Organik Buluşma İstanbul'da

Patrick Holden
Birleşik Krallık'ta (İngiltere) organik gıda ve sürdürülebilir tarım gibi konularda yürüttüğü çalışmalarıyla tanınan Sürdürülebilir Gıda Birliği'nin kurucularından Patrick Holden, 13 Temmuz 2012 tarihinde bir konferans vermek üzere Türkiye'ye geliyor.

Birleşik Krallık’ta sürdürülebilir tarım ve organik gıda üzerine yaptığı çalışmalarla tanınan Patrick Holden, Sürdürülebilir Gıda Birliği’nin (Sustainable Food Trust) kurucularından. Holden, Galler'de organik süt ürünleri üreten ve 1973 yılından bu yana faaliyet gösteren en eski organik mandıranın da sahibi. Patrick Holden, “Soil Association-Toprak Derneği” adlı sivil toplum örgütünde yöneticilik yaptığı 1995-2010 yılları arasında, Büyük Britanya’da organik gıda pazarının oluşmasında önemli bir rol üstlenmiş. Birleşik Krallık’ta organik ürünler hakkında standartların oluşturulmasında, üreticiler arası işbirliğinde ve halkın sürdürülebilir tarım ürünlerine duyduğu güvenin kazanılmasında Holden’in yürüttüğü başarılı medya kampanyalarıyla kurduğu birebir ilişkilerin büyük rol oynadığı belirtiliyor.

Heinrich Böll Stiftung Derneği ile Atlas Dergisi’nin birlikte düzenlediği ve “Organik Buluşma” adı verilen konferans, bu yılki Yeşil Salon toplantılarının ilki. İstanbul Teknik Üniversitesi, Gümüşsuyu Kampüsü, Orhan Öcalgiray Konferans Salonu'ndaki toplantıya katılım ücretsiz. İngilizce'den Türkçeye eş zamanlı çeviri yapılacak toplantı saat 19:30'da başlayacak. 

Kayıt için: Banu Yayla – 0212 249 15 54 / banu.yayla@tr.boell.org

Behzat Ç. RTÜK’ü nasıl atlatır

Behzat ve arkadaşları toplumun genel ahlak kurallarına uyum sağlamak ve polislik mesleğine gölge düşürecek hareketlerden kaçınmak için arada bir yoldan geçen vatandaşları darp edebilirler. Sonra da darp ettikleri kişiye dava açarak ondan şikayetçi olabilirler.

 Özgür Gürbüz-Birgün/8 Temmuz 2012

Son yıllardaki yerli dizi salgını Behzat Ç. 'yi saymazsak beni teyet geçti. Bu yüzden yaz gelince dizilere ara verildiğini Behzat Ç. sayesinde öğrendim. Sezon finali denen bir şey varmış.  Sezon finali olunca oyuncular ve peşlerinde koşturan magazin muhabirleri, cümbür cemaat tatile çıkıyormuş. Milletin ayılıp bayıldığı dizi oyuncularını bu süre boyunca ekranlardan değil magazin haberlerinden takip ederek hasret gidriyorsunuz. Bizim komiser ve arkadaşlarının böyle bir lüksü yok, hepsi devlet memuru olduğu için tahminen magazin muhabirlerinin ana vatanı Bodrum’a pek gidemiyorlar. O yüzden içimdeki hasret büyüdükçe büyüdü ve kalemime vurdu.

Star TV'nin sitesinden alınmıştır.
Zaten para olsa bile Behzat Ç. ve arkadaşlarının tatile gidecek durumları yok. Duyduğuma göre peşlerine RTÜK (Radyo ve Televizyon Üst Kurulu) takılmış. Daha bir hafta önce dizinin yayınlandığı televizyona 1 Nisan’daki bölümde çok içki içildi diye para cezası kesmişler. Söz konusu dizide Komiser Behzat ile Savcı Esra evleneceklerini açıklıyorlar bunu da arkadaşlarıyla kutlamak için içiyorlar. Kutlamayı sıkma portakal suyu yanında güllü lokumla yapmamaları RTÜK'ü rahatsız etmiş olmalı ama evlilik kararı alanlarda bu gibi yan etkiler görülüyor. Bazıları, “ben nasıl böyle saçma bir işe giriştim” diyerek kederden, bazıları da etraftaki akraba ve arkadaşların dolduruşuna gelip, iyi bir halt ettiklerini düşünerek mutluluktan içiyor. RTÜK’ün toplumun gelenek ve göreneklerine daha saygılı olması lazım. Hem, söz konusu bölümde sadece 17 dakika içmişler. Evlendikten sonra o imzayı unutmak için hayat boyu içen birçok kişi tanıyorum; bence 17 dakika az.

RTÜK bununla da yetinmemiş, “Dizide ana karakterler birbirine ‘Lan’ diye hitap etmekte, argo ve küfürlerden bazıları biplenmekte geç kalındığı için açık olarak anlaşılmaktadır. Toplumda belli bir saygınlığı olan komiserlik, savcılık ve polislik görevindeki ana karakterlerin alkol kullanma, kaba ve küfürlü konuşma gibi çocuklar ve gençler açısından olumsuz örnek oluşturabilecek nitelikteki davranışları, özensizce ekrana taşınmaktadır” demiş. Söz konusu kanalın Mart ayı gelirinin yüzde 1’i oranında ceza kesilmiş. Bu ilk ceza değil…

Vallahi ben Behzat Ç.’yi seviyorum. Bunda yazar Emrah Serbes'in payı çok büyük. Behzat'ın dili Ahmet'in, Hüseyin'in dili. Serbes, Bant Dergisi'nde yayımlanan söyleşisinde Barış Kaya'nın “iyi diyalogların sırrı nedir” sorusuna, “Beş sene boyunca çeşitli gazete ve dergilere röportajlar yaptım. O süreçte Türkçenin yazıldığı gibi konuşulan bir dil olmadığını öğrendim. Yani konuşma dili diye bir şey var. Bu da insanların insan gibi konuştuğu, dertlerini en pratik şekilde anlattıkları, edebiyat paralamadıkları bir dildir” yanıtını veriyor. Gerçeğe bu kadar yakın bir dile RTÜK kızıyor, uygun bulmuyorsa bence cezayı Milli Eğitim'e kesmeli. Bu dili öğreten onlar. Bu saçma durum canımı sıktığı için Behzat ve arkadaşlarına RTÜK’ten kurtulmaları için yardım etmeye, bazı önerilerde bulunmaya karar verdim. Dizinin toplumda kabul gören gelenek ve göreneklere biraz uyum sağlaması halinde RTÜK peşlerini bırakacaktır.

Öncelikle şu “lan” kelimesinden kurtulmak lazım, belli ki RTÜK bu kelimeyi sevmiyor. Türkçe’de alternatif çok. “Lan” kelimesi yerine, “Oğlum bak git” denilebilir; “bi takla at” veya “ananı da al git” kullanılabilir. Bunlar toplumun saygın kişileri tarafından da telaffuz edilen kelimeler olduğu için RTÜK Behzat’a ceza kesemez.

Behzat ve arkadaşları toplumun genel ahlak kurallarına uyum sağlamak ve polislik mesleğine gölge düşürecek hareketlerden kaçınmak için arada bir yoldan geçen vatandaşları darp edebilirler. Sonra da darp ettikleri kişiye dava açarak ondan şikayetçi olabilirler. Böylece dizi gerçek hayata daha fazla yaklaşmış olur.

Behzat Ç.’de malum bazı arkadaşlar evlilik öncesi flört ederek toplumun ahlakını derinden etkileyebilecek davranışlarda bulunuyorlar. RTÜK de haliyle kızıyor. Dizideki arkadaşlar muhtemel hayat arkadaşlarını tanımak için fört etmek yerine en sevdikleri kişiyi resmi nikahla kendilerine eş alabilir, uygun başlık parasını faizsiz kar payı veren bir kuruma yatırarak gelinin babasına günahsız yüksek kazanç ylu açabilirler. Daha az sevdiklerini ise imam nikahı yoluyla hayatlarına katabilirler. Hoş bir şey değil ama 'RTÜK baskısından' kurtulmak için işe yarayabilir. Ne de olsa memlekette böyle örnekler var ve kimse bir şey demiyor. Halkın kızmadığına RTÜK kızacak değil ya!

Behzat Ç. ve arakadaşlarını hep işte görüyoruz. Ercüment’in peşinde, mafyanın izinde ve derin devletin karşısında. Dolayısıyla RTÜK sıkılıyor. Biraz hayır işi hem diziye iyi gelir hem de RTÜK’ün gözüne girmenizi sağlar. Behzat ve arkadaşları Pakistan ve müslüman nüfusun çoğunlukta olduğu diğer ülkelerdeki insanlara yardım etmek amacıyla emniyette bir bağış kampanyası düzenleyebilir. Hatta bunun için Almanya gibi ülkelerde şubeleri olan bir dernek kurabilirler. Gelen paranın bir bölümünü de kırışırlar; Harun'un kredi kartı borcu ödenir. İçimden bir ses, bu tip bağış kampanyalarının televizyon aracılığıyla desteklenmesine RTÜK'ün sıcak bakacağını söylüyor. Behzat Ç. ye bakış açıları değişir, kim bilir belki kendisine iş bile verirler.

RTÜK’ü rahatsız eden bir başka nokta ise Behzat ve arkadaşlarının sık sık Ankara havası çalan, pavyon gibi yerlere gitmesi. Bunun da kolayı var. Televizyonlarda çok sayıda pavyon tadı veren program var. Ankara havası ve daha birçok hava eşliğinde göbek atanlar, dansözler, izleyicilerden piste inenler her akşam televizyonlarda boy gösteriyor. Pavyonda her gece kavga çıkmaz, televizyonlardaki tartışma programlarında, Meclis'te çıkıyor. Behzat ve arkadaşları dışarı çıkmasın zaten kışın Ankara soğuk. Evde televizyon başında aynı ortam yakalanabilir. Çalan hava aynı, mekân ev ortamı olduğu sürece de RTÜK Behzat’a kızmaz, ceza yağdırmaz. Türkiye'de işin sırrı budur. Ne yaparsan yap ama kapalı kapılar ardında yap.

İçki meselesi ise en kolayı. İçki reklamı zaten yasak, RTÜK’ün ekrandan koku alma becerisi yoksa içilenin alkol olduğunu aslında tahmin ediyor olmalı. Yapılması gereken her içki sahnesine kısa bir diyalog yazmak. Örnek vereyim: Behzat ile Harun parkta otururlar. Behzat bira şişesine benzeyen şişeden bir yudum alır. Harun sorar, “Amirim nedir o?” Behzat yanıtlar: “Portakal suyu”. Harun, “haa” der ve iş biter. Artık içilen portakal suyudur. Bütün ülke öyle yapmıyor mu, kime sorsan içkiyi ağzına koymuyor ama üfleyince iki promil alkollü çıkıyor.

Uzun lafın kısası Behzat Ç.'nin biraz takiye yapması, oportünizmi esas alması şart. Memleketin karakteri böyle. Karakter kolay kolay değişmez Behzat komiserim, daha çok sezon lazım.     

Bazı çarpıtmalar

Bu metin vermek zorunda olduğum bir yanıtın olabilecek en kısa hali. Kurucusu olduğum Yeşiller Partisi'nin bu hale gelmesinde mutlaka benim de bir payım vardır, herkesten özür dilerim.

Özgür Gürbüz/8 Temmuz 2012

Gazetecilikte çok sık rastladığımız bir durum var. Ne zaman biri yazısına, “hakkımdaki doğruları yazıyorum, falanca yerde çıkan çarpıtmalara inanmayın” diye başlasa bilin ki büyük bir olasılıkla çarpıtmanın Allah'ını o yapacaktır. Çok sık karşılaşırız bu durumla. Yeşiller Partisi'nden(YP) Ümit Şahin de Yeşil Gazete de yazdığı “Bazı Gerçekler” yazısında aynen böyle yapmış. (http://www.yesilgazete.org/blog/2012/07/06/bazi-gercekler/) Ümit Şahin gibi çok uzun bir yazı yazıp kafanızı karıştırmaya çalışmayacağım. Belge ve bilgilerle Şahin ve bazı partili arkadaşların bana yönelik iftiraya varan iddialarına yanıt vereceğim. Gördüğüm kadarıyla ekoloji/çevre hareketindekiler zaten olan bitenin farkında.

Yeşiller Partisi'nde rotasyon ilkesi nasıl delindi?

Yazısında iktidar heveslisi olmadığını söyleyen Ümit Şahin'in Yeşiller Partisi'nin dört yıllık (48 aylık) tarihinde 33 ay eş sözcü olarak görev yaptığını belirtsem herhalde oynanan komedi çok açık bir şekilde görülebilir. Daha da neşelenmeniz için Ümit Şahin'in partinin sorunlarını tartışmak yerine, beni hedef alan yazısında yazdığı şu cümleyi de ekleyeyim: “Eş sözcülerden biri olarak anılan kişi her seferinde benim”.

Şahin, belge olarak koyduğu 2010 yılında değiştirilen tüzükte yazanları okumuyor sanırım. Yazısında da yer alan ilgili tüzük maddesini son halini aynen yazıyorum:
2010 değişikliğinden önceki YP tüzüğü
(Madde 19-d): Eş sözcü görev süresi, rotasyon ilkesi gereği aralıksız 2 yılı geçemez. 2 yıl aralıksız görev yapmış bir eş sözcü görev süresinin bitiminin üzerinden 2 yıl geçmeden tekrar aynı göreve aday olamaz. 1 yıldan az görev yapma hakkı kalmış bir üye eş sözcülük için tekrar aday olamaz.

Bu maddeyle YP açıkça diyor ki, 2 yıl eş sözcülük yapan 2 yıl bekleyecek. Bu ne demektir? 48 aylık bir dönemde aynı kişi iki kez eş sözcü olamayacak demektir. Yeşiller, aynı kişinin partide sürekli eşsözcü olmasını sakıncalı gördüğü için bu maddeyi koymuş olmalı.Peki ya sonuç? Ümit Şahin 4 yıllık sürenin 2 yıl 9 ayı boyunca eş sözcü olmuş. Yazısında var, okuyun. Ve hâlâ, hiç çekinmeden, Yeşiller Partisi'nde rotasyon ilkesi ihlal edilmemiştir diyor. Alın size bir Ümit Şahin yöntemi: Eş sözcü ol, iki yılı doldurmadan istifa et, arada birileri göreve talip olsun ve onlar istifa edince tekrar eş sözcü ol!

Bu maddenin ilk tüzükteki hali ise şöyleydi: 19.d Eş sözcü görev süresi rotasyon ilkesi gereği aralıksız 2 yılı geçemez. 2 yıl aralıksız görev yapmış bir eş sözcü görev süresinin bitiminin üzerinden 4 yl geçmeden tekrar aynı göreve aday olamaz.
Çıkarılan maddenin olduğu YP'nin ilk tüzüğü

Süre iki değil dört yıldı. Bir de parti kuruluşu öncesi ilgili maddeye eklenmesi için yaptığım öneri ve Ümit Şahin ile arkadaşları tarafından kabul edilmeyip tüzükten çıkarılan, “Görev süresi bitmeden istifa eden bir eşsözcü, istifa ettiği tarihin üzerinden dört yıl geçmeden tekrar aday olamaz” maddesi var. Bu maddeyi ben, tam da bu tip “uyanıklıkların” önüne geçilmesi için önermiştim. Altıncı his olsa gerek. Ekte orijinal belgede “silinmiş” bu değişikliği görebilirsiniz.

Daha bitmedi. Ümit Şahin, yazısında yine o “imrendiğim” cesaretiyle şunları yazmış:

Ben Yeşiller Partisi’nin 30 Haziran 2008’deki kuruluşu sırasında 40 kişilik Kurucular Kurulu tarafından Bilge Contepe ile birlikte eş sözcü seçildim. O zaman aday olmak durumunda kalmam 40 kişilik kurucular kurulundaki arkadaşlarımızın çoğunluğunun Bilge Contepe ile ikimizin kuruluş döneminde toparlayıcı olacağımızı düşünmeleriydi. Ancak ben o günlerde, özel ve mesleki nedenlerle, 2 yıl boyunca bu görevi üstlenebilecek durumda değildim. Benim adaylığım söz konusu olunca, kurucu arkadaşlarıma ancak şartlı olarak aday olabileceğimi, bu görevi ancak kuruluşta, parti kurulduktan sonraki 6 ay boyunca yapabileceğimi, 6 ay sonra başka bir arkadaşımın kalan 1,5 yıl için tekrar seçilmesi gerekeceğini söyledim (ilk Büyük Kongre kuruluştan 2 yıl sonra yapılır). Kurucu eşsözcüler olarak Bilge Contepe ve ben en uygun ikili olarak görüldüğümüz için (tabii herkes tarafından değil, ama çoğunluk tarafından), arkadaşlarımız bu biraz sıkıntılı şartımı kabul etmek zorunda kaldılar.

Daha sonra da şunu: “Üstelik partinin kurulmasından hemen önce partili arkadaşlarımla (ve kendisiyle de) MYK’ya kimler girecek, kim eşsözcü olacak gibi konularda yaptığım konuşmaları ve görüş alışverişlerini “kulis faaliyeti” sayıyor.

Şimdi daha iyi anlıyorum ki, biz partinin kuruluşunda eş sözcü ve yönetimle ilgili seçimleri boşuna yapmışız. Gizli oylama, adaylar vs hepsi birer yalanmış... Meğer Ümit Şahin arkadaşımız diğer arkadaşların isteğiyle seçimden önce eş sözcülüğe razı edilmiş. Ben de figüran gibi gidip oy kullanmışım! Şahin kulis yapmamış ama arkadaşlarıyla yaptığı sohbetlerde ben eşsözcü olurum, beni seçin ama 6 ay sonra bırakırım demiş. Pes!

Şahin'in beni “kurgulamakla” itham ettiği “iktidar hevesini” umarım görebiliyorsunuz. Partinin EDP ile birleşme kararını aldığı zamanın Şahin'in eşsözcülük süresinin sonuna gelmesi, artık herhalde kaçamayacağı rotasyona denk düşmesi de sanırım takdir-i ilahidir. Amaç anlatıldığı gibi partiyi büyütmek değil, kontrolde olmayan hantal yapının devridir. Şimdi birleşip, büyüyoruz diyenler biz daha önce partinin iktidar hedeflemesi gerekir dediğimizde karşımıza çıkarlardı. Parti içindeki yazışmaları okuyabilseniz durumu daha iyi göreceksiniz tabi. YP tüm bu yazışmaları halka açsa ya, “zombi” lakaplı solcuları, Suriye meselesinde olan biteni, partiyi yetmez ama evetçilerin ele geçirip geçirmediğini herkes görsün. Ben bu kararı desteklerim. Cesaretleri varsa yahoo group'taki tüm yazışmaları halka açsınlar.

Ümit Şahin "sitemlerini" kadın örgütlerine de yazsın

Ümit Şahin Nişanyan meselesinde savunacak bir tek argümanı kalmamış olacak ki, beni Agos düşmanı olarak göstermeye çalışmış. Bunu yaparken o zaman Mahçupyan'a karşı kampanya yapan kadın örgütlerini de aynı kefeye koyduğunun farkında değil tabi. İktidarın taktiklerini aynen kullanıyor Şahin, belden aşağı vurmalar, iftiralar. Bakalım evimden sahte CD de çıkacak mı? Bu kadar düşeceklerini açıkçası ummazdım. Üç hafta önce blogumda Alper Akyüz'e yanıt verirken aynen şunları yazmıştım, Şahin bunları okumasına rağmen iftiraya devam etmiş:

Bütün kadın örgütleri karısının başından aşağı dışkısını boşaltan Nişanyan'ın Agos'ta yazmaması için kampanya yaparken Yeşiller neredeydi? Tam o esnada hiçbir şey olammaş gibi Agos'tan konuk çağırmakta ısrar etmek ne kadar anlamlı? Kadın örgütlerine direnen ve Agos gibi Hrant Dink'in imzasını taşıyan çok değerli bir gazeteyi lekelediğini düşündüğüm bu kişiye sahip çıkan Etyen Mahçupyan'ın Yeşil Gazete'de sürekli yazılarının yayımlanması bir tesadüf müdür? Gazeteci arkadaşlarımız içerdeyken onlar hakkında korkunç yazılar yazan (bkz. Koray Çalışkan ne diyor: http://www.medyaradar.com/haber/medyagunlugu-75732/gazeteciler-iceri-atilirken-etyen-mahcupyan-iftira-atiyor.html ) Mahçupyan'ın yazılarını Yeşil Gazete'de yayımlamaktan neden çekinmediniz? Partinin bir çizgisi yok mu? Örneğin birisi bireysel silahlanmayı savunsa, ona da farklı görüş diye yer verecek misiniz? Bu konudaki itirazları neden görmezden geldiniz? Onlarca farklı örnekte olduğu gibi, yetmez ama evetçi herkesi korumayı kendinize neden misyon edindiniz?

Agos için ne düşündüğümü bütün gazeteci arkadaşlarım zaten bilir, üç hafta önce de, yukarıdaki yazıda yazmışım. Şahin bana kadın örgütleriyle aynı tavrı aldığım için mi kızgın yoksa AKP yanlısı bir liberalle aynı düşüncüleri paylaşmadığım için mi pek anlamadım? Bence ikisi de suç değil. Kendisi Mahçupyan'a sempati duyuyorsa, bu onun problemi. Bunu yaparsam ben yazdıkları için içeri düşmüş gazeteci arkadaşlarımın yüzüne bakamam.

Kyoto meselesi

Önce Ümit Şahin'in yazdıkları:“Türkiye’nin Kyoto’yu imzalaması talebinin ortaya atılmasına Özgür Gürbüz’ün en baştan karşı olmasına dayanıyor. Çünkü Türkiye’nin Kyoto’yu imzalaması için kampanya yapılması fikrini 2005 yılında ilk ortaya atan (en azından bizim çevrelerde) bendim”.

Ne yazsam bilemiyorum. 2004 Ocak ayında Greenpeace'te küresel ısınmayla ilgili kampanya yapmaya başladık. Ben de Greenpeace'te enerji kampanyası sorumlusuydum. Bu Türkiye'de Küresel Isınma'yla ilgili ilk kampanyaydı ve KEG daha ortada bile yoktu. Benim Türkiye'nin Kyoto'ya imza atmasına karşı çıktığım ise külliyen yalan. Her televizyon programında, onlarca makalemde bu talebi hep dillendirdim. İşte bir tane örnek, yazının sonuna doğru, göreceksiniz:


Kyoto Protokolü'nün imzalanması için yıllarca çeşitli kampanyalarda görev aldım. Sadece Türkiye'de değil, 2000'lerin başlarında İngiltere'de okurken de iklim değişikliği ve Exxon Mobil'e karşı kampanyalarda gönüllü görev aldım. Benim kaygım, KEG'in kitleleri sokağa çkarma temelinde yürüttüğü iklim kampanyasının Kyoto imzalansın hedefine kilitlenmesiydi. Türkiye Kyoto'yu imzalasa dahi, aynı bugün olduğu gibi, gelişmiş ülkelerin ortada olmaması nedeniyle iklim değişikliği sorunu çözülemeyebilir ve biz harekete kattığımız tüm kitleyi bir yılgınlığa iteriz demiştim. Farklı düşünmeme rağmen kampanya boyunca çalıştım, kimseyi yarıda bırakmadım. Eylemcilere defalarca enerji ve iklim değişikliği eğitimleri düzenlendi, onlarca sunum yaptım. Ne yazık ki korkulan oldu. KEG, Yeşiller ve Greenpeace'in düzenlediği son iklim mitingine gelen 100 civarı kişi herhalde bu kaygılarımın haksız olmadığını gösteriyor. Benim o zamanki önerim, bir termik santralin hedef alınmasıydı. İnsanlar bir termik santral projesini engellediklerini görürlerse motivasyonları artar, kampanya hız kazanır diyordum. Bugün Gerze'de sonra Amasra'da da termik santrale karşı elde edilen başarı tam da bu zincirleme etkiye işaret ediyor. Kampanyayı doğru kurgulasaydık çok daha önce bu süreci başlatmış olabilirdik. 170 bin imza topladık ama boşa gitti.

Çünkü Türkiye Kyoto'yu imzalasa da, Ümit Şahin tarafındam yazılan şu talihsiz yazıda aksi iddia edildiği gibi (bkz: http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=881723&CategoryID=99 ) bir yükümlülük ve sınırlamalarla karşılaşmayacaktı. Teknik bir bilgiden bahsediyordum, çok net ve açık. Hatta durum ortada. Türkiye Kyoto'yu imzaladı ve aynı zamanda onlarca köprü, termik santral ve otoyola da imza attı.

Bakınız, Kyoto Protokolü'nün 2.1 maddesi, Ek-I taraflarının 3. maddede belirtilen yükümlülüklerini yerine getirmek için yapabilecekleri çalışmaları özetlemektedir ve Ülkelere yardımcı olmak amacıyla hazırlanmıştır. Kyoto Protokolü'nün yaptırımları sadece Ek-B listesinde belirtilen hedeflere varılıp varılmaması halinde geçerlidir ve 2.1 maddede belirtilen önlemlerin birinin ya da bir kısmının uygulanmasını değil, ülkenin 2008-2012 toplam salımların 1990 yılına göre Ek-BDe belirtilen oranda azaltılıp azaltılmamasıyla ilgilidir. hedefe ulaşılamaması halinde en büyük yaptırım, ilgili ülkenin bir eylem planı belirlemesi ve 2012 sonrası dönemdeki yükümlülüklerinin %30 artırılmasına yöneliktir. Türkiye EK-B listesinde yer al-mı-yor! 10 yılda, bunu sözde iklim kampanyası yapanlara anlatamadıysak kime anlatacağız açıkçası ben de bilmiyorum.

Bu vesileyle Kyoto Protokolü'nün maddelerini de ileteyim. Bu kadar yazışma en azından bir işe yarasın:


Yukarıda yazdığı gibi, “Türkiye Koyoto'yu imzalarsa otoyol yapamaz” gibi demeçlerin doğru olmadığını (Türkiye'de hatırı sayılır, köprü ve otoyol yapımı sürmektedir), Protokol'ün ilgili maddesini de parti içinde paylaşarak gösterdiğimde partiden kimsenin Ümit'e hatalısın dememesi manidardı. O zaman bazı şeylerin ters olduğunu iyice anladım. Bugün beni mertçe bir eleştirim yüzünden eleştiren yeşil arkadaşların hiç sesi çıkmadı. Son olarak Ümit Şahin'in söz konusu düzeltmeme yanıtını da burada paylaşayım:

Ben İstanbul Universitesi Iletisim Fakültesi’nde son siniflara cevre haberciligi dersi veriyorum. Bazilari stajyer olarak calisan, bazilari yakinda muhabir olacak olan gazetecilere cevre konularina, enerjiye, iklim degisikligine vb. nasil yaklasmalari, gercegi nasilaramalari gerektigini ögretmeye calisiyorum. Bu konuda kimsenin verecegi derse ihtiyacim yok.

Senin deyiminle Allah selamet versin.

Umit”

Halk oylaması meselesi

Bu konuyu daha önce açıklamıştım ama Ümit'in tarzıdır, yanıtlar hoşuna gitmeyince yanıt verilmemiş gibi yapar. Aslında tüm tartışmaların altında bu referandum meselesi yatıyor. Ben hayır denmesi taraftarıydım ve bunu var gücümle parti içinde dile getirdim. Partinin liberal kanadınca bu tavrım hiç hoş karşılanmadı ve süreç bugünkü karalama kampanyalarına kadar geldi. O tarihte yazdıklarım için bugün parti içinden bazı arkadaşlar bana teşekkür ediyorlar.

Bu konuyla ilgili açıklamam aşağıda ama daha önemli bir noktaya dikkat çekmem gerekiyor. Şahin'in yazısında bahsettiği ancak kim olduğunu açıklamadığı Noyan Özkan, elbette ki sözlerini dikkatle incelediğim bir hukukçudur. Evet, Ümit Şahin belirtmemiş(?), Özkan eski İzmir Baro Başkanı ve Türkiye çevre hareketi avukatlarının en kıdemlilerindendir. Bu görüş sadece ona ait de değildi. Ümit okumak istememiş olabilir ancak parti listesine birçok hukukçu tarafından kaleme alınmış uyarı niteliğindeki benzer yazılar gönderildi. Çevre mücadelelerinde yıllardır avukatlık yapan arkadaşlar birçok defa halk oylaması sonrası süreçle ilgili sitemlerini ilettiler. Cihangirli Yeşiller farklı düşünüyor olabilir ama Anadolu'da HES'lerin, termik santrallerin peşinde koşan avukatlar çok dertli. Şahin'in “Referandumdan sonra da çok sayıda yürütmeyi durdurma ve iptal kararı verildi” diyerek hükümete bir anlamda destek verdiği bu yorum anlamlı. Geçiştirmeye çalıştığı sorun birkaç mahkemeyi değil yargının üst kademelerini ilgilendiriyor. O yüzden Danıştay Başkanı'nın demecine dikkat çektim. Kimse bu laf oyunlarına kanmaz, yapmayın.

Yeşiller Partisi'nin birçok çevre tahribatına yol çacağı belli olan bu değişikliklere hayır diyememesi kocaman bir ayıp, karar verememesi ise bir başka ayıp tabii. Bu tahribata neden olacağını bilmiyor da değildiler çünkü ben ve birçok kişi parti listesinde defalarca bu uyarıları yaptık. Karşımıza yetmez ama evetçilerin neferliğine soyunmuş, bugün yönetimi hemen hemen ele geçirmiş durumdaki militan kadro çıktı. Biz müdahaleyi yapmasak ibrenin evetçilerin lehine döneceği ortadaydı. Sözde düzeltme metninde haliyle bu ayrıntılar yok. Asıl görülmesi gereken ise şu. Ortada bir soru ve iki yanıt var. Size “evet ya da hayır mı” diye sorulan politik bir soru. Hadi diyelim üçüncü seçenek de var ve onun adı da boykot. Politika yapmak için kurulmuş parti bu soruya ne evet ne de hayır diyebiliyorsa, bu yanıtın boykot anlamına geldiği apaçık ortadadır. Üstelik her değişiklik maddesine açık açık karşı çıkılırken. Yani, maddeler doğru değil diyorsunuz ama yanıtınız bir türlü hayır olamıyor. Benim eleştirim aslında bu noktaya. Hayır demeniz gereken bir soruya, parti yönetiminin yetmez ama evetçi cepheye yakınlığı nedeniyle hayır diyemiyorsa ortada bir sorun vardır. Yeşiller'in malum cepheye yakınlığını anlamak için yaptıkları eylemlerde kimlerle hareket ettiğine bakmanız yeterli. İş sadece referandum işi değil. Bence, yeşiller adını kullanarak başka bir oluşum örgütlenmeye çalışılıyor ancak bu tezimin doğru olup olmadığını görmek için biraz daha beklemek lazım.

Ben evet demediğim halde...”

Ümit Şahin Yeşil gazetedeki yazısında aynen böyle yazmış: “Peki ben evet demediğim halde neden yetmez ama evetçilerin toplantısında boy gösterdim?” Bu da bir köşe yazısı: http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=32664

Algıda yanlışlık bulaşıcı olsa gerek. Herhalde Ümit Şahin bu yazıyı zamanında tekzip etmiştir. Bu liste internette aylardır dolaşıyor. Yazı Cumhuriyet'te çıktı. Ben yetmez ama evetçi değilim diye yaptığı tekzip metnini şimdi ortaya çıkarmasını bekliyorum. Zamanında sokaklarda sattığımız Yeşil Gazete'yle ilgisi alakası olmayan ama adını kullanmasına izin verilen bugünkü Yeşil Gazete de tekzibi manşet yapsın.

Son sözüm de bu olsun, hiç kimseden öğrenecek bir şeyi olmadığını söyleyenlerle daha fazla vakit kaybetmemeli.

Küresel ısınmanın kırılma noktası

“Fosil şirketlerinin üst düzey yöneticileri ne yaptıklarını biliyorlar ve işlerin şimdiki gibi sürmesinin uzun dönemli sonuçlarının da bilincindeler. Bana göre, bu yöneticiler insanlığa ve doğaya karşı ağır suçlar işlemekten yargılanabilirler”.

Özgür Gürbüz-Birgün/1 Temmuz 2012

Evet, itiraf ediyorum bu yazının başlığını bir kitaptan, Ayrıntı Yayınları'ndan 2009 yılında çıkmış James Hansen'in kitabından arakladım. Bu kitap, küresel iklim değişikliği konusunda okunması gereken kitaplar listesi yapılsa hiç kuşkusuz ilk sıralarda yer alır. James Hansen, 23 Haziran 1988 yılında, bundan 24 yıl önce, atmosferde insan kaynaklı seragazı etkisi oluştuğunu ve dünyanın ikliminin değiştiğini söylemişti. Kitapta hem küresel ısınmanın bilimsel gerekçeleri açıklanıyor hem de durumun ne kadar acil olduğuna dikkat çekiliyor. Kitabın üstlendiği ve gözden kaçırılmaması gereken bir diğer misyonu ise iklim değişikliği konusunun politikacılar tarafından nasıl hasıraltı edilmeye çalışıldığını anlatması. Politika yapanlar ve onun arkasındaki güçlerin bilimsel gerçekleri halktan gizlemek için her şeyi göze aldıklarını bilmek ve ABD’de olan biteni Hansen'in kendi kaleminden okumak gerçekten tüyler ürpertici bir deneyim.

James Hansen, ‘NASA Goddard Yerbilimleri Enstitüsü’ Başkanı iken, 1984-1988 yılları arasında tam üç kez ABD Senatosu'nda iklim değişikliğine ilişkin tanıklık yapmış. Amerika'daki sistem gereği, Beyaz Saray İdare ve Bütçe Ofisi'nin (White House Office of Management and Budget) bu tanıklıklara onay vermesi gerekiyormuş. Hansen'ın anlattığına göre NASA Hukuk Bürosu, Bütçe Ofisi ve tanıklık yapan bilim insanı arasında arabuluculuk görevini üstleniyormuş. Yaptıkları sadece arabuluculuk değil tabi, aslında tanığın ne söyleyeceğine de müdahale ediyorlar. Hansen bir defasında Bütçe Ofisi'nin konuşma metninde yaptığı değişikliklere itiraz ettiğini yazıyor. Nedeni çok ilginç. Bütçe Ofisi Hansen'dan araştırmasının sonuçlarını büyük oranda değiştirmesini ve insan kaynaklı iklim değişikliğinden duyulan kaygının azaltılmasına hizmet etmesini istemiş. Ünlü bilim adamı aksi halde tanıklık yapamayacağını anlayınca ısrar edilen üç noktada değişiklik yapmayı kabul etmiş ama pes etmemiş. Daha sonra ABD Başkan Yardımcılığı görevini de yapan dönemin senatörü Al Gore'dan değişiklik yapılan üç konuda kendisine soru sormasını istemiş. Böylece yazılı metinde olmayanları sözlü anlatarak sansürü delmeyi başarmış.

Kolombiya Üniversitesi öğretim üyesi Dr. James Hansen, küresel iklim değişikliğinin durdurulması için kolay okunur bir reçete de sunuyor[1]. Özeti şu: Başta kömür olmak üzere fosil yakıtların (petrol, doğalgaz, katran kumları vb.) kullanımını en aza indirmek.

Kitap hem dönen dolapları hem de işin bilimsel yönünü anlama konusunda bir başucu kitabı. Benim bu kitaptan bahsetmemin nedeni ise başka. Exxon Mobil'in başındaki Rex Tillerson birkaç gün önce iklim değişikliği konusunda çözüm önerilerini açıkladı. Mobil, Fortune dergisinin dünyanın en büyük firmaları listesinde üçüncü sırada yer alıyor. Yılda 354 milyar doları bulan geliri ve 30 milyar dolarlık kârıyla Shell'in hemen arkasında, BP'nin ise önünde yer alıyor. Dünyanın en büyük şirketleri listesi görüldüğü gibi petrolcülerle dolu. Mobil’in ticari faaliyetleri de başta petrol ve gaz olmak üzere enerji alanına odaklanmış. Şirketin Yönetim Kurulu Başkanı Tillerson'a göre fosil yakıtların kullanımını azaltarak iklim değişikliğini durdurmaya çalışmak yerine, değişen hava modellerine uyum sağlamalı ve yükselen deniz seviyesine karşı dev barikatlar kurmakla uğraşmalıymışız. “Hava modellerinin değişimi sonucu tarım ürünlerinin üretim yerlerinin değişmesine uyum sağlayabiliriz” diyen Tillerson, bunun bir mühendislik sorunu olduğunu ve öyle de çözüleceğini buyurmuş. Mobil'in Yönetim Kurulu Başkanı, küresel yoksulluğun iklim değişikliğinden daha önemli bir sorun olduğunu söyleyerek, elektriğe erişimi olmayan milyonlarca insanın fosil yakıt kullanarak hayat kalitesini arttırabileceğini de sözlerine eklemiş.

Tillerson Exxon Mobil’in eski başkanlarına göre farklı bir yol izliyor. Ondan öncekiler iklim değişikliğinin insan kaynaklı olduğunu tümden reddediyorlardı. İklim değişikliğini inkâr politikasını destekliyorlardı. Tillerson ise, durdurmaya çalışmayın, kurtarabildiğinizi kurtarın diyor. Yeter ki petrol, kömür ve doğalgaz tüketimi azalmasın; tüm derdi bu. Durumu o kadar hafife alıyor ki, kızmamak elde değil. Bangladeş'te, tarım ve yaşam arazileri sular altında kalacak milyonlarca insanın nereye ve nasıl göçeceği sizce bir mühendislik sorunu mu? Sular altında kalacak ada devletlerini suyun üstünde tutacak bir mühendislik mucizesi var da ben mi duymadım? Milyonlarca insanın temiz su ihtiyacını karşılayan dağ buzullarının 50 yıl içinde erimesini hangi mühendislik harikası araç durdurabilecek? Mobil'in otomobil yarışlarındaki mankenlere tanıtım amaçlı verdiği şemsiyeleri birleştirsek acaba tüm buzulları gölgede bırakacak dev bir şemsiye yapmamız mümkün olur mu?

Bir de yoksul insanlar üzerinden söylenen sözlerle yapılan çarpıtmalar var tabi. Elektriği olmayan insanlara elektrik götürmek onları mutlu edebilir ama bunu yaparken onları zehirlemek zorunda değilsiniz. Termik santrallerin kömür dağları, küresel ısınma sonucu ortaya çıkacak sel ve kuraklık felaketleri elektrikle gelen mutluluğu alıp götürecektir. Elektrik üretmenin temiz yolları da var ve herkese yeter. Yeter ki tüketim denen canavarı dizginleyebilelim.

Bu yazıya James Hansen ile başladık yine onunla bitirelim. Hansen diyor ki; “Fosil şirketlerinin üst düzey yöneticileri ne yaptıklarını biliyorlar ve işlerin şimdiki gibi sürmesinin uzun dönemli sonuçlarının da bilincindeler. Bana göre, bu yöneticiler insanlığa ve doğaya karşı ağır suçlar işlemekten yargılanabilirler”[2].

Bakalım o günleri görebilecek miyiz?



[1]    Küresel Isınmanın Kırılma Noktası, James Hansen, Ayrıntı Yayınları. Sayfa: 172
[2]    Küresel Isınmanın Kırılma Noktası, James Hansen, Ayrıntı Yayınları. Sayfa: 6

Sosyal Medya Günü'nde Türkiye "nükleere hayır" dedi

Özgür Gürbüz/1 Temmuz 2012

Yaratıcı Fikirler Enstitüsü'nün sosyal medya günü nedeniyle Twitter üzerinden organize ettiği nükleer enerji tartışması dün gece (30 Haziran) saat 21:00'de başladı. Dün 23:00 sularında twitter'da en çok mesaj atılan konu başlığı #nukleerehayircunku oldu! 1 Temmuz Pazar günü öğleden sonraya kadar nukleere hayır diyenlerin mesajları Twitter'da hep ilk sıradaydı. Mesaj atan, konunun duyulmasını, gündeme gelmesini ve tartışılmasını sağlayan herkese şahsım adına teşekkür etmek istiyorum. Hükümetin açık platformlarda konuyu tartışmakan kaçınıp, kapalı kapılar altında işleri halletme çabalarının boşa gittiği ortada. Umarım hükümet yetkilileri birgün karşımıza çıkacak cesareti de bulurlar.

Dün geceki etkinlikte #nukleereevetcunku diyenler çok ama çok azınlıktaydı. 24:00'de etkinlik bittiğinde oylama şöyleydi:

Nükleer enerjiye hayır diyenler: %93
Evet diyenler: %7


Bence sanal dunya kesin bir yargıya varmak için doğru bir yer değil. Etkinliğin oylamaya kımına odaklanmak yanlış olur. Kamuoyu anketleri zaten Türkiye'de nükleer enerjiye hayır diyenlerin çoğunlukta olduğunu gösteriyor. Önemli olan büyük çoğunluğun duyduğu rahatsızlığı belli etmesi, konuyu tartışma isteğiydi. Nükler yanlılarının ellerinde bir tane ciddi, rakamsal veri olmaması da benim ayrıca dikkatimi çekti.

Galata Kulesi'nde söz alan dört nükleer fizikçi uzmannın açıklamaları da orada etkinliği izleyenlerden tepki aldı. Bilgileri eskiydi, Japonya'daki son durumdan, Fransa'nın aldiğı kararlardan habersiz konuşmalar yaptılar. Nükleer enerjiye karşı olan bizlerin ise moderator Ahu Özyurt'un sorularına net yanıtlar verdiğimizi düşünüyorum. Ben de orada söz aldığım için bu konuda yorum yapmam çok doğru olmaz ancak dinleyenlerin tepkisinden oylamaya benzer bir sonuç alındığı anlaşılıyordu.

Dilim döndüğünce dünkü etkinliği özetlemeye çalıştım. Desteğiniz için tekrar teşekkür ediyorum ve bu vesileyle hepinizi Nükleer Karşıtı Platform'a destek olmaya çağırıyorum. Birlikte mücadele edersek çok daha güçlüyüz, bunu bir kez daha gördük. 

Etkinlik hakkında daha detaylı bilgi için: http://yaraticifikirlerenstitusu.com/

Dünyayı yeşil ekonomi mi kurtaracak?

Özgür Gürbüz-Yeşil Ekonomi/29 Haziran 2012

Birleşmiş Milletler Yeryüzü Zirvesi 20 yıl aradan sonra yeniden Brezilya'nın Rio kentinde yapıldı. 20 yıl önceki zirvede yepyeni bir kavramla tanışmıştık: 'Sürdürülebilir kalkınma'. 1992 yılındaki Rio Zirvesi sürdürülebilir kalkınmadan bahsediyordu ama sorunun çözümü için formül çok daha önce Roma Kulübü (Club of Rome) tarafından ortaya atılmıştı. Rio'dan tam 20 yıl önce, dünyaca ünlü üst düzey bürokrat ve bilim insanlarının kurduğu Roma Kulübü hastalığın adını doğru tarif etmişti. Büyüme denen hastalık gezegeni ve üzerinde yaşayan canlıları tehdit ediyordu. 1972 yılında Roma Kulübü'nün çok ses getiren raporunun adı, 'Büyümenin Sınırları'ydı (The Limits of Growth).

Bu rapordan 20 yıl sonra, Birleşmiş Milletler (BM) tarafından düzenlenen, onlarca sivil toplum örgütü ve hükümetler tarafından desteklenen 1992 Rio Zirvesi'nin, belki de bileşenlerinin bağımsız düşünürler kadar özgür olamamasından dolayı büyümeye sınır koymayı telaffüz etmek yerine sadece “sürdürülebilir büyüme” diyebilmesi manidardı. Özetlersek, bu söylem şu anlama geliyordu: “Büyüme kaçınılmaz ancak fabrikaları kurarken ağaç kesmemeye dikkat et, kesersen de yerine yenilerini dikmeyi unutma”. Kesilen ağaçların ormanın bir parçası olduğu, dikilen fidanlarınsa orman olması için yıllara ihtiyaç duyulduğu unutulmuştu. Sürdürülebilir kalkınma denen kavram yaşam pahasına da olsa büyümeyi sorgulamayadığı için bir süre sonra 'bildiğini okumayı sürdürmenin' ta kendisi oldu.

BALIKLARIN %32'SİNİN SOYU TÜKENMEK ÜZERE
1992 yılındaki korkaklığın bedeli ağır oldu. 20 yıl kaybedildi. Bu 20 yıl boyunca onlarca tür yok oldu; su, toprak ve hava kirletildi. 1996 yılında insan faaliyetleri tarafından tehdit edilen hayvan türü sayısı 5 bin 205'ti. Sadece sekiz yıl sonra bu rakam 7 bin 266'ya çıktı*. Bugün, kayıt altına alınmış memelilerin yüzde 21'i, kuşların yüzde 12'si, sürüngenlerin yüzde 28'i, amfibilerin yüzde 30'u ve balıkların yüzde 32'si soylarının tükenmesi tehlikesiyle karşı karşıya**. Tüm bu örneklerin aralarında insanın da dahil olduğu tüm canlıların yaşamını tehdit ettiğini herhalde ayrıca açıklamaya gerek yok.

ÖNCE YAŞAM SONRA KALKINMA
Bu yılki zirvenin yıldızı 'yeşil ekonomi'nin sonu da sürdürülebilir kalkınma gibi olabilir. Son yıllarda sıkça konuşulmaya başlanan yeşil ekonomi kavramı 'yanlış anlaşılma' ve 'yanlış anlatılmaya' açık. Yeşil ekonominin yaşamı, büyüme ve kalkınmanın önünde tutan özüne vurgu yapılmazsa, 2012 zirvesinin 1992'den bir farkı kalmayacak. 2012'deki Rio+20 zirvesinin sonuç metnine baktığınızda tam da bunu görüyorsunuz. Sonuç metni her şeyden önce yeşil ekonomiyi sürdürülebilir kalkınma ve yoksulluğu azaltma kavramlarıyla birlikte değerlendirerek kalkınmacı mantığa yeşil ışık yakıyor. Daha sonra sürdürülebilir kalkınmaya her ülkenin farklı yöntem, yaklaşım ve modellerden ulaşabileceğini belirterek binbir türlü bahaneye zemin hazırlıyor. Yani hem kalkınacaksınız, hem yoksulluğu azaltacaksınız hem de ekosistemi koruyacaksınız. Bu üç hedef gelişme yönündeki ülkeler için bir yol haritası çizebilir. Aynı zamanda gelişmiş ülkelerin refah seviyesinde küresel bir denge sağlanması için teknoloji ve sermaye transferine olabak sağlaması ve ekonomilerinde planlı bir daralmayı göze almaları gerekir. Dünyanın sınırlı kaynakları bugün herkesin bir Amerikalı gibi yaşamasına olanak vermiyor. Gelişmiş ve çok tüketen devletlerin bugünkü durumu sürdürmelerine karşı çıkmaz, bu konuda bir şey söylemezseniz dünyanın sınırlarını zorlamaya devam edersiniz. 40 yıl önce Roma Kulübü sınırsız büyümenin mümkün olmadığını söylemişti. Haklıydılar. O tarihte küresel ısınmadan bile bahsedilmiyordu. Bugün küresel ısınma yaşadığımız çevre sorunlarının sadece bir tanesi. Yapılacak en büyük hata bugünden sonra sürdürülebilir yaşam yerine sürdürülebilir kalkınmada ısrar etmek olur.

ÇOCUKLARINIZ MI CİPİNİZ Mİ DAHA ÖNEMLİ?
Sonuç metninde, yeşil ekonominin sınırlarının sert kurallarla çizilmemesini istediklerini açık açık yazmışlar. İtirazım yok. Bu esneklik zaten yeşil ekonomiyi farklı yapan yegane unsur. Sistem değişikliği öneriyor ama kısa sürede gerçekleşecek bir devrimden bahsetmiyor. Elektrik üretimini yenilenebilir enerji kaynaklarıyla sağlayarak hem talebi karşılıyor hem de istihdamı arttırabiliyor. Evlerin çatılarına kurulabilen güneş panelleriyle, enerji verimliliği ve küçük toplulukların sahip olabildiği mütevazi rüzgar türbinleriyle aslında enerji gibi büyük sermayeye sahip oyuncuların kontrolündeki bir sektöre daha az sermayeli yeni oyuncuların katılmasına fırsat veriyor. Doğanın sömürüsü üzerinden elde edilen karın karşısında olduğu için hem yokoluşu yavaşlatıyor hem de bu amaca hizmet eden kar odaklı teknoloji yerine daha emek yoğun seçenekleri ortaya atıyor. Bu, yeşil ekonominin istihdamı arttırma araçlarından biri. Bir başkası da çalışma saatlerinin düşürülmesi. Yeşil ekonominin temel prensipleri arasında refahı toplumun her kesimine yayma var. Haftalık çalışma saatlerini düşürerek iş paylaşımına ve istihdam artışına destek veriliyor. Çok iyi gelir getiren bir işe sahip kişinin gelirinin bölüşülmesi ancak bu yolla sağlanabilir. Bu kişi, 40 değil 30 saat çalışsa da temel ihtiyaçlarını sağlayacak geliri elde eder, kalan saatlerde çalışan diğer kişi de işsiz kalmadığı gibi onun gelir seviyesine yaklaşır veya yakalar. Mütevazi bir gelir lüks tüketim malları için değil, temel ihtiyaç ürünleri için tüketilir ve gereksiz üretim önlenerek doğal kaynakların korunması sağlanabilir. Çalışma saatinin düşürülmesi sosyal refahı ve bireysel mutluluğu da arttırır. Ailesine, çocuklarına ve sevdiklerine daha uzun zaman ayırabilen sosyal insan gezegene yeniden döner. Daha uzun tatiller ve yavaşlayan hayat beraberinde tüketimin dolayısıyla yokoluşun hızını düşürür. Tüm bunların yaşam kalitesini yükselttiğini de gözden kaçırmamak lazım. Son model bir cipe binmeyi, haftada altı gün çalışıp çocuğunuzun yüzünü görmemeye tercih ediyorsanız o başka tabi! Bu gibi tedbirlerden bahsetmeden yeşil ekonomiden bahsetmek mümkün değil.

Avrupa'da rüzgar enerjisi sektöründe çalışan işçi sayısı ve gelecek yıllara ait tahminler:
 

BİR MİLYAR İNSAN AÇ
Bu gibi örneklerin radikal olduğunu düşünenler varsa şu 'radikal gerçekleri bir kez daha hatırlasın. Gezegenin sınırlarını zorladığımız için her geçen karşımıza çıkan ekonomik krizler onlarca sosyal sorunu da beraberinde getiriyor. 2007 yılında 178 milyon insan dünyada işsizken, 2009'da bu rakam 205 milyona çıktı. Özellikle gelişme yönündeki ülkelerde milyonlarca insan sosyal korumların da eksikliğiyle zor duruma düştü. Son ekonomik kriz yüzünden aşırı derecede sefalet içine düşen insan sayısının 47 ile 84 milyon arasında olduğu tahmin ediliyor***. Dünya Tarım Teşkilatı (FAO) 2009'da aç yaşayan insanların sayısının tarihte ilk kez 1 milyarın üzerine çıktığını açıkladı.

Unutmayın, yeşil ekonomi zenginlerin satın alabildiği ürünleri yeşil paketlere koymak için değil, yoksulların yaşamlarını makul bir seviyede sürdürebilmeleri amacıyla o ürünleri paylaştırmak ve doğadaki tüm canlıların yaşam hakkına sahip çıkmak için var.

*The World Conservation Union-Species Survival Comission
**Vital Signs 2011, Worldwatch.

***The Global Social Crisis, UN, 2011.

Yeşil kapitalizm imkânsızdır

Yeşil ekonomiyi kapitalizm limanından ayrılmış bir gemiye benzetiyorum. Varmak istediği liman, kapitalizm dışında bir yerde. Başka türlü doğanın korunamayacağı açık. Ancak geminin rotası yolda şekilleniyor, arada sistemin içindeki limanlara uğruyor. Mesele dümeni sağlam tutabilmekte.

Özgür Gürbüz-Birgün/24 Haziran 2012

Bu aralar yeşil ekonomi gündemde. Dört gün önce Birleşmiş Milletler, Rio de Janerio'da büyük bir zirve organize etti. 1992 yılındaki ilk yeryüzü zirvesinin üzerinden 20 yıl geçti ama gidişat hiç iyi değil. Bu nedenle de hükümetler ve sivil toplum örgütleri yeniden biraraya geldiler. Amaç, dünyayı kurtarmak. İlk zirvenin dünyaya hediyesi sürdürülebilir kalkınma kavramı olmuştu. Bu defa amaç yeşil bir ekonominin yol haritasını çizmek, dünyada yeşil ekonomiyi hâkim kılmak. Yıllardır yeşil ekonomi üzerine kafa yormama rağmen bu işe çok sevindiğim söylenemez. Dünya ülkelerinin liderleri, resmi sivil toplum örgütleri, bankalar falan filan bu işin içindeyse korkmak lazım. Korkmalı ama yeşil ekonomiden değil, onun dönüştürüleceği halinden...

Fikret Başkaya, 20 Haziran'da başlayan ve 22'sinde son bulan zirve öncesi yazdığı yazıda, 1992 zirvesi sonrası olanları çok güzel özetlemiş. Diyor ki, “Yeryüzünün egemenleri bundan böyle kalkınmayı gerçekleştirme, yoksulluğu ortadan kaldırma, doğayı ve insanlığın geleceğini koruma sözü veriyorlardı... Artık her kelimenin önüne ‘sürdürülebilir’ niteleme sıfatı eklenebilirdi... İşte, sürdürülebilir kalkınma, sürdürülebilir büyüme, sürdürülebilir tarım, sürdürülebilir turizm, sürdürülebilir enerji, sürdürülebilir su, vb... Bu amaçla ‘Birleşmiş Milletler Sürdürülebilir Kalkınma Komisyonu’ [SKK] kuruldu. Daha doğrusu bu iş ‘komisyona havale edildi’... Ve ondan sonra tüm benzer komisyonlar gibi adı pek duyulmadı... 2012 zirvesi de işte bu komisyon tarafından düzenleniyor...” Başkaya'nın yazısını bulup okumanızı öneririm. Yazı, bu zirveden sonra aynı şeyin bu defa da yeşil ekonomi konusunda yaşanacağına dikkat çekiyor. Kalkınma yeşil olacak, büyüme yeşil olacak ama her şey bildiğiniz gibi hatta daha da hızlanarak devam edecek diyor Fikret Başkaya. Aynı kaygıyı taşımadığımı söylesem yalan olur ancak farklı düşündüğüm noktalar da var. Başkaya'nın yazısı üzerinden değil, genel eleştiriler üzerinden giderek görüşlerimi belirtmeye çalışayım.

Bir fabrika çevreyi kirletiyorsa onu yeşile boyasanız da yine kirletir. Şirketler, bu zirveden sonra yeşile boyama faaliyetlerini hızlandıracak; orası kesin. Ancak, sırf bu yüzden yeşil ekonominin, kapitalizmin bir oyunu olduğunu söylemek bence doğru olmaz. Bu aslında sıkça yaşadığımız, kavramların içlerinin boşaltılması ve kapitalizmin birer oyuncağı haline getirilmesine bir örnek. Yeşil büyümeyi ben, doğal kaynakların geri gelmeyecek şekilde kullanılmasına olanak tanımayan ve bu tanım içerisinde kalabilme şartıyla izin verilen gelişme şeklinde tanımlıyorum. Birçok şirket ise muhtemelen, “kestiğim ağaç kadarını dikersem yeşil yeşil büyümüş olurum” diye düşünüyordur. İşte bu yüzden, bu kavramlara sahip çıkmaya ve içlerini doğru kelimelerle doldurmaya çalışmalı. Yoksa hayatımız yeni kavramlar üreterek geçecek.

NEDİR BU YEŞİL EKONOMİ?

Yeri gelmişken yeşil ekonomiden ne anladığımı da belirtmek isterim. Yeşil ekonomiyi kapitalizm limanından ayrılmış bir gemiye benzetiyorum. Varmak istediği liman, kapitalizm dışında bir yerde. Başka türlü doğanın korunamayacağı açık. Ancak geminin rotası yolda şekilleniyor, arada sistemin içindeki limanlara uğruyor. Mesele dümeni sağlam tutabilmekte. Bir günde devrim vaat etmiyor anlayacağınız ama başka bir denize ulaşmak istediği de açık. Ulaşamazsa zaten yeşil ekonomi de hayal olacak. Bunu ben böyle söylüyorum ama liberal bir ekonomist başka bir tanım da yapabiliyor. En çok eleştirilebilecek noktalardan biri de bu ve benzeri tanımlarda ortaklaşılmamış olmaması. O yüzden kavramlara sahip çıkılmasını önemsiyorum. Öyle bir tanım yapmalıyız ki, örneğin, toplumun temel ihtiyaçlarının mülkiyeti konusu netleşmeli. Su, enerji ve gıda alanlarının şirketlerin tam kontrolüne bırakılmasının doğru olmayacağı ortada. Sadece piyasa üzerinden yapılan müdahalelerin, yoksulların bu kaynaklara erişimini, çevresel tahribatı azaltacağını öne sürmek zor. Pratikte bunu gördük. Dev enerji şirketlerinin nükleerden çıkma kararı alan Almanya'da hükümeti tehdit ettiğine, ülkemizdeki HES yapımlarında özel sektörün kâr amacıyla çevresel yıkımlara yol açtığına hep birlikte şahit olduk.

Bir ideolojiyi, kavramı hayata geçirmek için önce duyulmasını sonra konuşulmasını sağlamak zorundasınız. Yeşil ekonomi bunları başardı, şimdi anlaşılması ve uygulanması gerekiyor. İşte bu noktada şirketler kavramın içini boşaltıp, bir anlamda yanlış anlaşılması için ellerinden geleni yapıyorlar. Rio'daki zirvede hükümetler de bu kampanyaya adeta el attı. (Örneğin Türkiye'yi temsil eden resmi heyetin başında Kalkınma Bakanlığı var. Kalkınma diye diye çevrenin nasıl katledildiğine, Türkiye iyi bir örnek halbuki). Yanlış anlaşılırsa yanlış uygulanacak, gemi bildiğimiz limanlarda turlamaya devam edecek.

Uzunca bir süredir tüketim toplumunun alışkanlıklarıyla beslenmiş, bireyselleştirilmiş ve yalnızlaştırılmış dünyamızı bir günde başka bir hayata geçirmenin oldukça zor olduğunu düşünüyorum. Tüketim ve seyahat alışkanlıkları, çalışma biçimleri, endüstriyel birikimin değişimi ve bunun gibi onlarca farklı alanda yeni bir dünya kurmaktan bahsediyoruz. Bir anda hepsini, insanların zihnini değiştirmek hiç kolay değil. Yeşil ekonomi bunu bir süreç içinde gerçekleştirmeyi öneriyor ve belki de reformist diyebileceğimiz bu yaklaşım nedeniyle eleştiriliyor. Yeşil ekonomiye yeşil kapitalizm diyenler bile var. Açıkçası bu iddia bana biraz kolaycılık gibi geliyor çünkü yeşil ekonomi her şeyden önce kalkınmacı anlayışı reddeder, onu önceliği yapmaz. Kalkınma öncelik olduğunda doğa koruma zaten hayal olur.

SİZİN DİLİNİZİ KONUŞMAYANLARIN EKONOMİSİ
Yeşil ekonominin diğer ekonomik sistemlerden bir farkı da, insanın dilini konuşamayanların ve henüz doğmamış olanların, üretim sürecinden çekilmiş emeklilerin haklarını savunuyor olması. Bitkiler, hayvanlar bu ekonomik sistemde varlar. Sosyal maliyet kavramı yaşamın değerini hesaplayamasa da kapitalizm içinde değersiz kabul edilen canlıların hayatlarını dikkate alır. Hava, su ve toprak bedelsiz üretim girdisi değildir. Gerçek sosyal ve çevresel maliyetler hesaplanmak zorundadır. Yaşam hakkına saygı nedeniyle de insan merkezli bakış açısı reddedilir. Kelaynakların tek bir yaşam alanı varsa, o bölgeye herhangi bir müdahale yeşil ekonomi açısından kârlı değildir ve reddedilmek zorundadır.

Kısacası, sıfır büyüme veya ekonomik daralmadan söz eden bir iktisadi anlayıştan bahsediyoruz; bu nasıl kapitalist olabilir ki? Kapitalizm için tüketmek ve büyümek olmazsa olmazdır. Çalışma saatlerinin düşürülmesi ve tembellik hakkı gibi kavramlar tüketim toplumunun tam tersi bir modele işaret eder. Zenginliğin eşit dağılımı, ülkeler arası ekonomik işbirliği sonucu az gelişmiş ülkelere teknoloji ve finans desteğinin sağlanması ve o ülkelerde de sürdürülebilir yaşamın desteklenmesi gibi kavramlar temel prensipler içerisinde yer alıyor. Toplumsal cinsiyet, kültürel eşitlik konuları önemsenirken, gezegenin ekolojik sınırlarını dikkate alan bir ekonomik model öneriliyor. Bilimde ihtiyatlılık ilkesini, yerel ekonomileri ve katılımcılığı ön plana çıkarıyor. Dört dörtlük bir model olmayabilir ama öyle hemen çöpe atılacak kadar da kötü değil.