Son bir yılda atmosferdeki karbondioksit miktarında ciddi bir artış meydana gelmiş. Bir yıllık artış 3,7 ppm
civarında. Atmosferdeki karbondioksit yoğunluğu da ilk gelen verilere göre 404 ppm'e ulaşmış. 450 ppm'e ulaşırsak, küresel yüzey sıcaklığını iki derecenin altında tutma şansımızın yüzde 50'ye gerilediğini düşünürsek, bu artışın ne kadar ciddi olduğunu da daha iyi anlayabiliriz. İki dereceyi aşmak tüm riskleri almakla eşdeğer. Dönülmez akşamın ufkunda gibiyiz. 350 ppm'in asıl hedefimiz olduğunu anımsatmakta da yarar var. Kömür, petrol ve doğalgaz gibi fosil yakıtlarla ilişkisini kesmek istemeyenlere, suçu başka ülkelere atanlara duyurulur.
Washington Post'ta çıkan habere buradan ulaşabilirsiniz: http://wapo.st/1nAvts6
Özgür Gürbüz tarafından kaleme alınan makale, analiz ve haberlere bu adresten ulaşabilirsiniz. Yazıları başka bir yerde yayımlamak için izin almalısınız. E-posta: ozgurgurbuzblog(at)gmail.com
Nükleer konusunda bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olanlara
Enerji Bakanı Berat Albayrak, nükleere karşı çıkanların bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olduklarını iddia etmiş ve eklemiş: Dünyada 442 nükleer santral var, 100'den fazla da inşaat halinde. Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olanı da aslında belli etmiş.
1. Dünyada 442 tane nükleer santral yok. Onlar santral değil "reaktör". Aynı termik santrallerde olduğu gibi, bir santralin içinde birden fazla reaktör/ünite olabilir. Örneğin Yatağan Termik Santrali içinde 3 ünite var. Dünyada da 442 nükleer santral yok, çünkü bazı santrallerde birden çok reaktör var. Örneğin, kaza yapan Fukuşima Daiçi nükleer santralinde 6 reaktör vardı.
2. Bu 442 reaktörün hepsi de çalışmıyor. Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı bu sayıyı verirken "çalışabilir durumdaki" reaktör sayısını verir ama bunların bazıları kapalıdır. Mesela Japonya'da çalışabilir durumda 43 nükleer reaktör olduğu gözükür. Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olan hepsi elektrik üretiyor sanır. Halbuki bu 43 reaktörün sadece 4 tanesinin çalışma izni var. 39 tanesi kapalı, birçoğu bir daha hiç açılmayacak. Yani, dünyada 442 reaktör çalışıyor demek bile yanlış. Sadece Japonya'da çalışmayanları düşseniz gerçek rakam 403 olur.
3. Bakan Albayrak dünyada 100'den fazla santralin de inşaat halinde olduğunu söylemiş. Bu da yanlış. Atom Enerjisi Ajansı dünyada yapımı süren 66 reaktör olduğunu belirtiyor (grafikte görüldüğü gibi). Doğrusunu söylemek gerekirse bu bilgi bile yanıltıcı, Atom Enerjisi Ajansı taraflı bir kurum sonuçta. Biraz araştırırsanız bu 66 reaktörden birçoğunun yapımının öngörülen 4-5 yıldan uzun sürdüğünü, yani geciktiğini; bazılarında ise inşaatın hiç sürmediğini görürsünüz. Örneğin ABD'de yapıı süren Watts Bar-2 reaktörünün inşaatına 1973 yılında başlanmıştır. Proje finansal bir felakete dönüştüğü için yıllarca durmuştur. 43 yıldır süren inşaatı Enerji Bakanı bize yeniymiş gibi anlatıyor. Bir başka örnek vereyim. Slovakya'da inşaatı süren iki reaktörün (Mochovce 3-4) yapımını da 1987'de başlanmıştır. Bunlar ölü projeler olmasına rağmen nükleer lobi ve Atom Enerjisi Ajansı bunları yıllardır yapımı süren "nükleer santral" diye anlatıp, durumu olumlu göstermeye çalışmaktadır. Arjantin'de yapımı süren tek reaktör 29 MW'lık bir örnek modeldir. Mersin'de santral kurmak için AKP ile el sıkışan Rusya'da yapımı sürdüğü söylenen sekiz reaktörün biri hariç hepsi gecikmiştir. Liste böyle uzayıp gider.
4. Bakan Albayrak'ın örnek gösterdiği Fransa 2025 yılına kadar nükleerden üretilen elektriğin payını yüzde 76 seviyesinden yüzde 50'ye çekeceğini açıkladı. Nükleer enerji konsunda Sinop için kapısını çaldığımız, bu teknolojiye sahip Fransa bile ucuz, güvenli denen nükleer enerjinin payını azaltırken onları örnek göstermek komedi değil de nedir?
Şimdi elinizi vicdanınıza koyup söyleyin. Nükleer enerji konusunda bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olan kim?
Paris’te her şey bitmedi asıl şimdi başlıyor
Özgür Gürbüz-BirGün/4 Mart 2016
2015 sonunda
Paris’te imzalanan iklim anlaşmasıyla sorunun çözümü bulundu sananlar
yanılıyor. Paris’te, 2020’de sonlanacak Kyoto’nun yerine geçecek yeni bir
anlaşmanın ana metni üzerinde anlaşıldı ancak bu anlaşma henüz onaylanmadı. 22
Nisan’da bu süreç başlıyor. Dünyanın Paris Anlaşması’nı hayata geçirmek için
tam bir yılı var. 21 Nisan 2017’ye kadar, dünyadaki seragazı emisyonlarının yüzde 55’inden sorumlu en az 55 ülke
anlaşmayı imzalarsa ilk adım tamam. İmzalamazsa sil baştan!
BM Genel
Sekreteri Ban Ki Mun, 22 Nisan’da New York’ta elini taşın altına koyan ilk
ülkeleri açıklayacak. Bir yıl boyunca çetin pazarlıkların olacağı garanti çünkü
Paris’te verilen taahhütlerin değiştirilme şansı bile var. Ülkeler isterse,
daha iyi bir hedefle anlaşmaya taraf olabilecek. Türkiye’nin ne yapacağı belli
değil. Meclis’te Paris Anlaşması’na atılacak imzanın onaylanması gerek. 22
Nisan’a yetişir mi; şüpheli. Ortada adamakıllı yapılmış bir hesap, plan
olmadığı gibi bu işi takip eden bir milletvekili veya bakan da yok. Birkaç gün
önce Ankara’da TBMM’nin İklim Değişikliği Politikasındaki Rolü adlı bir rapor[1]
açıklandı. Meclis’in iklimle ilgili çalışmalarını araştıran çalışma, 24. Yasama
döneminde verilen 72 bin 320 soru önergesinden sadece 20 tanesinin içinde iklim değişikliği konusuna yer
verildiğini ortaya koyuyor. Rejim değişikliği için çabalayan çok kişi var ama
iklim değişikliğini durdurmaya çalışan neredeyse yok. En azından bir
tutarlılıktan bahsedebiliriz, ne istiyorlarsa zararımıza!
Bildiğiniz
gibi Paris’e giderken Türkiye bir söz vermiş, 2030’a kadar seragazı
emisyonlarımı arttırmaya devam ederim ama sizin cici hatırınız için, biraz daha
az arttırırım demişti. Türkiye’nin bu
sözünün de iklim değişikliğini yavaşlatma ya da durdurma açısından pek kıymeti
harbiyesi yok. Burada biz bizeyiz, fısıldamadan söyleyeyim. Hükümet bizim sele
kapılmamızı, kuraklıkta çatlamamızı, ormanların yanmasını, sıcak hava dalgaları
yüzünden kalp krizi geçirip ölmemizi umursamıyor. Onların derdi, kömür, petrol,
doğalgaz, otoyol, köprü, inşaat sektörüne girmiş eş dostu memnun etmek.
Süreç
Türkiye’nin istediği gibi gider mi onu göreceğiz. İlk iş, dünyadaki seragazı
emisyonlarının yüzde 55’inden sorumlu en az 55 ülke bulmak. BM Sekretaryası’nın
verilerine göre Türkiye küresel emisyonların yüzde 1,24’ünden sorumlu. Anlaşma sürecinde 200 civarında ülke
olduğunu düşünürseniz, Türkiye’nin bu işte payı yok, sorumluluk almamalı
diyenlerin bir hayal aleminde yaşadıklarını daha iyi anlarsınız. Yüzde 55’i
yakalamak için kritik öneme sahip dört güç var: Çin (%20), ABD (%17,89), AB
(%12.10) ve Rusya (%7,5). AB’nin sorun çıkarmayacağını, ABD ve Çin’in de
anlaştığını düşünürseniz geriye yüzde 5’lik bir pay kalıyor. Rusya Kyoto’ya
taraf olarak orada kahramanlık yapmıştı ancak bu politik durumda ne yapar belli
değil. Bu nedenle, yüzde 4’lük paya sahip Hindistan, 2,5’luk paya sahip
Brezilya veya 1,70’lik paya sahip Meksika’nın kararları kritik.
Türkiye’nin de
sorumlu olduğu emisyon miktarıyla Brezilya, Endonezya ve Meksika gibi ülkelerin
bulunduğu ligde yer aldığını görebiliyoruz. Verdiği taahhüt ise azaltma bile
değil. Sınıfdaşlarından çok kötü durumda, halbuki bundan daha iyisini yapabilir
ve yapmalı. Hiçbir şey yapmazsam 2030’da 1 milyar 175 milyon ton seragazı
çıkaracağım, sizin için %21 oranında az arttırayım 929 milyon tonda kalsın
diyor. Şu anda 460 milyon ton saldığımızı düşünürseniz, bırakın azaltmayı,
seragazı çıkışını sabitlemeyi bile önermiyor. İki katına çıkarma sözü veriyor.
Hiçbir önlem almasak seragazı emisyonlarımız zaten bu kadar artar. Bakalım bu
eylemsizliği Meclis’ten geçirebilecekler mi?
Aslında
Türkiye’nin yapacağı iş belli. Hem petrol, kömür ve doğalgaz gibi
kirletici/dışa bağımlı kaynaklardan kurtulmak, hem de daha sağlıklı bir çevrede
yaşamak için yüzünü güneşe dönmeli. Bir sözüm de sivil toplum kuruluşlarına. Şu
ana kadar iklim konusunda çalıştığını iddia eden çoğu STK bu durumu film gibi
izliyor. Bazıları hükümetle arasını bozmamak için iklim görüşmelerini kapalı
kapılar ardına bile taşıdı. Birkaç yıl önce sokakta gördüğünüz “aktivistler” bürokrat oldu. Herkes sus
pus! Fazla seragazının yan etkisi olsa gerek.
[1] Yasader, Tüvikder ve Küresel Denge
Derneği’nin hazırladığı rapora Yasader.org adresinden ulaşabilirsiniz.
Rock'ı Sar Doksana
Türkçe rock müziğin tarihinde önemli bir yer tutan
90’lı yılların öyküsü ve dönemin grupları bir belgesele konu oldu. ‘Sar Doksana’
adlı belgeselin ilk gösteriminde 90'lı yılların grupları da sahne alıyor.
Özgür Gürbüz-BirGün/29 Şubat 2016
Anadolu rock,
Anadolu pop derken saykodelik şarkılara kadar uzanan Türkçe sözlü rock müziğin
tarihinde 1990’lı yılların yeri farklıdır. 1980 darbesinden sonra birçok gencin
özgürlük arayışına yanıt veren şarkılar, bireysel özgürlük istekleri, o günün
rock grupları ve camiası tarafından sahiplenmişti. Halk müziği ya da “özgün
müzik” diye bilinen iki türe havale edilmiş politik meseleler de yavaş yavaş
Türkçe sözlü rock müzikle dillendirilmeye başlanmıştı. Bulutsuzluk Özlemi ve
Moğollar bu konuda öncülük etti. Diğer gruplar ise özgürlüklere, ‘ama’sız
aşklara işaret eden şarkılarla küçük sahnelerde hayran kitleleri oluşturmaya
başladı. İstanbul’da Kadıköy sohbetin, Beyoğlu da barlarda gruplarla birlikte
şarkıları söylemin adresi oldu.
Yönetmenliğini Erdal Akmaz’ın yaptığı “Sar Doksan’a” belgeseli, Sokak Lambası Film Prodüksiyon tarafından hiçbir kurumdan maddi destek alınmadan yapılmış. O dönemin şarkıları gibi “tek başına takılmış”. Filmde, 657, Acil Servis, Akbaba, Bulutsuzluk Özlemi, Diken, Dr. Skull, Duman, Egoist, Grizu, Kargo, Kesme Şeker, Kramp, Kronik, Kurban, Mavi Sakal, Moğollar, Mor ve Ötesi, Okyanus, Pentegram, Radical Noise, Şebnem Ferah (Volvox), Yaşar Kurt, Whiskey grupları ve dönemin Abdülika, Zihni gibi tanınmış simalarıyla yapılan röportajlar, arşiv görüntüleri var. Kurgusal öğelerle zenginleştirilen belgeselin dönemin tarihine ışık tutacağı kesin. 1 Mart 2016 akşamı Kadıköy Dorock XL’de tanıtılacak film için özel bir etkinlik de planlanmış. Güven Erkin Erkal’ın sunuculuğunu yapacağı gecede Nejat Yavaşoğulları (Bulutsuzluk Özlemi), Kaan Altan (Mavi Sakal), Cenk Taner (Kesmeşeker), İrfan Alış (Peyk), Grizu, Objektif, Kramp, Kronik ve Whisky de sahne alacak.
Yönetmenliğini Erdal Akmaz’ın yaptığı “Sar Doksan’a” belgeseli, Sokak Lambası Film Prodüksiyon tarafından hiçbir kurumdan maddi destek alınmadan yapılmış. O dönemin şarkıları gibi “tek başına takılmış”. Filmde, 657, Acil Servis, Akbaba, Bulutsuzluk Özlemi, Diken, Dr. Skull, Duman, Egoist, Grizu, Kargo, Kesme Şeker, Kramp, Kronik, Kurban, Mavi Sakal, Moğollar, Mor ve Ötesi, Okyanus, Pentegram, Radical Noise, Şebnem Ferah (Volvox), Yaşar Kurt, Whiskey grupları ve dönemin Abdülika, Zihni gibi tanınmış simalarıyla yapılan röportajlar, arşiv görüntüleri var. Kurgusal öğelerle zenginleştirilen belgeselin dönemin tarihine ışık tutacağı kesin. 1 Mart 2016 akşamı Kadıköy Dorock XL’de tanıtılacak film için özel bir etkinlik de planlanmış. Güven Erkin Erkal’ın sunuculuğunu yapacağı gecede Nejat Yavaşoğulları (Bulutsuzluk Özlemi), Kaan Altan (Mavi Sakal), Cenk Taner (Kesmeşeker), İrfan Alış (Peyk), Grizu, Objektif, Kramp, Kronik ve Whisky de sahne alacak.
‘Dağlarda sitem var
/ Dağlarda matem var / Dağlarda açmıyor yeşil / Ben o yeşildeyim’ diyen Objektif’ten,
‘Bazen bir rüya, bazen bir
gerçek;alacakaranlık / Bazen yalnızken, bazen herkesle; dalga dalga yayılan / Boşlukta
yarattım kendimi durmadan / Ateşten bir çember, durmadan daralan / Yak bizi,
yak bizi’ diyen Whisky’ye kadar herkes bu filmed buluştu. Biz de merakla
bekliyoruz ne çıkacağını ama şimdiden eski dostlara buluşmak için bir fırsat
çıktığını söyleyebiliriz. Kimbilir, konser sonrası Ortaköy Meydanı’na geçer, oradan Tünel'e uzanır sonrada
Köprüaltı’nda tekrar şarkılarımızı söyleriz.
Kara hayaller
Özgür Gürbüz-BirGün/26 Şubat 2016
Türkiye’de bakanlar değişiyor ama enerjide politikasızlık değişmiyor. Dünya nereye gidiyor diye bakan yok; ezber metinler ve hamasetle zaman kaybediliyor. Süreç şöyle işliyor. Hükümetin enerji kurmayları her yıl yeni bir slogan bularak işe başlıyor. “Bu yıl HES’lerin yılı”, “enerji verimliliğinde seferberlik başladı” veya “nükleer enerjinin önünü açıyoruz” diye süslü püslü laflar üretiyorlar. Bazı gazeteci arkadaşların da desteğiyle bu sloganlar manşete çıkarılıyor ve oyun böyle sürüp gidiyor. Sonra enerji verimliliği Ayşe Teyze’ye kalıyor, hidro işi talana dönüşüyor, nükleer de santrali patlatacak birine teslim ediliyor. Nükleer deyince aklıma geldi, şu aralar bakanlıkta herkesin dilinde bu şarkı varmış: Başıma gelenler hep senin yüzünden (Putin), yıkıldım artık ben, sevemem yeniden…
Türkiye’de bakanlar değişiyor ama enerjide politikasızlık değişmiyor. Dünya nereye gidiyor diye bakan yok; ezber metinler ve hamasetle zaman kaybediliyor. Süreç şöyle işliyor. Hükümetin enerji kurmayları her yıl yeni bir slogan bularak işe başlıyor. “Bu yıl HES’lerin yılı”, “enerji verimliliğinde seferberlik başladı” veya “nükleer enerjinin önünü açıyoruz” diye süslü püslü laflar üretiyorlar. Bazı gazeteci arkadaşların da desteğiyle bu sloganlar manşete çıkarılıyor ve oyun böyle sürüp gidiyor. Sonra enerji verimliliği Ayşe Teyze’ye kalıyor, hidro işi talana dönüşüyor, nükleer de santrali patlatacak birine teslim ediliyor. Nükleer deyince aklıma geldi, şu aralar bakanlıkta herkesin dilinde bu şarkı varmış: Başıma gelenler hep senin yüzünden (Putin), yıkıldım artık ben, sevemem yeniden…
Sonra ne mi
olur? Dönüp dolaşır, yerli kömüre
döneriz. “Bizim yerli linyit kömürümüz
var ya” diye nutuklar atılır. İşte yine o oldu.
Afşin-Elbistan Termik A santrali. Foto: O. Gurbuz |
Türkiye’deki kalitesiz yerli linyit kömürünün hepsini yakma projesi de bir o kadar tutarsız. Nedenini de söyleyelim. Kentlerde ciddi bir hava kirliliği sorunu var, bilimsel çalışmalar santrallerin hava kirliliğine etkisini gösteriyor; bu bir. Kömür yaktıkça iklim değişikliğine yol açan karbondioksit çıkıyor, Türkiye’nin karnesi zaten korkunç; bu iki. Sen kömür yakmak için çevre standartlarını düşürdükçe memleketin her yerine ithal kömür santrali kuruluyor, firmalar için bir kömür cenneti yaratılıyor, dışa bağımlılık artıyor; bu üç. Kömürden nükleere, bu kirli yatırımları haklı çıkarmak için verdiğiniz rakamlar da birbirini tutmuyor; bu da dört!
Tutmayan rakamları
da açık açık yazalım. Bakan Albayrak’a göre, Türkiye’de arz güvenliğinin
sağlanması için 2023’e kadar elektrik üretiminin 414 milyar kilovatsaati bulması gerekiyor. Halbuki TEİAŞ’ın 2014
yılındaki projeksiyonunun düşük talep senaryosunda ihtiyaç 380 milyar kilovatsaat gösterilmişti. Yüksek talebi konuşmaya bile
gerek yok çünkü her yıl yaklaşık yüzde 5’lik artışa işaret eden düşük talep
senaryosunun bile çok uzağındayız. Türkiye’de
elektrik talebi artışının son üç yıllık ortalaması yüzde 3 civarında. Üretecek
santral olmasına rağmen artmayan üretim talebin olmadığının net göstergesi. Bakan
Albayrak’ın bu verileri bilmemesi garip. Ekonomi de kötüye gidiyor ve yakın
gelecekte talebin umulduğu gibi artmayacağını herkes görüyor.
Bakanın bütçe sunumundaki ilginç bir nokta da enerji talebinin az da olsa artıyor olmasının bir başarıymış gibi anlatılması. Bir hükümet elektrik talebinin artmasını neden ister, o da ayrı bir konu. Elektrik satışıyla uğraşanlar, bunun için yeni santral kuranlar daha çok kâr edeceği için talebin artmasını, böylece fiyatların yükselmesini isteyebilir. Mevcut hükümetin devletin elindeki santralleri özelleştirdiğini yani “kâr” etme niyetinde olmadığını hatırlarsak, bu isteğin başlı başına “ilginç” olduğunu görebiliriz. Herhalde hükümetimiz enerji işindeki şirketleri çok seviyor ve onların daha zengin olmasını istiyor.
Bakanın bütçe sunumundaki ilginç bir nokta da enerji talebinin az da olsa artıyor olmasının bir başarıymış gibi anlatılması. Bir hükümet elektrik talebinin artmasını neden ister, o da ayrı bir konu. Elektrik satışıyla uğraşanlar, bunun için yeni santral kuranlar daha çok kâr edeceği için talebin artmasını, böylece fiyatların yükselmesini isteyebilir. Mevcut hükümetin devletin elindeki santralleri özelleştirdiğini yani “kâr” etme niyetinde olmadığını hatırlarsak, bu isteğin başlı başına “ilginç” olduğunu görebiliriz. Herhalde hükümetimiz enerji işindeki şirketleri çok seviyor ve onların daha zengin olmasını istiyor.
Enerji
Bakanlığı’nın TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’na sunulan bütçesinden anladığımız,
hükümetin yine kömür gibi kara hayaller peşine düştüğü. Bu ülkenin enerji
dengesini, tasarrufla, enerjiyi verimli kullanarak ve kalanı da yenilenebilir
enerjiyle sağlaması hiç zor değil. Zor olan, bu yol tercih edildiğinde enerji
işinden para kazanan malum kişilerin ve şirketlerin değil halkın bütçesinin ve
sağlığının iyileşecek olması. Halkın mutluluğu bu hükümete ters galiba.
Haftanın anketi
Haftanın anketi
Bu hafta, Twitter hesabımdan, “Türkiye elektrik
üretiminde kömürü ön plana çıkarmalı mı” diye sordum, gelen yanıtların yüzde
93’ü “hayır” dedi. Hükümet Soma’yı, hava kirliliğini unutsa da bizim mini
ankete yanıt verenler unutmamış.
Ağaçlar insan öldürmez
Özgür Gürbüz-BirGün/19 Şubat 2016
Anadolu’da
ebemkuşağıyla (gökkuşağı) ilgili bir inanç var. İsmet Zeki Eyüboğlu,
Anadolu’nun İnançları kitabında anlatır. Yüksek yaylalardan bakınca
ebemkuşağının bir ucunun ırmak ya da denizde, diğer ucununsa dağın ötesinde
olduğu düşünülür. Bu durumu görenler,
“gök ırmaktan su çekiyor” der. Bu durum yağmurun habercisi kabul edilirmiş.
Eyüboğlu, eski dinlerde ebemkuşağını görenlerin dua ettiğini de yazıyor.
Bugün Artvin
Cerattepe ebemkuşağının gökteki ucudur. Diğer ucu, Artvin’de açılmak istenen
madene karşı verilen direnişe omuz veren tüm kentlere; İstanbul’a, İzmir’e,
Trabzon’a dek uzanır. Cerattepe’nin ağaçlarına göz kulak olan göğün aradığı su,
Türkiye’nin dört bir yanından Artvine’e selam duran bin bir renkli direnişten
toplanır. Türkülerle, sloganlarla ağaçların köklerine usulca bırakılır. Sosyal
medyada paylaşılan mesajlar yaprakların bereketi, göğün renkleri, kuşların
cıvıltısı için edilen dualardır. Anadolu’nun yozlaşmamış inancı doğa
sevgisidir. Yakılan her direniş ateşinde ebemkuşağı görülür.
Ebemkuşağı
kendini Cerattepe’de bir kez daha gösterdi. Jandarmanın dipçiği, polisin gazı,
bakanların gazabı ebemkuşağını karaya çaldırmaz. Altının sarısı gökyüzünde
kırılan renklerin yanında bir hiçtir; adı anılmaz. Ağaçlar dik durarak direnir.
Onurlu bir direniştir onlarınkisi, para için ruhunu satan insana, emir kulu
olana, dalını kaldırmadan yüreğiyle seslenen bir direniş. Çevrecilerin direnişi
ne zaman ağacınkine benzer; eli kalkmaz, sesi kötü laf etmez, o zaman başarıya
ulaşır. Ne zaman yüreğiyle karşı durur gaza, plastik mermiye, yalana ve talana;
o zaman gök kuşağının ucundan bereketin kaynağı suyu toplamaya başlar. Ne zaman
anlar ki beton değil ayağını bastığı toprak onun evidir, o zaman mücadeleyi
kazanır. Bir renk olur ebemkuşağında, bir ucu dağda bir ucu denizde.
Ağaçların
hırsı yoktur, başka bir canlıyı incitmez. Kısası, uzunu; boduru tombulu vardır
ama yalancısı, talancısı, katili, hırsızı yoktur. Paraya, altına, parfüme tenezzül
etmez güzelleşmek için. Bir dal, birkaç yaprak ama hepsi doğal. Ne zaman insan
bir ağaç olur, o zaman gerçekten hayata tutunur. Ne zaman insan ağacı anlar,
bileğinde altın değil bir başka dal yani dostun elini arar o zaman yaşamaya
başlar.
Cerrattepe,
Türkiye’nin el değmemiş ormanlara açılan kapısı. Artvin’de yaşayanların su
kaynağı burası. Buranın hiç kimse için temel bir ihtiyaç olmayan altın ve bakır
için yok edilmesi kabul edilemez. Bir şirket zengin olsun diye Türkiye’nin
ortak mirasına dozerler giremez. Orada yaşayanların itirazları göz ardı
edilemez. Cengiz Holding istiyor diye, ÇED raporunun iptali için süren dava
sonuçlanmadan, mahkemenin gerekli gördüğü keşif heyeti beklenirken inşaata
başlanamaz. Bu davanın, aralarında Türkiye Barolar Birliği, TMMOB, TEMA Vakfı
gibi onlarca sivil toplum örgütünün de bulunduğu 761 davacısı var. Bu devleti
devlet yapan onlarca kurum, bu ülkenin bakanını bakan yapan binlerce insan birleşmiş
bir ağaç olmuş dozerlerin önünde duruyorken, davanın kararını vermek Mehmet
Cengiz’e düşmez. Kar kış demeden o dağlarda nöbet tutan ağaç yürekli insanlar,
yapraklarında ebemkuşağının ışıklarını parlatırken bize ancak bu destanı
anlatmak, bu ülkeyi yönetenlere de, “bir hata ettik affedin” demek düşer.
Unutmayın,
ağaçlar insan öldürmez. Bomba koymaz. Tuzak kurmaz. Nefret etmez. Kentlerde
gördüğümüz gürültü, kavga, gülmeyen yüzler hep azalan ağaçların eseri. Parasız
sahip olabildiğin mutluluktur ağaç. Her şeyin parayla satıldığı toplumlarda
kötü örnek olduğu için kesilir. Kadınların katli, tecavüz, silahlı çatışma,
cesetlere işkence, gece baskınları ağaçları görmeyen, sevmeyen insanların
eseridir. Ebemkuşağının yedi rengini tek bir renk gibi görenlerin günahlarıdır
bunlar.
Ağaçlar çocuk
gibidir, masum ve mutlu. Onlara tüm kötülükleri büyükler gösterir. Çocuklar
altını, parayı, nefreti, dövmeyi ve öldürmeyi bilmez. Şimdi, hele de Ankara’da
patlayan bombalardan, yitirilen canlardan sonra hep birlikte “çocuklar ölmesin”
deme zamanıdır. Çocuklara ve ağaçlara, yani geleceğimize sahip çıkma günü geldi.
Sırat Köprüsü dediğin de zaten budur. Şiddetin etrafını cehennem gibi sardığı
bu günde, incecik kalan barışın yolundan gitmek, barıştan yana ne varsa sahip
çıkmak verilecek en büyük sınavdır. Ağaca, kuşa ve çocuklara sahip çıkanlar
elbet kazanır.
Haftanın anketi
Bu hafta
Twitter’daki mini anketimizde ‘Artvin’in
en değerli hazinesi nedir’ diye sorduk. Yanıt veren 100 kişinin 93’ü doğası derken, 7 kişi altın dedi.
GDO ve kanser konusunda bir uyarı daha
Özgür Gürbüz-BirGün/12 Şubat 2016
Bu yazıda genetiği
değiştirilmiş gıda ürünlerinin kanser yapıp yapmadığını tartışmayacağız.
Genetiği değiştirilmiş organizmaların (GDO) yayılmasıyla birlikte değişen tarım
kültürünün yol açtığı kanser tehlikesinden bahsedeceğiz.
GDO deyince
genetiği değiştirilmiş bir organizma anlıyoruz. Yapay, laboratuvarda üretilmiş
ama doğalmış gibi yapan bir üründen bahsediyoruz. GDO’lu ürünler, bir başka
canlının özelliklerinin gen yoluyla taşınmasıyla üretiliyor. Örneğin mısıra böcek
öldüren zehir veriliyor böylece böcekler o genetiği değiştirilmiş mısıra zarar
veremiyor. En azından bağışıklık kazanana kadar. GDO’lu bitkilerin toprağa,
diğer bitkilere ya da onu tüketen hayvanlara (insan dahil) etkileri ise ya
tartışılmıyor ya da göz ardı ediliyor. Sadece bilimin ihtiyatlılık ilkesi
gereği, bu sonu bilinmez maceraya hayır denmesi gerek ancak GDO lobisi güçlü.
Paranın gücü ilkeleri yerle bir ediyor. Dediğim gibi bugünkü konumuz başka. Konumuz
glifosat.
Dünya Sağlık Örgütü uyarıyor
Glifosat bir
ot ilacının etken maddesi. Yabani otların öldürülmesi için kullanılıyor böylece
tarladaki ürünün verimi arttırılıyor. Kulağa hoş geliyor ama gelmesin.
Özellikle GDO’lu soya ve mısır üretiminde kullanılan, Roundup adıyla satılan glifosat, kullanıldıktan sonra havada, suda,
yiyeceklerde hatta çiftçilerin idrarlarında bile görülebiliyor. Dünya Sağlık Örgütü’nün Uluslararası
Kanser Araştırmaları Kurumu, bir yıl önce glifosatın muhtemel kanser yapıcı
olduğunu açıklamıştı. Sağlık ve Çevre Birliği (HEAL) da, bu ot öldürücünün acilen yasaklanması
için hükümetlere birkaç gün önce çağrıda bulundu. Doktorlar, bilim insanları açık açık
uyarıyor. Bu ot öldürücüyü kullanırsanız kansere davet çıkarırsınız diyor.
Foto: Buğday Derneği |
Glifosat ile
GDO arasındaki bağ çok kuvvetli. Ürünlerin genetiği değiştirilerek bu ot
ilacına (glifosat) dayanıklı hale getiriliyor böylece çiftçi ürüne zarar
vermeyeceğinden emin, ilaç kullanımını arttırabiliyor. Buğday Derneği GDO’lu ürünlerin yüzde 80’inde glifosat
kullanıldığına dikkat çekiyor. Yabani otların direnci arttıkça ilaç miktarı
zaten artıyor. Bu da muhtemel kanser yapıcı bu ilacın tüm besin zincirine
yayılmasına neden oluyor. Almanya’da hükümete bağlı kuruluşların yaptığı
araştırmalar, 2001 yılında 100 kişiden sadece 10’unun idrar örneğinde glifosata
rastlarken, 2015’te 100 kişiden 40’ının idrarında glifosata rastlar oldu. Tarlaya
sıktığınız ilaç tarlada kalmıyor. Bu ilacı kullanan çiftçilerden, kentlerde bu
ürünü tüketenlere kadar hepimiz risk altındayız.
Türkiye’de hükümet tepkisiz
Görüldüğü gibi
GDO’ların sağlığımıza verdiği zararları görüyoruz, göreceğiz meselesinin
yanında, tartışma dahi götürmeyen bir başka tehlike daha var. Dünyada tüm
bunlar olurken, Türkiye’de hükümetin aksi yönde yürüdüğünü görüyoruz. Türkiye
kapılarını GDO’lu ürünlere her geçen gün daha fazla açıyor. Hayvanlar için
GDO’lu yem ithalatına devam ediliyor. Glifosat konusunda da geç kalınıyor.
Eldeki verilere bakılarak, Dünya Sağlık Örgütü, Sağlık ve Çevre Birliği gibi
örgütlerin uyarılarını ciddiye alarak, glifosatın Türkiye’de satışına ve
kullanılmasına hemen, en azından tedbir amaçlı bir yasak konulması gerek.
Tüketici bu durumda
ne yapacak? Şu anda tek çare organik ürünleri, güvenilir satıcılardan, kontrol
edilen pazarlardan almak. Ürünlerin fiyatı ve erişimi nedeniyle bu yeterli bir
çözüm değil. Gıda hareketlerinin, temiz ürünlere pazar yaratmanın yanı sıra,
kirletici ürünlerin üretimini engellemek için de kampanya yürütmesi gerekiyor.
Kirletmek bedava, temizini üretmek pahalı olduğu sürece tarımda sonuca ulaşmak
zor.
Haftanın anketi
Bundan böyle
bu köşede hafta içi Twitter hesabımdan (@ozzgurbuz ) yaptığım anketlere yer
vereceğim. Geçen hafta sorduğum, “Türkiye'deki ürünlerin GDO'lu olup
olmadığının etiketinde belirtilmesini ister misiniz” sorusuna ankete
katılanların yüzde 99’u “evet” yanıtı verdi. Türkiye’de insanlar ne yediğini
bilmek istiyor. Bakalım yöneticiler halkı ne zaman dinlemeye başlayacak?
BirGün’e sahip çıkmak için 7 neden
Özgür Gürbüz-BirGün/5 Şubat 2016
Bağımsız
medyaya ihtiyacımızın her geçen gün arttığı şu günlerde BirGün’e sahip çıkmamak
tam bir aymazlık olur. Benim BirGün ve onun gibi özgür düşünceye, yaşam hakkına
sahip çıkan diğer medya kuruluşlarına (her yazılan çizilene harfiyen katılmasam
da) destek olmaya çalışmamın birçok nedeni var. Bugün sadece yedi tanesinden
bahsedeceğim.
1. Patrondan,
hükümetten veya kolluk kuvvetlerinden korkmadan, etkisinde kalmadan haber
yapacak, yorumlayacak medyaya ihtiyacım var. Doğru bilgi aldığımı bilmek
istiyorum. Reklam vereni kızdırmamak için haberi saklayan, ülkeyi yönetenden
korkup yazıları sansürleyen medya benim sesim olamaz. Bana sağlığım için
tavsiye edilen gıdaların arkasında bile bin türlü ticari oyun dönüyor. Bu
yüzden her türlü haberi bağımsız medyadan okumak istiyorum.
2. Bugünün
Türkiye’sinde medyanın görevi sadece haber vermek değil. Dayanışmanın adresini
de göstermek zorunda. İşçi haklarından ekolojiye, sanattan ekonomiye nerede
desteğe ihtiyaç duyulduğunu, nerede güzel işler olduğunu ben bağımsız medyadan
öğreniyorum. Mutluluklar kadar acılarımızı paylaşmak için de buna ihtiyacım
var. Üzerimize çöreklenen ticari ve siyasi ağın parçası haline gelen medya kuruluşları
bana sadece yalan, çarpıtılmış haber vermiyor, yanlış filme, yanlış
mücadelelere de yönlendiriyor.
3. Artık ekmek
bile alırken paramı verdiğim fırının sahibini bilmek istiyorum. Ali İsmail
aklıma geliyor. Eli sopalı fırıncıya, palalı esnafa para kazandırma lüksüm yok.
Evime gelen ustayı bile eşe dosta sorup ona göre çağırıyorum. Verdiğim paranın yolsuzluklara,
hırsızlara, zalimlere gitmesine tahammülüm yok. Sütten otomobile, kiralayacağım
evden, tatil yapacağım yere kadar tüm ticari ilişkilerim dayanışma içindeki
insanlarla kurulmalı. Bağımsız, özgürlükçü medyada gördüğüm ilanlar benim için
yol gösterici. Türkiye’de otoriter devletin bireysel özgürlüğüme müdahale
ettiği, yandaşlarını üzerime sürdüğü bir durumda, dayanışmanın ekonomi gibi her
alana yayılması kaçınılmaz. Eşe dosta sormanın yanı sıra, radyodan, gazeteden
duyduğum reklamlara kulak kabartıyorum. Seri ilanlar, ders verenler, küçük
hastaneler, lokantalar, tatil köyleri, pencereciler gibi… Daha mı zor? Evet ama
bu ülkeyi değiştirmek isteyenlerin sadece oy kullanarak bunu yapamayacaklarını
anlamaları gerek. Bu uğraşların verdiği huzuru hiçbir şeye değişmem. O
yorgunluğa değer.
BirGün'e destek için tıklayın. |
4. Kolektif umuda ihtiyacım var. Bireysel kurtuluş çabalarının, devletten gelen sistematik saldırılar karşısında bir şansı yok. Malum, “kurtuluş yok tek başımıza”. Bu doğru ama lafta kalmamalı. İşin başı da umut. Umut yoksa kurtuluş yok! BirGün ve diğer bağımsız medya kanalları bize umudu hatırlatıyor. Medya bu umudu binlere taşımanın en kolay aracı.
5. Baskıcı
iktidarlar yandaş medyayı kullanarak sizi yalnız ve azınlıktaymış gibi gösteriyor,
umudumuzu ve mücadele azmimizi azaltıyor. Halbuki, Gezi bize başka ve özgür bir
Türkiye isteyenlerin zalimlerden hem çok hem de daha yürekli olduğunu gösterdi.
Önce iletişim araçlarımıza sahip çıkacağız sonra örgütlenmeyi hayatın her
alanına yayacağız. Sadece sokakta değil, mahallede, apartmanda değil hayatın
her alanında birbirimizi tanımamızı, yanyana gelmemizi sağlayacak yapılarda
buluşacağız. Dernek olur, parti olur. Birbirimizi tanırsak, yaşadığımız
apartmanda, sokakta kime güveneceğimizi bilirsek birbirimize de sahip çıkarız.
Gazeteler, televizyonlar bize bu araçları ve başarılı örnekleri göstermenin en
iyi aracı.
6. Doğruyu
söyleyen yoksa yalancılar nasıl ortaya çıkar? Kabataş yalanını hatırlayın.
Silah taşıyan tırları ya da ayakkabı kutularını. Bağımsız medya olmasaydı bugün
bunların hiçbirinden haberimiz olmayacaktı. Doğruların yazılmaya ve çizilmeye
ihtiyacı var.
7. Sadece
evrim, kültür-sanat ve Yeşil BirGün sayfaları bile benim için bu gazeteye sahip çıkma nedeni.
Medya özgür değilse, özellikle sanat, bilim ve ekoloji gibi alanlarda yetersiz
kalması kaçınılmaz.
BirGün’ü ve
bağımsız medya kanallarını desteklemek işte tüm bu nedenlerden ötürü çok önemli.
Sağlam birkaç gazete, birkaç TV kanalı bize yeter. Bu yayınların birleşmesi de bence
kaçınılmaz ve sesimizin gür çıkması için bir elzem. Gücüm yettiğince, gerekirse
kişisel zevklerimden vazgeçerek Türkiye’de özgürlüğün, barışın ve dayanışmanın
sesi olan tüm medya organlarını desteklemeye devam edeceğim. Benim nedenlerim
bunlar, sizin nedenleriniz hangileri?
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)