzakerelerinde Türkiye’nin yaptıkları, uluslararası ilişkiler derslerinde ‘bu iş nasıl yapılmazı’ anlatmak için kullanılabilir. Özeti şöyle…

COP14-Poznan'dan bir görüntü - Foto: O. Gurbuz
Dünya küresel iklim değişikliğinin insan etkisi nedeniyle gerçekleştiği konusunda şüpheler artınca ilk büyük adımı attı ve BM İklim Değişikliği Çerçeve Anlaşması (UNFCCC) ortaya çıktı. Amaç, insan etkisiyle meydana gelen iklim değişikliğini anlamak ve çözümü için tüm ulusları kapsayan bir protokol hazırlamaktı. Çerçeve Anlaşması 21 Mart 1994 yılında yürürlüğe girdi. Türkiye kendisini gelişmiş ülkelerin olduğu Ek-1 grubuna dahil ederek yanlış pozisyon aldı. Haliyle de, sonraki dönemde herkes iklim değişikliğini nasıl durdururum diye uğraşırken Türkiye, kendisini gelişmiş ülkelerin olduğu gruptan nasıl çıkarırım diye uğraştı. Sonuçta anlaşmaya 10 yıl sonra, Mayıs 2004’te taraf oldu.

Çerçeve Anlaşması’nın önünü açtığı protokolün adı 1997’de kondu. Kyoto Protokolü tarihin seragazı indirimini şart koşan ilk uluslararası anlaşmasıydı. Uzun müzakerelerden sonra Şubat 2005’te yürürlüğe girdi. Türkiye yine ne yapacağını bilemedi. Müzakereleri iyi takip etmediği gibi, pozisyon da alamadı. Enerjide kömürcülerin ağırlığı hissediliyor, ülkenin her kesiminden bunun bir komplo teorisi olduğuna dair sesler yükseliyordu. Güneş, rüzgar ve jeotermal gibi yenilenebilir enerji kaynaklarının ülkesi Türkiye, olmayan petrol ve doğalgazına, verimsiz yerli kömürüne rağmen, fosil yakıt taraftarlarının yolundan gitti. Yanlış takımı tuttu. Kyoto Protokolü’ne de iş işten geçtikten sonra 2009 yılında katıldı, 2020’ye kadar yükümlülük almadı ama süreçten de uzak kaldı.

2015 sonunda Paris’te düzenlenen 21. Taraflar Toplantısı’nda 180 ülke Kyoto Protokolü sonrası yürürlüğe geçecek Paris Anlaşması’nı imzaladı. Türkiye’de 180 ülke arasındaydı ancak işin doğasına aykırı bir şekilde, seragazlarını azaltma değil arttırma hedefi koydu. Tek jesti, “arttıracağız ama daha az arttıracağız” oldu ve anlaşmayı bu taahhütle imzaladı. Müzakereler Çin ve ABD’ye odaklandığı için Türkiye’nin durumu fazla gündeme gelmedi.

Paris Anlaşması Kyoto’dan daha zayıf olsa da, en kötü anlaşma hiç olmamasından iyidir şiarıyla herkesçe alkışlandı. Şu ana kadar 27 ülke Paris’teki imzalarını bir adım daha ileri götürerek, ülkelerindeki yürütme organlarının onayını da alarak Paris Anlaşması’na taraf oldu. Anlaşmanın hayata geçebilmesi için iki kritik koşul var. 55 ülke anlaşmaya taraf olacak ve taraf ülkelerin seragazı emisyonlarının toplamı dünyadaki emisyonların en yüzde 55’ine denk gelecek. İlk şartın yerine getirileceğine kesin gözüyle bakabiliriz. Emisyonların %55’ine ulaşmak ise biraz daha zor. ABD ve Çin’in süreci tamamlamasıyla bu oran yüzde 39’u geçse de, birkaç büyük ülkenin daha sürece katılmasına ihtiyaç duyulabilir. Küresel seragazı emisyonlarının yüzde 7,53’ünden sorumlu Rusya; 4,10’undan sorumlu Hindistan; 3,79’undan sorumlu Japonya ve AB’den gelecek onay ikinci koşul için yeterli olabilir. İki koşul yerine getirildikten sonra, taraf ülkelerin hepsi söz verdikleri gibi dünyanın ortalama sıcaklığındaki artışı 2, hatta 1,5 derecenin altında tutmaya çalışacaklar. Halihazırda 1 derece civarındayız.

Yaptırım konusu muğlak olsa da hedef bu. İyi, güzel ama ülkelerin anlaşmayı imzalarken verdikleri ulusal taahhütler (INDC), yani seragazı azaltım veya sınırlama sözlerinin toplamı 2 derece hedefi için yeterli değil. Peki, nasıl olacak bu iş? Büyük bir olasılıkla pazarlıkla. Taraf olma faslı bitince ülke taahhütlerinin iyileştirilmesi için müzakereler başlayacak. Bu bölümde Türkiye’nin taahhüdü de tartışmaya açılabilir. Tabii, Türkiye onay sürecini tamamlarsa!

Meclis’ten her gün olmadık yasalar, KHK’ler çıkıyor ama Paris Anlaşması gündemde bile değil. Şu andaki süreçte kim iklimle ilgilenir diyebilirsiniz ama istesek de istemesek de iklim sorununu çözmek zorundayız. Birileri bu işin ucundan tutmazsa, Türkiye’nin Kyoto gibi sürecin dışında kalma olasılığı yüksek. Sağlıkta, ticarette ve uluslararası ilişkilerde bunun bedeli ağır olabilir. Türkiye’nin küresel emisyonların yüzde 1’inden sorumlu bir ülke olduğunu da anımsatalım. Burada herkese iş düşüyor. Bu savaş ortamında, iktidar kavgalarının arasında kim ilgilenir demeden politikacılara ve bürokratlara bu çağrıyı yapmak zorundayım. Kendinizi düşünmüyorsanız çocuklarınızı düşünün ve müzakere sürecine sahip çıkın.

İthal kömür vergisi neye yarayacak?

Özgür Gürbüz-BirGün/5 Ağustos 2016

Afşin Elbistan Termik Santrali - Foto: O. Gurbuz
İklim değişikliğinin ve hava kirliliğinin en önemli sorumlusu kömür. Buna rağmen mevcut hükümet kömüre karşı değil. İklim değişmiş, seller insanları, evleri almış götürmüş, hava kirliliği yüzünden her yıl binlerce insan Türkiye’de hayatını kaybetmiş umurlarında değil. Kömürle ilgili kaygı belirten bir tek cümle bile kurmadıkları için bunları rahat rahat yazıyorum. Kömürle ilgili tek dertleri yerli kömürle çalışan santrallerin sayısını artırmak. Karşı çıkanları da dış güç, ajan diye karalamak. ‘FETÖ’nün Bergama altın madenini ele geçirmek için icat ettiği taktikleri kullanmaya devam ediyorlar hâlâ.

Şimdilerde ise kömüre değil ithal kömüre karşılar. Şimdilerde diyorum çünkü ithal kömürle çalışan santraller yine AKP’nin iktidarında peydahlandı. 2002’de 15 milyon ton olan kömür ithalatı 2014 sonunda 30 milyon tonu buldu. Tahminen ithal kömür konusunda da kandırılan mevcut iktidar, birkaç gün önce çıkardığı Bakanlar Kurulu kararıyla elektrik üretiminde kullanılacak ithal kömürün tonuna 15 ABD Doları ek vergi getirdi. Böylece ithal kömürle çalışan termik santrallerin önünün kesileceği, yerli linyitle çalışacak termik santrallere ilginin artacağı öne sürülüyor. Yerli linyit ithal kömüre oranla çok daha kalitesiz. Kalorifik değeri düşük, yakması zor. Hepsinden öte, kömürü çıkarmak gerek. İthal kömür dediğinse bir santral kurmaya bakıyor. Sağ olsun mevcut iktidarın bu konuda çekincesi yok. Türkiye’nin en güzel sahili de olsa şirket santrali kurabiliyor, gemiyle gelen kömürü yakıp elektriği satıyor. Çanakkale, Zonguldak, Adana, İzmir ve Bartın illeri bu yüzden kömür santrali projeleriyle dolup taşıyor.

EPDK’den lisans almış kömür santrallerine baktığınızda, yerli kömürle çalışanların üç katı ithal kömürle çalışan santral olduğunu görüyorsunuz. Lisans sürecinde olanlara bakarsanız da tablo aynı. 15 ithal kömürlü santrale karşın üç adet yerli kömürlü santral sırada bekliyor. Türkiye Enerji Görünümü adlı raporun hazırlayıcılarından MMO Enerji Çalışma Grubu Başkanı Oğuz Türkyılmaz, vergi kararının olumlu olduğunu, bu vergiyle ithal kömür santrali kurmaya niyetlenen projelerin nasıl etkileneceğini görmek için de biraz beklenmesi gerektiğini söylüyor. Türkyılmaz, yerli kömüre destek vermekle beraber bazı çekinceleri olduğunu da belirtiyor: “Yerli kömürde de denetimsiz serbestlik, çok yüksek alım garantisi verilmesi doğru değil. Santraller filtresiz tek gün çalıştırılmamalı ve emisyon değerleri şeffaf olmalı. Ayrıca kümülatif ÇED raporları görmek istiyoruz, İskenderun, Çanakkale, Aliağa, Zonguldak bölgelerine kurulacak çok sayıda termik santral için tek tek ÇED raporu hazırlamak doğru değil” diyor. Hükümet ise termik santrallere getirilen çevre muafiyetini Anayasa Mahkemesi’nin iptal kararına rağmen yeniden yasaya koyup bu yanlışta ısrar edebiliyor.

Bakanlar Kurulu’nun aldığı, ‘Kömür İthalatına Ek Mali Yükümlülük Konulması Hakkındaki Karar’ın kapsamı da ilginç. Mali yükümlülük kapsamına alınmayan çok sayıda ülke var. Avrupa Birliği ve EFTA üyesi ülkelerle, İsrail, Makedonya, Bosna-Hersek, Fas, Batı Şeria ve Gazze Şeridi, Tunus, Mısır, Gürcistan, Arnavutluk, Ürdün, Şili, Sırbistan, Karadağ, Kosova, Güney Kore, Morityus ve Malezya menşeli kömür ithalatlarında ek mali yükümlülük uygulanmayacak. Enerji Bakanlığı’nın (TKİ) Kömür Sektör Raporu’nda 2014 yılında kömür ithalatı yaptığımız ülkeler belirtilmiş. İthal kömürün aslan payı dört ülkeden sağlanıyor. Yüzde 31,6’sı Kolombiya’dan, yüzde 29,1’i Rusya’dan, yüzde 14,5’i ABD’den ve yüzde 13,4’ü Güney Afrika’dan geliyor. Ek vergi, bu ülkelerden santrallerde yakılmak için getirilen ithal kömürü daha pahalı yapacak. Ek verginin ithal kömür kullanımını azaltmaktan öte tedarikçi değiştirmeyle sonlanması da söz konusu olabilir. Bu da bir olasılık, belki de istenen budur. Kapsam dışında bırakılan ülkelerde kömür madenciliğine heveslenen firmalar var mı bakmakta fayda var. Belki tanıdık isimlere rastlarız.

Üçüncü olasılık ise aynı yerli linyit santrallerinin özelleştirilmesi sonrasında, serbest piyasadaki fiyatı düşük bulup alım garantisi talebiyle ortaya çıkan şirketlerin isyanına benzer bir isyanın ithal kömür santrali sahipleri tarafından başlatılması. Onun sonu hangi tavizle biter bilmiyorum ama kaybedenin yine tüketici olacağı ortada. Ucuz diye savundukları kömüre rüzgardan daha fazla alım garantisi isteyen yerli kömürcülerin belirlediği bir elektrik piyasasına doğru gidiyoruz. Yenilenebilir enerji, enerji verimliliği ve iklim değişikliğinden bahsedenleri duymaktan hoşlanmayacak bir enerji politikasına yelken açtık. Yelkenleri kabartan esintide ise hepimizi zehirleyecek is kokusu var.

İklim değişikliği durmuyor

Son bir yılda atmosferdeki karbondioksit miktarında ciddi bir artış meydana gelmiş. Bir yıllık artış 3,7 ppm civarında. Atmosferdeki karbondioksit yoğunluğu da ilk gelen verilere göre 404 ppm'e ulaşmış. 450 ppm'e ulaşırsak, küresel yüzey sıcaklığını iki derecenin altında tutma şansımızın yüzde 50'ye gerilediğini düşünürsek, bu artışın ne kadar ciddi olduğunu da daha iyi anlayabiliriz. İki dereceyi aşmak tüm riskleri almakla eşdeğer. Dönülmez akşamın ufkunda gibiyiz. 350 ppm'in asıl hedefimiz olduğunu anımsatmakta da yarar var. Kömür, petrol ve doğalgaz gibi fosil yakıtlarla ilişkisini kesmek istemeyenlere, suçu başka ülkelere atanlara duyurulur.

Washington Post'ta çıkan habere buradan ulaşabilirsiniz: http://wapo.st/1nAvts6

Paris’te her şey bitmedi asıl şimdi başlıyor

Özgür Gürbüz-BirGün/4 Mart 2016

2015 sonunda Paris’te imzalanan iklim anlaşmasıyla sorunun çözümü bulundu sananlar yanılıyor. Paris’te, 2020’de sonlanacak Kyoto’nun yerine geçecek yeni bir anlaşmanın ana metni üzerinde anlaşıldı ancak bu anlaşma henüz onaylanmadı. 22 Nisan’da bu süreç başlıyor. Dünyanın Paris Anlaşması’nı hayata geçirmek için tam bir yılı var. 21 Nisan 2017’ye kadar, dünyadaki seragazı emisyonlarının yüzde 55’inden sorumlu en az 55 ülke anlaşmayı imzalarsa ilk adım tamam. İmzalamazsa sil baştan!

BM Genel Sekreteri Ban Ki Mun, 22 Nisan’da New York’ta elini taşın altına koyan ilk ülkeleri açıklayacak. Bir yıl boyunca çetin pazarlıkların olacağı garanti çünkü Paris’te verilen taahhütlerin değiştirilme şansı bile var. Ülkeler isterse, daha iyi bir hedefle anlaşmaya taraf olabilecek. Türkiye’nin ne yapacağı belli değil. Meclis’te Paris Anlaşması’na atılacak imzanın onaylanması gerek. 22 Nisan’a yetişir mi; şüpheli. Ortada adamakıllı yapılmış bir hesap, plan olmadığı gibi bu işi takip eden bir milletvekili veya bakan da yok. Birkaç gün önce Ankara’da TBMM’nin İklim Değişikliği Politikasındaki Rolü adlı bir rapor[1] açıklandı. Meclis’in iklimle ilgili çalışmalarını araştıran çalışma, 24. Yasama döneminde verilen 72 bin 320 soru önergesinden sadece 20 tanesinin içinde iklim değişikliği konusuna yer verildiğini ortaya koyuyor. Rejim değişikliği için çabalayan çok kişi var ama iklim değişikliğini durdurmaya çalışan neredeyse yok. En azından bir tutarlılıktan bahsedebiliriz, ne istiyorlarsa zararımıza!

Bildiğiniz gibi Paris’e giderken Türkiye bir söz vermiş, 2030’a kadar seragazı emisyonlarımı arttırmaya devam ederim ama sizin cici hatırınız için, biraz daha az arttırırım demişti. Türkiye’nin bu sözünün de iklim değişikliğini yavaşlatma ya da durdurma açısından pek kıymeti harbiyesi yok. Burada biz bizeyiz, fısıldamadan söyleyeyim. Hükümet bizim sele kapılmamızı, kuraklıkta çatlamamızı, ormanların yanmasını, sıcak hava dalgaları yüzünden kalp krizi geçirip ölmemizi umursamıyor. Onların derdi, kömür, petrol, doğalgaz, otoyol, köprü, inşaat sektörüne girmiş eş dostu memnun etmek.

Süreç Türkiye’nin istediği gibi gider mi onu göreceğiz. İlk iş, dünyadaki seragazı emisyonlarının yüzde 55’inden sorumlu en az 55 ülke bulmak. BM Sekretaryası’nın verilerine göre Türkiye küresel emisyonların yüzde 1,24’ünden sorumlu. Anlaşma sürecinde 200 civarında ülke olduğunu düşünürseniz, Türkiye’nin bu işte payı yok, sorumluluk almamalı diyenlerin bir hayal aleminde yaşadıklarını daha iyi anlarsınız. Yüzde 55’i yakalamak için kritik öneme sahip dört güç var: Çin (%20), ABD (%17,89), AB (%12.10) ve Rusya (%7,5). AB’nin sorun çıkarmayacağını, ABD ve Çin’in de anlaştığını düşünürseniz geriye yüzde 5’lik bir pay kalıyor. Rusya Kyoto’ya taraf olarak orada kahramanlık yapmıştı ancak bu politik durumda ne yapar belli değil. Bu nedenle, yüzde 4’lük paya sahip Hindistan, 2,5’luk paya sahip Brezilya veya 1,70’lik paya sahip Meksika’nın kararları kritik.

Türkiye’nin de sorumlu olduğu emisyon miktarıyla Brezilya, Endonezya ve Meksika gibi ülkelerin bulunduğu ligde yer aldığını görebiliyoruz. Verdiği taahhüt ise azaltma bile değil. Sınıfdaşlarından çok kötü durumda, halbuki bundan daha iyisini yapabilir ve yapmalı. Hiçbir şey yapmazsam 2030’da 1 milyar 175 milyon ton seragazı çıkaracağım, sizin için %21 oranında az arttırayım 929 milyon tonda kalsın diyor. Şu anda 460 milyon ton saldığımızı düşünürseniz, bırakın azaltmayı, seragazı çıkışını sabitlemeyi bile önermiyor. İki katına çıkarma sözü veriyor. Hiçbir önlem almasak seragazı emisyonlarımız zaten bu kadar artar. Bakalım bu eylemsizliği Meclis’ten geçirebilecekler mi?

Aslında Türkiye’nin yapacağı iş belli. Hem petrol, kömür ve doğalgaz gibi kirletici/dışa bağımlı kaynaklardan kurtulmak, hem de daha sağlıklı bir çevrede yaşamak için yüzünü güneşe dönmeli. Bir sözüm de sivil toplum kuruluşlarına. Şu ana kadar iklim konusunda çalıştığını iddia eden çoğu STK bu durumu film gibi izliyor. Bazıları hükümetle arasını bozmamak için iklim görüşmelerini kapalı kapılar ardına bile taşıdı. Birkaç yıl önce sokakta gördüğünüz “aktivistler” bürokrat oldu. Herkes sus pus! Fazla seragazının yan etkisi olsa gerek.


[1] Yasader, Tüvikder ve Küresel Denge Derneği’nin hazırladığı rapora Yasader.org adresinden ulaşabilirsiniz.

Çocuklarınızı bu filme götürün

Özgür Gürbüz-BirGün/25 Aralık 2015

İklim değişikliği konusunda Hollywood’un yaptığı filmleri unutun. Bir günde donan dünya, iklim değişikliğinden kaçarak trende yaşamaya başlayan insanlar fikirleri eğlenceli ama işte o kadar. İklim değişikliği konusunda zihninizi açacak, seyri keyif veren bir eser arıyorsanız size Buz ve Gökyüzü’nü tavsiye ederim. Belgesel, ünlü Fransız bilim insanı Claude Lorius’nun hayatını verdiği ve buz dağlarının arasında geçen bilimsel araştırmasını anlatıyor. Huzur veren, büyüleyen görüntüler eşliğinde. Lorius, buzullardaki karbondioksit ve metan (iki önemli seragazı) birikimlerine bakarak, insan ve iklim değişikliği arasındaki ilişkiyi araştıran ve seragazlarıyla ısınma arasındaki bağı ortaya koyan bir bilim insanı.

Film, 25 yaşında genç bir bilim insanın Güney Kutbu’ndaki bir araştırmaya katılmasıyla başlayan ve ömür süren araştırmasını anlatıyor. Belgeseli iklim değişikliğini anlamak için izleyebilirsiniz ancak ben olsam hayatını bir teoriyi ispatlamaya adayan bilim insanlarının nasıl çalıştığını görmek için giderdim. Çocuğunuz, yeğeniniz varsa onları da mutlaka götürmenizi isterdim. Büyüyünce polis, futbolcu ya da hırsız (bu ülkede o da artık bir meslek sayılır, maaş bile veriyorlar) olmanın dışında bir başka seçenek olduğunu görsünler. Keşfetmenin, bilginin ve doğanın insanlara sunduğu o mutlu hayatı, 83 yaşındaki Claude Lorius’nun gözlerinden görmeleri hepsinin hayatını değiştirebilir.

Lorius’nun macera ruhuyla peşine düştüğü gerçek, buzulların içinde saklı. Buzullar, gezegenin binlerce yıllık tarihini saklıyor. Buzulların içerisine hapsolmuş hava kabarcıklarındaki gazlar bize binlerce yıl öncesinin iklim koşulları hakkında bilgi verebiliyor. Basitçe anlatalım. Fransız bilim insanı, donma pahasına Antartika’da yaptığı araştırmalarda her defasında daha derine inen sondajlar yapar. Bu sondajlarda elde ettiği buz kalıplarının içine hapsolmuş karbondioksit ve metan miktarını inceler. Dünyanın sıcak dönemlerinde bu seragazlarının miktarlarının yüksek, soğuk dönemlerde ise düşük olduğunu görür. Bu da dünyanın ısınmasıyla seragazları arasındaki ilişkiyi ortaya koyar. Bir paragrafta anlattığıma bakmayın, bu gerçeğe ulaşmak için metrelerce derinden, binlerce yıl öncesine ait buz kalıplarını çıkarmak ve bir ömrü bu işe adamak gerekiyor. Filmin eğlenceli kısmıysa şu. Laurius, havanın buzun içine hapsolduğunu, kutupta ısınmak için bir bardak viski içerken fark etmiş.

Belgeselin buzulların etkileyici görüntüleriyle dolu olduğunu, yönetmeni Luc Jacquet’in, ‘İmparator’un Yolculuğu’ ile belgesel dalında Oscar aldığını da hatırlatalım. Güney Kutbu’nu belki de en iyi bilen insanlardan birinin öyküsünü, oranın en güzel filmlerini çeken yönetmenlerinden biri yapmış. Film kusursuz değil tabii. Buzullarda nükleer silahlardan yayılan radyasyonun izine bile rastlanabileceği söylenirken verilen örneğin Hiroşima ve Nagazaki’yle sınırlı olması, Fransa’nın yaptığı nükleer denemelerden bahsedilmemesi manidardı. Film bugün gösterime girdi. İstanbul Beyoğlu Pera’da, Kadıköy Moda Sahnesi’nde ve Boğaziçi Üniversitesi Sinebu’da gösteriliyor. Ortalık toz dumanken penguen belgeseli yazdığımı düşünmeyin. Kan gölüne dönmüş ülkemizde çocuklarımızın bir süreliğine de olsa “iyi şeyler” görmesi için küçük bir öneri benimkisi.

Türkiye’de İklim Değişikliği Siyaseti
Nasıl Hollywood filmleri iklim değişikliğini felaketlerle, olmadık hikayelerle anlatıyorsa, bazı kitaplar ve uzmanlar da size iklimi olmadık masallarla anlatıyor. Türkiye Kyoto’yu imzalarsa yeni çimento fabrikalarını, üçüncü köprü ve otoyol projelerini rafa kaldırmak zorunda kalacak diyen iklim uzmanları gördü bu ülke. İşi doğru dürüst öğrenmek için artık elinizde bir fırsat var. Özellikle de iklim değişikliği siyasetiyle ilgileniyorsanız. Türkiye’deki süreci uzun yıllardır yakından takip eden Dr. Nuran Talu’nun, “Türkiye’de İklim Değişikliği Siyaset” adlı kitabı, konuyu başından sonuna ele alıyor. Ciddi bir kaynak kitap, bu işi, Türkiye tarafından okumak ve öğrenmek isteyenlere için fırsat niteliğinde. Filmin üstüne iyi gider.

***
Bu yılı İğneada ve nükleer enerjiyi konuşacağımız, İstanbul Barosu’nun düzenlediği bir panelle kapatıyoruz. Panel yarın (26 Aralık) 12.30’da, Çağlayan Adliyesi, C1 Blok, 3. kattaki Seminer Salonu’nda. Gelin, 2016’ının daha iyi bir yıl olması için ilk adımı atalım.

İklimin tek derdi kapitalizm değil

Özgür Gürbüz-BirGün/18 Aralık 2015

Paris’te gerçekleşen iklim konferansından çıkan anlaşma birçok kişiye kapitalizmi eleştirmek için bir fırsat daha verdi. Kapitalizmi hedef alan eleştirilere hiç itirazım yok ama sorunu tanımlamada kolaycı ve eksikler. Kapitalizmi eleştirmek için Paris’i beklemeye de gerek yok.

Dünyanın ortalama sıcaklığı sanayi devriminden bu yana 1 derece artmış durumda çünkü yaklaşık 150 yıldır atmosfere haddinden fazla seragazı pompalıyoruz. Bunu petrol, kömür ve doğalgaz dediğimiz fosil yakıtları kullanarak, ormanları yok ederek, tarımda endüstrileşerek ve hayatın her aşamasında durmadan atık üreterek yapıyoruz. Kapitalizm tüketimi körüklediği için sorumlu ama şu ana kadar gördüğümüz örneklerine bakarsak, “sosyalizm” ve “karma ekonomi” gibi diğer ekonomiler de sanayileşmeyi destekledikleri, kentleşmeyi yücelttikleri ve teknolojik değişimi sorgulamadıkları için masum sayılmazlar. İşin özünde bugünkü iktisadi anlayışın olumlu bir hareket kabul ettiği büyüme var. Büyümeyi, refahı, endüstrileşmenin amacını yeniden tanımlamazsak iklim krizini durduramayız.

İkinci eksik nokta da, yine sadece kapitalist ekonomiye özgü olmayan sınır bilmezlik. Sola yakın iktisadi teoriler paylaşımı daha çok önemsese de, aslında ortada bir kaynak sorunu olduğu gerçeğini çok dile getirmiyorlar. “Her ABD vatandaşın bir arabası var, her Afrikalının da olmalı” söylemi kulağa hoş gelse de gerçekçi değil. Asıl söylenmesi gereken, “her ABD vatandaşının arabası olmamalı çünkü dünya herkese otomobil üretecek demire, plastiğe, cama veya petrole sahip değil” olmalı. Ya da, “bunların kullanımı sonucunda doğada ortaya çıkacak hasarı telafi edecek güce sahip değil” demeliyiz. Paris’teki iklim konferansından ve daha önceki 20 taneden elle tutulur bir sonuç çıkmamasının nedeni de bu. Varsıllar, bugünkü konforlarından ödün vermek istemiyor. Yoksullar da aynı kalmayı değil, zenginler gibi olmayı istiyor. Varsıl Kuzey ülkelerini bugünkü refaha razı etsek bile, yoksul Güney Kuzey’dekiler gibi yaşamayı istedikçe gezegende ekolojik hayatın çöküşünü önleyemeyeceğiz.

Şu anda bile, insanların mavi gezegenimizden talep ettiği doğal kaynakları (varlıkları) karşılamak için 1,6 Dünya’ya ihtiyaç duyuyoruz. Böyle giderse 2050’de talep ettiğimiz doğal kaynakları karşılamak için 2 gezegene ihtiyacımız olacak. Paris’ten çıkmayan ve eleştirilerde eksik kalan kısım asıl bu.

Paris’ten ne çıktı diye sorarsanız, tüm ülkelerin içinde olduğu bir anlaşma derim. Kyoto’nun birinci evresinde bile bu yoktu. Anlaşmanın ortalama sıcaklık artışını 2, mümkünse 1,5 derecede sınırlamak istemesi de kayda alınmalı ama biraz da gülünmeli. Bilim yıllardır bu uyarıyı yaptığı için iklim sorunu gündemde. İklim değişikliği tehlikesinden bahseden her hükümet yetkilisi bu gerçeği zaten kabul etmiş sayılır. Şimdi bunu kâğıda döktüler diye zilleri takıp oynamanın anlamı yok. Özellikle de, 188 ülkenin seragazlarıyla ilgili taahhütlerinin bırakın sıcaklık artışını 2 derecenin altında tutmayı, 3 derecenin altında tutması bile garanti değilken. Paris’i hayra yoranlar, anlaşmanın yürürlüğe geçeceği 2020’ye kadar, ülkelerin verdikleri taahhütleri düzelterek bu hedefe ulaşabilmeyi umuyor. Kyoto’da bağlayıcılığı olan maddeler olmasına rağmen, ABD, Japonya, Rusya ve Kanada gibi ülkelerin masayı nasıl terk ettiğini unutmadık. Bu defa isyanın başını Türkiye çekerse şaşırmamalı. Konferansın son günü, İklim Değişikliği Başmüzakerecisi Mehmet Emin Birpınar’ın, ‘bize finansal yardım sözü vermiştiniz ama ortada yok. Bu durumda anlaşmanın Meclis’ten geçmesi zor’ mesajı veren tehdidi gözden kaçtı. Verdiği taahhütle, indiriyor gibi yapıp aslında seragazı emisyonlarını arttıran ve Rusya ile birlikte ‘kaçak güreş’te başı çeken Türkiye, yeni isyanın başrolünü kapmaya hevesli görünüyor.

Hoşunuza gider ya da gitmez, bu iş de bize kaldı. İklimi siyaset sahnesinde listenin en başlarına koyup, oy alınıp verilen bir konu yapamazsak; üretim süreçlerini ele alıp, iklim dostu edemezsek; tembellikten, ‘ben değil başkası yapsın’dan vazgeçmezsek; tüketimdeki gücümüzü iklim düşmanlarını cezalandırmak için hayata geçirmezsek ve konfora sahip olanlar o konforu bozmazsa, yükselen deniz seviyesi bizim boyumuzu da aşacak.

19 Aralık’ta Edirne Çevre Gönüllüleri Derneği’nin düzenlediği ‘Temiz Enerji’ başlıklı paneldeyim. Yer: Makine Mühendisleri Odası, saat: 14.30.