Özgür Gürbüz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Özgür Gürbüz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Köprü projesi kalmadı nükleer verelim

Özgür Gürbüz-BirGün/29 Eylül 2023

İğneda ve Sinop’a nükleer santral kurma meselesi temcit pilavı gibi önümüze getirilip duruyor. Son Enerji Bakanımız Alparslan Bayraktar da iki hafta önce İğneada’ya yapılmak istenen Üçüncü Nükleer Santral konusunda Çin ile anlaşmaya yakın olduklarını açıklamıştı. Türkiye’nin Mersin Akkuyu’da bir nükleer santral yaptığını biliyoruz ama ikinci nerede onu bilmiyoruz. Sinop’ta Japonya ve Fransa ortaklığıyla yapılmak istenen santral projesinde yaşananları hükümet pek anlatmak istemiyor.

Biz anlatalım. Konsorsiyum lideri Japonya, ucuza elektrik üretecek diye pazarlanan Sinop’taki nükleer santral projesinden verilen alım garantisini yetersiz bularak çekilmişti. Hem de o alım garantisi, YEKA (Yenilenebilir Enerji Kaynak Alanı) ihalelerinde ortaya çıkan fiyatın 3-4 kat üstündeydi. Buna rağmen nükleere yetmedi. Rüzgar ve güneşten elektrik üretmenin nükleerden çok daha ucuz olduğu Sinop’taki projenin havlu atmasıyla bir kez daha ispatlandı. Projenin ÇED’i de ortada proje kalmamasına rağmen halen iptal edilmedi.

Alparslan Bayraktar, Sinop için Rusya ve Güney Kore ile görüştüklerini de söyledi. Pek konuşulmuyor ama Akkuyu projesi, çevresel sorunları ve Rusya’ya verilen dolara endeksli alım garantisinin yanı sıra enerjide Rusya’ya bağımlılığın kabul edilemez bir seviyeye gelmesi nedeniyle de sakıncalı. Rusya’ya bağımlılık rekor seviyesinde. 2022’de ithal edilen petrolün yüzde 40,7’si, gazın yüzde 39,5’i ve kömürün yüzde 38,7’si Rusya’dan satın alındı. Bu üç kalemde de Rusya ithalat yapılan ülkelerin başında yer alıyor. Hükümete bu kadar dışa bağımlılık az gelmiş olmalı ki biraz daha nükleer yapalım, elimizi kolumuzu daha da kaptıralım diyor.

Akkuyu biterse elektrikte Rusya’ya doğrudan bağımlılık da başlayacak çünkü santral Rusya Federasyonu’na ait devlet şirketlerinin malı. Türkiye’yle hiç ilgisi yok. Elektrikteki bağımlılık da yüzde 8 ile başlayabilir, Sinop’un da Rusya’ya verilmesiyle elektrikteki doğrudan (gazdan elektrik üretimi nedeniyle dolaylı bağımlılık zaten var) bağımlılık oranı yüzde 15’lere çıkabilir. Diğer santralları Çin veya Güney Kore de yapsa durum değişmez. Sadece nükleer santrallar yüzünden Türkiye’nin elektrikteki doğrudan dışa bağımlılık oranı yüzde 20’leri bulabilir. Hem de elektrik üretecek güneş ve rüzgar gibi yerli kaynaklarımız, ciddi elektrik tasarrufu potansiyelimiz varken.

Daha bir hafta önce, yenilenebilir enerji yatırımları 10 yıl yerine üç yıla yayılırsa cari açık ve dışa bağımlılık azalır diyen Ekonomi Bakanı Mehmet Şimşek’e rağmen iktidarı nükleere iten neden acaba nedir? Bugünkü fiyatlardan en az 40 milyar doları bulması beklenen her bir santral projesinin bir albenisi olmalı. Sistem nasıl çalışıyor, hatırlayalım.

Türkiye’nin nükleer santral yapacak teknolojisi de parası da yok. Kredi alacak, faizleri ödeyecek dermanı da yok. O yüzden de projeyi hayata geçirecek ülkeler Akkuyu’da olduğu gibi tüm maliyeti karşılıyor. Santralın da sahibi oluyor. Türkiye ise 15 yılı bulan alım garantisiyle nükleer şirketin maliyetini karşılamayı taahhüt ediyor. Aslında uzun yıllar bu devlete borçlu kalmayı kabul ediyor. Nükleer projeler bu açıdan, geçiş garantisi verilen köprülere, hasta garantisi verilen hastanelere benziyor. Alım garantisi dışında kalan miktar da piyasaya satılıyor. Santralların büyüklüğü ve devletlerarası ilişkilerin, santral sahiplerine elektrik fiyatını belirleme konusunda bir avantaj sağladığı da hesaba katılmalı. İkinci albeni ise yıllar süren bu inşaat işlerinden nemalanan şirketler. İşin ileri teknoloji kısmı santralların sahibi ülkelerde yapılsa da beton dökme, harç karma gibi işler haliyle yerinde yapılıyor. Hükümete yakın şirketler ihalelerde öne çıkıyor. Uzun vadeli inşaat işleri ağızlarını sulandırıyor. Türkiye’nin elektrik üretiminde fazlası varken, ilk nükleer santral gecikmişken, ikinci ve üçüncüden bahsetmesi, enerjiyle ilgili bir nedene dayanmıyor. Alım garantili anlaşmalar ve yandaş şirketlere iş paslamaya dayalı 20 yıllık düzenin atomla süslenmiş bir parçası sadece.

Türkiye iklim Zirvesi’nde söz alamadı
Geçen hafta New York’ta düzenlenen İklim Hedefleri Zirvesi’nde Türkiye söz verilmeyen ülkeler arasında yer aldı ama medyada bu konu haber olmadı. BM Genel Sekreteri Antonio Guterres, iklim krizini durdurmak için hızlı hareket etmeyen ülkelere söz hakkı vermedi. Böylece 100’den fazla konuşma isteğinden sadece 34’üne yeşil ışık yakıldı. Türkiye de ABD, Çin, Rusya ve Avustralya gibi ülkelerle birlikte yetersiz çabaları nedeniyle zirvede söz verilmeyen ülkeler arasında yer aldı. G20 ülkelerinden sadece Almanya, Brezilya, Fransa, Güney Afrika ve Kanada’ya söz verildi. Hükümet iklim konusunda üstümüze düşeni yapıyoruz derse hatırlatırsınız.

Sıfır Atık Türkiye

Özgür Gürbüz-BirGün / 22 Eylül 2023

Foto: Antoine GIRET on Unsplash
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın eşi Emine Erdoğan’ın New York’taki, “Küresel Sıfır Atık Hareketine Doğru” adlı etkinlikte yaptığı konuşma yandaş medyada bolca yer buldu. Belli ki iktidarın görmek istediği çevreci profilini Emine Erdoğan temsil ediyor. Ağaçlar kesilirken sus, kıyılar talan edilirken yemek tarifi ver, iklim krizini körükleyen santrallar kurulurken sıfır atıktan bahset. Çevrecilere biçilen elbise bu.

Emine Erdoğan’ın konuşması New York’taki Türkevi’nde, Türkiye’nin verdiği bir davette gerçekleşti. O davette Emine Erdoğan ile poz verenler de Birleşmiş Miletler (BM) Sıfır Atık Yüksek Düzeyli Şahsiyetler Danışma Kurulu üyeleriydi. Emine Erdoğan seçilmiş veya atanmış biri değil. Öyle olmadığı için de zengin ve ünlü isimlerden oluşturulmuş bir kurulda yer alıyor. Seçilmemiş veya atanmamış kişilerin bu tip misyonlar üstlenmesi de elbette ayrıca tartışılmalı.
 
BM tanınmış isimleri genelde para toplamak veya kampanyalarını yaymak için kullanıyor. Bu kişiler arasında ünlü bir oyuncu, sanatçı varsa soruna dikkat çekiliyor. Ne kadar etkili olduğu da tartışmalı. Özetle söylersek yandaş medya ve iktidarın sosyal medyadaki trollerinin ittirmesiyle gündem olmuş bir etkinlikten bahsediyoruz. Madem gündeme getirdiler biz de işin şatafatlı kısmını değil sıfır atıkla ilgili gerçekleri anlatalım.

2020 yılında Türkiye’deki belediye atıklarının miktarı 34 milyon 758 bin tona ulaştı. Toplanan atık miktarı ise 32 milyon 324 bin tonda kaldı. Yaklaşık 2 milyon ton atık toplanmadan doğaya karıştı. Toplanmayan atık bizden değildir diyerek bunları da “sıfır atık” sınıfına alabiliriz elbette. Toplanan atıkların 22 milyon tonu ise düzenli depolama tesislerine gönderildi, yani toprağa gömüldü. Atıkları gömdükten sonra elde “sıfır atık” kaldığı kesin.

Emine Erdoğan’ın himayesinde, 2017 yılında başlatılan sıfır atık kampanyasından bu yana Türkiye’de üretilen atık miktarı azalmadı, artmaya devam etti. 2016-2020 yılları arasında gömülen atık miktarı 19,3 milyondan 22,5 milyona çıkmış. İşin ilginci, gıda atıkları gibi organik atıkların bertarafında kritik öneme sahip kompost tesislerine gönderilen atık miktarı da azalmış. 2016 yılında 146 bin ton atık komposta gönderilirken bu rakam 2020’de 117 bine gerilemiş. Tek ilerleme cam, metal, kağıt gibi atıkların geri dönüşümünde yaşanmış. Halbuki sıfır atık prensibinin temelinde hem gereksiz tüketimin hem de ambalajlamanın azaltılması yatar. Ürün tasarımı atık çıkarmayacak şekilde yapılır, toksik, geri dönüştürülemeyecek atık üretmekten kaçınılır. Yeniden kullanım, uzun ömürlü ürünler teşvik edilir. Geri dönüşüm ve atık ayrıştırma sıfır atık kavramının giriş aşaması.

Türkiye’nin ülke içinde üretilen atık miktarıyla baş edemezken atık ihraç ettiğini de unutmayalım. Avrupa Birliği’nin ihraç ettiği atıkların yarısının Türkiye’ye geldiğini ve AB’den atık ithalatında ilk sırada olduğumuzu biliyoruz. Kendi atıklarını geri dönüştüremeyen Türkiye’nin bu atıkları hammadde ihtiyacı için aldığını düşünmek, hepsinin doğaya karışmadan geri dönüştürüldüğünü söylemek zor. Atığını sıfırlamak isteyenin Türkiye’ye gönderdiğini söylemek ise herhalde daha doğru.

İktidarın Emine Erdoğan’ı çevre konularında neden bu kadar öne çıkarmaya çalıştığını bilmiyorum. 12 Eylül 1980 sonrası da benzer bir süreci yaşamıştık. Termik santrala karşı gelenleri, asbestli gemilerle uğraşanları ‘tu kaka’ ilan eden devlet, fidan dikmeyi, çöp toplamayı çevrecilik diye anlatmaya çalışıyordu. Sarayda oturan, her yere özel araçlar, uçaklar ve konvoylarla giden bir kişinin çevreci olması, sıfır atık kampanyası yürütmesi elbette mümkün değil. Belki de onu ön planda tutarak, yeni bir kutuplaşma yaratmaya çalışıyorlar. Ülkenin 21 yılı böyle geçti zaten. O sırada da atık sorunu dağ gibi büyüdü. Diğer sorunlar gibi…  

Bugün Daniel yarın Mehmet

Özgür Gürbüz-BirGün / 15 Eylül 2023

Foto: Nikolas Noonan on Unsplash
Daniel Fırtına’sı önce Yunanistan, Bulgaristan ve Türkiye’yi sonra da Libya’yı kasıp kavurdu. Kırklareli, İstanbul ve Yunanistan’da can kaybına neden olan fırtına Libya’da ise büyük bir afete dönüştü. Ölü sayısının 20 bini bulabileceği belirtiliyor. Beş binden fazla insanın hayatını kaybettiği belirtilen Derne kentinde yıkılan iki baraj, seli büyük bir felakete çevirdi.

Libya’daki felaketin iklim ve siyaset kaynaklı nedenleri var. İklim krizinin aşırı hava olaylarının sıklığı ve şiddetini her geçen gün artırdığını biliyoruz. Görüşlerini almak için iklim değişikliği ve yer bilimleri konularında yıllardır çalışan Prof. Dr. Murat Türkeş’i aradım. Türkeş, Libya’yı vuran Daniel Fırtınası ve benzerlerinin bölgemizde her zaman görülebileceğini vurguladı. İklim değişikliğiyle giderek ısınan dünyada buharlaşmanın arttığını, bunun da hava kütlelerinin daha fazla nem tutmasına yol açtığını anlattı. Bu durum, özellikle yazdan sonbahara, bahardan yaza geçiş dönemlerinde görülen yağışların daha şiddetli olmasına neden oluyor diyen Türkeş, direngen kentler kurmak ve kentlerin bozduğumuz coğrafyasını onarmak zorunda olduğumuzu söylüyor.

Ne demek kentlerin bozulan coğrafyasını onarmak? Betona hapsettiğimiz, sağını, solunu, önünü derken üstünü de kapatıp bir anlamda betona gömdüğümüz nehir, çay ve ırmakları yeniden özgürleştirmek demek. Somutlaştıralım. Yağışlarda taşan, varlığını hatırlatan kent içindeki birçok derenin, çayın özgün akışına yeniden kavuşmasını sağlamaktan, İstanbul’un suyunu tutan Kuzey Ormanları’na yaptığınız havalimanı ve üçüncü köprüyle bağlantı otoyolları sökmeye kadar gitmesi gereken bir süreçten bahsediyoruz. Yapılan tüm yanlışları düzeltmeliyiz çünkü artık yağışlar eskisi gibi değil.

Petrol, kömür ve doğalgaz tüketiminden vazgeçip, iklim krizini durdurmazsak bu felaketler her yıl yaşanacak. Her yıl betona hapsettiğiniz bir dere bize kendini hatırlatacak. Ondan sonra fırtınanın adını Mehmet mi, Recep mi yoksa Yavuz mu koyarsanız, orası size kalmış. Deprem için hazırlamaya çalıştığımız kentleri iklim felaketlerine karşı da dirençli hale getirmeliyiz. Betonu, asfaltı sökmek mi zor yoksa her yıl yüzlerce insanı toprağa gömmek mi?

Gelelim Libya’daki felaketin siyaset ayağına. Kaddafi’nin 2011 yılında NATO destekli bir müdahaleyle devrilmesiyle Libya’da halkın sorunlarıyla ilgilenen bir otorite kalmadı. Varını yoğunu silaha yatıran ve ülkede egemenlik kurmak isteyen tarafların mücadelesi kaldı. Altyapı, adalet, demokrasi gibi refah toplumlarının ve halkın güvencesinin gizli kahramanları arka planda kaldı. İklim gibi uluslararası kamuoyunun gündemindeki konular da Libya’da konuşulmuyor.

Derne’de aşırı yağışlar sonucu yıkılan ve felaketi büyüten Derne ve Mansour barajlarının durumu da anlattıklarımızın bir kanıtı gibi. Derne Belediye Başkan Yardımcısı Ahmed Madroud, El Cezire televizyonuna, 1973-1977 yılları arasında Yugoslav şirketi (bugünkü adıyla Hidrotehnika-Hidroenergetika) tarafından sulama amaçlı kullanılmak üzere yapılan iki barajın en son 2002 yılında bakımdan geçtiğini söyledi. 2022 yılında su baskınlarına karşı barajların sorunlarını belirten bir akademik makalenin de olduğu da Fransız basınında yer aldı. 75 metre yüksekliğinde, 18 milyon metreküp su tutma kapasitesine sahip Derne setinin kaya ve kilden yapıldığını şirketin sitesindeki bilgilerden anlıyoruz. İklim bilimi Libya’da gündemde olabilse belki de bu felaket daha az kayıpla atlatılacaktı.

Ülkede otorite yokluğu, fırtınayla ilgili gerekli uyarıların yapılmamış olduğunu da düşündürüyor. Erken uyarı sistemleri iklim krizi çağının olmazsa olmazı. Birçok gelişen ülke gibi Libya’da da para, iklim krizine karşı ülkeyi koruyacak yatırımlara değil silaha, askeri harcamalara, çatışmalara harcanıyor. İHA’ların, tankların, insanları iklim krizinden kurtaramayacağını elbet bir gün anlayacağız. Oyunuzu, desteğinizi silah yapanlara değil, hayatınızı kurtaracaklara verin. Çok geç olmadan.

Orta vadeli programa yeşil makyaj

Özgür Gürbüz-BirGün / 8 Eylül 2023

OVP'de TÜFE değerlendirmesi
Türkiye’nin 2024-2026 yıllarını kapsayan Orta Vadeli Programı (OVP) açıklandı. Program, saray
rejiminin hayal ekonomisinden gerçeğe bir adım yaklaştığını gösteriyor. Büyüme beklentisi düşürüldü. Bir önceki programda yüzde 24,9 olan 2023 enflasyon tahmini yüzde 65'e çıkarıldı. İşsizlik ve cari açık tahminleri artırıldı. Buna rağmen yeni hedeflerin de iyimser olduğu söylenebilir. OVP’de dikkat çeken bir başka nokta ise makroekonomik hedefler arasındaki “yeşil dönüşüm” başlığı ve hemen hemen her alana yayılan “yeşile boyama” çabaları.

Metinde 44 yerde yeşil kelimesi geçiyor. Uluslararası sınıflamayla uyumlu yeşil taksonomi oluşturulması, AB’nin Sınırda Karbon Düzenlemesi Mekanizması’na uyum için kurulacak emisyon ticareti mekanizması ve iklim yasası gibi ana politikaların hayata geçirilmesi planlanmış. AB’nin Yeşil Mutabakatı’ndan “yeşil limana” kadar birçok yeşillikle dolu plan. Daha birkaç hafta önce kömür madeni için Akbelen Ormanı’nı kesenin aynı hükümet olduğunu bilmesek, bu yeşil masal içinde oldukça sağlıklı günlerin bizi beklediğini düşünebilirdik. Gerçeklerin yeşil değil kapkara olduğunu biliyoruz, değişim için de bir programdan çok daha fazlası gerekiyor.

AKP ve Mehmet Şimşek’in başını çektiği yeni ekonomi takımının yeşile ilgisinin bir nedeni var elbette. Türkiye’nin boşalmış hazinesinin paraya ihtiyacı var. İşsizliği düşürmek için yabancı yatırımcıya gereksinim var. Dünyada ise finansman kanalları artık yatırımlarda sürdürülebilir ve iklim dostu olmak gibi kıstaslar arıyor. AB ile ticaret yaparken ek vergilere maruz kalmamanın yolu yeşil üretimden geçiyor. Kamu alımları yeşil kıstaslar içeriyor. Yeşil çabanın ciddiyeti ve kıstasların samimiyeti tartışmaya açık olsa da yeni dünya düzeninde kapitalizmin içinde bir yeşil yol haritasının belirlendiği ortada. Türkiye ise iklim müzakerelerini 10 yıl geriden izleyen, Kyoto ve Paris gibi anlaşmalara en son taraf olan, AB ile bağını koparmış, büyük enerji tasarrufu ve yenilenebilir enerji potansiyeline rağmen kömür ve nükleer lobilerin yolunda ilerleyen bir ülke. Üstüne kara para aklama ve terörizm finansmanı konusunda sınıfta kalmış, gri listeye düşmüş.

Dünyada yeşil finansman son 10 yılda 100 kat arttı. Sürdürülebilir finansmanın da 2022’de 4,2 trilyon doları bulan pazarının 2032’de 30 trilyona çıkacağını tahmin eden çalışmalar var. Türkiye’nin paraya ihtiyacı var ama eski politikalarını önceliklendirirse, örneğin kömür santrallarında ısrar ederse, kredi bulması oldukça zor. Rüzgar ve güneşe yönelirse bu çok daha kolay. Karbon ticareti ve karbon vergileriyle de uğraşmak zorunda kalmaz ki bu da ihracatı yakından ilgilendiren bir durum. Özetle söylersek, Şimşek ve ekibi sıcak para arayışında yeşil fırsatları göz ardı etmemiş diyebiliriz.

Gelelim iç meselelere. OVP’yi ciddiye alırsak, Erdoğan ve ekibinin aynı faiz politikasında olduğu gibi ciddi bir “U dönüşü” daha yapması gerekecek. OVP’deki şu paragraf bile 21 yıllık politikaların başlı başına inkarı çünkü: “Özellikle enerji, sanayi, ulaştırma ve tarım sektörlerinde bütünleşik ve çevre dostu politikalar benimsenerek sürdürülebilir, düşük emisyonlu, yüksek teknolojiye dayalı üretim teknikleriyle Türkiye’nin uluslararası rekabetçi konumu güçlendirilecek” Karayolu ve havayolu ulaşımını destekleyen, mera ve tarım arazilerini inşaatlara açan, ülkeyi kömür santrallarıyla dolduranlar mı söylüyor bunu?

Metni esas alırsak, yerli kömür başta olmak üzere, iklim krizinde dış güçleri sorumlu tutan söylemlerden vazgeçip, gerçekçi bir emisyon azaltım hedefinin kabul edilmesi gerekecek. Dostlar alışverişte görsün diye ortaya atılan 2053 net sıfır emisyonunun, ayakları yere basan bir yol haritasıyla desteklenmesi gerekecek. 21 yıldır çektiklerimiz, Saray ve Cumhur İttifakı’ndaki ortaklarının sevdikleri yeşilin fotosentez yapmadığını bize gösteriyor.

Ortada gerçek bir dönüşüm niyeti olduğunu düşünmek elbette iyimserlik. Programda yeşilin ağırlığı, bize daha çok kaynak bulmaya dayalı bir mecburiyetten bahsediyor. Saray ekibini ve beton, kömür ve asfalttan nasiplenen çevresini biraz tanıyorsak, onların programdaki yeşili griye boyamak için şimdiden çeşitli takiye planları hazırladıklarını söyleyebiliriz. Şimşek ve ekibi ise yeşil meselesinde ciddiyse, faizden sonra ikinci bir kavga daha onları bekliyor. Bu defa sadece Erdoğan’ı değil, bu düzenden beslenip zenginleşen dostlarını da ikna etmeleri gerekecek.

Akdeniz’e radyoaktif su boşaltacak mıyız?

Özgür Gürbüz-BirGün / 1 Eylül 2023

Foto: UAEA
Japonya Başbakanı Fumio Kişida, Fukuşima Nükleer Santralı’ndan bırakılan radyoaktif suların
kirlettiği denizden getirilen balık ve deniz ürünlerini yiyerek dünyaya ‘tehlike yok’ mesajı verdi. Bu video bize, Çernobil sonrası radyasyon yağmuruna maruz kalan Karadeniz’deki çayı aklamaya çalışan eski Sanayi Bakanı Cahit Aral’ı hatırlattı. Aral da kameraların karşısında çay içmiş, radyasyon olduğunu gizlemeye çalışmıştı. Ne zaman başları sıkışsa bu numaraya başvuruyorlar. Su içeni, altın madenindeki siyanür havuzunda ördek yüzdüreni eksik olmuyor.

Kirlilik büyük bir alana dağılmışsa elbette bir parça yemekle, bir bardak suyla hasta olup ölme şansınız az. Mesele bir balık meselesi değil. Fukuşima Nükleer Santralı’ndaki kazadan sonra, 12 yıldır depolarda biriktirilen 1 milyon 335 bin ton radyoaktif sudan bahsediyoruz. Radyoaktif su üretimi de devam ediyor. Çekirdek erimesi nedeniyle kontrolden çıkan üç reaktörün kontrol altında tutulması için sürekli soğuk su sıkılıyor. TEPCO bir yandan okyanusa radyoaktif su bırakırken, bir yandan da yenisini üretiyor. Zaten okyanusa boşaltma kararının ardında, santral sahasındaki tankların hepsinin dolması ve yeni tank koyacak yerin de kalmaması yatıyor. Olası bir depremde tankların içindeki suyun sızmasından da korkuluyor. Radyasyonun, nükleer atıkların yok edilemediğini biz söyleyince anlamayanlar, görerek öğrenebilirler. Atomspor bunu biliyor elbette, “azar azar okyanusa verip kurtulalım” diyor.

Okyanusa bırakılan bu suda haberlerde bahsedildiği gibi sadece trityum yok. Greenpeace’in de altını çizdiği gibi, atık suyun içinde Nazım Hikmet’in dizelerinden bildiğimiz Stronsium-90 bile var. Stronsiyum-90’un yarılanma ömrü (radyoaktif maddenin miktarının yarıya inmesi) 28,9 yıl. Etkisinin çok azaldığını kabul etmek için bunu 10’la çarpmamız gerekir ki bu da bize 289 yıl radyoaktif kalacak bir elementle karşı karşıya olduğumuzu gösterir. Okyanusa bırakılan elementlerin her biri Stronsiyum gibi yıllarca suyu kirletecek. Uzun süre radyoaktiviteye maruz kalacak canlıların nasıl etkileneceğini kestirmek zor. İşi nükleer endüstriyi çaktırmadan savunmak olan Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı Japonya’nın planını uygun bulsa da ABD Ulusal Deniz Laboratuvarları Birliği gibi mevcut planı yeterli bulmayan çok sayıda kurum ve uzman var. Özetle, nükleer endüstri bir kez daha hayatımızla kumar oynuyor. Radyoaktif suyu boşaltma sürecinin en az 30 yıl süreceği belirtiliyor. Tüpgaz gibi patlamıyormuş bu meret; görüyoruz.

Pasifik Okyanusu’ndan Akdeniz’e gelelim. Günlerdir bizim malum medyadaki Fukuşima haberlerini okuyorum. Çin’in Japonya’dan gelen deniz ürünlerini boykotunu yazıyorlar, ülkeler arası gerginliği yazıyorlar, radyasyonun okyanusa bırakıldığını yazıyorlar ama bir türlü akıllarına Mersin’de yapımı süren Akkuyu Nükleer Santralı gelmiyor! Kimse, bizdeki santral da kaza yaparsa, benzer bir durumla karşılaşırsak Akdeniz’e bırakılacak radyoaktif su nelere yol açar diye sormuyor. İlginç.

Türkiye’nin turizm geliri 2022’de 46,3 milyar dolardı. Aynı yıl Türkiye’ye gelen 44 milyon turistin 12 milyonu Antalya’ya gitti. Muğla’yı da eklersek iki ile giden yabancı turist sayısı 15 milyonu buluyor. Kabaca, turizm gelirinin üçte birinin doğrudan Akdeniz kıyılarıyla ilgili olduğunu söyleyebiliriz. Bu demektir ki olası bir nükleer kaza veya sızıntıda, 15 milyar doları unutabilirsiniz. Sonra da bunu 30 yılla çarpın. Yerli turizm kaynaklı kayıpları ekleyin. Fatura iyice kabardı öyle değil mi?

Nükleer santral kazasının diğer maliyetlerini hesaba katmasanız bile, can çekişen Türkiye ekonomisinin hayat damarı turizmi gereksiz bir riske atmaktan bahsediyoruz. Türkiye’nin elektriksiz kalma durumu olmadığını, nükleer santral yerine güneş ve rüzgar gibi kaynaklardan aynı miktarda elektriği 4-5 kat ucuza üretebileceğini defalarca yazdığım için tekrar etmeyeceğim, arşivdeki yazılarda tüm teknik veriler var. Binlerce insanın göç etme hatta ölme olasılığını, bölgedeki tarımsal üretimin duracağını, on binlerce canlının etkileneceğini hesaba katmasak bile sadece Akdeniz’e bırakılacak radyasyonun Türkiye ekonomisini ne hale getireceğini görmek için ‘ekonomist’ olmaya gerek yok. Belki de olmamak gerekiyor.

Japonya’da olanlar, bu çağda nükleeri savunan, başını kuma gömmüş devekuşlarına belki de son çağrı. Nükleer maceradan vazgeçin!

Ormanları baz yük santrallar yaktı

Özgür Gürbüz-BirGün / 25 Ağustos 2023

Foto: Ç. Gürbüz
Termik ve nükleer santrallara “yürekten” bağlı olanlarla mücadele yıllardır sürüyor. Önce, “rüzgar güneş işe yaramaz” dediler. Baktılar türbinler dönüyor, güneş panelleri elektrik üretiyor, yalanlar değişti, “pahalı” dediler. Güneş ve rüzgar, kömürlü termik santralın en az yarı fiyatına, nükleerden ise 4-5 kat ucuza elektrik üretmeye başladı, bu defa da, “Baz yük değiller. Rüzgar kesilir, güneş batar elektriksiz kalırız” demeye başladılar. Bu yalan da yetmezse yaftalama başlıyor. Ormanını koruyana “dış güç”, doğayı öne çıkarana “ajan” diyorlar.

Baz yük santral aslında düğmesine bastığınızda elektrik üreten santral demek. Gerçekte böyle bir santral da yok. Arızası olur, yakıtı değişir, hava ısınır (Fransa’da olduğu gibi nükleer santrallar bile çalışamaz) santral durur. Teoride kontrolün sizde olduğu santrallardır bunlar. Rüzgar ve güneş ise haliyle iklimle ilgili. Güneş batınca güneş santralı elektrik üretmez. Rüzgar çok yavaşlarsa pervane dönmez. 30 yıldır termik ve nükleerciler, bu gerekçelerle rüzgar ve güneşi yerden yere vurur. 30 yıla dikkatinizi çekerim, dünya artık çok değişti.

Eskiden mühendislik fakültelerinde hocalar elektriğin depolanamayan bir kaynak olduğunu öğretirdi. O günler geride kaldı. Bataryalar sayesinde rüzgar ve güneşten elde edilen elektrik depolanabiliyor ve güneşin battığı, rüzgarın yavaşladığı anda kullanılabiliyor. Elektrikli arabalar, kamyonlar, elektrik süpürgeleri, cep telefonları bu batarya sistemleriyle çalışıyor. Şimdi kentlere saatlerce elektrik verebilecek dev elektrik depolama sahaları kuruluyor. Uzağa gitmeye gerek yok, Türkiye’de depolamalı güneş ve rüzgar santralları için yapılan başvuruların toplamı 270 gigavatı aştı. Türkiye’nin tüm santrallarının kurulu gücünün (105 gigavat) 2,5 katı başvuru var. Bunların 17 gigavatı da EPDK’den ön lisans aldı. Size “baz yük santral gerek” diyenler bunları anlatmıyor.

Rüzgar ve güneş santrallarının ne zaman, ne kadar elektrik üreteceği de tahmin edilebilir. Sapma payları oldukça düşük, o yüzden de planlama yapabilirsiniz. Rüzgar santrallarının hepsi de aynı anda durmaz ya da yavaşlamaz. Ege’deki rüzgar akımıyla, İç Anadolu’daki rüzgar akımı aynı değil. Santrallar farklı bölgelere yayıldıkça birbirlerini dengeleme şansı artar. Güneş enerjisinde de Türkiye’nin batısı ve doğusu arasındaki fark üretimi daha geniş bir saate yayıyor.

Elektrik depolanabiliyor, rüzgar ve güneş sanıldığı gibi aniden ve tüm yurtta aynı anda kesilmiyor bunu anladık ama yenilenebilir enerjinin marifetleri bunlarla da sınırlı değil. Jeotermal, biyokütle ve büyük hidroelektrik santrallar zaten baz yük sınıfında. Jeotermal ve yakıtı kentsel atık, hayvan dışkısı olan biyokütle santralları düğmesine basınca çalışan santrallar. Eskiden yapılmış onlarca dev barajlar da istenirse güneş ve rüzgarı dengelemek için kullanılabilir. Ne zaman çalışacağına yine siz karar verirsiniz. Almanya, Avusturya, Danimarka, Portekiz gibi ülkeler bu yüzden yüzde 100 yenilenebilir enerji yolunda ilerliyorlar. Elektriksiz yaşamak istedikleri için değil.

Türkiye’de güneş enerjisinin baz yük santrallara olan ihtiyacı düşürme gibi bir etkisi de var. Elektrik talebi yaz aylarında klimalarla birlikte artıyor. Güneş ise bu zamanda en çok elektriği üretiyor. Çatılarda panel sayısı arttıkça baz yük santrallara, yani nükleer ve termiğe ihtiyaç da o derece azalıyor. Belki de bu yüzden güneşi sevmiyorlar.

Baz yük bahanesiyle termik santralları savunanların bize söylemediği bir başka sır da kömürlü termik santralların iklim krizinin bir numaralı sorumlusu olması. Kömür yaktıkça sıcaklıklar artıyor ve orman yangınlarına davetiye çıkarıyor. Meteoroloji Genel Müdürlüğü kayıtlarına göre Çanakkale’de ortalama en yüksek sıcaklık Temmuz ve Ağustos aylarında 30 derecenin biraz üzerinde; kaydedilmiş en yüksek sıcaklık 39,7 derece. Bu yılın Temmuz ve Ağustos aylarında Çanakkale’de hava sıcaklığı, bazı hava durumu sitelerine göre tam 8 kez 40 dereceyi sınamış görünüyor. Ortalama sıcaklığın da sık sık 30 derecenin üzerine çıktığını görüyoruz. Orman yangınlarının sıklığı ve şiddetinin iklim krizi nedeniyle arttığını bilim çoktan kabul etti. Risk arttı, sonrası bir ihmale bakıyor.

Baz yük santralı bahanesiyle kömür santralını savunanlar, Akbelen Ormanları’nın kesilmesine seyirci kalanlar, Türkiye’yi geçmişte yaşatıp, orman yangınlarına neden oldukları için ne kadar övünse azdır.

Silahlı cinayetler önlenebilir

Özgür Gürbüz-BirGün / 18 Ağustos 2023

Karkatür: https://tinyurl.com/yfz63nw4
Siyasetçilerin çözmek istemedikleri her sorun onlara göre münferittir. Türkiye’de yaşıyorsanız bu cümleyi unutmamakta fayda var. Çözemedikleri demiyorum “çözmek istemedikleri” diyorum çünkü ülkeyi yöneten siyasetçi bir soruna çözüm bulamıyorsa ülkeyi yönetmeye çalışmaktan vazgeçmesi gerekir. Sorun çözememek istifa gerekçesidir.

Esenyurt’taki tekel bayi cinayeti, silahlı cinayetlerin, mafya hesaplaşmalarının çığ gibi büyüdüğünü bir kez daha gösterdi. Ülkeyi yöneten AKP önderliğindeki Cumhur Koalisyonu ise gidişatı değiştirmeye dair bir icraatta bulunmayarak, bu olayı ‘münferit olay’ kategorisinde değerlendirdiğini itiraf ediyor. Silahlı cinayetler hayatımızın bir parçası mı yoksa münferit olaylar mı? Bakalım.

Umut Vakfı’nın yerel ve ulusal medyadan derlediği verilere göre 2022 yılında Türkiye’de 3 bin 984 silahlı şiddet olayı yaşandı; 2 bin 278 kişi öldürüldü, 4 bin 231 kişi de yaralandı. Silahlı şiddet olaylarının yüzde 85’inde ateşli silahlar kullanıldı. Ateşli silahların 143’ü beylik silahıydı (asker ve polislerin kullandığı resmi silahlar), 2 bin 528 olayda tabanca, 840 olayda ise kaleşnikof dahil çeşitli tüfekler kullanıldı.

Amacım acıları kıyaslamak değil ama TSK’nin verilerine göre bu yıl içinde şehit olduğu açıklanan asker sayısı 35. Görüldüğü gibi silahlı cinayetler ülkede ordunun dahil olduğu çatışmalardan bile daha fazla can alıyor. Buna rağmen hükümet kılını kıpırdatmıyor. Her şehit haberinden sonra sosyal medya hesaplarından mesaj yayımlayan milletvekilleri, 50-60 kat daha fazla insanın ölümüne neden olan ateşli silahları çoğu zaman gündemine bile almıyor. Halbuki silahlı cinayetleri durdurmak veya büyük ölçüde azaltmak kanun yapıcıların iki dudağının arasında.

Yapacakları tek şey Türkiye’de bireysel silahlanmayı yasaklamak. Kolluk kuvvetleri dışında kimsede silah olmayacak. Yasanın çıkmasından sonra silahların teslim edilmesi için kısa bir süre verilecek. Yasadışı silahların teslimi de bir defaya mahsus olmak üzere, suça karışmamışsa af kapsamına alınabilir. Dünyada örnekleri var. Silah sahibi olmanın yasaklandığı tarihten sonra üzerinde, evinde, silah bulunduranlar ise en ağır cezalara çarptırılacak. Yapılacak iş bu kadar basit.

İşe yarar mı? Elbette yarar. Bireysel silahlanma konusunda katı kurallara sahip ülkelere baktığımızda, ateşli silah sonucu ölümlerin çok az olduğunu görüyoruz. Nüfusu 1,5 milyara yaklaşmış Çin’de bu oran 10 milyonda 8 kişi. Türkiye’de ise 260. Dünyanın en kalabalık ikinci ülkesine kıyasla ülkemizde silahla öldürülen insan sayısı 32 kat fazla. ABD gibi listenin sonlarında yere alan bir ülkede ise bu sayı 1089. ABD’de okullarda silahlı saldırı sonucu insanlar ölürken, Çin’de benzer saldırılar nadiren de olsa bıçakla yapılabiliyor. Bıçaklı bir saldırgandan kaçabilirsiniz ama silahtan kaçamazsınız. Japonya, Singapur, Güney Kore gibi birçok Asya ülkesi silahlanma konusundaki katı kurallar veya yasaklar nedeniyle ateşli silah ölümlerinin önüne geçti.

Asya veya Avrupa. Başarılı olmuş politikalar var. Birleşik Krallık gibi polislerin bile silahsız devriye gezebildiği ülkelerin yasaları örnek alınabilir. Kadın cinayetlerinden mafya kapışmalarına, düğün ve maç kutlamalarından trafikteki tartışmalara kadar, ölümle sonuçlanan silahla ilişkili ölümler ve suçlar rahatlıkla azaltılabilir. Bireysel silahlanmanın olmadığı bir ülke kolluk kuvvetleri için de daha güvenli bir çalışma ortamı anlamına gelir. Silahların yasaklanmasını en çok polisler istemeli.

Sadece hükümet veya siyasetçileri suçlamayalım. İğneyi kendimize de batıralım. Silahlı cinayetlerin giderek arttığı Türkiye’de, medyadan sivil topluma bireysel silahlanma konuşulmuyor, bu konuda haberler, kampanyalar yapılmıyorsa bizde de hata var.

Nijer’deki darbenin nükleerle ilişkisi

Özgür Gürbüz-BirGün / 11 Ağustos 2023

Nijer’deki askeri darbe Batı’nın özellikle de Fransa’nın gündeminden düşmüyor. Seçilmiş bir başkanın askeri darbeyle devrilmesine karşı çıkmamak mümkün değil ancak Avrupa ve Amerika’nın Nijer’e ilgisini sadece demokrasi aşkına bağlamak doğru olmaz. ABD ve Fransa’nın cihatçı güçlere karşı Nijer’de askeri üslere sahip olduğu biliniyor.

Batı’nın Nijer’e ilgisinin bir başka nedeni de “Sahel Bölgesi” diye de adlandırılan Orta Afrika ülkelerinin birçoğunda askeri darbelerin yönetimi ele geçirmeye başlaması. Mali, Gine ve Burkina Faso gibi 2021 ve 2022 yıllarında askeri cuntanın yönetimine geçen ülkelerin Nijer’deki cuntaya verdikleri destek gerçekten de endişe verici. Bölgede askeri darbeler adeta bir bulaşıcı hastalık gibi yayılıyor.

Fransa ve Batı’nın Nijer’e ilgisinin önemli bir nedeni ise diğerleri kadar gündeme gelmiyor. Nijer dünyanın önemli uranyum üreticilerinden. Aslında Nijer demek de pek doğru değil çünkü uranyum çıkaran Somair’in yüzde 63 hissesi Fransız firması Orano’nun elinde. 2021’de kapanan Cominak şirketinin çoğunluk hissesi de aynı firmanın elindeydi. 2015’ten bu yana çalışmayan SOMINA’nın da çoğunluk hissesi Çinli firmaların elinde. Nijer, 2022’de dünya uranyum üretiminin yüzde 4’ünden sorumluydu. Ülkeninaltından sonra en büyük ihracat kalemi.

Nijer’den gelen uranyumun Avrupa için önemini anlamak için de AB’nin uranyum ithal ettiği ülkelere bakmak yeterli. Nijer listenin başında yer alıyor. AB’deki uranyumun yüzde 24’ü bu ülkeden ithal edilirken, onu Kazakistan ve Rusya izliyor. Yeri gelmişken hatırlatalım. Evet, Ukrayna’nın işgalinden sonra Rusya’ya karşı Ukrayna’ya silah gönderen, yaptırımlar uygulayan Avrupa Birliği, Putin’in ülkesinden uranyum almaya devam ediyor. Nükleer santrallarda tasarımda belirlenen yakıtın dışında başka bir yakıt kullanmak oldukça zor. Rusya’nın VVER tipi reaktörlerinin çalışabilmesi Rusya’dan gelecek yakıta bağlı. Türkiye’de aynı sorunu yaşayacak. Yerli ve milli sloganlarıyla tanıtılan Akkuyu Nükleer Santralı, Rusya yakıt sağlamazsa çalışamaz. Nükleer enerjinin dışa bağımlılığının en net kanıtlarından biri yakıt meselesi.

Nijer’den gelen uranyumun en büyük alıcılarından biri de Avrupa’daki nükleer filonun üçte birine sahip Fransa. Fransa 2022 yılında uranyum ihtiyacının beşte birini Nijer’den sağladı. Geçen yıl Kazakistan’dan sonra ikinci en büyük tedarikçisi Nijer oldu, ithal edilen 7131 ton uranyumun 1440 tonu askeri cuntanın yönetimi ele geçirdiği Nijer’den geldi. Fransa’daki 56 nükleer reaktörün işletmecisi EDF şirketi yılda ortalama 8 bin ton uranyuma gerek duyuyor.

Fransa’nın Nijer’le ilgisinin ardında sadece sömürgecilik döneminden bugüne gelen ilişkiler yatmıyor. Enerji üretimini nükleere bağlamış ülkenin uranyum ihtiyacı, Fransız şirketlerin kontrolündeki uranyum madenlerinin akıbeti de Fransa’yı endişelendiren nedenler arasında. Askeri darbeye rağmen çalışan uranyum madenlerinin durması, uranyum fiyatlarının artmasına da neden olabilir. Nijer dünyanın en büyük yedinci üreticisi.

Türkiye’nin buradan çıkaracağı dersler var elbette, nükleer enerjinin dışa bağımlı olduğu gerçeği gibi ama kendimizi yormayalım. Mevcut hükümet, hatalarından geri dönme gibi bir niyeti olduğunu gösterirse haber vermesi yeter. O zaman seve seve yazarız. Şimdilik ver mehteri, Rusya yapsın nükleeri…

Toryum trolleri

Özgür Gürbüz-BirGün / 30 Haziran 2023

Foto: DiaNuke.org
Çin, iki hafta önce toryum temelli prototip nükleer reaktörüne çalışma izni verdiğini açıkladı. Toryum
trolleri de bu haberin üstüne atlayıp, toryumla ilgili övgü dolu metinler, sosyal medya paylaşımları yaptı. Toryum da bor gibi sevdalı olduğumuz ‘kurtarıcılarımızdan’. Türkiye’deki toryum aşkının nedeni ise toryum rezervleri.

Dünya Nükleer Birliği’ne (WNA) göre Türkiye toryum rezervleri açısından dünyada altıncı sırada yer alıyor. Dünyadaki çalışır durumdaki nükleer reaktörlerin hepsi zenginleştirilmiş uranyumla çalışıyor. Pek bahsedilmez ama Türkiye’nin uranyum rezervleri, Mersin’de yapımı süren nükleer reaktöre bile yetecek düzeyde değil. Uranyumu çıkarıp zenginleştirecek, yakıt haline getirecek bir tesisimiz de zaten yok. Rezervlerin az olması nedeniyle böyle bir tesisin olmasının da bir anlamı yok zaten.

Nükleer reaktörlerde uranyum yerine toryum kullanılabilirse, Türkiye’deki nükleer severler yakıt sorununu çözebileceklerini düşünüyor; dışa bağımlılık meselesi. O yüzden de görmedikleri, sarılıp koklayamadıkları toryumla aralarında melankolik bir aşk var. Sarılsalar bu aşkın nasıl kanser yaptığını öğrenecekler ama bildiğiniz gibi aşkın gözü kör.

Kör gözlerin görmediğini anlatmak da mantığı aşkın önüne koyan bizlere düşüyor sanırım. Önce kötü haberi verelim. Toryum fisil yani bölünebilir bir madde değil. Bu ne demek? Nükleer santrallarda tek başına yakıt olamaz, tek başına zincirleme reaksiyon başlatamaz demek. Reaksiyonu başlatabilmeniz için bir tetikleyiciye (nötrona) gereksinim var. Toryumu zenginleştirilmiş uranyum (uranyum-235) ya da plütonyum 239’la kullanmak zorundasınız. Bu sayede bölünebilir (fisil), uranyum 233 elde edebilirsiniz. Sonra da elektrik… Eldeki toryum yakıt üretmek için tek başına yeterli değil; bunu bilelim.

Şimdi trol arkadaşların duymaktan hoşlanmayacağı gerçeği hatırlatalım. Türkiye’de uranyum zenginleştirme tesisi yok ve böyle bir tesis kurmak silahlanmaya da giden yolu da açtığı için teknik ve ekonomikten öte politik bir sorun. Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşması’na taraf Türkiye’nin böyle bir girişimde bulunması beklenemez. Nükleer silah yapmaya kalkarsanız NATO’dan Dünya Ticaret Örgütü’ne kadar bütün ilişkileriniz bundan etkilenir. İran gibi ambargolarla bile karşı karşıya kalabilirsiniz. Nükleer silah nükleer tehdit doğurur. Pakistan örneği ortada.

Plütonyum 239 da nükleer reaktörlerde üretilir. Aynı zamanda 244 bin yıl radyoaktif kalan tehlikeli bir atıktır. Rusya, Akkuyu’da inşa ettiği santralının yakıtını da atığını da kontrol ediyor. Nükleer silah yapımında da kullanılan plütonyumu Türkiye’ye bırakamaz, bırakırsa dünyadaki nükleer santral sektöründe birçok kapı kapanır. Elbette Rusya ile ilgili bir soru işareti var. Rusya’nın yalnızlaştırılması onları bu gibi riskli tercihler almaya iter mi, bu sorunun yanıtını vermek zor.

Biz yaşadığımız ülkeye bakalım. Rusya’nın karmaşık durumunu bir kenara bıraksak bile toryumla çalışan reaktörlerin uranyum 233 ürettiği ve bu maddenin de nükleer silah riski doğurduğunu hatırlatalım. Siz elektrik üretme amacıyla bile olsa toryum reaktörü kurmaya çalışsanız, dünya bunu nükleer silaha giden bir yol olarak görecektir.

Toryum severleri üzecek bir başka konu da sürecin belirsizliği. Çin’in çalışma izni verdiği reaktörün gücü iki megavat. Bir rüzgar türbini kadar. Toryum temelli, ergimiş tuz reaktörlerinin önce çalışabildiğini sonra ekonomik olduğunu kanıtlaması gerek. Daha sonra da farklı bir soğutma sistemine sahip bu reaktörlerin büyük ölçekli ticari santrallarda da rüştünü iptal etmesi istenecek. Şu ana kadar yapılan araştırmalar, uranyumla çalışan nükleer santrallardan daha ucuza elektrik üreteceğine dair bir sonuç vermedi. Aksine, toryum temelli yakıtı imal etmek uranyuma göre pahalı.

Toryum reaktörlerinin nükleer atık sorunu olmadığı da durmadan yazılıp çiziliyor. Toryum reaktörlerinden de binlerce yıl radyoaktif kalan atıklar çıkıyor. Yarılanma ömrü 14 milyar yıl olan toryum-232 veya 200 bin yıl olan teknetyum-99 gibi. Atıkların miktarının daha az veya radyoaktif kalma sürelerinin uranyuma göre kısa olması onu temiz veya atıksız yapmıyor.

Nükleer enerjinin en büyük rakibi ondan çok daha temiz ve ucuz olan güneş enerjisi. Nükleer enerjinin güneşle rekabet edebilme şansı yok. Bol ve ucuz enerji arayanlara vakit kaybetmeden göğe bakmalarını öneririm. Türkiye’nin toryumdan çok güneşi var ve güneşin sahibi yok.

Muhalefet iktidarın kötü bir kopyası mı oldu?

Özgür Gürbüz-BirGün / 16 Haziran 2023

Foto: Ferda Çağlayan
Seçimlerden önce yapılan birçok ankette halk, Türkiye’nin en büyük sorununun ekonomi olduğunu söylemişti. Sonra gidip ekonomiyi bu hale getiren hükümete oy verdi. Boş kasalar ve boş cepler sandıklarda oya dönmedi. Anketlerle sandık sonuçları arasındaki çelişkinin nedenlerini bulmak önemli. Biz bu çelişkiyi çevre konularında hep yaşıyoruz.

Nisan ayında Konda Araştırma, İklim Haber için “Türkiye’de İklim Değişikliği Algısı ve Enerji Tercihleri” adlı bir araştırma yayımlamıştı. Araştırmada, “iklim değişikliği konusunda endişeli misin” diye sorulan her 100 kişiden 83’ü, “endişeliyim” demişti. Nasıl endişeli olmasınlar? Her yıl can kayıplarına neden olan, kentleri yutan selleri, kuraklık uyarılarını, rekor sıcaklıkları görüyorlar.

Rakamlar net. Türkiye’de yaşanan aşırı hava olaylarının sayısı 2022 yılında 1030’a çıktı. Geçtiğimiz yıl tüm zamanların en çok aşırı hava olayı görülen yılı oldu. 10 yıl önce bu sayı 538’di. Aşırı hava olaylarının sayısı 10 yılda iki katına çıktı. Bu yıl da Samsun, Sinop, Urfa, Ankara’dan felaket görüntüleri geldi.

Halkın yüzde 78’i iklim krizinin insan faaliyetlerinin sonucu olduğunu düşünüyor. Eğitim seviyesi düştükçe veya kendini dindar veya muhafazakâr diye tanıyanlara ulaştıkça bu oran azalsa da iklim kriziyle insan arasında ilişki kuranların oranı yüzde 70’ler civarında. Eğitimli ve muhafazakâr olmayan kesimlere daha rahat ulaşılabiliyor olabilir. Kaderciliğin etkisi çok görünmüyor. Daha az endişe duyanlar muhtemelen konuyla ilgili daha az bilgi sahibi veya bu konuyla ilgili bilgi onlara ulaşmamış. Rakamları daha görünür kılmak, iklim krizini bilimsel verilere ilgi duymayanlara, üniversitede okumayanlara, kendini sofu olarak tanımlayanlara da anlatmanın yollarını bulmalıyız.

“İklim değişikliğinin başlıca üç nedeni nedir” sorusuna her 100 kişiden 65’i “orman kaybı” yanıtını vermiş. 40’ı ise petrol, kömür ve gaz demiş. 100 kişiden 33’ü de kömürlü termik santralları sorumlu göstermiş. Yurttaşlar, çözüm için de yeşil alanları korumalı, ulaşım kaynaklı karbondioksiti durdurmalı, enerjiyi verimli kullanmalı ve termik santralları kapatmalıyız diyor. Türkiye’nin iklim değişikliği için yeterli çabayı gösterdiğini düşünenlerin oranı da sadece beşte bir.

Gelelim en eğlenceli kısma. “Enerji santrallarından en çok hangi ikisine karşı çıkarsınız?” sorusuna halkın yüzde 77’si nükleer santral, yüzde 57’si kömür santralı yanıtını veriyor. “En çok hangi ikisini tercih edersiniz?” sorusunun yanıtı ise yüzde 87 ile güneş, yüzde 67 ile rüzgâr oluyor. Hükümet ise malum kömürcü ve nükleerci. Halk ne istemiyorsa yıllardır onu yapıyor ama seçiliyor.

Toparlayalım. Ülkenin büyük bir çoğunluğu iklim krizi konusunda endişeli ve sorunun insan faaliyetlerinden kaynaklı olduğunun farkında. Sorunun ormansızlaşmadan, petrol, kömür ve gaz kullanımından ve kömürlü termik santrallardan kaynaklandığının da farkında. Çözüm konusunda da fikirleri var. Nükleer ve kömürle bu işin olmayacağını biliyorlar, onların yerine güneş ve rüzgâr istiyorlar. Peki, neden tüm bu isteklerinin tersini yapan AKP-MHP koalisyonuna oy veriyorlar?

Seçim dönemini hatırlayalım. Seçim boyunca halkın bu isteklerini yüksek sesle dillendiren bir muhalefeti meydanlarda gördük mü? Görmedik. Sorun, muhalefetin iklim ve enerji konularında radikal bir programı yüksek sesle dillendirmeyerek fırsatı kaçırması, ya da önerdiği politikaların iktidarın mevcut politikalarına yakın olması olamaz mı? Ortak mutabakat metninde nükleer santral yapacağız, kömürü gazlaştıracağız, petrol aramaya destek vereceğiz, boru hatları yapacağız diyen muhalefet, iktidarın kopyası gibi davranmadı mı? Enerji dışındaki konularda da benzer söylemlere rastladık. Göçmen göndermeyi doğru politika kabul edersen, halkın onu en iyi yapacak olana, sağ partilere oy vermesine şaşırmamalıyız.

Almanya’da Yeşiller’i iktidara, radikal iklim ve enerji politikaları taşıdı desek abartmış olmayız. Çalışır 17 nükleer reaktörü kapatacağız dediler ve bu ülkenin enerji politikasının temeli oldu. Bizde ise altı partili muhalefet, güneşten altı kat pahalı Akkuyu santralını kapatacağız bile diyemedi, yerine küçük nükleer santral vaat etti. Halkın kara listesinin başında nükleer santral varken.

Anketler yanılabilir elbette ama muhalefetin değişim isteyen yurttaşlara umut veremediği için sınıfta kalmış olabileceği olasılığını da hafife almayalım.

Yurdunu sevmeyen milliyetçiler

Özgür Gürbüz-BirGün / 9 Haziran 2023

Seçim sonuçları bize Türkiye’de milliyetçiliğin yükseldiğine dair işaretler verdi. Sözlüklerde milliyetçilik ya da ulusçuluk, basitçe, ulusunun çıkarlarını her şeyin üstünde tutma anlayışı diye tanımlanır. Kayıtsız şartsız bu fikre teslimiyetin bizleri Hitler Almanyası’na götürebileceğini o tanımda göremeyiz. Seçim döneminde milliyetçilik unvanını taşıyan siyasi partilerin söylemlerinde gördüğümüz de daha çok ırkçılığa varan sloganlar ve nefret söylemiydi. Kürtler, sığınmacılar, LGBT bireyler birer nefret öğesi haline getirildi.

Milliyetçilikle memleket sevgisi veya yurtseverlik birbirine benzemez. Yurtseverlik yurdunu tutkuyla sevme işidir ama gerçekçi ve adaletli olmak zorundadır. Ülke dediğin futbol takımı değil ki “en büyük” dediğinde en büyük olsun! Yaşadığı mahalleyi, kenti ve ülkeyi sevmekle, başka ülkelerle kıyaslamak, üstünlük kurmak veya diğerlerini fethetmeyi düşünmek arasında ince ama aşılmaması gereken bir çizgi var.

İnsanlığın zihinsel evriminin bir sonraki durağı ise evrenselliktir. Evrensellik savaş ve ırkçılık karşıtıdır. ABD’nin Vietnam işgalinde, ülkesini protesto eden çiçek çocuklardan yana olmamız bu zihinsel evrimin bir sonucudur.

Çevre hareketi evrensellikten beslenir çünkü doğanın sınırları veya pasaportu yok. Bugün Kanada’da yanan ormanlar New York’u duman altında bırakır, kutuplardaki buzullar eridikçe tüm dünyada deniz seviyesi yükselir. Çevre koruma hareketleri bu yüzden milliyetsizdir ama pratik nedenlerden dolayı yaşadığımız yerlerle bağlı ve sınırlıdır. Çünkü işe evimizden başlarız, herkes evinin önünü süpürürse dünyayı kurtaracağını bilir.

Çevre koruma bu üç farklı siyasi kavramı zaman zaman buluşturmuştur. İzninizle bir anımı paylaşayım. Yıl 1995, Mersin’den Akkuyu’ya geri geri yürüyorum, yolun ortalarında çekine çekine yanıma gelen birkaç genç, 18 günlük yürüyüşümü bitirmeyi amaçladığım nükleer karşıtı şenliğe biz de katılabilir miyiz diye bana sormuştu. “Nükleere hayır diyorsanız, elbette” dedim. Ülkü Ocakları temsilcileriydiler. O yıl eyleme kalabalık bir grup halinde geldiler. Birçok farklı grupla birlikte Akkuyu’yu kurtarmak için birlikte yürüdüler. Kimi dünyayı kimi yaşadığı köyü korumaya çalışıyordu. Kutuplaşma bu gibi etkileşimleri de azalttı, dolayısıyla zihinsel evrim sürecini de sekteye uğrattı.

İnsanların sağlığını tehdit eden, Türkiye'nin havasını kirleten termik santrallara karşı, iktidarı destekleyen ve kendini milliyetçi diye tanımlayanlardan ciddi bir itiraz duymadık. Memleketin kıyılarının geri döndürülemeyecek şekilde tahrip edilmesine de gerek MHP gerekse AKP içindeki milliyetçiler sessiz kaldı. Orman yangınlarından sonra en çok duyduğumuz, “PKK yaktı” iddiası bile ağaçları sahiplenmekten çok yangınlar üzerinden bildik nefret söylemini tekrar eden bir eylem çağrısıydı aslında.

Türkiye’de nefret etmenin, sevmenin ve sahiplenmenin ötesine geçmesi bu döneme mahsus bir durum değil ne yazık ki. Bergama altın madeni meselesinde ülkenin en değerli tarım arazileri tehlikeli bir madencilik faaliyetine açılırken, bu ülkedeki birçok milliyetçi ve “yurtsever”, köylüleri Alman ajanı yapan hikâyeyi, toprağını siyanüre bulaştırmamak isteyen köylülerin hikayesinden daha çekici bulmuştu. Hatırlayın.

MHP’nin Akkuyu'nun Rus devlet şirketlerine verilmesi, yabancı maden şirketlerinin memlekette toprakları kirletme pahasına madencilik faaliyetlerinde bulunmasına dair itirazları iktidar ortağı olana kadardı. Milliyetçilerin "ülkenin topraklarına sahip çıkması için" nükleer santralı Suriyeli göçmenlerin işletmesi, Erzincan’da siyanürü toprağa Kanadalı şirketin değil de Kürtlerin sızdırması gerekiyor herhalde.

Sahip çıkma ve koruma, bilmekle başlar. Siz denize girdiğiniz sahili korur kirletmezseniz, tatile gelen yabancılar da kirletemez. Kentinizin yanındaki doğal alanları tanırsanız, korumaya da başlarsınız. Ne gariptir ki milliyetçi oyların en yüksek olduğu Karadeniz, madenlerden HES’lere, Karadeniz Sahil Yolu’ndan Yeşil Yol’a kadar onlarca doğa katliamına sahne oldu. Bu kayıplara sessiz kalanlara şimdi biz milliyetçi veya yurtsever diyebilir miyiz? Yurt sevgisi bayrak ve marşlara hapsedilince ülkenin doğasının geldiği bugünkü duruma da şaşırmamak gerek.

Örgütlenmenin çağa ayak uydurması lazım

Özgür Gürbüz-BirGün/ 2 Haziran 2023

Seçim bitti, demokrasi isteyen tarafta moraller bozuk. Adil olmayan koşullara rağmen az farkla da olsa kaybedilmiş bir seçim, tek adam rejimi karşısında birleşenleri haliyle mutlu etmedi. Şimdi muhasebe yapma ve yeniden örgütlenme zamanı.

Örgütlenmeyi çoğu kişi sokağa daha güçlü çıkmak için bir araç gibi algılasa da ondan daha fazlasından bahsediyoruz. Seçimden seçime tanıştığımız, oy verdiğimiz partileri değiştirmekten, sandıktaki gözlemciye adıyla seslenebilme avantajından, zor durumdaki bir yoldaşa yaslanacak omuz olabilmekten. Sendikada çoğalarak hakkımızı aramaktan bahsediyoruz. İdeallerimizi, bir dernek çatısında daha etkin bir biçimde gerçekleştirmekten, aynı idealleri paylaşanlarla buluşmaktan söz ediyoruz. Sadece bunlar da değil, iş arayana iş bulabilmek, sesini duyuramayanın sesini duyurmak için de örgütlenmeliyiz.

Bir milyon üyeli, aktif bir örgüt düşünün. Kulağa hoş geliyor ama yeterli değil. Örneğin CHP bunlardan biri ancak bu örgütün birlikte iş yapabilme, haberleşme becerileri tartışılır. Mesajların ortaklaşmadığına, bilgiye erişimde sorun yaşandığına hepimiz onlarca kez şahit olduk. Örgütlenmek ilk adım gibi görünse de aynı anda atılması gereken bir başka adım da örgüt içi iletişim. Başta siyasi partiler olmak üzere tüm örgütlerin, WhatsApp’ın ötesine geçen dijital iletişim kanallarına ihtiyacı var. Gençlerin siyasete dahil olmalarını da kolaylaştırabilir bu araçlar.

Kağıt üstünde değil, çağa uygun olarak dijital platformlarda, hiyerarşiye takılmadan iletişim kuran, ilgi alanlarına göre gruplaşan, iş yapmak için bir araya gelmelerini sağlayan araçlarla desteklenmiş bir parti, bir sendika veya bir dernekten bahsediyorum. Bir milyon kişinin onda biri o gün içinde aktif olsa sosyal medyada istediği konuyu gündeme getirebilir, haksızlığın yaşandığı yerde olabilir veya aynı anda birçok şehirde aynı etkinliği düzenleyerek ülkenin gündemini değiştirebilir. Boykotlar, etkinlikler, protestolar daha kolay örgütlenir, çözüme dair örnekler bir anda ülkenin bir ucundan diğerine ulaşır. Karar alma süreçleri hızlanır, süreçlere katılım artar.

Sokakta bir milyon üyeyi her zaman buluşturamazsınız ama dijital dünyada bir milyon kişinin görüşünü alabilir ya da onların paylaştığı bir anketin sonuçlarına bakarak yüzbinlerce kişinin ne düşündüğünü öğrenebilirsiniz. Üye sayısının az olduğu bölgelerdeki üyelerin bile, ülkenin her köşesindekilerle bir bütün içinde olmasını sağlar. Paylaşılan belgelere herkes rahatça ulaşır, strateji ve iletişim kampanyalarında ortaklaşılabilir. Her şeyden önce bilgi çok hızlı paylaşılır. Çok seslilik korunur ama mesajlar demokratik ve hızlı bir süreçten geçirilerek kısa sürede ortaklaştırılabilir. Uzlaşma kültürünü öğretecek araçlar dijitalde mevcut. Bu örgüt içi disiplini de beraberinde getireceğinden, eleştiriler örgüt içinde kalır, dağınıklık ortadan kalkar. Kararlılık öne çıkar. Dijitale övgüler dizerken bir gerçeği de atlamayalım. İmza kampanyası gibi yöntemleri sadece dijital mecralarla sınırlamak da doğru değil. Bu kampanyalar, sokakla temas ettiğiniz, görünürlüğünüzü artırdığınız eylemler. Sanal dünyayla gerçek arasında iyi bir denge şart.

Bazen yakama nükleer karşıtı rozetlerimden birini takarım. Onu taktığımda, otobüste, sokakta davranışlarıma daha çok dikkat ederim. Çünkü benim yanlış bir hareketim, sözüm, tüm nükleer karşıtlarına mal edilebilir diye düşünürüm. İşte örgütlülük böyle bir şey. Tek olsanız bile hep çok olduğunuzu hatırlatır, güven verir, sorumluluk yükler. Bir sivrisinek güçsüzdür ama aynı odadaki 10 sivrisinek kimseye uyku vermez.

Türkiye’de daha demokratik bir yönetimin olmasını istiyorsak, sadece sandıkların başında iki gün bekleyerek bunu yapamayacağımızı kabul etmeliyiz. Devrim hayat boyu sürer ve mücadele de hayat boyu sürer. Kötü haber; mücadelenin tatili yok. İyi haber: mücadele etmekten daha güzel bir şey yok. Dans edemediğimiz devrimin, devrim olmadığını unutmazsak elbette.

Türkiye bu fırsatı kaçırmamalı

Özgür Gürbüz-BirGun / 26 Mayıs 2023

Türkiye, kendimi bildim bileli badireler atlatıyor. Darbeler, ekonomik krizler, katliamlar, terör saldırıları, anti demokratik yasalar… Bu badirelerin her biri toplumun belleğinde bir başka yara açıyor. Sorunu çözseniz bile yara kolay kolay kapanmıyor. Hepimiz adeta yaralarımızdan besleniyoruz. Mağduruz ve karşı tarafın mağduriyetini görmekte zorlanıyoruz.

Türkiye zor bir ülke çünkü birbirimize benzemiyoruz. En büyük yanılgımız da birbirimize benzediğimizi düşünmemiz. Bireylere biçilen “ortak kimlik elbisesi” kimsenin üzerine oturmuyor. Üstüne, son yıllarda bu kimlik iyice daraltıldı, birçoğumuz nefes alamaz hale geldik. Ne herkes Türk ne herkes Sünni bu ülkede. Kendisini Müslüman diye adlandıranların ortak bir yaşam tarzı, kıyafeti de yok. Laik bir devlette yaşamak istediklerini söyleyenlerin de Diyanet veya dini işlere ayrılan vergiler konusunda ortak bir görüşü yok örneğin. Kürtlerin ana dil konusundaki taleplerine evet diyen Türkler de var hayır diyen de. Cemevlerinin ibadethane olduğunu anlayan Sünniler de var, hâlâ inkâr eden de. Kadın ve erkeklerin ne giyeceğini belirlemek isteyenler de var, insanların kıyafetiyle ilgilenmeyenler de. Evet, farklıyız ama Türkiye’deki herkesin birlikte, huzur içinde yaşama şansı var. Bu şansın adı demokrasi.

Farklı Sesler Birleşirse Şarkıya Dönüşür
Birbirinden bu kadar farklı yaşam tarzına, siyasi görüşe, etnik ve dini temellere sahip toplumların aynı ülkede huzur içinde yaşamaları mümkün mü? Evet, mümkün. Demokrasi bunun için var ve bunun yolu da farklı siyasi hareketlerin birlikte çalışmasından geçiyor. Bizim gibi birbirine benzemeyen bireylerden oluşan ülkelerde koalisyonlar bu yüzden başarılı oluyor. Farklı grupların birlikte yönetimde olması, başta ülkedeki azınlıklar olmak üzere o ülkedeki herkesi kapsayacak, kimseyi mağdur etmeyecek politikaların hayata geçirilmesini sağlıyor. Son 21 yıldır ülkeyi kutuplaştıran, birbirine düşman eden tek adam zihniyetinin tersine birlikte yaşamayı öğreniyor ve öğretiyor. Bu süreç aslında toplumun kaynaşmasını ve gerginliklerin azalmasını sağlıyor. Uzlaşma kültürü siyasetin tepesinden sokağa kadar yayılıyor. Ütopyadan bahsetmiyoruz, Avrupa’da koalisyonla yönetilmeyen sadece üç dört ülke kaldı.

Avrupa Koalisyonlarla Yönetiliyor
Dünyanın en büyük ekonomilerinden Almanya’da yıllardır koalisyonlar iş başında. Mevcut koalisyonda Sosyal Demokratlar, Yeşiller ve Liberaller var. Ekonomi zayıflamıyor, sokakta kimse birbirine saldırmıyor. Komşumuz Bulgaristan dört gün önce dönüşümlü başbakan sistemiyle koalisyon hükümetinde anlaştı. Finlandiya’da koalisyon görüşmeleri sürüyor, görüşen partiler arasında Finlandiya’daki İsveçliler Partisi bile var. İtalya’da sol koalisyon vardı şimdi sağ koalisyon iş başında. İspanya’da ise sol koalisyon var. Hollanda’da dört partili bir koalisyon ülkeyi yönetiyor, Slovenya’da üç partili. Belçika belki de en ilginç örneklerden biri. Üç resmi dili olan ülkeyi şu anda yedi partiden oluşan bir koalisyon yönetiyor, ülkenin battığı falan yok. Hırvatistan, Çek Cumhuriyeti, Danimarka, Estonya, Kosova, Makedonya aklıma gelen diğer koalisyon hükümetleri.

Çok Adam Türkiye’nin Umudu
“Tek adam iktidarına biat etmemiz için” uydurulan koalisyonların ülkeyi batıracağı elbette bir başka yalan. Ya da montaj ya da gençlerin “kıvrak” zekâsı... Tam tersine, Türkiye’yi yeniden normalleştirebilecek tek ilaç, Kemal Kılıçdaroğlu’nun önemli bir liderlik becerisiyle kurduğu, sağından soluna birçok insanın desteklediği bu koalisyon. Koalisyon içinde göçmen politikasını ırkçılığa varmadan sağlam bir yere oturtacak, ekonomiyi işçi sömürüsüne uzanmadan makul bir iyileştirmeyle sınırlayacak dengelerin olduğunu düşünüyorum. Türkiye’de demokrasi yerleşmeden bir görüşün tek başına, denetimden uzak bir şekilde iktidar olmasının ülkeyi ne hale getirdiğini son 21 yılda deneyerek gördük. 21 yıl öncesine göre daha yoksul, daha mutsuz, daha kutuplaşmış ve daha antidemokratik bir ülkede yaşıyoruz. Şimdi gidişatı tersine çevirme zamanı.

Türkiye’nin yeniden demokratik bir topluma dönüşmesi için 28 Mayıs’ta sandığa gitmek, sonrasında sandıklara sahip çıkmak şart. Çok partili koalisyonun desteklediği güçlü bir başkan Türkiye’yi yeniden düzlüğe çıkarabilir.