mersin etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
mersin etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Nükleerden elektrik değil oy bekleniyor

Özgür Gürbüz-BirGün/12 Mart 2018

Türkiye’de kurulmak istenen nükleer santralların pahalı olduğunu herkes biliyor. Akkuyu’da Rusya devlet şirketi Rosatom’a verilen alım garantisi kilovatsaat başına 12,35 dolar sent. Elektriğin şu andaki piyasa fiyatı 5 dolar sent. Rüzgar güneş gibi kaynakların ihalelerde verdikleri fiyatlar 5 sentin bile altına iniyor. Sinop’ta da durum farklı değil. Nükleer santrallar kurulursa Türkiye’de elektrik daha pahalıya üretecek.

Enerji Bakanlığı, enerjide “yerli ve milli” olalım diyor ama nükleer santralların yerli ve milli olmadığını herkes biliyor. Nükleer santralları Rus, Japon ve Fransız şirketleri kuracak. 60 yıl işletip yüksek alım garantileriyle ceplerini doldurduktan sonra tonlarca nükleer atığı bize bırakıp gidecekler. Birkaç tane yandaş şirket çimento, demir satacak, bizimkiler de onu yerliymiş gibi gösterecek. Bu işin Rusya’dan ya da Japonya’dan elektrik almaktan farkı yok. İthal nükleer, ithal bela. Yapılan anlaşmalar ortada. Santrallarda çoğunluk hisse hep Rusya (Mersin) ve Japon-Fransız (Sinop) tarafında kalacak.

Rosatom'un Ortadoğu ve Kuzey Afrika Direktörü Aleksandır Voronkov geçen hafta  İstanbul’da konuştu. “Akkuyu’da güvenlik standartları en üst seviyede” dedi. ABD’deki Üç Mil Adası kazası öncesi Amerikalılar, Çernobil öncesi Sovyetler ve Fukuşima öncesi Japonlar da aynen böyle düşünüyordu. Nükleer lobi, her kazadan sonra güvenlik standartlarını yükselttiğini, bir daha böyle bir kaza olmayacağını söyler. Onların bu söylemlerine inanalar yüzünden 50 yılda dünyada üç büyük nükleer kaza oldu.

Fukuşima kazasının üzerinden yedi yıl geçti. Çekirdek erimesi yaşanan santralde nükleer reaksiyonu kontrol altına almak için her gün tonlarca su kullanılıyor. Bu rakam günde 400 tondan 100 tona indi ama okyanusa/toprağa karışması,  radyoaktif kirliliğe maruz kalan bu suyun depolanması gibi sorunlar çözülemedi. Santral sahasındaki tanklarda 1 milyon tondan fazla radyoaktif su bekletiliyor. Arıtmadan sonra bile radyasyon içeren bu suyun okyanusa boşaltılması konuşuluyor ki bunun bir çözüm olmadığı ortada.

Radyasyon bulutlarının vurduğu bölgede de durum farklı değil. Radyasyona bulanmış toprak tek tek kazınarak büyük siyah torbalara konuyor. Bölgedeki depolama alanlarında 15 milyon metreküpten fazla radyasyona bulanmış toprak olduğu belirtiliyor. Türkiye’de bir nükleer kaza olduğunda, radyasyonlu toprağı kazıyacaklarını, binaların cephelerinde radyasyon görürlerse o sıvaları sökeceklerini düşünüyor musunuz? Radyasyon denen cin nükleer santraldan çıkınca onu durdurmak mümkün değil. Bunu da herkes biliyor.

Peki, Türkiye neden nükleer santral kurmakta inat ediyor? Yanıt belki de “inat” kelimesinde gizli. Nükleer santral projesi sadece AKP değil, belki de son 50 yıldır bu ülkede öyle bir pompalandı ki, mevcut hükümet kritik seçim öncesi projelerden vazgeçmenin kendisine oy kaybettireceğini düşünüyor olabilir. Malum, seçmenlerin bazıları nükleer santralın ülkeyi kalkındıracağını sanıyor. Nükleer santral sahibi Pakistan’ın durumu ortada. Kalkınmada elektriğin rolü nükleer olması değil, ucuz ve güvenli olmasıdır.

Birçokları ise nükleer santral kurulduğunda Türkiye’nin nükleer silah yapabileceğini düşünüyor. Bunun da ülkeyi güçlü kılacağını, bu yüzden de “dış güçler”in bunu istemediğini. Bu komploların sahipleri, Türkiye’nin nükleer silah yapmamak için Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşması’na imza attığını bilmiyor. Ne de silah yapmaya kalktığınızda İran gibi ekonomik ve siyasi ambargoların en ciddileriyle karşı karşıya kalacağımızı. Nükleer silahlanma ülkeleri güçlü değil hedef yapar. Hindistan ve Pakistan’ı hatırlayın. Biri nükleer silah yapınca öbürü de yapıyor. Kuzey Kore’de nükleer silah var ama ülke zaman zaman açlıkla karşı karşıya kalıyor. Kısacası, “dış güçler”in Türkiye’ye nükleer santral yaptırmamak gibi bir dertleri yok. Yapılırsa “onlar” yapacak zaten. Hükümetin dostu gibi görünen nükleer lobi ise bizi yönetenlerin böyle düşünmesini istiyor olabilir.

Nükleer santralın temelinde sorun var

Özgür Gürbüz-BirGün/18 Aralık 2017

Bir hafta önce Mersin’de yapılmak istenen nükleer reaktör için yeni bir temel atma töreni yapıldı. Törene Akkuyu’daki santralin sahibi Rus devlet şirketi Rosatom’un başkanı Aleksey Lihaçev ile Enerji Bakanlığı Müsteşarı Fatih Dönmez katıldı.

Hafızası güçlü olanlar hatırlar, bu ilk temel atma töreni değil. Bir önceki, 14 Nisan 2015 yılında eski Enerji Bakanı Taner Yıldız’ın katılımıyla yapılmış, daha şatafatlı bir törendi. Taner Yıldız birkaç ay sonra görevinden alındı. Bu yılki törene Enerji Bakanı Berat Albayrak’ın katılacağı söylenmişti ancak gitmedi. Yıldız gibi “nükleerin lanetine” maruz kalmamak için gitmemiş ya da projedeki belirsizlikler yüzünden ortada görünmek istememiş olabilir. Evet, hükümetin kontrol ettiği medyada yazan çizene bakmayın. Akkuyu Nükleer Santralı baştan hatalı bir proje ve ne olacağı belli değil. Belli olan Türkiye’nin bu projeden çok ciddi zararla çıkacağı.

Yine bir hafıza sorusu sorayım. 15 Kasım 2017 tarihinde Haberturk gazetesi, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Soçi’de Rusya Devlet Başkanı Putin’i Akkuyu’daki temel atma törenine davet ettiğini yazmış, tören için organizasyon şirketleriyle görüşüldüğünü belirtmişti. Törenin, bu yıl tamamlanmadan yapılacağı, yetişmezse 2018’in ilk aylarında yapılacağı yazılmıştı. Putin Türkiye’ye gelmesine rağmen bu tören gerçekleşmedi. Putin ve Erdoğan’ın katılacağı görkemli tören yerine, Türkiye’nin müsteşar düzeyinde temsil edildiği göstermelik bir açılış daha yapıldı. O yüzden önümüzdeki aylarda Akkuyu’da yeni bir temel atma töreni olursa hiç şaşırmayın, belki de seçimlerden önce bir tane daha. Belli ki santralın temelinde sorun var.

Akkuyu’nun öncelikli sorunlarından biri finansman. Türkiye ile Rusya arasındaki anlaşma gereği, Rusya istese bile elindeki hisselerin sadece yüzde 49’unu satabiliyor. Çoğunluk hisse (%51) hep Rusya’nın elinde olacak ve son sözü onlar söyleyecek. Bu da santralın finansmanı için gereken paranın yarısının (12-15 milyar dolar) Rusya tarafından karşılanması demek.

Ortada hâlâ projenin ilk yatırım maliyetinin 20 milyar dolar olacağı gibi rakamlar dolaşıyor ama bunlar eski bilgi. 2012 yılında eski Rusya Büyükelçisi İvanovski maliyetin 25 milyar dolara çıkabileceğini zaten söylemişti. Güncel fiyat ise 30 milyar dolar. Bu iddiamın sebebi de Rusya’nın daha dört gün önce Mısır’la yaptığı anlaşma. Rusya Mısır’a da Akkuyu’daki santralın bir benzerini (4 adet VVER-1200) kurmaya hazırlanıyor. Oradaki fiyat ise 30 milyar dolar. Rusya kaynakları projenin yüzde 85’inin finansmanı için Mısır’a 25 milyar dolar kredi verileceğini kalan yüzde 15’in ise Mısır tarafından karşılanacağını söylüyor. Akkuyu için yapılan anlaşma yedi yıl önce imzalanmış ve 20 milyar dolar da o zaman telaffuz edilmişti. Güneş ve rüzgar gibi kaynakların aksine fiyatı her geçen yıl artan nükleer enerjinin yatrım maliyetinin bugün 30 milyar doları bulması kimseyi şaşırtmamalı.

Önümüzde yanıt bekleyen birkaç soru var. Mısır, Bangladeş, Vietnam, Hindistan ve Belarus gibi birçok ülkeye finansal desteğin büyük bölümünü karşılama garantisiyle nükleer santral satmaya çalışan Rusya’nın bu kadar parası var mı? Rosatom’un Rusya’da yeni reaktörler yapmaya çalıştığı ve Ermenistan gibi ülkelerde mevcut santralların bakımı ve iyileştirilmesi gibi işlere finansman sağlama garantisiyle girdiği de unutulmamalı. ABD ve AB tarafından ekonomik kıskaca alınan, Rusya’nın aynı anda bu kadar çok nükleer santrala para bulması kolay değil. Cengiz Kolin Kalyon (CKK) konsorsiyumuna yüzde 49 hissenin satılacağı haberlerinin çıkması da Rusya’nın para ihtiyacıyla ilgili. Tek neden bu değil tabi. Akkuyu santralı için Rusya’ya verilen alım garantisi 15 yıl boyunca kilovatsaat başına 12,35 dolar sent. Piyasada ise elektriğin fiyatı 4-5 dolar sent. Piyasa fiyatından 3 kat pahalı (Rüzgar ve güneş gibi kaynaklardan da en az iki kat daha pahalı) elektrikten bahsediyoruz. Bu işten ciddi kazanç elde edileceği ortadayken, CKK gibi hükümetin her kârlı ihalesinde isimlerini duyduğumuz bu şirketlerin santralın yarısına talip olması bizi şaşırtmamalı. Evet ama CKK 15 milyar dolara yaklaşan bu parayı nasıl bulacak? Ülkede bu kadar para yok. Türkiye’deki bir işe yurt dışından kim bu kadar kredi verir? Hele de projenin geleceği Putin’in iki dudağı arasındayken. Düşürülen uçak olayında olduğu gibi her an bu projenin rafa kaldırılma ihtimali varken.

Halkın tepkisi artarsa, kredi muslukları da iyiden iyiye kısılabilir ve Akkuyu’daki barakalar bir nükleer santral müzesine dönüşebilir. Onun faturasını da bize çıkarırlar o ayrı ama zararın neresinden dönersek kâr.

ABD’de nükleer rönesans yalan oldu

Özgür Gürbüz-BirGün/28 Ağustos 2017

Nükleer enerjinin durumunun Avrupa’da perişan olduğunu herhalde bizim Enerji Bakanlığı dışında herkes biliyor. Almanya nükleer santrallarını birer birer kapatıyor. Fukuşima öncesi, 17 büyük reaktöre sahip ülkede şimdi 8 nükleer reaktör kaldı. Onların da hepsi 2022’ye kadar kapanacak, yol haritası belli. Japonya’daki nükleer santral felaketi öncesi yeni santral yapmaya hevesli İsviçre şimdi tam tersini yapıp, eldekileri kapatıyor. İtalya, Yunanistan, Avusturya, Norveç, İrlanda ve Yunanistan gibi nükleere kapılarını kapatmış ülkeleri hiç saymıyorum.

Batı Avrupa’da yeni nükleer reaktör yapan iki ülke var; Finlandiya ve Fransa. Finlandiya’da 2005 yılında yapımına başlanan ve maliyeti 3 milyar 200 milyon avroyu bulacağı söylenen reaktör hâlâ bitirilemedi. Halbuki 2009 yılında işletmeye alınacağı söylenmişti. Şirketin tahmini, reaktörün 9 yıl gecikmeyle 2018 sonunda elektrik üretimine başlanacağı yönünde. Tek reaktörün maliyeti de 8 milyar 500 milyon avroya çıktı. Tahmin edilenin neredeyse 3 kat fazlasına.

Olkiluoto-3 reaktörünün Finlandiya’ya çok pahalıya patladığı ortada. Gecikme ve artan maliyetler yüzünden Finlandiyalı TVO şirketi ile reaktörü yapan Fransız Areva ile Alman Siemens şirketleri Uluslararası Tahkim Mahkemesi’nde davalık oldu. Areva, bu davadan büyük bir maddi ceza alacağa benziyor.

Fransa’daki proje de farklı bir durumda değil. Finlandiya’daki reaktörün bir benzeri de Fransa’da yapılıyor ve o da 10 yıla rağmen bitirilemedi. Bahsedilen reaktör ilk ortaya atıldığında teknolojisi ve ucuzluğuyla örnek olacak diye öve öve bitirilemiyordu. Dünyanın en büyük ekonomik fiyaskolarından biri oldu. Sinop’taki nükleer santral projesine de reaktör sağlayacak Areva, bu iki projeden dolayı ciddi zarar etti. Fransız hükümeti, batan nükleer reaktör yapımcısı şirketini kurtarmak için yine bir başka devlet şirketi EDF’yi devreye soktu.

Fransa gibi dünyanın hem teknoloji hem de nükleer enerjiyi kullanma konusunda öncü ülkesinde yaşananlar ve Fukuşima kazası, orada bile nükleer enerjiyi gözden düşürdü. Türkiye’de sık sık örnek gösterilse de Fransa’daki gerçek şu: Elektrik üretiminin yüzde 75’ini nükleer santrallardan sağlayan Fransa, 2025’e kadar bu payı yüzde 50’ye indirme kararı aldı.

Bizim ülkedeki bazı atom kafalar bunun ne demek olduğunu anlamıyor. Anlatalım. Elinde dünyanın en ileri nükleer teknolojisi ve halihazırda 58 tane çalışabilir nükleer reaktörü olan Fransa, bu en ucuz ve tehlikesiz olduğu iddia edilen enerji kaynağına sırtını çeviriyor. Fransa Çevre Bakanı Hulot, önümüzdeki sekiz yıl içinde reaktörlerden 17 tanesinin kapatılabileceğini söylüyor.

Bir devletin en ucuz ve en güvenilir olduğu iddia edilen enerji kaynağından vazgeçmesinin, o ülkeyi yönetenler delirmediyse bir nedeni vardır. “Paris’in yanında bile nükleer var” diye demeç veren ahaliye, Paris’te neler olduğunu anlamalarını özellikle tavsiye ederim.

ABD’de iki nükleer proje donduruldu
Gelelim ABD’ye. Nükleer enerji geri dönüyor masalını pompalayan ve bunu “Nükleer Rönesans” başlığıyla pazarlayan nükleer lobinin son fiyaskosu da Kuzey Amerika’da gerçekleşti. 1996’dan bu yana sadece bir nükleer reaktör devreye alan (o da, yapımına 1973’te başlanan ve ciddi finansal sorunlar nedeniyle 43 yılda bitirilen Watts Bar-2 reaktörü) ABD’de inşaatı süren dört reaktörden ikisi teslim bayrağını çekti. Neredeyse yarısı tamamlanan ve 9 milyar dolar harcanan iki reaktörü bitirmeme kararı alan Güney Karolina Elektrik ve Gaz Şirketi, projenin artan maliyetine işaret etti. İki reaktörün işe başlandığında 11,5 milyar dolara bitirilmesi bekleniyordu ancak yeni tahminler 25 milyar doları gösteriyor.

Şirket mevcut koşullarda nükleer enerjinin rekabet şansı olmadığını düşünerek 9 milyar doları toprağa gömdü. Bu kararda, Toshiba’nın alt kuruluşu ABD’deki Westinghouse Elektrik Şirketi’nin iflası da etkili oldu. Söz konusu iki reaktör Westinghouse tarafından sağlanacaktı. Onların sonu da Areva gibi oldu. ABD’de yapımı süren iki reaktör kaldı ve onların geleceğinin de pek parlak olmadığı ortada. O projelerin iptal haberlerini de yakında okuyabiliriz.

Türkiye’de ise Mersin Akkuyu’da 2018 yılında inşaata başlanılacağı, Sinop’taki sahanın gözden geçirilmesinin de bu yılın sonunda yapılacağı konuşuluyor. Eskiden nükleer ihale denince akla hemen rüşvet gelirdi. Toplantılarda, konferanslarda herkes yüzde 5’ten bahsederdi. Elbette bizde böyle şeyler olmaz ama dünyada bunlar yaşanırken Türkiye’de nükleer ısrarın devam etmesi aklıma hep o yüzde hesabını getiriyor. Projelerin iptal edilmemesinin mantıklı bir açıklamasını yapan da yok. Yüzde kaç diye sorsak itham etmiş oluruz. O yüzden sormuyorum.

Altı yıl sonra Fukuşima

Bundan 6 yıl önce Fukuşima'da dünyanın en büyük nükleer kazalarından biri oldu. 100 binden fazla insan evlerini terk etti; hâlâ geri dönemiyorlar. Toprak, hava ve suya radyasyon bulaştı. Japonya toprağa, evlerin sıvasına ve eşyalara bulaşan radyasyondan kurtulmak için 6 yıldır uğraşıyor. Radyasyonlu toprak veya eşyalar, her biri 1 tonluk torbalara dolduruluyor. Radyasyon seviyesi düşene kadar gruplar halinde belli bölgelerde bekletilecek bu torbaların sayısı bir yıl önce 11 milyona ulaşmıştı. Fotoğrafta görebileceğiniz gibi yığınlar halinde belli bölgelere depolanıyorlar.

Fukuşima’nın kontrolden çıkan nükleer reaktörlerine her gün 300 ton civarında su pompalanıyor. Radyoaktif suyun bir bölümü çevredeki her biri 1000 tonluk depolarda saklanırken, bir kısmı da okyanusa bırakılıyor.

Fukuşima öncesi Japonya’da 54 nükleer reaktör çalışıyordu. Şimdi ise sadece 3 tane. 12 tane reaktörün kapısına kilit vuruldu. Sadece bu reaktörlerin maliyeti 50-60 milyar dolar civarında; hepsi çöp oldu.

Nükleer kaza veya sızıntı başka hiçbir şeye benzemez. Tüpgazla falan kıyaslanamaz. Fukuşima'da 6 yıl sonra saatte 530 sievert radyasyon ölçüldü. Sadece 1 sievert kısırlığa yol açar, saçlarını döker, katarakta neden olur. 530 sievert radyasyona maruz kalmak anında ölmek demektir.

Kaza yapmayan nükleer santral bile tehlikelidir. Mersin'de kurulmak istenen nükleer santral yılda yaklaşık 100 ton yüksek seviye atık üretecek. İçinde 240 bin yıl radyoaktif kalan plütonyum-239 olacak. Bu atıklara dünyada bulunmuş bir çözüm yok. Yok edilemiyorlar. Kaza olmasa bile bu atıklar Akkuyu'da depolanacak ve binlerce yıl radyoaktif kalacak. Çocuklarımız, torunlarımız ve onların torunları bu belayla yaşamak zorunda mı? Elbette hayır! Türkiye'nin elektrik üretmek için onlarca seçeneği var. Rüzgarı var, güneşi var, tasarruf edebilecek potansiyeli var. Rusya'ya ve inşaat şirketlerine para kazandırmak için #nükleer santral yapmaya ihtiyacı yok. Gel, sen de bu işe hayır de. Toprağına, doğana ve geleceğine sahip çık.

Kopyala-yapıştır rapor

Akkuyu'da yapılmak istenen nükleer santralin ÇED raporuna yapılan itiraz sonrası bir bilirkişi heyeti tarafından hazırlanan raporun Kyoto Protokolü ile ilgili kısmı Wikipedia’dan kopyalanmış.

Özgür Gürbüz-BirGün/2 Mart 2017

Bilirkişi raporundaki Kyoto
Mersin ili sınırlarında yapılmaya çalışılan Akkuyu Nükleer Güç Santralı’na karşı açılan davaları neticelendirmek için fikrine başvurulan bilirkişi heyetinin hazırladığı raporun Kyoto Protokolü’yle ilgili bölümünün Wikipedia’dan kopyalandığı ortaya çıktı. Nükleer santralların iklim değişikliğine neden olan seragazı emsiyonlarını çıkarmadığını iddia ederek rüzgar ve güneş gibi yenilenebilir enerjilere göre avantajlı olduğunu öne süren bilirkişi heyeti, bu tezini açıklarken de Kyoto Protokolü’nün maddelerine yer vermişti. Raporda Kyoto Protokolü’nden “sözleşme” diye bahsedilmesi, "sözleşmenin maddeleri” diye verilen bilgilerin doğru olmaması eleştiri konusu olmuştu. Şimdi de bu bilgilerin Wikipedia’dan birebir kopyalanıp yapıştırılmış olduğu ortaya çıktı. 

Wikipedia'da Kyoto bölümü
Wikipedia’dan kopyalanan metinde, “Atmosfere salınan sera gazı miktarı yüzde 5’e çekilecek”, “Güneş enerjisinin önü açılacak, nükleer enerjide karbon sıfır olduğu için dünyada bu enerji ön plana çıkarılacak”, “Fazla yakıt tüketen ve fazla karbon üretenden daha fazla vergi alınacak” ve “Fosil yakıtlar yerine örneğin biodizel yakıt kullanılacak” gibi Kyoto Protokolü’nde  yer almayan öneriler, bilirkişi raporunda “sözleşmenin maddeleri” olarak belirtilmişti. Halbuki protokol, Kyoto’ya taraf, gelişmiş ülkelerin seragazı emisyonlarını 2008-2012 yılları arasında yüzde 5,2 oranında azaltmasını hedeflerken, nükleer enerji kullanımının ön plana çıkarılacağı gibi bir tahminde bulunmuyor. Kopyalanıp bilirkişi raporuna yapıştırılan bu maddeler aslında Wikipedia yazarının yorumları. Wikipedia gibi gönüllü yazarlar tarafından veri girilen bir kaynaktaki bilgilerin, doğruluğu kontrol edilmeden Danıştay’a sunulan bilirkişi raporuna girmesi çevreciler ve nükleer karşıtları tarafından skandal olarak niteleniyor.

Akkuyu çıkmazı

Özgür Gürbüz-BirGün/25 Kasım 2016

Rusya ile yaşanan uçak kriziyle uçurumdan aşağıya düşmeye başlayan Mersin’deki nükleer santral projesini kurtarma çalışmaları sürüyor. Rusya sahneye geri gelse de Akkuyu’da işler umulduğu gibi ilerlemiyor.

İlerlemiyor çünkü ortada nükleer santralı yapacak para yok. En iyimser tahminle 24-25 milyar dolarlık bir işten bahsediyoruz. Türkiye’nin böyle bir parası yok, o yüzden de en başından beri yap-işlet modeli gündemde. Rusya’nın devlet şirketi santralı yapacak, sonra da 60 yıl çalıştırıp Türkiye’ye elektrik satacak. Model bu; Rusya’dan doğalgaz almaktan bir farkı yok ama iktidar yıllardır halka bu santralın Türkiye’nin enerjide dışa bağımlılığını azaltacağı masalını anlatıyor. Bu işin başka bir yönü, biz yine para meselesine dönelim.

Rusya aslında tüm finansmanı kendi kasasından karşılamaya razıydı. Türkiye ile yaptığı anlaşmadaki ‘alım garantisi’ sayesinde de, üretilen elektriğin büyük bir bölümünü, kilovatsaati 12,35 dolar sentten Türkiye’ye satmayı garantilemişti. Hem de 15 yıl boyunca! İşler planlandığı gibi gitmedi. Rusya ekonomisi Batı’nın ekonomik baskısı, düşen petrol fiyatları nedeniyle enerji satışından gelen gelirin azalmasıyla krize girdi. Doğalgazdan para gelmeyince Türkiye gibi birçok ülkede “ben parayı bulurum” diyerek yapımına giriştiği nükleer santral projeleri finanse edemez oldu. Bulgaristan Rusya ile anlaşmayı tazminat ödeyerek bozdu. Vietnam nükleer santraldan vazgeçti. Son olarak Güney Afrika’dan da Rusya’ya kötü haber geldi, santral planları 2037’ye ötelendi.

Pazar kaybeden ve büyük yatırım için para bulmakta zorlanan Rusya, çareyi Akkuyu’daki hisseleri satışa çıkarmakta buldu. Türkiye ile yapılan anlaşmanın 5. maddesinin 4. fıkrası, Rusya’nın santraldaki hisselerinin en fazla yüzde 49’unu satmasına izin veriyor. Bu hisseleri alacak şirketin cebinde de en az 12 milyar doların olması lazım. Batılı ülkelerin Rusya ile ortaklığı zor. Çin’in nükleerde ABD’li Westinghouse ile yol alması bekleniyor. Böyle olunca tek çare Türkiye’den ortak aramaktı ve akla ilk Cengiz Holding geldi. Düşen kredi notu, ekonomideki gidişat ve işin büyüklüğü nedeniyle Cengiz’in gücü de bu işe yetememiş olmalı ki, bugünlerde kulislerde Cengiz, Kolin ve Kalyon’un adları birlikte geçiyor. Hepsini yakından tanıyorsunuz. Küfürbaz bir patron, 3. Havalimanı için yapılan doğa katliamının sorumluları, Yırca’daki 6 bin zeytin ağacının celladı, Artvin’in suyuna göz diken maden projesinin sahibi… Liste uzayıp gidiyor, şimdi hepsi nükleer işine girip ülkeyi bir düğmeyle, daha çabuk ve kolayca yok etmenin hesabını yapıyor. Parayı bulabilirse tabii.

Kredi bulup bu işe girseler bile santralın önünde onlarca pürüz var. Rusya’yla ilişkiler, Suriye’deki durum nedeniyle her an değişebilir. Esad ile Türkiye karşı karşıya kalırsa proje son bir darbe alarak uçurumun dibini boylayabilir.

Hükümet, çok istekli görünse de verilen alım garantisinin yüksekliği nedeniyle, projeden pahalı olduğu için vazgeçmek zorunda da kalabilir. Bugün Türkiye’de gün öncesi piyasada elektrik fiyatları kilovatsaat başına 4-5 dolar sent civarında. Hükümetin Rus şirkete verdiği alım garantisindeki fiyat ise 12,35 dolar sent. Nükleer santral yarın faaliyete geçse, devlete piyasa fiyatının 2,5 katına elektrik satacak. Hükümet bu kazığın hepsini, elektriğe zam yaparak millete yıkamayabilir. Hazine, Rusya ve bu üç şirketi zengin etme pahasına bu işe ne kadar göz yumabilir, o belli değil. Ekonomiden sorumlu yöneticiler, aynı elektriği bir rüzgar santralından neredeyse yarı fiyatına (7, 3 dolar sent) alabileceklerini biliyor. Dolar kurunun da farkında olmalılar. Nükleer anlaşma imzalandığında Merkez Bankası dolar kuru 1,52 TL’yi gösteriyordu; şimdi 3,40. Nükleer santral ortada yok ama satacağı elektriğe şimdiden yüzde 100’den fazla zam geldi!

Akkuyu’nun bir çıkmaz sokak olduğunu hep söylüyorduk. Şimdi tüm Türkiye bu sokakta yaşamaya zorlanıyor.

Fukuşima’da 5 yıl geride kaldı: Tonlarca nükleer atık ve 100 binden fazla evsiz çözüm bekliyor

Özgür Gürbüz-BirGün/11 Mart 2016*

Foto: UAEA David Osborn
Türkiye’yi yönetenlere göre dünyanın en büyük ‘tüpgaz’ faciası bundan 5 yıl önce Japonya’da meydana geldi. Aynı Çernobil kazası sırasında olduğu gibi, Türkiye’de nükleer santrallerin yolunu açmaya çalışan yöneticiler Fukuşima’yı da önemsiz göstermek için olmadık gayreti göstermişti. Dünya bir başka nükleer faciaya tanıklık ederken Başta dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan ve dönemin Enerji Bakanı olmak üzere birçok politikacı ve bürokrat, 50 milyar doları bulan Mersin ve Sinop’taki nükleer projeleri kurtarma derdine düşmüştü.   

Fukuşima’da ne olmuştu?
11 Mart 2011 günü Fukuşima Daiçi nükleer santrali önce depremle sarsıldı. Santralin güvenlik önlemleri devreye girdi, reaktörler otomatik olarak kapandı. Nükleer kazayı tüpgaz patlamasıyla kıyaslayanların hep anlattığı gibi acil durum jeneratörleri de devreye girdi ve reaktörlerdeki nükleer yakıtın soğutulması için su pompalamaya başladı. Ta ki, ‘tsunami’ gelip bu jenaratörleri de su altında bırakana kadar. Film burada koptu. Her nükleer kazada olduğu gibi insan aklı tüm riskleri hesaplayamamıştı. Mevcut teknoloji de nükleer enerjiyi kontrol etmekte bir kez daha yetersiz kalmıştı. Nükleer santraldeki altı reaktörden üçü ısındı ve içlerindeki 30 tona yakın nükleer yakıt, bir başka deyişle reaktörlerin kalbi erimeye başladı. Diğer üçü kaza öncesi devre dışıydı, bu belki de daha büyük bir faciayı önledi.

Fukuşima Daiçi-1 ve 2 numaralı reaktörlerde biriken hidrojen patlamalara yol açtı ve reaktörlerin bulunduğu binalarda hasar meydana geldi, çatılar uçtu. Radyasyon sızıntısı da başladı; havaya, toprağa ve okyanusa radyasyon sızıyordu. Kazadan sadece nükleer reaktörler etkilenmedi, kullanılmış yakıtların bulunduğu havuzların soğutma sistemleri de aksayınca burada da tehlike çanları çalmaya başladı. Nükleer santralde kullanılan yakıtlar reaktörün kalbinden çıkarılıp havuzlara konulur. Su yakıtların ısınmasını, böylece radyasyonu doğaya bırakmasını önler. Bu süre 10-20 yıl arasında değişiyor. Fukuşima’da bu havuzlara giden suyun kesilmesi daha önceki nükleer kazalarda karşılaşılmayan bir başka tehlikeyi de gözler önüne serdi. Kullanılmış yakıt çubuklarının bekletildiği havuzlar da ciddi bir risk içeriyordu. Santralin işletmecisi TEPCO, havuzları ve reaktörleri aylarca sürekli su pompalayarak kontrol altına almaya çalıştı ama bu sırada da tonlarca radyoaktif su okyanusa karıştı. Aynı durumla reaktörleri soğutma çabalarında da karşılaşıldı. Daha sonra bu radyoaktivite bulaşmış suların santral sahasına kurulan tanklara depolanmasına başlandı. Bugün bile günde 300-400 ton kirlenmiş su ortaya çıkıyor ve santral sahasında sayıları 1000’i bulan tankların içine depolanıyor. CNN’in haberine göre bu tanklarda 750 bin tonu bulan radyoaktif su birikmiş durumda.

Tehlike sürüyor mu?
Foto: UAEA Susanna Loof
Fukuşima’da tehlike geçmedi. Sorun sadece radyoaktif suyla sınırlı değil. Radyasyonun kaynağı orada duruyor. Henüz eriyen yakıtların hiçbirine dokunulmadı. Sadece çalışır durumda olmayan 4 numaralı reaktördeki yakıt çıkarıldı ve havuza konuldu. 2017’de 3 numaralı reaktördeki erimiş yakıtın çıkarılmasına, 2020’de ise 1 ve 2 numaralı reaktördeki yakıtların çıkarılmasına başlanacak. O zaman bu yakıtların ne kadar hasar gördüğü daha iyi anlaşılacak. Yakıtlar başarıyla çıkarılırsa da iş bitmiyor. Bu yakıt çubukları içerisinde 240 bin yıl radyoaktif kalacak Plütonyum-239 gibi radyoaktif maddeler olduğu için toprak, hava ve suyla temasının binlerce yıl kesilmesi gerekecek. Nükleeri savunanlar bu atıkları derin madenlere gömmeyi önerse de hiç kimse bu radyoaktif maddelerin nasıl yok edilebileceğini, yüzlerce, binlerce yıl sonra muhafaza edilen kaplarda sızıntı olup olmayacağını bilmiyor. Görmezden gelmek nükleer lobi için en iyisi.

Fukuşima’daki tehlikeler erimiş yakıt çubukları ve tanklardaki radyoaktif suyla sınırlı değil. Bugün santrali merkez alan 20 km yarıçapındaki dev bir alana izinsiz giriş yapmak veya yerleşmek mümkün değil. 100 binin üzerinde insan bölgeden göçmek zorunda kaldı. 62 bin kişi hâlâ barakalarda, geçici konutlarda yaşıyor. Bölgedeki temizlik çalışmaları da devam ediyor ancak söz konusu çalışmaların sorunu ne kadar çözdüğü tartışmalı. Japonya beş yıldır, ara vermeden, toprağa, evlere bulaşan radyasyonu temizlemeye çalışıyor. Radyoaktivitenin tespit edildiği yapıların sıvaları, malzemeleri sökülüyor, çoğu bölgede toprağın üstünden bir katman alınıp büyük, bir metreküplük torbalara dolduruluyor. Fukuşima bölgesinde, hemen hemen her yerleşim merkezinin yanında bu dev, radyoaktif atık dolu torbalardan görmek mümkün. 2015 sonunda sayıları 10 milyona yaklaşıyordu. 400 kadarının Eylül 2015’teki tayfunda yakındaki nehre karıştığı biliniyor, olası bir sel felaketi veya tsunami durumunda bu atıkların nasıl korunacağı bir soru işareti. Bu radyoaktif torbaların depolandığı 115 bin farklı depolama alanının olduğunu gözlerinizin önüne getirin, kazanın büyüklüğünü o zaman daha iyi anlayacaksınız. Bütün bu depolama alanlarında kat kat yığılmış, yağmurdan korunmaya çalışılan atıkların yığıldığı tepecikler göze çarpıyor.

Japonya radyoaktivite bulaşmış alanların temizlik işlemini şimdilik yerleşim yerlerine yakın noktalarda, özellikle okul ve çocuk bahçesi gibi çok kişinin kullandığı alanlarda yapıyor. Bazı kaynaklara göre çalışmalar yolların 15-30 metre uzağının ötesine gitmiyor. Tepelik araziler, insan yerleşimi olmayan alanlarda bu çalışmayı yapmak herhalde mümkün bile değil. O bölgelerde radyasyon seviyelerinin yıllar içinde düşmesi beklenecek, belki belirli bölgeler çok uzun yıllar insan yerleşimine çok uzun süre açılmayacak. Çernobil’de 30 yıldır beklenildiğini düşünürsek, Japonların tüm çabalarına rağmen Fukuşima’da hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı açık. Zaten, göçe zorlanan insanların çoğunun geri dönüş planı yok; özellikle de gençlerin. Çocukların toprağa değmesinin sakıncalı olduğu bir yerde kim çocuk büyütmek ister ki?

Enerji üretimi
Fukuşima’dan önce elektrik üretiminin yüzde 30’una yakınını nükleerden sağlayan Japonya’da 54 nükleer reaktör vardı. Fukuşima Daiçi’deki 6 reaktörden haliyle ümit yok ve bunlar kapatıldı. Kirlenmiş alan içerisinde kalan Fukuşima Daini santralindeki 4 reaktörün çalıştırılacağını düşünmek de hayal olur. Kazanın ardından kapısına kilit vurulan 5 reaktörü de listeden düşünürsek, şu anda Japonya’da çalışabilir durumda 39 reaktör kaldığını görürüz. Şu ana kadar, nükleer endüstri ve mevcut hükümetin tüm çabasına rağmen bunlardan sadece dördüne izin çıktı. Onların iki tanesi de halkın itirazları sonucunda mahkeme kararıyla iki gün önce yeniden kapatıldı. Dünyanın en büyük üçüncü nükleer santral filosuna sahip Japonya’da şu anda sadece iki reaktörün ‘bacası tütüyor’.

Japonya Başbakanı Shinzo Abe’nin tüm çabalarına, nükleer endüstrinin büyük ölçüde kontrol etmeyi başardığı medyaya ve Fukuşima’da yürütülen şeffaf olmayan çabalara rağmen Japonya’da nükleer endüstri toparlanamıyor. Eski Başbakan Naoto Kan’ın da dediği gibi birçok Japon, ülkenin nükleer enerji olmadan yoluna devam edebileceğine inanıyor. Milyarlarca dolarlık nükleer endüstri ise hükümetin 2030 planlarında yüzde 20’lik bir payı hedefliyor. Bu plandaki tek iyimser veri, yenilenebilir enerji kaynaklarının 2030’da nükleeri geçecek olması. Fukuşima öncesinde hidroelektrik ağırlıklı yenilenebilir enerji kaynaklarının ülkenin elektrik üretimindeki payı sadece yüzde 10’du. 2030’da bu payın yüzde 22-24 oranına çıkarılması ve güneş ve rüzgar gibi iki kaynağın payının da hidroelektrikle eşitlenmesi planlanıyor. Halkın tepkisine, arttırıldığı öne sürülen güvenlik tedbirlerine rağmen devreye alınan nükleer santrallerde yaşanan arızlara bakılırsa Abe’nin 2030’da nükleer endüstriyi hortlatma planları zorlanabilir. Japonya’da Fukuşima öncesi güçlü bir nükleer karşıtı hareket yoktu. Şimdi dünyanın en büyük nükleer kazalarından birine tanıklık etmiş bir halk ve filizlenen bir nükleer karşıtı hareket var.

*BirGün'de bu yazının bir kısmı yayımlandı.

Müdürüne bak nükleer santrali yaptırma

Özgür Gürbüz-BirGün/11 Eylül 2015

Akkuyu’da kurulmak istenen nükleer santralin Mersin Bölge Kamu Diplomasisi ve Devlet İlişkileri Bölge Müdürü Faruk Uzel bir hafta önce görevinden istifa etti. İstifa ederken yaptığı açıklamalarla da hükümetin ve Rus devlet şirketinin nükleer santrali cici gösterme konusunda yaratmak istediği algıyı yerle bir etti. İşte eski müdür Uzel’in basın açıklamasında sorduğu sorular ve Türkçe meali.

“Rus şirketinin faaliyetlerini ve zihniyetinin inşa edeceği bir nükleer santrali ülkem ve milletim için çok ciddi bir risk unsuru olarak görüyorum” diyerek, reklam kampanyalarıyla yerli imajı verilmeye çalışan santralin ithal olduğunu üstüne basa basa söyledi. Nükleer enerjiye karşı olmadığını söyleyen Uzel, Mersin’deki projeyi deyim yerindeyse, ‘vatan haini’ ilan etti. Halbuki, seçimler öncesi tüm televizyon ve sokakları esir alan reklamlarla, nükleer santrali yerliymiş gibi gösterme çabalarına sahne olmuştuk. Takke düştü Ruslar göründü.

“Bu güne kadar taşeronunuz olan firmalardan mahkemelik olmadığınız şirket var mıdır? Sizin kiralama taahhüdü üzerinden inşa edilen otelle nasıl bir ilişkiye girdiniz ki mahkemelik oldunuz? Bu sorundan dolayı Atom Stroy Export’un müdürünü neden apar topar kovdunuz?” diye sorarak Rus şirketin yerli yatırımcıları işin içine çekme çağrılarına da taş koydu. Ruslar ilk günden beri yerli firmaları nükleer santral ihalesine girmeye çağırıyor, ticaret ve sanayi odalarında toplantılar düzenliyordu. Şimdi, aklı başında işadamları, Rus şirketiyle ticari ilişkiye girenlerin başlarına gelenleri merak ediyordur. Rusların yerli ortak bulmaları, yerli yatırımcıyı üretime teşvik etmeleri artık daha zor.

Bölge Müdürü’nün, “Projeyi maddi sıkıntılardan dolayı yürütemediğiniz doğru mudur? Dünya üzerinde size güvenip yatırıma katılacak ya da kredi sağlayacak bir tek finans kuruluşu var mıdır?” sorusu da projenin sürekli gecikmesinin ardındaki nedenlere ışık tutuyor. Rusya ekonomisinin darboğazda olduğu, 25 milyar dolarlık projeyi finanse etmekte zorlanacağını çok önce yazmıştık. Şimdi içeriden bir ses, bu söylediklerimizi doğruluyor.

Uzel, “Asıl maksadınız Türk hukukuna gol atıp, çevresinden dolaşıp nükleer santralin zemin tesviyesini yapmak mıdır?” diye sorarak, ‘milliyetçi nükleerciler’e bir gol daha attığı gibi, hukuk konusundaki sorunlara da işaret etti. Halkın katılımının önemsenmediğini biliyorduk. Böylece yasaların da firma lehine “es” geçilebileceği şüphesiyle karşı karşıya kaldık. Bu şüphe sürecin en başından beri vardı zaten. Avukat Arif Ali Cangı, kısa bir süre önce mevcut ÇED davaların Danıştay 14. Dairesinde birleştirilerek dava konusu yerden uzaklaştırıldığını, doğal yargıçlık ilkesine aykırı davranıldığını söylemişti.

Nükleer santralin eski Devlet İlişkileri Müdürü’nün bir başka sorusu da şuydu: “Kıyı kenar çizgisine dikkat etmeyi akıl edemeyip, 1 nolu reaktörü kıyı kenar çizgisi altına yerleştiren mühendislik rezaleti yüzünden projeyi uygulamadığınız, bunun için kanun değişikliği beklediğiniz doğru mu?” Bu da ister istemez akla, dünyanın en güvenilir nükleer santralini yapıyoruz diyen yetkilileri getiriyor. En ufak bir hataya tahammülü olmayan nükleer santral projesi, hatasını telafi etmek yerine kanun değişikliği bekliyorsa vay halimize.

Teknik ve hukuki hatalar bir yana, eski müdürün istifasını açıklamasının hemen ardından, ozelhaberturkiye@gmail.com adresinden Uzel’in cinsel tacizle suçlandığı ve yolsuzluğa bulaştığı iddialarının basına gönderilmesi ayrı bir uyarıydı. Uzel suçlu ya da değil, birileri onu tehditle susturmaya çalışıyor, istifa edene kadar yolsuzlukları ve taciz iddialarını gündeme getirmeyip, kendisi nükleer santralle ilgili bildiklerini açıkladığında şantaj yapar gibi bu iddiaları basına sızdırıyorsa o iş çoktan pisliğe bulaşmış demektir. Dünyanın en şeffaf olması gereken süreci pis kokular, yolsuzluk, hukuksuzluk ve şantaj iddialarıyla dolu.

Aklı başında kaç kişi kaldı bu ülkede bilmiyorum ama onlara sesleniyorum. Nükleer saatli bomba Akkuyu’da kuruluyor ve AKP hükümetinden, onun kontrolündeki idarecilerden, savcılardan bir kişi bile çıkıp iddiaları araştırmak dahi istemiyor. Türkiye’nin canına okumadan bu nükleer santral projesi durdurulmalı. Yoksa eski Enerji Bakanı Taner Yıldız muradına erecek. Şehitliği bilmem ama nükleerdeki bu ısrar hepimizi mezara götürecek.

Anarya 170 km

Tuncay Akgün'den Bezgin Bekir'li destek rozeti çizimi
Özgür Gürbüz/9 Ağustos 2015

Yirmi yıl önce, yine bir pazar günüydü. 18 gün önce başladığım uzun yürüyüşün son adımlarını Mersin Akkuyu’da kurulmak istenen nükleer santralin kapısına doğru atıyordum. Daha doğrusu, kapı arkamdaydı ama adımlarım ters yönü gösteriyordu. Biraz karışık bir durum kabul ediyorum. Geri geri yürüyünce işler biraz karışıyor. Yirmi yıl önce benim anlatmak istediğim de aslında buydu. “Nükleer santral memleketi ileri değil geriye götüren bir hamle, bizi ileriye değil geriye götürüyorsunuz” diyordum. O sözde ilericileri protesto etmek için de Mersin’den Akkuyu’ya geri geri yürümeye karar verdim. Tek üyesinin ben olduğum Don Kişot Platformu'nu kurdum. Deyişimiz de hazırdı: “Herkes gider Mersin’e, bizimkiler gider tersine.”

Geri Geri Yürüyen Adam
Yürüyüşe 17 Temmuz 1995’te Mersin’den başladım. Yanlış hatırlamıyorsam Cumhuriyet Meydanı’ndaki Atatürk Heykeli’nin önünden yola çıktım. Her gün 10 km yol alsam 17 günde Akkuyu’da olur, 5 Ağustos’ta Büyükeceli’de yapılacak şenliklere yetişirim diyordum. O zamanlar her yıl Büyükeceli köyünde çadırlı, kamplı şenlikler yapılırdı. İlk gün hızlı başladı. İlk kilometrelerde kentin içindeydim, medya da uzun bir süre takip etti yürüyüşü. Kent dışına çıkınca nükleer karşıtı dostlarla baş başa kaldım.  Bir süre sonra da tek başımaydım. Yürüyüşün tamamını tek başıma tamamlayacaktım. Destek olan, yardım eden çoktu ama o kadar yolu, Allah’ın sıcağında geri geri yürüyecek yol arkadaşı bulmak neredeyse imkansızdı. İlk gün hızımı alamadım, yaklaşık 17 km yol yaptım. Yolculuğun adı da orada kondu. Bir kahvede durdum. Bana, “böyle anarya anarya nereye gidiyorsun” diye sordular. “Anarya’ya değil Akkuyu’ya gidiyorum” dedim; herkesi bir gülme aldı. Meğer o yörede şoförler geri geri yerine anarya diyormuş. O zaman, beni daha iyi anlasınlar diye geri geri yürüyüşün adını “Anarya 170 km” yaptım.

İlk gece için dostlar bana bir pansiyon ayarlamıştı. Odam en alt kattaydı, eşyaları bıraktım, sırtıma yapışmış tişörtümü çıkarıp duş aldım. Giyinirken zorlanıyordum ama hiçbir şey terastaki yemeğe gitmek kadar zor olmamıştı. Ayaklarımı bükemiyordum, merdivenleri emekleyerek çıktım. Açıkçası korkmuştum, neredeyse provasız çıktığım yürüyüşün sonunda ayaklarıma ne olacak bilmiyordum. Sabah erken kalktım, otelin etrafında bir süre düz yürüdüm. Kendimi iyi hissedince tekrar kaldığım noktaya gidip geri geri yürümeye devam ettim.
Leman çizerlerden rozet çizimleri

Anlatacak onlarca anı var elbet ama daha önce dostlara anlattığım, defalarca dillendirdiğim için burada tek tek yazmayacağım. Hayatımın en güzel 18 günüydü diyeyim, siz anlayın. İlk geceden sonra çadırda kalma şansım bile olmadı. Yolda beni bekleyen, yürüyüşü duyan veya birkaç dakika önce tanıştığımız insanlar beni evlerinde ağırladı. Mersin’e gidiş, sırt çantası gibi masrafları da Leman Dergisi ve Yön Radyo’dan aldığım destekle karşıladım. Biraz da rozet satışından. Rozetleri Leman çizerleri çizdi, orijinal çizimleri hala saklıyorum. Leman’a her hafta faks gönderiyor, yolda yaşadıklarımı yazıyordum. Cep telefonum yoktu. Arkamı görmek için bisiklet aynası kullandım. Su için plastik bir matara-torbam vardı ama çok kullandığımı söyleyemem. İnsanlarla konuşmak ve Akkuyu’daki tehlikeyi anlatmak için her kahvede, sitede duruyordum. Orada içtiğim çay ve ayrandan midemde suya yer kalmıyordu. En güzeli de bu sohbetlerdi. Binlerce insana ulaşmış derdimizi anlatmıştım. Bazılarının nükleer beladan haberi vardı bazılarının yoktu. Kahvelere posterler asıp onları şenliğe çağırıyordum. Neden nükleere karşı çıktığımızı yerine ne yapmamız gerektiğini anlatıyordum. Belediye başkanlarını ziyaret edip, şenliğe otobüs kaldırmalarını rica ediyordum. 

Erdemli'de bir anı fotoğrafı
Bir de tatil siteleri vardı. Silifke’ye kadar dev beton bloklar sahili doldurmuştu, insanlar da o beton blokların içini. En büyüğünü gözüme kestirip, beni karşılayan gençlerden o sitede akşam için bir toplantı organize etmelerini rica ediyordum. Yol kenarında yürüdüğüm için herkes beni görüyordu ama arabalar nedeniyle de yürüyüş biraz tehlikeliydi. Geceleri yürüme şansım hiç yoktu, karanlık basınca minibüse atlıyor, sözleştiğim siteye geri dönüyor ve yüzlerce kişinin katıldığı toplantılar yapıyordum. Tartışmalar da çıkıyordu, nükleere evet diyenler sayıca azdı ama vardı. Onları da ikna edene ya da bir orta yol bulana kadar konuşuyorduk. Bazen gece yarılarını buluyordu soru-yanıt bölümleri. Sabah erkenden kalkıp, bulabildiğim bir araçla yürüyüşü bıraktığım yere geri dönüp tekrar anarya yolculuğa devam ediyordum. “Binlerce kişi” dediğimde abarttığımı düşünmeyin, nüfusun yoğun olduğu ilk 100 km’lik bölümde konuşmaktan sesim kısılmıştı.

Bezgin Bekir'le eylemdeyiz.
Silifke’de üç gün durmak zorunda kaldım. Nedeni Silifke’ye varmak için bir gün önce aralıksız yürümemdi. Dostlar o gece Silifke’ye varmamı istiyordu. Sebebi oradaki gergin ortamdı sanırım. Kente girmeden sivil polisler belirmiş, beni araçlarıyla takip etmeye başlamıştı. Kendimi zorladım ve sağ ayağımda bir yanma oldu. Doktor, “daha fazla yürürsen bir daha yürüyemezsin” dedi. Nedense beni pek inandıramadı. Planlanandan hızlı yürüdüğüm için vaktim vardı, beklemeye karar verdim. Sağ ayağımın üstüne basamıyordum. Belediye’nin otelinden Silifke merkezdeki çay bahçesine sekerek gidiyordum. Gazete okuyup, neredeyse tüm gün orada oturuyordum. Peşimdeki sivilleri fazla yormadım anlayacağınız. Zaten otelden her giriş ve çıkışımda resepsiyondaki çocuk telefonla polislere haber veriyordu. Ne olur ne olmaz diye Silifke Postanesi’nden İstanbul’daki posta kutuma durumu anlatan bir mektup attım. İstanbul’a üç ay sonra, ağzı açılmış bir şekilde geldi o mektup. İçinden ajan geçen komedi filmleri gibiydi yaşadıklarım.

Ağrı hiç geçmeyecek gibiydi. Hızlı yürüyerek kazandığım üç günü Silifke’de harcamıştım ve önümde artık dağlar vardı. Taşucu sonrası, arabayla bile gidilmek istenmeyen, virajlı bir yoldu ve kalacak yer de yoktu. “Ne olursa olsun yürüyeceğim” dedim. Sakat kalma korkusu pek aklıma gelmedi. Halbuki, koşmayı, yürümeyi ve spor yapmayı çok severim. Eczane’den soğutucu sprey aldım. Sıka sıka Taşucu’na vardım. Sonra ağrı yok oldu ya da ben duymaz oldum. Kaldı 60 km.

Hürriyet Çukurova'da manşet haber
Boğsak en belalı yolun başlangıcıydı. Orada çoban köpeklerinin geri geri yürüyen insanları sevmediğini anladım. Başımda şapka, arkamda çanta, yanımda dikiz ayna; bir de üzerinde yürüyüşün niyetini açıklayan koskocaman bir tül bağlamışım sırtıma… Köpekler de haklı. İki kat terleyerek, istifimi bozmadan yürümeye devam ettim. Köpekler de bir süre havlayıp geri dönüyorlardı. Taşucu sonrası dağlı yol bana bir şey daha öğretti. Geri geri yürüyen için yokuş çıkmak kadar inmek de zor, hatta daha zor. Hele de iki araba yan yana gelince. Yol çok dar. Ortalık sessiz olmasa kamyon ve otobüslerle karşılaşma ihtimali var. Arkamdan gelen aracın sesini duymak önemliydi. Motor sesini duyunca en iyi yerde durup araçların geçmesini bekliyordum. Yoksa kayalara yapışıp, kımıldamamanız gerekiyordu.  Virajda araçla karşılaşmak mantıksızdı.

Babam 1995 yılında Akkuyu'da soruları yanıtlıyor.
Dağlı bölümde imdadıma birkaç hafta önce yıldızlara uğurladığım babam geldi. Ailem Akkuyu’daki kampa gelince işim kolaylaştı. Çantamın yükü hafifledi, babam son günlerde beni otomobiliyle takip etti. Kampa aldı götürdü, çadırımda kaldım. Sabah ise yeniden kaldığım yere bıraktı. Demek babalar insanın en zor anlarında ortaya çıkan kahramanlarmış. Yoksa o dağları aşmak, kalacak yer bulmak çok zor olurdu. Bu yazı da senin için olsun babacığım. Bugün Türkiye hâlâ nükleere bulaşmadıysa senin de mücadeleye gönül veren binler gibi bu başarıda payın var.
Dikiz aynam, aynadaki civcivim ve ben.

Yürüyüşün sonu çok görkemli oldu. Akkuyu’da o güne kadar görülmemiş bir kalabalık vardı. Yol boyunca sohbet ettiğim yüzleri orada görmek çok güzeldi. Tüm Türkiye’den gelen doğa dostları, çevrecilerle birlikteydik. Sosyal medyanın olmadığı, faks ve ankesörlü telefonla haberleştiğimiz o günlerde iletişimin en güzel ve en etkili aracını, yüz yüze konuşmayı, bir kez daha keşfetmiştim. Hayattaki binlerce günümüzden kaçını yaşamın son anına kadar hatırlarım bilmiyorum ama o 18 günü unutmam mümkün değil. O nedenle şu egünlüğe bir not düşmek istedim.

O gün nükleere karşı çıkarken dillendirdiğimiz tüm argümanlar doğru çıktı. Nükleer kazaların Üç Mil Adası (ABD) ve Çernobil’le (SSCB) sınırlı kalmayacağını söylüyorduk; Fukuşima oldu. Nükleerin pahalı olduğunu, yenilenebilir enerji kaynaklarının gelecekte nükleerden hem daha ucuz hem de daha etkin olacağını söylüyorduk; defalarca haklı çıktık. Enerji verimliliği ve tasarrufun önemine değiniyor, dünyanın kaynakları sınırlı diyorduk; tüm bunlar ekonomik doktrinlere dönüştü. O gün geri geri yürüyerek ileriye doğru adımlar attık. Şimdi koşma vaktimiz geldi.

Nükleer santral demokrasi sevmez

Mersin-Akkuyu, nükleer santral yapılmak istenen koy.
Özgür Gürbüz/3 Mart 2015

Bugün nükleer santral yapılan ülkelerin çoğunda demokrasiyle ilgili sorunlar var. Bu bir rastlantı değil. Şeffaflığın olmadığı, halkın katılımının aranmadığı ve hatta serbest piyasanın olmadığı ya da nükleer santraller için özel ekonomik koşulların yaratıldığı ülkelerde nükleer santral yapmak daha kolay. Bu iddiamı destekleyecek en yeni gelişmelerden biri Macaristan'da yaşandı. Macaristan hükümeti, iki yeni nükleer reaktörün yapımı için Rusya Federasyonu ile anlaştı. Şimdi de, yeni bir yasayla Rusya ile yapılan nükleer anlaşmayı 30 yıl boyunca gizleme kararı aldı. Böylece, 14 milyar dolarlık bu anlaşmanın ayrıntılarını Macar halkı 30 yıl boyunca öğrenemeyecek. Anlaşmanın detayları açıklandığında bugünkü hükümetten belki de kimse hayatta olmayacak. Ne gizlediklerini tahmin etmek zor olmasa gerek. Nükleer enerji bugün ekonomik ve sosyal gerekçelerle savunulabilecek bir elektrik üretim yöntemi değil.

Hatırlamakta fayda var. Mersin'de kurulmak istenen nükleer santralle ilgili açılan ihalenin Danıştay'ca yürütmesi durdurulmuştu. Bunun üzerine ihaleyi tümden iptal eden Adalet ve Kalkınma Partisi, bir daha ihale yapmadan aynı Macaristan'da olduğu gibi Rusya Federasyonu ile pazarlık yaparak bir uluslararası anlaşma imzalamıştı. Nükleer santral yapım işinin bir uluslararası anlaşma çerçevesine alınmasının nedeni Anayasa Mahkemesi'ne götürülmemesiydi. (Detaylı bilgi için Serkan Köybaşı'nın makalesini okuyabilirsiniz ( http://goo.gl/jrWwF2 ). Böylece, Anayasa Mahkemesi'ne itiraz edilmesinin önüne geçildi ve yurttaşların en demokratik haklarından biri ellerinden alındı.

Benzerliği görüyorsunuz değil mi?

Nükleer kumar ve yanıtsız kalan sorular

Özgür Gürbüz-BirGün/3 Kasım 2013

Nükleer santraller pazarlanırken “enerjide dışa bağımlılığı azaltacak” sloganı ön plandaydı. Mersin’e nükleer santral yapma işi, enerjide en çok bağımlı olduğumuz ülke Rusya’nın devlet şirketine verildi. Şirket santralin hisselerinin yüzde 100’üne sahip ve anlaşma gereği istese bile çoğunluk hisseleri Türkiye’den bir şirkete satamayacak. Doğalgaz ve petrolde bağımlı olduğumuz Rusya’ya elektrikte de muhtaç olmaya karar verdik. Enerji Bakanı Taner Yıldız buna, ‘karşılıklı bağımlılığı geliştirmek’ diyor. Rusya’yı bizim paramıza alıştırmaya çalışmak ilginç bir fikir ama yeni değil. Dış ticaret açığımız zaten her yıl 20 milyar doları buluyor . Buna bir de elektrik faturalarından Rusya’ya giden pay eklenecek. Nükleer santralin dışa bağımlılığı azaltacağını söyleyenler, enerjide Rusya’ya bağımlılıktan yakınanlar şimdi nerede?

‘Nükleerde denenmiş teknoloji kullanacağız’ şiarı neden unutuldu? Mersin’de yapılmak istenen VVER-1200 tipi nükleer reaktörün ve Japonların Sinop için önerdiği Atmea-1 reaktörünün dünyada çalışan örnekleri yok. Hepimiz kobayız. Başbakan Erdoğan’ın da “Milyonda bir de olsa tehlike var” diyerek açıkça itiraf ettiği nükleer kaza riski bu hükümetin umurunda değil. Merak ediyorum, 75 milyonun hayatını ve yüzlerce yıllık geleceğini riske atma hakkını dört yıllığına seçilmiş bir hükümete kim verdi?

Mersin’de kurulmak istenen reaktörler için ‘dünyanın en güvenli nükleer reaktör tasarımı’ diyenler, Sinop için neden dünyanın en güvenli nükleer reaktör tasarımını seçmeyip Japonya’yla anlaştılar? Sinop’ta yaşayanlar bu ülkenin üvey evlatları mı? Dünyada iki tane “en iyi” teknoloji olmayacağına göre Sinop veya Mersin’den birisi diğerine göre daha kötü veya güvensiz. Hangisi daha güvensiz? Herkes biliyor ki nutuk atarak nükleer kazadan, koşarak da radyasyondan kaçamazsınız. Adalet ve Kalkınma Partisi hangi ilimize daha güvensiz nükleer santrali layık gördüğünü açıklayacak mı?

Elektrik üretim yöntemleri içinde en ucuz olduğu iddia edilen nükleer santrallerden elde edilecek her kilovatsaat elektriğe 15 yıl boyunca 12,35 dolar sent (Mersin için) ödenmesi garanti edildi. Daha pahalı olduğunu iddia ettiğiniz rüzgara 10 yıl boyunca kilovatsaat başına 7,3; jeotermale 10,5 dolar sent ödeniyor. Hangi seçenekte devletin, dolayısıyla halkın cebinden daha çok para çıkıyor?

Mersin’de 1976’dan kalma yer lisansıyla santral yapma çabanızın nedeni yeni ve detaylı sismik araştırmaları yapmaktan kaçınmak mı? “Deprem bölgesi değil” dediğiniz Akkuyu’nun hemen yanıbaşında, Silifke açıklarında 23 Ekim’de meydana gelen 4,5 şiddetindeki deprem gökten zembille mi indi? Dokuz şiddetinde depreme dayanıklı santral yapacaklarını söyleyen Rus Rosatom şirketinin hangi santrali bu şiddette bir depreme maruz kalmış ve hasarsız atlatmış? Fukuşima’dan sonra meydana gelen sızıntıyı 2,5 yıldır durduramayan, ülkedeki 50 reaktörünün 48’ini kapalı tutan Japonya’nın Sinop’a güvenli bir santral yapacağına hangi bilimsel gerçekler ışığında ikna oldunuz?

Hepsini geçtim... Binlerce yıl radyoaktif kalacak nükleer atıklara ne olacak, ülkenin hangi köşesine gömülecek? Sinop’a mı, Mersin’e mi yoksa İzmir Gaziemir’e mi? Bir nükleer kaza veya sızıntı olduğunda sorumluluğu Türkiye’ye dolayısıyla vatandaşlara yükleyen anlaşmalara imza atıp elektrik üretiminde onlarca yerli seçeneği, enerji verimliliği/tasarrufu potansiyelini neden göz ardı ediyorsunuz? Fukuşima ve Çernobil’de meydana gelen nükleer kazaların faturasının her biri için 300-400 milyar dolara vardığını bilmiyor musunuz? Olası bir nükleer kazayla kendini bir daha toparlama şansı olamayacak Türkiye ekonomisini neden bu riski satın almaya zorluyorsunuz? Türkiye’de birkaç inşaat şirketi demir-çelik satsın, daha da zengin olsun diye mi?

Kumar oynamak, kaybedilecek insan ve diğer canlıların hayatı olunca günah değil mi?