Yatağan’da liberal Sinop’ta devletçi

Özgür Gürbüz-BirGün/20 Nisan 2014

Kemerköy ve Yeniköy termik santralleri iki gün önce özelleştirildi. IC İçtaş adlı şirket 2 milyar 671 milyon dolar vererek bu iki santrali Elektrik Üretim A.Ş.’den (EÜAŞ) satın aldı. Ankara’da iki santralin ihalesi yapılırken, 2013 Haziran ayında özelleştirilen Seyitömer termik santralinde işten çıkarmalar başladı. 109 işçi işsiz kaldı. Kemerköy, Yeniköy ve Yatağan işçileri de 10 Nisan’dan beri Ankara’da. Birçoğu Kütahya’da olduğu gibi işlerini kaybetmekten korkuyor.

Sırada Afşin-Elbistan ve Yatağan’ın da aralarında bulunduğu 13 termik santral daha var. Sadece kömür ve doğalgaz santralleri değil, EÜAŞ’ın elinde bulunan HES’lerin 28 tanesi de satışta. EÜAŞ son özelleştirmelerden önce, 2013 yılında, 80 milyar kilovatsaat elektrik üretmiş. Türkiye elektrik üretiminin yaklaşık yüzde 30’u. Özelleştirmeler tamamlanırsa devletin elektrik üretimindeki payı yüzde 20’nin altına düşecek. Peki, yaratılan gerçekten bir serbest piyasa mı? Değil.

Özelleştirmenin kendisi kadar, yaratılmak istenen serbest piyasanın ne kadar serbest olduğu da tartışılır. Termik santraller kolay satılsın diye Elektrik Piyasası Kanunu’na konan geçici maddeyi unuttunuz mu? Bu maddeyle termik santrallere en temel çevre yükümlülüklerini yerine getirmeleri için 2019’a kadar ek süre verilmişti. Düpedüz teşvik. Serbest piyasada çevreyi kirletmeme, teknoloji geliştirme gibi bir neden olmadan, bir kaynak lehine teşvik olur mu? Aynı teşvik nükleer santraller için de geçerli. Devlet, Mersin ve Sinop’taki santrallerde üretilecek elektriğin büyük bir bölümü için satın alma garantisi verdi. Akkuyu’da bu süre 15, Sinop’ta 20 yıl. Dahası var… Enerji Bakanı Taner Yıldız, Sinop’taki nükleer santralde EÜAŞ’ın yüzde 35 payı olacağını söylüyor. Elektrik üretiminde termik santralleri satarak payını azaltan devlet, nükleere girerek payını arttırıyor. Devlet elektrik üretiminden çekiliyor diye işsiz bıraktığınız işçilere bu durumu açıklamak zorundasınız. Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu?

Nükleere alım garantisinin serbest piyasaya aykırı olduğunu sadece ben söylemiyorum. İngiltere de aynı bizimkine benzer bir model denedi. Avrupa Birliği bu alım garantisinin adaletsiz olduğunu belirterek geniş kapsamlı bir resmi soruşturma başlattı. Projenin AB’den onay almaması kimseyi şaşırtmayacak.

Özelleştirmeyi tümden reddeden sol/sosyalist gruplar için bu anlattıklarımız detay olabilir. Kontrollü serbest piyasa tezini savunan sosyal demokrat ve yeşiller için de bence durup düşünme zamanı geldi. Önce şu soruya yanıt bulmak zorundayız. Su, gıda ve enerji gibi bugünkü toplumun temel ihtiyaçlarını, giderek güçlenen ve devletleri kontrol eder hale gelen şirketlerin tekeline bırakmak ne kadar doğru? Günümüzdeki uygulamalar, özel sektör tekelinin devlet tekelinden daha iyi olduğunu göstermiyor. Bizi ilgilendiren güncel bir örnek vereyim. Almanya’nın nükleerden vazgeçip, kömür ve doğalgaz kullanımını azaltarak, elektrik üretiminde yenilenebilir enerjinin payını 2050’de yüzde 80’e çıkaracağını açıklaması RWE, E.ON, EnBW ve Vattenfall gibi dört dev elektrik üreticisini çileden çıkarttı. Kârları düşen şirketler Almanya’yı kararından vazgeçirmek için her yolu deniyor. Termik ve nükleer santrallerinden eskisi gibi kâr edemediğini söyleyen E.ON Yönetim Kurulu Başkanı Johannes Teyssen, Ağustos 2013’te santralleri kapatıp Türkiye’ye taşıyacaklarını söyleyerek adeta Alman hükümetine gözdağı vermişti. E.ON’un 2012 sonunda Enerjisa’ya yüzde 50 hisseyle ortak olması rastlantı değil.

Serbest piyasaya evet diyenler bile şu soruları sormalı: “İstediğiniz dev şirketlerin kontrolünde bir serbest piyasa mı? Başka bir yol yok mu?” Evet, var. Enerji üretiminin devlet veya dev şirketlerin tekelinde olmadığı, bireylerin, kooperatiflerin küçük santrallere sahip olduğu bir başka yol mümkün. İnanmadınız değil mi? 2012 başındaki rakamlara göre, Almanya’da yenilenebilir enerji kaynaklarının yarısının sahibinin bireyler olduğunu söylesem inanır mısınız? Bunların hatırı sayılır bir kısmının tarlasına rüzgar türbini diken çiftçiler olduğunu eklesem…

Güneş enerjisi bir çobanın hayatını değiştirdi

Özgür Gürbüz-BirGün/13 Nisan 2014

Kenan Sarıyer ve NKP Antalya sözcüsü Hediye Gündüz
Yaklaşık altı aydır Yön Radyo’da bu köşeyle aynı adı taşıyan bir radyo programı yapıyoruz. Çimlere Basmayın her hafta cuma günü saat 13.00 ile 14.00 arasında canlı yayınlanıyor. Amacımız dünya ve Türkiye’nin ekoloji/çevre gündemini dinleyicilere aktarmak, çevre mücadelelerine bir ses olabilmek. Son programımızda, Finike’nin Arif köyünde yaşayan ve çobanlık yapan Kenan Sarıyer’e canlı yayında bağlandık. Çoban Kenan Sarıyer’den Antalya Nükleer Karşıtı Platform’un sözcüsü Hediye Gündüz sayesinde haberdar oldum. Dört yıl önce aldığı güneş paneliyle dağdaki çadırının ışığını yakıyor, televizyonunu çalıştırıyor, cep telefonunun bataryasını dolduruyor. Daha da önemlisi, “biz çobanların en büyük ihtiyacı” dediği el fenerlerini şarj ediyor. Teknolojiye meraklı, bilgisayarı var ve onu da yine 120’ye 100 cm boyutundaki güneş panelinden elde ettiği elektrikle çalıştırıyor. Bir tek çayını elektrikli ocakta pişirmiyor. Anlaşılan çaya düşkün, içmeye davet ettiği çayını közde demliyor.

Kenan Sarıyer, güneş enerjisine geçerek hem kâr etmiş hem de kendisini büyük bir külfetten kurtarmış ama çevreye katkı yaptığının da farkında. Güneş enerjisinden elektrik üreten fotovoltaik paneli için, “Çevreye hiç zararı yok” diyor. Dört yıl önce 2 bin 700 liraya aldığı panel çoktan kendisini amorti etmiş. Güneşten önce gazla çalışan lambaları varmış. Diğer alternatif ise tüp kullanmak. Sarıyer, güneş enerjisini tercih etmesinin nedenini şu sözlerle açıklıyor: “Jeneratör alsaydım o zaman 500 liraydı. Şu zamana kadar benzin parası 3 bin lirayı geçerdi. Çilesi de cabası. Komşular benzin için yayladan 25 km araçla yol gidip, alıp geliyorlar. Bir bidon benzin için toplam 50 km yol kat ediyorlar. Biz aynı yerde üç çobanız. Artık onlar da güneş paneli takmak istiyor. Maddi durumları biraz zayıf olduğu için taktıramadılar. Parayı buldukları zaman gidip benzin alıyorlar, olmadığı zaman da gaz lambasıyla idare ediyorlar”. Sarıyer’in iki aküsü var. İki saatte aküler doluyor ve 4-5 günlük ihtiyacı karşılıyor. 200 civarı keçisi var. Yılın büyük bir bölümünde köyden uzakta. Üç ay yaylada, kalan zamanda Çataltaş mevkiinde yaşıyor. Nereye giderse panelini de beraberinde götürüyor.

Güneş gibi yenilenebilir enerjilerin maliyeti düşerken, kömürün, petrolün ve nükleerin artıyor. Halk, termik, nükleer ve hidroelektrik santrallere tepkiyle yaklaşırken, güneşe ve rüzgara daha sıcak bakıyor. İtirazlar da yok değil. Rüzgar meselesini Karaburun’da yaşayanlar bambaşka anlatırlar. Güneş enerjisine karşı olanlar da var. Tarlaların güneş panelleriyle kaplanmasına karşıyız diyorlar. Türkiye’de güneş enerjisinin önü zaten mevzuatlarla tıkanmış durumda. Kaldı ki güneş santralleri verimli arazilere kurulacak diye bir kural yok. Çatılar, bina yüzeyleri, sokak lambaları, boş araziler gibi onlarca farklı alanda güneş paneli kullanmak mümkün. Buna rağmen “güneş de zararlı” argümanı kabul görmüş bir doğruymuş gibi yazılıp çiziliyor.

Yenilenebilir enerjilerin ne her örneği melek ne de her uygulama şeytan. Enerji ihtiyacının sınırlarını çizip, kuralları, kırmızı çizgileri iyi belirleyip, halkın onayını aldıktan sonra bu projeler hayata geçirilebilir. Enerji kooperatifleri kurularak enerji kaynakları büyük şirketlerin tekeli olmaktan çıkarılabilir. Sen, ben, biz kendi enerjimizi üretebiliriz. Kenan Sarıyer dağda çobanlık yapıyor, tükettiği elektrik hepimizden az ama o da elektriğe ihtiyaç duyuyor, bilgisayar kullanmak istiyor. Bizden farkı şu, o hem daha az elektrik tüketiyor hem de tükettiğini üretiyor. Her şeye elde sağlam veriler olmadan karşı çıkmak umut ettiğimiz ekolojik dönüşümü gerçekleştirmemize değil, mücadelelerin kaybedilmesine yol açabilir.

Enerji sektöründe muhafazakarlık

Özgür Gürbüz-Yeşil Ekonomi/8 Nisan 2014 

Türkiye’nin muhafazakar yapısı enerji sektörünü de etkiliyor. Yeniliklere pek açık olduğumuz söylenemez. Enerji konusu diplomalar üzerinden tartışıldığından olsa gerek, önerilen çözümler de çoğu zaman o diplomaların alınış tarihi kadar eski olabiliyor. Rüzgar, güneş gibi yenilenebilir enerji kaynakları ortaya çıktığında, “onlar bir şey üretemez, çalışmaz” denmesi de kanımıza işlemiş muhafazakarlığın bir eseriydi. İklim değişikliğini öğrenmek yerine inkâr etmek, sosyal maliyetleri hesaplamak yerine yok saymak da yine aynı zihniyetin meyveleri… “Bildik olan doğru, bilinmeyen ise yanlıştır” adeta bizim şiarımız olmuş. Ne yazık ki...

Yenilenebilir enerjinin rüştünü ispat edip birçok ülkede şebekeye ciddi katkılarda bulunduğu ilk yıllarda rüzgarı, güneşi yok sayanlar şimdi de yenilenebilir enerjinin sınırlarını tartışmaya başladı. Bir parça yenilenebilir olsun ama bizim bildiğimiz enerji kaynaklarının da yerini almasın dendi. Zaten yüzde 100 yenilenebilir enerji onlar için teknik açıdan hiç mümkün olmadı. Rüzgar enerjisindeki lisans sürecini hatırlayın. Yapılan açıklamalara bakarak, bırakın yüzde 100’ü, yüzde 5-10 seviyelerinin bile sorunlu olduğunu düşünürdünüz. Danimarka’nın yüzde 100, Almanya’nın yüzde 80 yenilenebilir enerji hedeflerini bu nedenle şimdilik bir kenara bırakalım. Uluslararası Enerji Ajansı’nın (UEA) birkaç hafta önce açıkladığı, yenilenebilir enerji kaynaklarının şebekeye eklenmesinin maliyeti ve teknik yönlerinin incelendiği raporunun* sonuçlarına bir bakalım.

UEA, rüzgar, güneş gibi değişken ve sürekli üretim yapmayan kaynakların, o ülkenin yıllık üretimin yarıya yakınını karşılamasının mümkün olduğunu söylüyor. Hatta bu oranların üzerine de çıkabileceğini söylüyor ama bazı fosil ve nükleer sever dostlarımızın kalp sağlığı için biz şimdilik yüzde 45’lik örnek üzerinden gidelim. UEA’na göre yenilenebilirin toplam elektrik üretimindeki payının yüzde 45’leri bulması, uzun dönemde değişken üretim kaynakları olmayan bir sistemle kıyasla, az bir ek maliyet getiriyor. Teknik açıdan da sorun yok. Şebekenin iyi yönetildiği, esnek, değişken üretim yapan santrallerin, bildiğimiz baz yüklerin yerini aldığı bir ortamda söz konusu ek maliyet megavatsaat başına sadece 11 dolar. Değişken yenilenebilir enerji kaynaklarını yüzde 30’da tutarsanız, ek maliyet de megavatsaat başına 6 dolara kadar geriliyor. Uzun dönemli projeksiyonlarda bu maliyetleri bile konuşmuyoruz çünkü karbondioksit ve alternatif yakıtların (fosil, nükleer vs) maliyeti artıyor.

Raporun dikkat çektiği bir başka konu ise bizim için çok daha önemli. Elektrik talebi hızla artan Çin, Brezilya ve Hindistan gibi ülkelerde, yenilenebilir enerjinin payının yüksek olduğu sistemler çok daha düşük mali yüklerle gerçekleştirilebiliyor. Batı Avrupa gibi talebin daha yavaş arttığı, üretim santrallerinin halihazırda kurulmuş olduğu ülkelerde ise maliyet haliyle artıyor. Çünkü yapılan iş, bir anlamda eskisini söküp yenisini kurmaya benziyor. Tükiye’de kurulu güce her yıl eklenen rakamlara baktığınızda, bizim Brezilya ve Çin gibi avantajlı kategoride olduğumuz ortada.

UEA, yenilenebilirin payının yüksek oranlarda olduğu bir sistem kurulması için endüstri ile politikacıların birlikte hareket etmesi gerektiğini söylüyor. Adeta tam 12’den vurmuşlar. Dönüp memlekete bakıyorum. Un (yenilenebilir) var, şeker (yatırımcı) var ama ortada helva yok. Ah, o muhafazakar aşçı yok mu o aşçı!

 *The Power of Transformatio, IEA

Rapor lobisi

Özgür Gürbüz-BirGün/6 Nisan 2014

BirGün’e aboneyim, gazete hafta içi her sabah kapımıza bırakılıyor. Dün birileri, gazetenin arasına bir rapor, bir de makale bırakmış. Hemen aklıma lobiler geldi, paralel kuryeden de şüphelenmedim değil ama soğukkanlılığımı korudum. Hele bir bakayım, içinde ne varmış dedim. Sosyal Gelişme Dizini adlı ilk rapor dış kaynaklıydı, bu da şüphelerimi arttırdı. Rapor, The Social Progress Imperative adlı düşünce kuruluşu tarafından hazırlanmış.

Sosyal Gelişme Dizini, ülkelerin sadece ne kadar zengin olduklarına bakarak bir sıralama yapmıyor. İnsan yaşamı için gerekli temel ihtiyaçlara sahip olmanın yanı sıra, çevrenin korunmasını, bilgi ve bilişim teknolojilerine erişimi ve bireysel özgürlükler gibi onlarca etkeni değerlendirmeye katıyor. Bu nedenle listenin başında dünyanın en zengin ülkesi veya en büyük ekonomisi yok. Yeni Zelanda ilk sırada onu İsviçre ve İzlanda izliyor. ABD, İrlanda’nın hemen ardında 16. sırada. Türkiye 132 ülke arasında 64. olabilmiş. Arnavutluk, Makedonya ve Bosna Hersek’in gerisinde, Suudi Arabistan’ın hemen önünde yer alıyoruz. Halbuki biz Türkiye’yi dünyanın en büyük 16. ekonomisi biliyorduk. En büyük ekonomi sıralamasının en çok tüketen sıralaması olduğunu, onun da nüfusla yakından ilgili olduğunu bu raporla daha iyi anlıyoruz. Osmanlı şahlanıyor falan diye ecnebilere hava atıyorduk, şahlana şahlana ancak 64. olmuşuz. Bu son cümleyle politik mesajımızı da ilgililere ulaştırdık, şimdi neden sosyal gelişme konusunda orta sıralara demir atmışız ona bakalım.

Rapordaki sıralama, üç ana kategori altında 50’den fazla göstergenin değerlendirilmesiyle oluşturuluyor. Türkiye bu üç ana kategori içerisinde en iyi notu ‘Temel İnsan İhtiyaçları’ alanında almış ve bu konuda 132 ülke arasında 43. olmuş. En kötü not ise ‘Temel Refah’ kategorisinden (132 ülke arasında 82’inci) geliyor. Türkiye’nin 77. olarak ortanın altına düştüğü bir diğer kategori ise ‘Olanaklar’ kategorisi. Bu alandaki düşük notun sebebi hoşgörü ve farklılıkları içine alma konusunda başarısız olmamız. Detaylarda, kadınların kötü muamele görmesi, eğitim aldıkları sürenin azlığı, azınlıkları dışlama, azınlıklara şiddet uygulama ve dini hoşgörüdeki zayıflık gibi alt başlıklar var. İklim değişikliğine yol açan seragazı emisyonlarının artması, su kaynaklarının tüketilmesi ve biyoçeşitlilik kaybı da çevre notumuzu düşürmüş.

Gazetenin arasına sıkıştırılan diğer belge ise bir makale. TMMOB’a bağlı Orman Mühendisliği Dergisi’nde yayımlanmış ve Prof. Dr. Erdoğan Atmış ile Yrd. Doç. Dr. Batuhan Güneş’in imzasını taşıyor. Makale, AKP döneminde ormancılık alanında yapılanları değerlendiriyor. Resmi verilere göre AKP döneminde ağaçlandırma alanı miktarında yüzde 19,2 oranında bir artış sağlanmış. Ancak bu artış, partinin 2011 seçim beyannamelerinde abartıldığı gibi 7 kat falan değil, ağaçlandırmada dünya üçüncüsü olduğumuz da hikaye. Belki hatırlarsınız, hükümet 2008-2012 yılları arasında ağaçlandırma seferberliği başlatmış, 23 milyon dönüm arazide ağaçlandırma çalışması yapılacağını söylemişti. Makalede, söz konusu alanın yüzde 73’ünün aslında mevcut ormanların rehabilitasyonu olduğuna dikkat çekiliyor.

AKP döneminde orman yangınları yüzde 32,5 oranında azalmış. İstatistiklerle ilgili kuşkular olsa da Atmış ve Güneş, bu konunun başarı hanesine yazılabileceğini söylüyor. AKP döneminde ormanların, madencilik gibi ormancılık dışı kullanıma açılması da hızlanmış. Önceki döneme göre maden tahsisi sayısında yüzde 120,2 oranında bir artış var.

Gezi’den bu yana hükümet milyonlarca fidan diktik diye ortalarda dolaşıyor ama rakamlar hükümeti doğrulamıyor. Şimdi hükümetten bunları rapor-makale lobisi diye adlandırmasını, üstüne de biraz makara yapıp geçiştirmesini bekliyoruz.

Çin’de yolsuzlukla mücadele

Özgür Gürbüz-BirGün/30 Mart 2014

Bugün seçim yasakları nedeniyle Türkiye’deki siyasetten uzak durmamız gerekiyor. Ben de sizleri mümkün olduğu kadar uzağa, Çin’e götürmeye karar verdim. Çin bu sıralar yolsuzlukla mücadeleyi konuşuyor. Sadece konuşmuyor, üzerine de gidiyor.

Çin Cumhurbaşkanı Xi Jinping, göreve geldiği Mart 2013’te yolsuzlukla mücadeleyi yapılacaklar listesinin en başına yazmıştı. O gün bu gündür Çin’de yolsuzluk haberleri hep gündemde. Çin’in resmi haber ajansları, günlük gazeteler, her gün bir başka yolsuzluk öyküsüne yer veriyor. Sorumlular yargı önüne çıkarılıyor, haberleri medyada yer buluyor. Aralarında Çin Komünist Partisi’nin önemli isimleri, belediye başkanları ve önemli devlet şirketlerinin yöneticileri var. Xi Jinping’in başlattığı bu kampanya Çin’de yolsuzluğu ne kadar önler bilinmez ama ortada yargılanan ve ceza alan yetkililerin olması elle tutulur bir ilerleme sayılır. Birkaç örnek vereyim, kimlerin yargılandığını görünce siz de çok şaşıracaksınız.

Liu Zhijun, Çin’in eski Demiryolu Bakanı. Rüşvet almak ve gücünü kötüye kullanmaktan ölüm cezasına çarptırıldı. Liu’nun idam cezası iki yıl ertelendi ancak gücü kötüye kullanmaktan aldığı 10 yıl nedeniyle idamını hapiste bekleyecek. Tüm kişisel mülküne el konulan Zhijun, 2011 yılına kadar bakanlık yapmıştı. 10 milyon dolardan fazla rüşvet alan 60 yaşındaki eski bakan, yakın akrabalarına demiryolu ihalelerinde öncelik sağlamış.

Guangzhou kentine bağlı Panyu bölgesinin kıdemli polis memurlarından Cai Bin, bölgede ‘Ev Amca’ diye biliniyordu. Nedeni Bin’in 20’den fazla evinin olduğu söylentisi. Yurttaşların internet üzerinden dillendirdikleri iddialar mahkemeye taşındı ve ‘Ev Amca’, 1993-2012 yılları arasında toplam 446 bin dolar rüşvet almaktan 11,5 yıl hapse mahkum oldu. Altını çizmekte fayda var. Yolsuzluk iddiası internet üzerinden, kimliği belirsiz bir kişiden geldi. Twitter’ın Çin versiyonu Weibo’ya gönderilen belge ve fotoğraflar, Bin’in 21 evinin olduğunu gösteriyordu. İlgililer bu bilgilerin doğruluğunu kontrol etti. Doğru olduklarını anladıklarında da Bin’in, bin 600 dolar aylık gelirle bunları nasıl elde ettiğine dair soruşturma başlattılar.

Jiangxi eyaleti vali yardımcısı Yao Mugen hakkında ciddi disiplin ve hukuk ihlalleri nedeniyle soruşturma başlatıldı. Disiplin ihlali denince Çin’de ilk akla gelenin yolsuzluk ve rüşvet olduğunu hatırlatalım.

Nanjing kenti eski belediye başkanı Ji Jianye hakkında rüşvet aldığı iddiasıyla soruşturma yürütülüyor. Li Dongsheng, Kamu Güvenliği Bakan Yardımcısıydı; görevden alındı.

Zhou Zhenhong, Komünist Parti’de önemli bir göreve sahipti. 4,3 milyon dolar rüşvet aldığı ortaya çıkınca ölüm cezasına çarptırıldı. 5 milyar doların üzerinde serveti olduğu anlaşıldı. Bu serveti nasıl elde ettiğini açıklayamadığı için ceza aldı. Onun da cezası iki yıl ertelendi. Tüm mal varlığına el kondu.

Çin Komünist Partisi Disiplin Kurulu, 2013 yılında 182 bin kişiyi cezalandırdı. Bir önceki yıla göre yüzde 13,3’lük bir artıştan bahsediyoruz. 2013’te, 51 bin 306 resmi görevlinin adı geçen toplam 37 bin 551 yolsuzluk/zimmete geçirme iddiası araştırıldı.  Çin Başbakanı Li Keqiang iki hafta önce yaptığı konuşmasında yolsuzluklara karşı başlattıkları mücadelenin bu kadarla kalmayacağının sinyallerini verdi. Yolsuzluğu “halkın doğal düşmanı” diye tanımlayan Keqiang, “Tüm kurumsal tedbirleri alarak, yasadışı rant sağlamaya dönük davranışlara ve yolsuzluğa kaçacak delik bırakmayacağız” diye kükredi. Kampanya ne kadar başarılı olacak göreceğiz.

Evet, Çin’den anlatacaklarım şimdilik bu kadar. Umarım sizleri fazla uzaklara götürmemişimdir.

Sarıgül ve Topbaş'ın Çin metrosu tartışması

Özgür Gürbüz/29 Mart 2013

İstanbul’un en büyük sorunlarından biri ulaşım. Durum böyle olunca başkan adayları arasındaki metro tartışması öne çıkıyor. CHP’nin Büyükşehir Belediye Başkan adayı Mustafa Sarıgül’ün, İstanbul’a beş yılda 200 km’lik yeni metro hattı kazandıracağını vaat etmesi ve bu konuda Çin ve Hindistan’ı örnek göstermesi AKP adayı Kadir Topbaş’ı kızdırdı. Topbaş, Çin ve Hindistan’da metronun devlet desteğiyle yapıldığını söyledi. Gerçekten öyle mi? Dünyanın en büyük üçüncü metro ağına sahip Çin’in başkenti Pekin’i mercek altına alıp, durumu sizler için inceledim.  

DÜNYANIN EN BÜYÜK 3. METROSU
2001 yılında Pekin’de sadece 45 km uzunluğunda, iki hattan oluşan bir metro vardı. 2013 sonunda metronun uzunluğu 465 km’yi buldu ve hat sayısı da 17’ye çıktı. 13 yılda 420 km’lik yeni metro hattı eklendi. Pekin metrosunun bir özelliği de bilet fiyatlarının ucuz olması. Sefer ücreti sadece iki yuan, yani 35 kuruş. Bu paraya dev kentin bir ucundan diğer ucuna gitmek mümkün. Ücretin düşük tutulmasının hem ekonomik hem de sosyal gerekçeleri var. Kentte hava kirliliğiyle baş etmenin, trafik sıkışıklığını önlemenin ve ticareti çekici kılmanın en önemli yolu toplu ulaşımı geliştirmek ve konforlu hale getirmek. Pekin Yerel Hükümeti bilet fiyatlarını düşük tutarak bu sosyal hedefe ulaşmaya çalışıyor ve bu sübvansiyonun maliyeti yılda 6,5 milyar TL’yi buluyor.

Çin’de metro yapımında genelde üç farklı yol izleniyor. İlki, yatırımın bir bölümünün belediye sermayesi, kalanın ise banka kredileriyle karşılandığı yöntem. Belediyenin koyduğu sermayenin oranı yüzde 40 ila 60 arasında değişiyor. İş tamamen belediyenin ana parası ve banka kredisiyle yürütülüyor. En çok bu modelin kullanıldığı söylenebilir. Yeni projelerin çoğu dört ayrı devlet bankası tarafından kredilendiriliyor. Merkezi hükümetin 42 milyar doları bulan ekonomik paketi kentteki metronun hızla büyümesini desteklese de ana finansman modelinde belediye ve bankalar başrolü oynuyor. İkinci yöntem ise “yap-devret” yöntemi. Bu modelde belediye hukuki altyapıyı hazırlıyor ve işi uygulayıcı firmaya devrediyor. Uygulayıcı firma ise finans, inşaat gibi işleri hallederek yatırımı belediyeye teslim ediyor ve yatırım bedelini belediyeden geri alıyor. Olimpiyat Oyunları öncesi bir hat böyle tamamlandı.

METRO SOSYAL BİR PROJE
Üçüncü yöntem ise daha tanıdık: “Kamu-Özel Ortaklığı”. Bu ortaklık modelinin de Çin’e özgü farklılıkları var. Çin metro projelerini yarı kamu malı olarak görüyor ve iki bölüme ayırıyor. Birinci bölümde (A Bölümü) sosyal yardım kısmı var, ikinci de ise (B Bölümü) işletme kısmı. A bölümü belediyenin sorumluluğunda kalıyor; arazi edinimi ve inşaat hep onun sorumluluğunda. Özel sektör ise trenler ve sinyalizasyon gibi ekipmanları sağlıyor. İşletme modeli de farklılıklar gösteriyor. İnşaat bitince belediye A Bölümü uygun bir fiyatla diğer şirkete kiralayabiliyor. Belediyenin parası yoksa şirket A Bölümü’nde de sorumluluk alıp, harcadığı parayı imtiyazlı işletmecilik hakkıyla geri alabiliyor. Bilet fiyatları ucuz tutulduğu için belediye firmaya her yıl mali destek sözü veriyor.

Görüldüğü gibi Çin’de metroyu tamamen devletin yaptığını söylemek mümkün değil. Devlet desteksiz yapıldığı da söylenemez ama asıl önemli olan, ulaşım sorunun çözümünün, halk sağlığını, ekonomik hayatı etkileyen bir konu olduğu için desteklenmesi. Ucuz ve konforlu ulaşım Çin’de devlet politikası demek yanlış olmaz. Otobüs biletlerinin 35 kuruştan daha ucuz olduğunu hatırlatalım. İstanbul’da metro kadar pahalı bir yatırım olmamasına rağmen metrobüse 4 durak için 2,40 TL ödüyoruz. O da, iade makinelerinden paranızın üstünü almayı unutmazsanız. İki belediyecilik arasındaki fark asıl burada.

OTOMOBİLE VAR METROYA YOK
Topbaş’ın metro yapımında geride kalmasını “devlet desteği olmadan bu kadar” diyerek açıklaması da çok gerçekçi değil. Topbaş’ın tercihi metro olsaydı karayolu taşımacılığı yatırımları yerine mali imkanları raylı ulaşıma aktarabilirdi. İstanbul’daki Üçüncü Boğaz Köprüsü’ne (4,5 milyar TL) ve Avrasya Tüneli’ne (2,8 milyar TL) ayrılan kaynağı metro için kullanmayı isteyebilir, benzer finansman modellerini Çin’de olduğu gibi metro için de gündeme getirebilirdi. “Yap İşlet Devret” modeliyle otomobillere tünel açılıyorsa metroya neden açılmasın? Kentindeki yatırımları istediğin gibi yönlendiremeyeceksen başkanlık yapmanın ne anlamı var?

Kadir Abi’ye bir sorum var

Özgür Gürbüz-BirGün/23 Mart 2014

Yerel seçimlere bir hafta kaldı. Açıkçası belediyeleri, sorunlarını ve çözüm önerilerini pek konuşamadık. Genel seçim havasında yerel seçim yapıyoruz. Özellikle de iktidar partisinin durumu evlere şenlik. Sivaslılar da, Nevşehirliler de belediye başkan adaylarının Tayyip Erdoğan olduğunu düşünüyor. Her yerde onun resimleri var. Amasya’ya da Kütahya’ya da aynı afiş asılıyor, aynı sloganla oy isteniyor. Tüm illere üçüncü köprü ve tüp geçit yapılıyor. Tokatlılar bizim ilde boğaz nerede diye birbirlerine soruyor. Vanlılar da, Van Denizi’nin altından otomobilleriyle geçecekleri o tarihi günü bekliyor. Belediyelerdeki güvenlik görevlileri, seçimi kazanan AKP’li başkanları belediye binasına almayabilir. “Sen Tayyip değilsin, biz ona oy vermiştik” diyebilir. AKP seçmeni bu saçmalığa kanıp, figüran başkanlara oy verecek mi; bir hafta sonra göreceğiz.

İstanbul’da ise bir başka trajedi yaşanıyor. Kendisini Gezi olayları sırasında bile sadece birkaç kez ekranlarda, basın toplantılarında görebildiğimiz Kadir Topbaş, ‘Kadir Abi’ afişleriyle kente geri döndü. Biz bu ‘abi’yi, verdiği sözlerini tutmadığı için aileden atalı çok olmuştu. Gezi sırasında, “Artık bir otobüs durağının yeri değiştirilirken bile halka sorulacak” diyen abimiz, Kanal İstanbul, Üçüncü Köprü ve Üçüncü Havalimanı projelerini bize sormadı. Onun halkı belli ki inşaat şirketleri ve başbakandan ibaret. Yine de Topbaş’ın hâlâ İstanbul’da yaşadığını bilmek güzel. Çünkü ona bu sözünü neden tutmadığını sormak için can atan benim gibi binlerce insan var bu şehirde.

Topbaş’a sormak istediğim asıl soru ise ulaşımla ilgili. Geçenlerde yapılan bir ankette, İstanbul’un en önemli sorunu nedir sorusuna, ankete katılanların yüzde 68’i “ulaşım” yanıtını vermiş. Topbaş’ın karşısına çıkan gazeteciler belki kendisine bu sorunu nasıl çözeceğini sorar. Benim sorum ise daha farklı, ulaşımla ilgili kendisine sadece bir soru sormak istiyorum. Sorum şu: Kadir Abi, evinden işine nasıl gidiyor? Metroyla mı, otobüsle mi, metrobüsle mi, dolmuşla mı ya da bisikletle mi? Yoksa işine bir makam aracında, önünde trafiği açan eskortlarla mı gidiyor? İsteyen gazeteci arkadaşlar bu sorumu alıp, kendisine yöneltebilir.

Ben kendisini metroda ayakta dikilirken hiç görmedim. Metrobüste ezilirken, tramvayda tacize uğrarken de görmedim. Otobüste otomatik kapının çarptığı Kadir Abi’yi göreniniz var mı? Minibüste ani fren nedeniyle yere kapaklanan Topbaş fotoğrafına hiç rastladınız mı? Benim minibüste kaza geçirip, kaşıma dikiş atılmışlığım var. Halk otobüsü fazla yolcu alsın diye durakta beklerken işe geç kalan ve sinir krizi geçiren Kadir Abi’yi de hiç hatırlamıyorum. Hadi bunları geçtim. Madem her yerde metro vardı, her yere metro gidiyordu; neden o trenlerde Kadir Abi yok? Sorum, diğer büyükşehir belediye başkanları için de geçerlidir.

Ken Livingstone işinden evine dönüyor. mylondondiary.co.uk
Güvenlik deyip bu sorumu geçiştirmeye kalkmayın. Londra’nın eski belediye başkanı Ken Livingstone’ın metroda seyahat ederken çekilmiş onlarca fotoğrafı var. Londra’nın bugünkü belediye başkanı Boris Johnson bir bisiklet tutkunu. Johnson, 2012 Londra Olimpiyatları’na gelen özel konuklara (VIP) bile toplu taşımayı kullanmalarını önermişti. Bir defasında Avrupa Parlamentosu Yeşiller Grubu Eş Başkanı Rebecca Harms ile Berlin’de röportaj yapmak için randevulaşmıştık. Elinde bavuluyla metrodan çıkıp gelivermişti.

Eğri oturup doğru konuşalım. İstanbul’u 1994’ten beri AKP zihniyeti yönetiyor. Erdoğan dönemi metro açısından tam bir felaket. Öyle ki Topbaş bile icraatlarını anlatırken 2004 öncesi deyip geçiyor. Halbuki kendisi 1994-1998 yıllarında Erdoğan’ın danışmanıydı. 1999’da Beyoğlu Belediye Başkanı oldu. 2004’ten beri de İstanbul’u yönetiyor. Kadir Abi 20 yıldır burada. Beyoğlu’nun da İstanbul’un da hali ortada.

3130

Özgür Gürbüz-BirGün/16 Mart 2014

3130 kaskını Mustafa Candemir’in yüzüne fırlattı.
7229 copunu rastgele salladı.
3130 kaskını yerden alıp Candemir’in yüzüne vurdu.
3130 Candemir’in burnunu kırdı.
3501 istemeye istemeye 3130 hakkında soruşturma başlattı.
İzmirliler o kask numarasını not aldı.

3469 o sırada Pangaltı’daki göstericilere tazyikli su sıktı. Bir genç kadını duvara yapıştırdı.
4326 ve 7688 lise çağındaki iki gence coplarıyla vurdu.
3415 biraz geride kaldı, çocukları dövmeye eli gitmiyordu.
6602 elindeki gaz bombası tüfeğini küçük bir çocuğa verdi. Kim bilir kimi vurmuştu o tüfek?  
0642 Kızılay’daki gazdan etkilendi, bankanın köşesinde elini duvara dayadı.
0682 o güz izinliydi. On yaşındaki kızının yanında olayları televizyondan izliyordu. Kızı, babasının üniformasını giyen amcaların sokakta dövdükleri insanlara bakıyordu.
5216 gaz bombalarını 20 saniye aralıkla atıyordu. Yüzü kanlı gencin görüntüsü aklındaydı.
2416 eve döndüğünde kusmaya başladı.
0001 Berkin’in ailesine başsağlığı dilemeye çalıştı, kelimeler ağzından çıkmıyordu.
0007 internete düşen ses kayıtlarının telaşındaydı.
0005, 0006, 0008 ve 0010 da yolsuzluk iddialarıyla dolu fezlekelerinin derdindeydi.
0002 “Emri ben verdim, polislerim destan yazıyor” demişti. Yetmedi, halkı birbirine düşürmeye çalıştı. 14 yaşında komaya giren Berkin’e terörist dedi.
Millet o kask numarasını da not aldı.
Referandumda yapılmak istenenin vesayeti sonlandırmak değil bir polis devleti kurmak olduğunu defalarca yazıp söylemiştik. İşte size polis devleti! Her yer polis herkes polis.

***
Mezarındaki karanfilden korkuyorlar Berkinim,
kokusu şehre yayılır diye.
Mezarındaki misketlerden korkuyorlar Elvanım,
belki bir gün oynarsın diye.

***
Burak Can Karamanoğlu Okmeydanı’nda bir silahtan çıkan kurşunla can verdi. Kadıköy metrosunda demokratik hakkını kullananlara hakaret edip tehdit edenlerin elinde silah vardı. Ruhsatsız silah taşımak suçundan haklarında soruşturma başlatıldı. Göstericileri tehdit eden S.R., kurusıkı tabancasını o sabah almış…

Umut Vakfı, Türkiye’de her gün 13 kişinin bireysel silahlar sonucu öldüğünü söylüyor. Sivillerin elindeki silah sayısının 15 milyon civarında olduğu sanılıyor. Sanılıyor çünkü bu silahların çoğu ruhsatsız; aynı Kadıköy’deki saldırganın elindeki gibi. Siyasi ortamın bu kadar gergin olduğu, trafikteki tartışmaların cinayetle sonlandığı bir ülkede bireysel silahlanmaya ‘yeşil ışık’ yakılmasını anlamak mümkün değil. Öldürülen kadınların, düğün ve maçlarda “kazara” vurulan canların bu silah serbestisinin kurbanı olduğunu görmüyor musunuz? Bir yasayla ve ağır cezalarla bireysel silahlanmanın önüne geçilebilir. 1 milyar 400 milyon nüfuslu Çin bunu yapıyorsa, İngiltere yapıyorsa biz neden yapamıyoruz? Bu işte kimin çıkarı var? Bazı milletvekillerinin bile silahı var. Meclis açıldığında ilk işiniz bu olsun, yasayı çıkarın hemen ardından da ilk siz silahlarınızı bırakın. Herkese örnek olun yoksa ufukta daha kötü günler var. Beklediğiniz her günün onlarca insanın hayatına mâl olduğunu unutmayın.

Not: 3130 dışındaki kask numaraları gerçek hayattan örneklendirilmemiştir.