Dear Obama*

Özgür Gürbüz-BirGün/26 Ekim 2014

Görüşmeyeli uzun zaman oldu. Umarım keyfin yerindedir. Bizim buralar bildiğin gibi. Bildiğin gibi diyorum çünkü buradakileri sık sık aradığını basından okuyup öğreniyoruz. Olan bitenden haberin vardır. Telefon açıp, düşüncelerini paylaşıyor, tavsiyelerde bulunuyormuşsun. Gördüğümüz, duyduğumuz kadarıyla işe de yarıyor bu aramaların. Bazen keskin dönüşlere neden olsa da, bizde bir dediğini iki etmiyorlar izlenimi oluştu. Sana yazma nedenim de bu. Rica etsem birkaç konuda bizimkilere bazı hatırlatmalarda bulunur musun? Biz de söylüyoruz ama biliyorsun, buralıyız, halkız, birçoğumuz da çapulcu. Bizleri pek sevmiyorlar anlayacağın. Paramız, pulumuz da yok ki sevdirelim, derneğe, cemaate bağış yapalım. Bir tek aklımız var ama onu da istemiyorlar. Halbuki ücretsiz verecektik. Uzun süre taşıyınca bu ülkede akıl da başa bela, o yüzden kiralamayı bile önerdik ama nafile…

Sözü uzatmayayım. Önce ivedilikle halledilmesi gereken bir mesele var. Üsküdar’daki Validebağ Korusu’nda ağaçlar kesiliyor, toprak betona hapsediliyor. Bu seferki bahane de cami. “Mahalleli yeterince camimiz var, bize yeşil alan lazım” dese de dinletemiyor. Cami isteyen kim o da belli değil. Daha iki gün önce oradaydım. Zabıtaların avukat ve eylemcileri dövdüğü yere gittim. Yol boyunca karşıma adım başı cami çıktı. Üsküdar zaten camileriyle meşhur. Bir de sel basan, denize kavuşan meydanı var ama orasını şimdi karıştırmayalım. Belediye başkanı o meseleleri konuşmak istemiyor. Şimdi senden ricam şu: Bizimkine söylesen de şu inattan vazgeçse. Seni dinlerler. Yalnız durum biraz acil. Telefonla olacak iş değil. Bir zahmet SMS atıver ya da ‘WhatsApp’tan yazıver. Olmadı çoluk çocuk sokağa ineceğiz. Borsa düşecek, sizinkilerin de yüklü yatırımları var. Şimdi onları da üzmeyelim.

Elime klavyeyi aldım ya, aklıma bir başka konu daha geldi. Şu koridor meselesi labirent oldu burada. Açıldı mı, açılacak mı belli değil. Açılsa kim geçecek, kaç kişi geçecek o da belli değil. Laf aramızda, koridor açılsa özelleştirilmesinden, milletle derdi olan bir müteahhide verilmesinden bile korkuyorum. Çok yazmayacaksa onun için bir telefon daha açsan diyorum, hani bizim çözemeyeceğimizden değil ama pratik olduğundan. Bunca yıllık dostluğumuza ver, bir de tavsiyem olacak. Silah yardımı konusunda paraşüt iyi fikir ama bizimkiler Kobani’dekiler terörist mi değil mi henüz karar veremediği için sorun oluyor. Salı, çarşamba, perşembe ve cumaları PYD’ye terörist diyorlar. Kalan günlerde müzakereler sürdüğü için ortalık sakin. Paraşütleri mümkünse o günlerde atın. Aslında öyle açıktan silah gönderdim demeseniz daha iyi olacak. Örneğin, insani yardım gönderdim deyin. Biz duygusal milletiz, içimiz acıdı mı gönlümüz de bollaşır. Hatta iyisi mi, ne göndereceksiniz sandıklarla değil, TIR’la gönderin. Bir Amerikan filminde görmüştüm, paraşütle kamyon falan atıyordunuz. Yine öyle yapın, kimse ne arar, ne sorar. Zaten TIR’ın içine girsen, görsen yazamazsın; medyaya yasak var. En iyisi bu. Bir de telefondan sonra basın açıklaması yaparsan, “Beyefendinin bize söylediği gibi” diye bitirmeyi unutma lütfen. Buralarda öylesi daha makbul.

Seni çok yordum ama bir ricam daha olacak. Bir de bizim mahallelinin talebi var. Acelesi yok diyorlar, beklemeye alışmışlar. O yüzden mektup bile yazabilirsin. Mahalleli demokrasi istiyor. Elçiye zeval olmaz. Ben de biliyorum çok şey istediklerini ama “Obama’yı kırmazlar, o derse olur” diye tutturdu buradaki çocuklar. Yalnız, “olmayacaksa bilelim, biz başımızın çaresine bakarız” da diyorlar. Kararlı gözüktüler, sen istemesen de memlekete demokrasi getirecekler sanki. Ben de söyledim, “Latin Amerika mı burası” dedim ama dinletemedim.

Az daha unutuyordum, atama bekleyen öğretmenler için de Milli Eğitim’e bir eposta atar mısın? Bilgi bölümüne Ahmet Bey’i eklemeyi de unutma lütfen. Michelle’e çok selam. Ülkecek çok seviyoruz kendisini.

*Sevgili Obama

Çivisi çakılmadan nükleere zam geldi

Özgür Gürbüz-BirGün/19 Ekim 2014

Kimse farkında değil ama ‘ucuz’ olacağı iddia edilen Akkuyu’daki nükleer santralin üreteceği elektriğe yüzde 48 oranında zam geldi. Hem de daha bir çivi bile çakılmadan. Olmayan nükleer santralin, üretmediği elektrik nasıl olur da zamlanır diye sormayın. Burası, ‘Yeni Türkiye’, burada tüm mucizelere yer var.

Türkiye, Mersin’de nükleer santral yapılması için 12 Mayıs 2010 tarihinde Rusya Federasyonu ile bir anlaşma imzaladı. Cebimizde, kurulması düşünülen dört nükleer reaktöre verilecek en az 20 milyar dolar olmadığı için Rusya’ya başka bir formül önerildi. “Santrali kendi sermayenle yap, sonra bize ürettiğin elektriği sat” dendi. Rusya da üreteceği elektriğe alım garantisi istedi. Türkiye, 15 yıl boyunca, ilk iki reaktörün üreteceği elektriğin yüzde 70’ini, diğer iki reaktörün üreteceği elektriğin ise yüzde 30’unu Rus devlet şirketi Rosatom’un Türkiye’deki uzantısı Akkuyu Nükleer A.Ş.’den satın almayı taahhüt etti. Fiyatı da belli, kilovatsaat başına 12,35 dolar sent. Ruslar cepten harcayacak ama yatırdıkları parayı daha sonra elektrik satarak fazlasıyla geri alacak. Kıyamet de burada kopacak. Anlaşma imzalandığında Merkez Bankası dolar kuru 1,52 TL’yi gösteriyordu. 17 Ekim itibariyle 1 doların karşılığı 2,25 TL’yi buldu. Olur da nükleer santral projesi gerçekleşirse, Rusya bize elektriği dört yıl önce imzaladığı anlaşmadaki fiyatın bir buçuk katı fazlasına satacak. O da, dolar bu fiyatta kalırsa. Dolar arttıkça zararımız daha da büyüyecek. Bugün inşaata başlansa ilk reaktör en erken 2020’de bitirilebilir. Zararı ya da zammı varın siz hesaplayın. Sinop’ta da durum farklı değil. Oradaki fiyat da kilovatsaat başına 11,8 dolar sent.

Türkiye’nin zararı sadece doların TL karşısında değer kazanmasıyla sınırlı değil. Yaptığımız ihracatın büyük bölümü Avrupa’ya. Gelirimiz avro ama başta petrol ve doğalgaz olmak üzere giderlerimiz çoğunlukla dolar üzerinden. Avronun dolar karşısında değer kaybetmesi işimizi daha da zorlaştırıyor.   
Alım garantisi nükleere has değil, rüzgar ve güneş gibi yenilenebilir enerji kaynaklarına da alım garantisi veriliyor diyebilirsiniz. Arada iki fark var. ‘Normal koşullarda’ yenilenebilir kaynaklara verilen alım garantisinin amacı serbest piyasada eşitliği sağlamak. Tüm dünyada bu mekanizma, temiz enerji kaynaklarının (rüzgar, güneş, jeotermal, biyokütle vb.) kirleten kaynaklara (kömür, doğalgaz ve nükleer) karşı eşit şartlarda rekabet edebilmesi için uygulanıyor. Kirletmemek için yaptıkları yatırımın karşılığı, alım garantisi verilerek bir anlamda yatırım desteğine dönüştürülüyor. Türkiye’de ise kirleten bir kaynağa teşvik veriliyor. Kaldı ki, tüm temiz enerji santralları bu garantiden faydalanmıyor. Birçoğu, ürettiklerini piyasaya satıyor, alım garantisine başvurmuyor.

İkinci fark ise alım garantisinin süresi ve miktarı. Yasaya göre rüzgar, jeotermal ve hidroelektriğe verilen alım garantisi 10 yıl. Nükleere ise 15 yıl. Üretilen elektrik miktarları da kıyaslanamaz. Şirket, Akkuyu santrali yapılırsa yılda 35 milyar kilovatsaat elektrik üreteceğini söylüyor. Türkiye’nin 245 milyar kilovatsaat elektrik tükettiğini düşünürsek, alım garantisi verilen miktar tüketimin 10’da biri. Hükümet acilen, tekelcilik, fiyat kontrolünün bir şirketinin eline geçmesi ve dolardaki artışla elektrik fiyatlarının nasıl artacağı konuları üzerine çalışsa iyi olur. Rusya’dan dolarla fiyatlandırılmış doğalgaz almak yerine yine dolarla fiyatlandırılmış elektrik almak neyi değiştirecek? Hiçbir şeyi. 

Santral yapılırsa ihtiyacımız olmasa bile bu elektriği almak ya da bedelini ödemek zorundayız. Doğalgazda yıllar önce yaptığımız hatayı tekrar etmenin ne anlamı var? Rusya’nın doğalgazına muhtaç kalmamak adına, Rusya’nın Türkiye’de nükleer santral kurmasına izin verdiğimiz, nev-i şahsına münhasır ‘enerjide bağımsızlık’ projesi bizi sadece çevre ve dışa bağımlılık açısından değil ekonomik açıdan da zorlayacak.

Füzyon reaktörüne değil adil bir dünyaya ihtiyacımız var

Lockheed Martin firmasının kamyona sığacak büyüklükteki bir füzyon nükleer reaktörünü 10 yıl içinde ticari bir ürün haline getirebileceğini açıklaması üzerine bu yazıyı yazmak zorunda kaldım. Hem kafa karışıklığını azaltmak, hem de şu ‘enerji açlığımıza’ bir çare bulmak amacıyla…

Özgür Gürbüz/18 Ekim 2014

Öncelikle füzyon ve fisyon reaktörlerini birbirinden ayıralım. Dünyada çalışan ve elektrik üreten nükleer reaktörlerin hepsi fisyon reaktörü. En basit tabiriyle açıklarsak, atomun parçalanması sonucu ortaya çıkan ısıdan yararlanarak elektrik üreten bu santrallere dünya yabancı değil. Yabancı değil ancak memnun da değil. Nükleer silah üretimiyle başlayan ve ucuz elektrikle devam etmesi beklenen bu 60 yıllık macera geride, nükleer kazalar (3 Mil Adası, Çernobil ve Fukuşima), nükleer silahlar ve binlerce yıl radyasyon yayan tonlarca radyoaktif atık bıraktı, bırakmaya da devam ediyor. Bu yüzden de daha iyisini bulma çabaları hiç rafa kaldırılmadı. Füzyon ise fisyonun tam tersine, atom çekirdeklerinin yüksek ısıda kaynaştırmayı, bu sayede adeta bir yapay güneş elde ederek büyük bir enerji üretmeyi amaçlıyor. Ama bu da yeni bir çaba değil, neredeyse atomu parçalayarak elektrik üretme fikri kadar eski.

ITER projesinde kullanılacak Tokomak makinesi. Kaynak: ITER
Füzyon reaktörÜ çalışmaları
Lockheed Martin’in füzyon reaktörü üzerinde çalıştığı ve bunu bir kamyona sığdırabileceği habere gündeme düşene kadar bilinen en önemli füzyon girişimi, kısaca ITER denilen Uluslararası Termonükleer Deneysel Reaktörü projesiydi. Projeyi Avrupa Birliği, ABD, Japonya ve Sovyetler Birliği başlatmıştı. Yanlış duymadınız, proje başladığında Sovyetler Birliği dağılmamıştı. Füzyon reaktörü hayalinin ne kadar uzun bir geçmişe sahip olduğunu hesaplamak için bu bilgiyi kullanabilirsiniz. Projeye daha sonra Çin, Güney Kore ve Hindistan da katıldı. Lockheed’in planladığı reaktörün 5 katı, 500 megavat (MW) gücünde olması beklenen ITER’in 2027’de tamamlanması bekleniyor. Lockheed ise 10 yıl sonrasını işaret ediyor. Yılların hayalini gerçekleştirme konusunda iddialılar. Medyayı da ‘kamyona sığan nükleer’ sloganıyla tavladılar. Küçük nükleer reaktör kavramı aslında çok yeni değil; önemli de değil. Burada dikkat edilmesi gereken nokta taşınabilir olması. Rusya’nın da yüzer nükleer santral çalışmaları sürüyor ama çok daha büyükler. Lockheed’in asıl amacının elektrik talebi çok olan araç ve donanımın hizmetine, taşınabilir bir enerji kaynağı götürmek olduğu ortada. Kentler ve fabrikalar ayaklanmadığına, bu yüzden de hareket eden bir santrale ihtiyaç duymadıklarına göre yine askeri bir amaçtan bahsediyoruz. Firma da bunu gizlemiyor aslında.

Füzyon reaksiyonu
Görmeden kimse inanmaz
Askeri amacı şimdilik bir kenara koyalım. Reaktörün boyutunu küçültmeleri reaksiyonu kontrol etmelerini kolaylaştırabilir ama sonuçta ‘küçük bir güneşi’ kontrol etmekten bahsettiğimizi unutmayalım. Döteryum ve trityum izotoplarının 150 milyon derecenin üstünde bir ısıya maruz kalmasından ve sıcak plazma oluşturmalarından. Bu reaksiyonu kontrol etmeniz lazım. İşin en zor tarafı da bu. Teoride daha basit olan fisyon reaksiyonlarında neler yaşandığını biliyoruz. Füzyonu kontrol edebileceğini iddia etmek ise bunun çok ötesinde bir teknoloji gerektiriyor. Bunun için de yaratılacak manyetik alana güveniliyor. Bu manyetik alanın plazmayı reaktör çeperinden uzak tutması gerekiyor. Kimse reaktörün gerçekten ve uzun süreli kontrol edildiğini görmeden Lockheed Martin’e inanmaz.

Füzyon reaktörü tek başına çalışamaz
Füzyonu gerçekleştirmek için çok yüksek ısıya ihtiyaç duyulduğunu söylemiştik. Bunu sağlamak için bir başka enerji kaynağı gerekecek. ITER’de 500 MW’lık reaktörü faal hale getirmek için 50 MW’lık bir güç gerektiği belirtiliyor. 50 verip, 500 alıyorsunuz. Yoktan enerji var etmiyorsunuz. Bunu da unutmamalı.

Maliyet yüksek
Yeni teknolojilerde maliyet hep yüksek olur. Lockheed maliyet konusuna hiç değinmedi. ITER projesi hakkında daha fazla bilgimiz var. 10 yıllık inşa süresince gereken miktarın 13 milyar avro olduğu söyleniyor. 2001’deki tahminde 5 milyar avrodan bahsediliyordu ama iş ciddiye bindikçe maliyet de artmaya başladı. Daha da artarsa kimse şaşırmaz. Aynı güçte bir gaz santralinin maliyetinin 32 kat daha ucuz olduğunu düşünürseniz füzyon reaktörlerin gidecek çok fazla yolu olduğunu görebilirsiniz.

Nükleer atık
Füzyon reaktörlerden nükleer atık çıkmadığı bilgisi doğru değil. Reaktörün kendisi yüksek radyoaktiviteye sahip bir atık haline geliyor. Bu atığın ömrü, fisyon reaktörlerinden çıkan atıklara göre (örneğin 244 bin yıl radyoaktif kalan Plütonyum-239) daha kısa ve az miktarda. Yine de bu yüksek seviyeli atığın kömür külündeki radyasyon seviyesine gelmesi için 300 yıl gerektiği unutulmamalı. Füzyonu savunanlar bunu dert edinmiyor. Atıkları 300 yıl kontrol edecek teknolojimiz var diyorlar. 60 yıllık bir tecrübeye rağmen. Sonuçta ne 300 yıl az bir süre ne de radyasyonun azı yararlı.

Silah tehlikesi
Füzyon teknolojisi de aynı fisyon gibi nükleer silahlarda kullanılabiliyor. Hatta onları daha hafif ve küçük yapabildiği için riski de arttırıyor. Hidrojen veya termonükleer silahlar füzyonla tetiklenen fisyon reaksiyonlarının sonucu. Hollanda merkezli sivil toplum örgütü WISE, birkaç gram trityumun, birkaç kilogram plütonyumu çok etkili bir nükleer bombaya çevirebileceğine dikkat çekiyor. (http://www.wiseinternational.org/node/2976) Hafiflik ve küçüklük nedeniyle de teröristlerin ilgisini çekebileceğinden bahsediyor. Bu da işin bir başka boyutu.

Asıl sorun kapitalizm
Kaynak: cleantechica.com
Bu füzyon tutkusunun ardında yatan en büyük sorun ise kapitalizm. İşsiz kalan nükleer endüstrinin füzyonla üniversitedeki bölümlerinin kapanmasını önleme gayreti, devlet bütçesinden araştırmalara fon alma niyeti elbette var ama enerji sorunu denen yapay sorunun ardında koskoca bir sistem yatıyor. Füzyon araştırmalarını tanıtırken, Lockheed’in de yaptığı gibi, dünyanın enerji sorununu çözecek bir buluş vurgusu, sınırsız enerji kaynağının bulunacağının söylenmesi aslında başlı başına sorunun kendisi. Dünyadaki yenilenebilir enerji ve enerji verimliliği potansiyeli tüm enerji ihtiyacımızı karşılayabilir. Sadece güneş, her yıl dünyanın tüm enerji tüketiminin 1000 katını üretiyor ama biz bu potansiyelin çok azını kullanabiliyoruz. Tek sorun bu da değil. Mevcut enerjinin adil bir şekilde dağıtılmamış olmasından ve gerçek talepleri karşılamak üzere kullanılmamasından kaynaklanıyor. Almanya’da kişi başına düşen elektrik tüketimi 6700 kilovatsaatken, Kanada’da 16 bin, ABD’de 12 bin kilovatsaati geçiyor. Gelişmişlik seviyesi açısından değerlendirirsek, kim çıkıp Almanya’nın veya benzer ortalamaya sahip AB ülkelerinin Kanada veya ABD’den daha az gelişmiş olduğunu iddia edebilir? 

Sorun açıkça görüldüğü gibi enerjiyi bilinçsizce tüketmekten kaynaklanıyor. Bunun yanı sıra savaş sanayine harcanan enerjinin, lüks ve aşırı tüketimi özendiren hayat tarzının yani kapitalizmin de terk edilmesi gerekiyor. Füzyon peşinde koşmanın asıl nedeni de bu; tüketim toplumunun ve o sayede elde edilen iktidarların elde tutulmak istenmesi. Kapitalizm, kaynak sorununun enerjiyle sınırlı olmadığını görmek istemiyor. Otomobil üretmeniz için gereken tek girdi enerji değil. Çelikten plastiğe onlarca farklı hammaddeye daha ihtiyaç var. Enerji sorununu çözmek, doğadaki kaynakların daha fazla sömürülmesine yol açacak. Sınırlı kaynaklar için savaşlar çıkacak. Bunun yaratacağı ve şimdiden görmeye başladığımız ekolojik krizle ilgilenmeyen bir ekonomik sistemden bahsediyoruz. Büyük şirketler, kâr edilebildikleri sürece, yok olan doğa ve yaşamı birer maliyet kalemi saymaya devam edecekler. Daha çok enerji de daha çok yıkım anlamına gelecek. Füzyonla enerji sorununu çözebilirsiniz ama daha büyük ekolojik sorunlara da kapıyı açmış olabilirsiniz. Bilimsel araştırmalara hiç karşı olmadım ama adil bir dünyanın temellerini atmanın füzyon reaktörünü bulmaktan önce geldiğine inanıyorum.

Son söz. Enerji sorununu çözmek için asıl yapılması gereken enerji tüketimini azaltmak. Dünyada herkese yetecek kadar enerji var ama herkesin keyfine yetecek kadar yok[1].



[1] Mahatma Gandi’nin “Dünya herkesin ihtiyacına yeter ancak herkesin hırsına yetmez” sözüne atfen.

Türkiye Paris’te ne yapacak

Özgür Gürbüz-Yeşil Ekonomi/15 Ekim 2014

New York’ta yapılan 23 Eylül’deki İklim Zirvesi, bir süredir yerinde sayan iklim müzakerelerini hareketlendirdi. Hem iklim anlaşmalarına imza atmış devletler hem de sivil toplum üzerindeki ölü toprağını attı. Çağrıcı Birleşmiş Milletler, tüm ülkeleri 2015’te Paris’te yapılacak Taraflar Toplantısı (COP 21) öncesi yeni hedefler almaya, taahhüt etmeye çağırdı. Zirve’de başta Avrupa Birliği olmak üzere birçok ülke yeni, ölçülebilir hedefler açıkladı. New York Zirvesi’nin en büyük hedefi ise yıl sonunda Peru’da yapılacak toplantıda yeni bir küresel anlaşmanın taslak metninin ortaya çıkması ve gelecek yıl Paris’te imzalanmasıydı. Bu başarılırsa, 2020’den itibaren yürürülüğe giren, yeni ve bağlayıcı bir uluslararası iklim anlaşmamız olacak. Kyoto’nun birinci dönemindeki gibi ancak daha yüksek oranlarda seragazı azaltmayı mecbur kılacak bu anlaşma ülkelerin ekonomi ve enerji politikalarını etkileyecek. Peki, dünyada bu gelişmeler yaşanırken Türkiye ne yapıyor ve Paris’te ne yapacak?

Aslında Paris’ten önce Lima’da, 20. Taraflar Toplantısı var ama New York’ta Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın yaptığı konuşmaya bakılırsa Türkiye bu toplantıya hazır değil. Erdoğan’ın 2011’deki söylemi tekrarlayan konuşması, bir anlamda son üç yılın boşa harcandığının işareti oldu. Türkiye şunu anlamak zorunda. Seragazı emisyonları kelime oyunlarıyla değil, eylemle azalıyor. İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’ne (İDÇS) imza koyduğumuzdan bu yana her yıl BMİDÇS Sekretaryası’na düzenli envanter raporu veriyoruz. O raporda da emisyonlarımızın 1990’dan bu yana yüzde 133,4 oranında arttığı yazıyor. Bunu yok sayamayız. Müzakereler öyle bir sürece giriyor ki, ya ok yaydan tamamen çıkacak ya da herkes elini taşın altına koyacak. Aklı başında hiçbir devlet ‘vurdumduymazlık senaryosuna’ güvenip plan yapmaz. Türkiye’de seller ve kuraklığın sadece bu yılki bilançosuna bakmak bile sokaklara ceset torbaları bırakmanın önlem almak olmadığını göstermeye yetiyor. O halde ne yapabileceğimizi çalışıp, toplantılara öyle gitmeliyiz.

Türkiye’nin bahanesi kalmadı
Türkiye bugüne kadar iki bahanenin arkasına sığındı. İklim müzakerelerinden sonuç çıkmaması birinci bahaneydi. Sorumluluğun başka ülkelerde olduğu ise ikinci bahane. İlk bahanenin Paris’te geçerliliğini yitirdiğini ve herkesin yeni bir anlaşmayla yola koyulduğunu düşünelim. Türkiye bu anlaşmanın dışında kalabilir mi? Hiç sanmıyorum. Kyoto sürecine yanlış başlayıp, geç dahil olduğumuz için sorumluluk almadık ama artık sürecin içindeyiz. Peki, yeni süreçte nasıl ve hangi sözlerle yer alacağız? Yine, “bizim kişi başına düşen emisyon miktarımız az, bu iş gelişmiş ülkelerin sorumluluğu” argümanının ardına sığınabilir miyiz? Bakalım.


Türkiye’de kişi başına düşen emisyon miktarı 2012 sonu itibariyle 5,9 ton. 2011 ile 2012 arasındaki artış hızımızı (%3,7) temel alırsak ve her yıl bu oranda artış öngörürsek (bu son yıllardaki en düşük artış hızı) Türkiye’nin toplam seragazı emisyonları 2020 yılında 600 milyon tona ulaşıyor. Yılda kişi başına düşen emisyon miktarı da 7,1 tonun üzerine çıkıyor. Aynı zaman diliminde, Avrupa Birliği ülkelerinin kişi başı emisyonları da muhtemelen 7 ton seviyesine inecek. 2012 itibariyle AB-28 ortalaması 8,9 ton. AB-15 ortalaması ise 9 ton. Avrupa Birliği ülkeleri seragazı emisyonlarını hızla azaltıyor ve taahhütlerini sürekli yükselttikleri için daha da azaltacak. 2002’de, AB-15’te kişi başına düşen emisyon miktarı 11 tondu ve 10 yılda 2 ton azaltmayı başardılar. 2020’de Türkiye’nin AB ortalamasını yakalayacağını söylemek falcılık olmaz. Kısacası, 2020’de devreye girecek bir anlaşmada, kişi başına düşen emisyon miktarı Türkiye’nin sorumluluk almaması için bir bahane olamayacak.

Sorumluluğu başka ülkelere atmakta kullandığımız bir diğer ‘argümanımız’ ise onların tarih boyunca atmosferi kirlettikleriydi. Türkiye’nin atmosfere seragazı bırakmasının son 20 yıl ile sınırlı kaldığı, bu yüzden de hâlâ kirletme hakkımız olduğu savunuluyordu. Acı gerçek ise şu: Son yıllarda o kadar çok miktarda seragazını atmosfere bıraktık ki, tarihsel emisyon miktarlarında da gelişmiş ülkeleri yakalamaya başladık. Türkiye’nin 1850-2011 yılları arasında atmosfere bıraktığı seragazı miktarı 6 milyar 956 milyon ton (Kaynak: The Carbon Map). Bu bizi tarihsel emisyon sıralamasında 185 ülke asında 27. yapıyor. Bizimle benzer ekonomik koşullardaki ülkeleri inceleyelim çünkü onların yeni dönemdeki hedefleri bizden de istenebilir. Meksika’nın tarihsel emisyonları 14,5 milyar ton. Brezilya’nın 11,2; Güney Afrika’nın 14,7 ve İspanya’nın 12 milyar ton. Bu ülkeler önümüzdeki dönemde yükümlülük alır veya almaya devam ederse, benzer ekonomik yapıya sahip Türkiye’nin dışarıda kalması zorlaşacak. Aşağıdaki tabloda detayları görebilirsiniz.

Son olarak, New York’taki zirvede, Paris’i beklemeden taahhütte bulunan ülkelerden bazılarına bir bakalım. Endonezya, 2020’ye kadar seragazı emisyonlarını yüzde 26, Malezya yüzde 40; Uruguay ise 2030’a kadar yüzde 85 azaltmayı taahhüt etti. Avrupa Birliği’nin 2030 hedefi ise emisyonlarını yüzde 40 oranında azaltmak. Birlik içerisinde bu hedefi görüp arttıranlar da var. İrlanda’nın azaltım hedefi 2050’ye kadar yüzde 80. Hindistan, 2030’a kadar güneş ve rüzgardan elde edeceği enerji miktarını iki katına çıkarmayı, Şili ise 2025’e kadar elektrik üretiminin yüzde 45’ini yenilenebilir enerji kaynaklardan sağlamayı hedefledi. 

Her şey tozpembe değil. Çin ve ABD’nin birbirini sınaması, Rusya ve Kanada’nın ortalarda gözükmemesi hâlâ soru işaretleri yaratıyor. Japonya’nın yeniden görüşmelere döneceğinin sinyallerini vermesi, Kore ve Fransa’nın iklim fonuna para aktarması ise yeterli olmasa da iyi sinyaller. Bu durumda Türkiye’nin şu ana kadar sürdürdüğü çözümsüzlük stratejisini rafa kaldırıp, Paris’e samimi bir hedefle gitmesi, en azından hazırlanması, en doğru iş olacak. Sular altında kalma tehlikesi yaşayan Tuvalu halkı, kendilerine 2020’ye kadar yüzde 100 yenilenebilir enerji hedefi koyarken, bizim de en azından o insanların yüzüne bakabilecek bir taahhütle masaya oturmamız, stratejileri geçtim, insanlığın gereği. Umarım sorumlular bizi utandırmaz.

Kobane ve sivil itaatsizlik

Özgür Gürbüz-BirGün/12 Ekim 2014

Vicdani retçiler, barış eylemcileri ve pasifistler için en zor zamanlar, havada kuşların değil kurşunların uçtuğu günlerdir. Bu zamanlarda kimse söze, vicdana kulak vermek istemez, şiddet hayata egemen olur. Pasifizm ve sivil itaatsizlik zayıf, etkisiz eylem biçimleri sanılır ve küçümsenir. Gandi’nin İngiliz İmparatorluğu’nu sivil itaatsizlik eylemleriyle dize getirdiği unutulur. Halbuki otoritenin ve zorbanın en korktuğu eylem ona itaat edilmemesidir. Cumartesi Anneleri ve Gezi’nin gücü kalabalık olmalarından değil, ısrarla otoriteye boyun eğmemelerinden gelir. Zorunlu din dersine girmemek, celp kâğıdını yırtmak ve kesilecek ağaçların önünde durmak sivil itaatsizlik eylemleri arasında sayılabilir.

Sivil itaatsizlik eylemleriyle diğerleri arasında ince bir çizgi var. Bu eylemlerin genelinde bir yasa değişikliği talep edilir ya da adil olmayan bir yasanın, uygulamanın kaldırılması istenir. Eylemden önceki tüm seçeneklerin denenmiş olması önemlidir. İtaatsizlik saklanmaz, şeffaflık ve şiddet içermeyen eylem ön plandadır. Eylemci tutuklanmayı, yargılanmayı göze alır. Bu, konunun gündeme taşınmasının bir parçasıdır. Gandi meşhur tuz eylemine başlamadan önce İngilizlere mektupla haber bile vermiştir. Güvenlik güçlerine karşı sözlü ya da fiziksel şiddete başvurmaz ancak itaat etmez. Karakola mı götüreceksin, taşıyıp götüreceksin der. Çıkış noktası genelde politiktir. Kamu vicdanına seslenmeyi amaçlar, bir grubun çıkarı için yapılmaz.

Soru şu. IŞİD gibi bir örgütle karşı karşıya kaldığınızda oturma eylemi yapabilir misiniz? Kobane’de IŞİD’i sivil itaatsizlik eylemleriyle durdurabilir misiniz? Hayır. IŞİD bir devlet ya da otoritesini yasalardan alan bir yapı değil. Çete reisi veya bir sultan gibi, kararları anlık ve hukuksuz. Gandi’nin zafere ulaşmasının bir nedeni de karşısındaki gücün kurumsallığıdır. Devlet terör örgütü veya çete gibi davranamaz. Davranırsa karşısına aldığı halk da öyle davranır ve iş işten geçer. Türkiye’deki eylemlerde ‘şiddetsizlik’ sınırının belli zamanlarda aşılmasında devletin ya da otoritenin, konumunu unutup şiddete başvurması ya da emrindekilerin şiddetine göz yummasının rolü de büyüktür.

Buradan, ‘IŞİD’i sivil itaatsizlik eylemleriyle durdurmak mümkün değil’ sonucunu çıkarmayalım. Soruyu doğru zamanda sorabilseydik belki IŞİD ortaya çıkmadan onu durdurabilirdik. Suriye’ye müdahaleye karşı sokakları işgal edip, oturabilseydik. İmza kampanyalarıyla her gün görünür olabilseydik. Batı’nın Ortadoğu’yu anlamama yeteneğine şapka çıkarmadan, Esad’ı destekliyor gibi görünmekten korkmadan, “savaş hiçbir sorunu çözemez” diyerek, Suriye’ye giden TIR’ların önüne yatıp yolları kapatabilseydik. Hep birlikte ve aynı anda, sınırlarımızdan Suriye’ye kimin ve nelerin geçtiğinin açıklanmasını isteyen dilekçeler yazarak, kamu kuruluşlarına telefonlar açarak onları çalışamaz hale getirseydik. Daha da önemlisi, ortada İŞİD bile yokken, silahlanmaya, palalılara, düğünde gelini vuran çifteye karşı çıkabilseydik, bugün Esenyurt’ta, Gaziantep’te ve Bingöl’deki ölümleri durdurabilirdik. Sözün kısası, belki de bu kötü günleri görmeden, savaşın daha az can almasına neden olabilirdik. Belki de olamazdık ama denemedik.

Barış eylemcileri, pasifistler ve savaş karşıtlarının bugün etkisiz olmaları onların eylem biçimlerinin güçsüzlüğünde değil, aslında bu ülkede yaşayan herkesin şiddet içeren eylemlere öyle ya da böyle güvenmesinden kaynaklanıyor. IŞİD kapıya gelmeden yapılacakları yapmadığımız için şimdi savaşı ve silahı konuşuyoruz. Hatalarımızı, eksikliklerimizi kabul edersek gelecekte yolu şiddetten geçmeyen bir barış umudumuz olabilir. Farkındayım, bu yazdıklarım Kobane’yi İŞİD’in elinden kurtarmayacak ama belki geleceği kurtaracak. Evet, sadece belki ve eğer hepimiz istersek.

Nükleer santraller ve lösemi

Kaza ve sızıntı yapmasalar bile nükleer santrallerin yakın çevresinde yaşayanlarda kansere yakalanma riskinin daha yüksek olduğunu gösteren önemli çalışmalar var. Bunlardan belki de en bilineni, “KIKK Araştırması” adıyla anılan ve Almanya Radyasyondan Korunma Dairesi’nin başlattığı çalışma. Almanya’daki 16 nükleer reaktörü kapsayan araştırmada, nükleer santrallere beş kilometreden yakın bir mesafede yaşayan ve beş yaşayan küçük çocuklarda rastlanan kanser sayısı, nükleer santralden uzakta yaşayan aynı yaş grubundaki çocuklarla kıyaslanıyor. 1980-2003 yılları arasındaki veriler kıyaslanınca, nükleer santralden uzakta oturan çocuklarda lösemiye daha az rastlandığı ortaya çıkıyor. Dr. Alfred Körblein’in yürüttüğü bu çalışma 2007’de gözden geçirildi ama santrallerin kanser etkisini gösterecek veriler değişmedi. Nükleer santrale beş kilometre çapında bir mesafede yaşayan, beş yaşın altındaki çocukların kansere yakalanma olasılığı beklenenden 1,6 kat; lösemiye yakalanma olasılığı ise nükleerden uzak duran çocuklara oranla 2,2 kat daha fazlaydı. Buna rağmen, araştırmayla ilgili tartışmalar bitmedi.(Körblein daha önce Türkiye'ye de gelmiş ve araştırmasının sonuçlarını açıklamıştı. O konuda yazdığım haber için lütfen tıklayınız)

The Ecologist dergisinde yayımlanan yeni bir makale, KIKK Araştırması’nda çıkan sonuçları açıklayacak nitelikte. Dr. Ian Fairlie tarafından kaleme alınan ve 29 Eylül 2014’te yayımlanan makalede, nükleer santrallerin yakıt değişimi sırasında normal çalışma süresindeki radyasyonun 500 katını çevreye bıraktığı belirtiliyor. 12 saat boyunca radyoaktif emisyonların tepe noktasına çıktığını belirten Fairlie, çocuklarda görülen löseminin kaynağının yakıt değişimi sırasında ortaya çıkan yüksek radyasyon olabileceğine dikkat çekiyor. Nükleer reaktörlerde yakıt değişimi 1 veya 1,5 yılda bir yapılıyor. Bu sırada da santrallerden etrafa yayılan rutin radyasyon en yüksek miktarlara ulaşıyor. Dr. Fairlie, nükleer santral yakınında yaşayan çocuklarda daha sık lösemiye rastlanmasının sebebi bu olabilir mi sorusuna, “Evet, olabilir” yanıtını veriyor. Fairlie, “Nükleer santrale yakın ve oradan esen rüzgarların yolu üzerinde oturanlar, yakıt değişimi sırasında yıl boyunca aldıkları rutin radyasyon seviyelerinin 20 ila 100 katı radyasyona maruz kalıyorlar” diyor. Makalede, yakıt değişimi yapacak nükleer santrallerin bu sırada bölge halkını uyarması gerektiği ve yakıt değişiminin rüzgarların radyoaktif emisyonları okyanusa doğru taşıyacağı zamanlarda yapılması gerektiği de yazılı.

The Ecologist'teki makaleye ulaşmak için lütfen tıklayınız:

Çanakkale 100 bin parça

Özgür Gürbüz-BirGün/5 Ekim 2014

Planlamaya hiç karşı olmadım. Hatta bizim gibi herkesin kafasına eseni yaptığı ülkelerde bir zorunluluk olduğunu bile düşünürüm. Ancak planı doğru yapacaksınız. Yanlış plan yaparsanız geri dönüşü olmaz. Balıkesir-Çanakkale 1/100 bin ölçekli Çevre Düzeni planı da geri dönüşü olmayan planlardan biri. Türkiye’nin en güzel illerinden Çanakkale bu planda katlediliyor. Türkiye’nin en temiz havası kömürcülerin tozuna, madencilerin siyanürüne feda ediliyor. El değmemiş ormanlar, eşine az rastlanır verimli tarım toprakları inşaat ve yol çetelerinin işgaline sunuluyor.

Planlar doğru yerleşmenin, sürdürülebilir yaşamın koruyucuları gibidir. Yanlış planlarsanız ya da bilerek yanlış yaparsanız çarpık kentleşmeye, ormansızlaşmaya, tarımda dışa bağımlılığa ve bin türlü sağlık sorununa davetiye çıkarırsınız. En değerli hazinemiz toprak biter. Çevre düzeni planı bavul değil. Boşaltıp yeniden dolduramazsınız. Orman, su ve hava gitti mi gider.

Çanakkale için yapılan planda dev sanayi bölgeleri, madencilik sahaları, Gökçeada ve Bozcada gibi korunması gereken yerlerin ranta açıldığı görülüyor. Bunların hangisine Çanakkale’nin ihtiyacı var? Tek tek bakalım.

Dünyada çıkarılan altınların yüzde 80’inden mücevher yapılıyor. Mücevher bir ihtiyaç değil, hayat kurtarmıyor, dünyayı ileri götürmüyor. Kalan yüzde 20’nin büyük bir kısmı da yatırım amaçlı alınıyor. Çıkarılan altının çok azı elektronik eşya yapımında kullanılıyor. Bunu iyi bir şey kabul etsek bile dünyada bilgisayarlara yüzlerce yıl yetecek altın zaten var. Mesele sadece bu değil. Altın madeni işletmelerinin ocak başı satış gelirinin sadece yüzde 2’si devlet payı olarak ödeniyor. Bergama’dan başlayarak hukukun askıya alınması, madencilere istedikleri gibi kirletme izni verilmesi birkaç kişiyi zengin etmekten ibaret. Bir altın yüzük için 18 ton maden cevheri atığı üretilen bir sektörden bahsediyoruz. Aklı, vicdanı olan biri bu madenleri plana koyar mı? Koymaz.

Planda termik santraller de var. Türkiye’nin elektrik talebi 2013’te sadece yüzde 1,3 oranında arttı. Santral yapımı ise hız kesmedi. Fazla kapasite var. Önümüzdeki yıllarda da elektrik talebi yüksek oranlarda artmayacak çünkü ekonomideki büyüme sınırlı kalacak. Daha da önemlisi, istenirse ekonomideki büyüme daha az enerji tüketimiyle gerçekleşebilir. Türkiye zaten enerjiyi kötü kullanan bir ülke. Verimlilikle, aynı gelişmiş ülkelerin yaptığı gibi daha az elektrik tüketerek büyüme sağlanabilir. Türkiye’nin tüketimini klimaların zorladığı gerçeğini de unutmayalım. Ortada sanayi kaynaklı bir talep yok. O nedenle Çanakkale’yi kömür tozuna boğacak, tarımı bitirecek termik santraller plandan çıkarılmalı.

Çanakkale Boğazı’na yapılmak istenen köprü ise aynı İstanbul’da olduğu gibi trafik ihtiyacından değil, yol boyunca yeni yerleşim yerleri açma isteğinden o plana dahil edilmiş. Bina dikilen topraktan zeytin, domates, buğday, arpa, yulaf, çavdar, susam, tütün, fasulye, nohut, bezelye, börülce çıkacak mı? Siyanür toprağa ve suya bulaşınca kavun, karpuz, şeftali, ceviz, erik, badem, vişne, elma, armut, kiraz, domates, patlıcan, pırasa, lahana, ıspanak, havuç, biber ve türlü türlü üzüm yetişecek mi? Termik santralden bırakılan soğutma suları denize varınca tekir, mercan, barbunya, sardalye, lüfer, palamut, kılıç ve kolyoz oltaya takılacak mı? Hurda demirciler ve otomobiller ili işgal edince koyun, keçi, sığır ve 50 bine yakın arı kovanı yüz bin parçaya bölüp mahvettiğiniz Çanakkale’de yaşayacak mı? Yukarıdaki saydıklarım ürünlerin hepsi Çanakkale’de üretiliyor. Bir zahmet şu listeye bir daha bakıp Çevre Bakanlığı’na itiraz dilekçenizi hemen kaleme alın. İtiraz süresinin son günü 8 Ekim 2014. Bakanlığa, “Çimentoya su verilince karınlarımız doyacak mı” diye sormayı da ihmal etmeyin.