Özgür Gürbüz-Yeşil Ekonomi/29 Haziran 2012
Birleşmiş Milletler Yeryüzü Zirvesi 20 yıl aradan sonra yeniden Brezilya'nın Rio kentinde yapıldı. 20 yıl önceki zirvede yepyeni bir kavramla tanışmıştık: 'Sürdürülebilir kalkınma'. 1992 yılındaki Rio Zirvesi sürdürülebilir kalkınmadan bahsediyordu ama sorunun çözümü için formül çok daha önce Roma Kulübü (Club of Rome) tarafından ortaya atılmıştı. Rio'dan tam 20 yıl önce, dünyaca ünlü üst düzey bürokrat ve bilim insanlarının kurduğu Roma Kulübü hastalığın adını doğru tarif etmişti. Büyüme denen hastalık gezegeni ve üzerinde yaşayan canlıları tehdit ediyordu. 1972 yılında Roma Kulübü'nün çok ses getiren raporunun adı, 'Büyümenin Sınırları'ydı (The Limits of Growth).
Bu rapordan 20 yıl sonra, Birleşmiş Milletler (BM) tarafından düzenlenen, onlarca sivil toplum örgütü ve hükümetler tarafından desteklenen 1992 Rio Zirvesi'nin, belki de bileşenlerinin bağımsız düşünürler kadar özgür olamamasından dolayı büyümeye sınır koymayı telaffüz etmek yerine sadece “sürdürülebilir büyüme” diyebilmesi manidardı. Özetlersek, bu söylem şu anlama geliyordu: “Büyüme kaçınılmaz ancak fabrikaları kurarken ağaç kesmemeye dikkat et, kesersen de yerine yenilerini dikmeyi unutma”. Kesilen ağaçların ormanın bir parçası olduğu, dikilen fidanlarınsa orman olması için yıllara ihtiyaç duyulduğu unutulmuştu. Sürdürülebilir kalkınma denen kavram yaşam pahasına da olsa büyümeyi sorgulamayadığı için bir süre sonra 'bildiğini okumayı sürdürmenin' ta kendisi oldu.
BALIKLARIN %32'SİNİN SOYU TÜKENMEK ÜZERE
1992 yılındaki korkaklığın bedeli ağır oldu. 20 yıl kaybedildi. Bu 20 yıl boyunca onlarca tür yok oldu; su, toprak ve hava kirletildi. 1996 yılında insan faaliyetleri tarafından tehdit edilen hayvan türü sayısı 5 bin 205'ti. Sadece sekiz yıl sonra bu rakam 7 bin 266'ya çıktı*. Bugün, kayıt altına alınmış memelilerin yüzde 21'i, kuşların yüzde 12'si, sürüngenlerin yüzde 28'i, amfibilerin yüzde 30'u ve balıkların yüzde 32'si soylarının tükenmesi tehlikesiyle karşı karşıya**. Tüm bu örneklerin aralarında insanın da dahil olduğu tüm canlıların yaşamını tehdit ettiğini herhalde ayrıca açıklamaya gerek yok.
ÖNCE YAŞAM SONRA KALKINMA
Bu yılki zirvenin yıldızı 'yeşil ekonomi'nin sonu da sürdürülebilir kalkınma gibi olabilir. Son yıllarda sıkça konuşulmaya başlanan yeşil ekonomi kavramı 'yanlış anlaşılma' ve 'yanlış anlatılmaya' açık. Yeşil ekonominin yaşamı, büyüme ve kalkınmanın önünde tutan özüne vurgu yapılmazsa, 2012 zirvesinin 1992'den bir farkı kalmayacak. 2012'deki Rio+20 zirvesinin sonuç metnine baktığınızda tam da bunu görüyorsunuz. Sonuç metni her şeyden önce yeşil ekonomiyi sürdürülebilir kalkınma ve yoksulluğu azaltma kavramlarıyla birlikte değerlendirerek kalkınmacı mantığa yeşil ışık yakıyor. Daha sonra sürdürülebilir kalkınmaya her ülkenin farklı yöntem, yaklaşım ve modellerden ulaşabileceğini belirterek binbir türlü bahaneye zemin hazırlıyor. Yani hem kalkınacaksınız, hem yoksulluğu azaltacaksınız hem de ekosistemi koruyacaksınız. Bu üç hedef gelişme yönündeki ülkeler için bir yol haritası çizebilir. Aynı zamanda gelişmiş ülkelerin refah seviyesinde küresel bir denge sağlanması için teknoloji ve sermaye transferine olabak sağlaması ve ekonomilerinde planlı bir daralmayı göze almaları gerekir. Dünyanın sınırlı kaynakları bugün herkesin bir Amerikalı gibi yaşamasına olanak vermiyor. Gelişmiş ve çok tüketen devletlerin bugünkü durumu sürdürmelerine karşı çıkmaz, bu konuda bir şey söylemezseniz dünyanın sınırlarını zorlamaya devam edersiniz. 40 yıl önce Roma Kulübü sınırsız büyümenin mümkün olmadığını söylemişti. Haklıydılar. O tarihte küresel ısınmadan bile bahsedilmiyordu. Bugün küresel ısınma yaşadığımız çevre sorunlarının sadece bir tanesi. Yapılacak en büyük hata bugünden sonra sürdürülebilir yaşam yerine sürdürülebilir kalkınmada ısrar etmek olur.
ÇOCUKLARINIZ MI CİPİNİZ Mİ DAHA ÖNEMLİ?
Sonuç metninde, yeşil ekonominin sınırlarının sert kurallarla çizilmemesini istediklerini açık açık yazmışlar. İtirazım yok. Bu esneklik zaten yeşil ekonomiyi farklı yapan yegane unsur. Sistem değişikliği öneriyor ama kısa sürede gerçekleşecek bir devrimden bahsetmiyor. Elektrik üretimini yenilenebilir enerji kaynaklarıyla sağlayarak hem talebi karşılıyor hem de istihdamı arttırabiliyor. Evlerin çatılarına kurulabilen güneş panelleriyle, enerji verimliliği ve küçük toplulukların sahip olabildiği mütevazi rüzgar türbinleriyle aslında enerji gibi büyük sermayeye sahip oyuncuların kontrolündeki bir sektöre daha az sermayeli yeni oyuncuların katılmasına fırsat veriyor. Doğanın sömürüsü üzerinden elde edilen karın karşısında olduğu için hem yokoluşu yavaşlatıyor hem de bu amaca hizmet eden kar odaklı teknoloji yerine daha emek yoğun seçenekleri ortaya atıyor. Bu, yeşil ekonominin istihdamı arttırma araçlarından biri. Bir başkası da çalışma saatlerinin düşürülmesi. Yeşil ekonominin temel prensipleri arasında refahı toplumun her kesimine yayma var. Haftalık çalışma saatlerini düşürerek iş paylaşımına ve istihdam artışına destek veriliyor. Çok iyi gelir getiren bir işe sahip kişinin gelirinin bölüşülmesi ancak bu yolla sağlanabilir. Bu kişi, 40 değil 30 saat çalışsa da temel ihtiyaçlarını sağlayacak geliri elde eder, kalan saatlerde çalışan diğer kişi de işsiz kalmadığı gibi onun gelir seviyesine yaklaşır veya yakalar. Mütevazi bir gelir lüks tüketim malları için değil, temel ihtiyaç ürünleri için tüketilir ve gereksiz üretim önlenerek doğal kaynakların korunması sağlanabilir. Çalışma saatinin düşürülmesi sosyal refahı ve bireysel mutluluğu da arttırır. Ailesine, çocuklarına ve sevdiklerine daha uzun zaman ayırabilen sosyal insan gezegene yeniden döner. Daha uzun tatiller ve yavaşlayan hayat beraberinde tüketimin dolayısıyla yokoluşun hızını düşürür. Tüm bunların yaşam kalitesini yükselttiğini de gözden kaçırmamak lazım. Son model bir cipe binmeyi, haftada altı gün çalışıp çocuğunuzun yüzünü görmemeye tercih ediyorsanız o başka tabi! Bu gibi tedbirlerden bahsetmeden yeşil ekonomiden bahsetmek mümkün değil.
Avrupa'da rüzgar enerjisi sektöründe çalışan işçi sayısı ve gelecek yıllara ait tahminler:
BİR MİLYAR İNSAN AÇ
Bu gibi örneklerin radikal olduğunu düşünenler varsa şu 'radikal gerçekleri bir kez daha hatırlasın. Gezegenin sınırlarını zorladığımız için her geçen karşımıza çıkan ekonomik krizler onlarca sosyal sorunu da beraberinde getiriyor. 2007 yılında 178 milyon insan dünyada işsizken, 2009'da bu rakam 205 milyona çıktı. Özellikle gelişme yönündeki ülkelerde milyonlarca insan sosyal korumların da eksikliğiyle zor duruma düştü. Son ekonomik kriz yüzünden aşırı derecede sefalet içine düşen insan sayısının 47 ile 84 milyon arasında olduğu tahmin ediliyor***. Dünya Tarım Teşkilatı (FAO) 2009'da aç yaşayan insanların sayısının tarihte ilk kez 1 milyarın üzerine çıktığını açıkladı.
Unutmayın, yeşil ekonomi zenginlerin satın alabildiği ürünleri yeşil paketlere koymak için değil, yoksulların yaşamlarını makul bir seviyede sürdürebilmeleri amacıyla o ürünleri paylaştırmak ve doğadaki tüm canlıların yaşam hakkına sahip çıkmak için var.
*The World Conservation Union-Species Survival Comission
**Vital Signs 2011, Worldwatch.
***The Global Social Crisis, UN, 2011.
Özgür Gürbüz tarafından kaleme alınan makale, analiz ve haberlere bu adresten ulaşabilirsiniz. Yazıları başka bir yerde yayımlamak için izin almalısınız. E-posta: ozgurgurbuzblog(at)gmail.com
Yeşil kapitalizm imkânsızdır
Yeşil ekonomiyi kapitalizm limanından ayrılmış bir gemiye benzetiyorum.
Varmak istediği liman, kapitalizm dışında bir yerde. Başka türlü doğanın
korunamayacağı açık. Ancak geminin rotası yolda şekilleniyor, arada
sistemin içindeki limanlara uğruyor. Mesele dümeni sağlam tutabilmekte.
Özgür Gürbüz-Birgün/24 Haziran 2012
Bu aralar yeşil ekonomi gündemde. Dört gün önce Birleşmiş Milletler, Rio de Janerio'da büyük bir zirve organize etti. 1992 yılındaki ilk yeryüzü zirvesinin üzerinden 20 yıl geçti ama gidişat hiç iyi değil. Bu nedenle de hükümetler ve sivil toplum örgütleri yeniden biraraya geldiler. Amaç, dünyayı kurtarmak. İlk zirvenin dünyaya hediyesi sürdürülebilir kalkınma kavramı olmuştu. Bu defa amaç yeşil bir ekonominin yol haritasını çizmek, dünyada yeşil ekonomiyi hâkim kılmak. Yıllardır yeşil ekonomi üzerine kafa yormama rağmen bu işe çok sevindiğim söylenemez. Dünya ülkelerinin liderleri, resmi sivil toplum örgütleri, bankalar falan filan bu işin içindeyse korkmak lazım. Korkmalı ama yeşil ekonomiden değil, onun dönüştürüleceği halinden...
Fikret Başkaya, 20 Haziran'da başlayan ve 22'sinde son bulan zirve öncesi yazdığı yazıda, 1992 zirvesi sonrası olanları çok güzel özetlemiş. Diyor ki, “Yeryüzünün egemenleri bundan böyle kalkınmayı gerçekleştirme, yoksulluğu ortadan kaldırma, doğayı ve insanlığın geleceğini koruma sözü veriyorlardı... Artık her kelimenin önüne ‘sürdürülebilir’ niteleme sıfatı eklenebilirdi... İşte, sürdürülebilir kalkınma, sürdürülebilir büyüme, sürdürülebilir tarım, sürdürülebilir turizm, sürdürülebilir enerji, sürdürülebilir su, vb... Bu amaçla ‘Birleşmiş Milletler Sürdürülebilir Kalkınma Komisyonu’ [SKK] kuruldu. Daha doğrusu bu iş ‘komisyona havale edildi’... Ve ondan sonra tüm benzer komisyonlar gibi adı pek duyulmadı... 2012 zirvesi de işte bu komisyon tarafından düzenleniyor...” Başkaya'nın yazısını bulup okumanızı öneririm. Yazı, bu zirveden sonra aynı şeyin bu defa da yeşil ekonomi konusunda yaşanacağına dikkat çekiyor. Kalkınma yeşil olacak, büyüme yeşil olacak ama her şey bildiğiniz gibi hatta daha da hızlanarak devam edecek diyor Fikret Başkaya. Aynı kaygıyı taşımadığımı söylesem yalan olur ancak farklı düşündüğüm noktalar da var. Başkaya'nın yazısı üzerinden değil, genel eleştiriler üzerinden giderek görüşlerimi belirtmeye çalışayım.
Bir fabrika çevreyi kirletiyorsa onu yeşile boyasanız da yine kirletir. Şirketler, bu zirveden sonra yeşile boyama faaliyetlerini hızlandıracak; orası kesin. Ancak, sırf bu yüzden yeşil ekonominin, kapitalizmin bir oyunu olduğunu söylemek bence doğru olmaz. Bu aslında sıkça yaşadığımız, kavramların içlerinin boşaltılması ve kapitalizmin birer oyuncağı haline getirilmesine bir örnek. Yeşil büyümeyi ben, doğal kaynakların geri gelmeyecek şekilde kullanılmasına olanak tanımayan ve bu tanım içerisinde kalabilme şartıyla izin verilen gelişme şeklinde tanımlıyorum. Birçok şirket ise muhtemelen, “kestiğim ağaç kadarını dikersem yeşil yeşil büyümüş olurum” diye düşünüyordur. İşte bu yüzden, bu kavramlara sahip çıkmaya ve içlerini doğru kelimelerle doldurmaya çalışmalı. Yoksa hayatımız yeni kavramlar üreterek geçecek.
NEDİR BU YEŞİL EKONOMİ?
Yeri gelmişken yeşil ekonomiden ne anladığımı da belirtmek isterim. Yeşil ekonomiyi kapitalizm limanından ayrılmış bir gemiye benzetiyorum. Varmak istediği liman, kapitalizm dışında bir yerde. Başka türlü doğanın korunamayacağı açık. Ancak geminin rotası yolda şekilleniyor, arada sistemin içindeki limanlara uğruyor. Mesele dümeni sağlam tutabilmekte. Bir günde devrim vaat etmiyor anlayacağınız ama başka bir denize ulaşmak istediği de açık. Ulaşamazsa zaten yeşil ekonomi de hayal olacak. Bunu ben böyle söylüyorum ama liberal bir ekonomist başka bir tanım da yapabiliyor. En çok eleştirilebilecek noktalardan biri de bu ve benzeri tanımlarda ortaklaşılmamış olmaması. O yüzden kavramlara sahip çıkılmasını önemsiyorum. Öyle bir tanım yapmalıyız ki, örneğin, toplumun temel ihtiyaçlarının mülkiyeti konusu netleşmeli. Su, enerji ve gıda alanlarının şirketlerin tam kontrolüne bırakılmasının doğru olmayacağı ortada. Sadece piyasa üzerinden yapılan müdahalelerin, yoksulların bu kaynaklara erişimini, çevresel tahribatı azaltacağını öne sürmek zor. Pratikte bunu gördük. Dev enerji şirketlerinin nükleerden çıkma kararı alan Almanya'da hükümeti tehdit ettiğine, ülkemizdeki HES yapımlarında özel sektörün kâr amacıyla çevresel yıkımlara yol açtığına hep birlikte şahit olduk.
Bir ideolojiyi, kavramı hayata geçirmek için önce duyulmasını sonra konuşulmasını sağlamak zorundasınız. Yeşil ekonomi bunları başardı, şimdi anlaşılması ve uygulanması gerekiyor. İşte bu noktada şirketler kavramın içini boşaltıp, bir anlamda yanlış anlaşılması için ellerinden geleni yapıyorlar. Rio'daki zirvede hükümetler de bu kampanyaya adeta el attı. (Örneğin Türkiye'yi temsil eden resmi heyetin başında Kalkınma Bakanlığı var. Kalkınma diye diye çevrenin nasıl katledildiğine, Türkiye iyi bir örnek halbuki). Yanlış anlaşılırsa yanlış uygulanacak, gemi bildiğimiz limanlarda turlamaya devam edecek.
Uzunca bir süredir tüketim toplumunun alışkanlıklarıyla beslenmiş, bireyselleştirilmiş ve yalnızlaştırılmış dünyamızı bir günde başka bir hayata geçirmenin oldukça zor olduğunu düşünüyorum. Tüketim ve seyahat alışkanlıkları, çalışma biçimleri, endüstriyel birikimin değişimi ve bunun gibi onlarca farklı alanda yeni bir dünya kurmaktan bahsediyoruz. Bir anda hepsini, insanların zihnini değiştirmek hiç kolay değil. Yeşil ekonomi bunu bir süreç içinde gerçekleştirmeyi öneriyor ve belki de reformist diyebileceğimiz bu yaklaşım nedeniyle eleştiriliyor. Yeşil ekonomiye yeşil kapitalizm diyenler bile var. Açıkçası bu iddia bana biraz kolaycılık gibi geliyor çünkü yeşil ekonomi her şeyden önce kalkınmacı anlayışı reddeder, onu önceliği yapmaz. Kalkınma öncelik olduğunda doğa koruma zaten hayal olur.
SİZİN DİLİNİZİ KONUŞMAYANLARIN EKONOMİSİ
Yeşil ekonominin diğer ekonomik sistemlerden bir farkı da, insanın dilini konuşamayanların ve henüz doğmamış olanların, üretim sürecinden çekilmiş emeklilerin haklarını savunuyor olması. Bitkiler, hayvanlar bu ekonomik sistemde varlar. Sosyal maliyet kavramı yaşamın değerini hesaplayamasa da kapitalizm içinde değersiz kabul edilen canlıların hayatlarını dikkate alır. Hava, su ve toprak bedelsiz üretim girdisi değildir. Gerçek sosyal ve çevresel maliyetler hesaplanmak zorundadır. Yaşam hakkına saygı nedeniyle de insan merkezli bakış açısı reddedilir. Kelaynakların tek bir yaşam alanı varsa, o bölgeye herhangi bir müdahale yeşil ekonomi açısından kârlı değildir ve reddedilmek zorundadır.
Kısacası, sıfır büyüme veya ekonomik daralmadan söz eden bir iktisadi anlayıştan bahsediyoruz; bu nasıl kapitalist olabilir ki? Kapitalizm için tüketmek ve büyümek olmazsa olmazdır. Çalışma saatlerinin düşürülmesi ve tembellik hakkı gibi kavramlar tüketim toplumunun tam tersi bir modele işaret eder. Zenginliğin eşit dağılımı, ülkeler arası ekonomik işbirliği sonucu az gelişmiş ülkelere teknoloji ve finans desteğinin sağlanması ve o ülkelerde de sürdürülebilir yaşamın desteklenmesi gibi kavramlar temel prensipler içerisinde yer alıyor. Toplumsal cinsiyet, kültürel eşitlik konuları önemsenirken, gezegenin ekolojik sınırlarını dikkate alan bir ekonomik model öneriliyor. Bilimde ihtiyatlılık ilkesini, yerel ekonomileri ve katılımcılığı ön plana çıkarıyor. Dört dörtlük bir model olmayabilir ama öyle hemen çöpe atılacak kadar da kötü değil.
Özgür Gürbüz-Birgün/24 Haziran 2012
Bu aralar yeşil ekonomi gündemde. Dört gün önce Birleşmiş Milletler, Rio de Janerio'da büyük bir zirve organize etti. 1992 yılındaki ilk yeryüzü zirvesinin üzerinden 20 yıl geçti ama gidişat hiç iyi değil. Bu nedenle de hükümetler ve sivil toplum örgütleri yeniden biraraya geldiler. Amaç, dünyayı kurtarmak. İlk zirvenin dünyaya hediyesi sürdürülebilir kalkınma kavramı olmuştu. Bu defa amaç yeşil bir ekonominin yol haritasını çizmek, dünyada yeşil ekonomiyi hâkim kılmak. Yıllardır yeşil ekonomi üzerine kafa yormama rağmen bu işe çok sevindiğim söylenemez. Dünya ülkelerinin liderleri, resmi sivil toplum örgütleri, bankalar falan filan bu işin içindeyse korkmak lazım. Korkmalı ama yeşil ekonomiden değil, onun dönüştürüleceği halinden...
Fikret Başkaya, 20 Haziran'da başlayan ve 22'sinde son bulan zirve öncesi yazdığı yazıda, 1992 zirvesi sonrası olanları çok güzel özetlemiş. Diyor ki, “Yeryüzünün egemenleri bundan böyle kalkınmayı gerçekleştirme, yoksulluğu ortadan kaldırma, doğayı ve insanlığın geleceğini koruma sözü veriyorlardı... Artık her kelimenin önüne ‘sürdürülebilir’ niteleme sıfatı eklenebilirdi... İşte, sürdürülebilir kalkınma, sürdürülebilir büyüme, sürdürülebilir tarım, sürdürülebilir turizm, sürdürülebilir enerji, sürdürülebilir su, vb... Bu amaçla ‘Birleşmiş Milletler Sürdürülebilir Kalkınma Komisyonu’ [SKK] kuruldu. Daha doğrusu bu iş ‘komisyona havale edildi’... Ve ondan sonra tüm benzer komisyonlar gibi adı pek duyulmadı... 2012 zirvesi de işte bu komisyon tarafından düzenleniyor...” Başkaya'nın yazısını bulup okumanızı öneririm. Yazı, bu zirveden sonra aynı şeyin bu defa da yeşil ekonomi konusunda yaşanacağına dikkat çekiyor. Kalkınma yeşil olacak, büyüme yeşil olacak ama her şey bildiğiniz gibi hatta daha da hızlanarak devam edecek diyor Fikret Başkaya. Aynı kaygıyı taşımadığımı söylesem yalan olur ancak farklı düşündüğüm noktalar da var. Başkaya'nın yazısı üzerinden değil, genel eleştiriler üzerinden giderek görüşlerimi belirtmeye çalışayım.
Bir fabrika çevreyi kirletiyorsa onu yeşile boyasanız da yine kirletir. Şirketler, bu zirveden sonra yeşile boyama faaliyetlerini hızlandıracak; orası kesin. Ancak, sırf bu yüzden yeşil ekonominin, kapitalizmin bir oyunu olduğunu söylemek bence doğru olmaz. Bu aslında sıkça yaşadığımız, kavramların içlerinin boşaltılması ve kapitalizmin birer oyuncağı haline getirilmesine bir örnek. Yeşil büyümeyi ben, doğal kaynakların geri gelmeyecek şekilde kullanılmasına olanak tanımayan ve bu tanım içerisinde kalabilme şartıyla izin verilen gelişme şeklinde tanımlıyorum. Birçok şirket ise muhtemelen, “kestiğim ağaç kadarını dikersem yeşil yeşil büyümüş olurum” diye düşünüyordur. İşte bu yüzden, bu kavramlara sahip çıkmaya ve içlerini doğru kelimelerle doldurmaya çalışmalı. Yoksa hayatımız yeni kavramlar üreterek geçecek.
NEDİR BU YEŞİL EKONOMİ?
Yeri gelmişken yeşil ekonomiden ne anladığımı da belirtmek isterim. Yeşil ekonomiyi kapitalizm limanından ayrılmış bir gemiye benzetiyorum. Varmak istediği liman, kapitalizm dışında bir yerde. Başka türlü doğanın korunamayacağı açık. Ancak geminin rotası yolda şekilleniyor, arada sistemin içindeki limanlara uğruyor. Mesele dümeni sağlam tutabilmekte. Bir günde devrim vaat etmiyor anlayacağınız ama başka bir denize ulaşmak istediği de açık. Ulaşamazsa zaten yeşil ekonomi de hayal olacak. Bunu ben böyle söylüyorum ama liberal bir ekonomist başka bir tanım da yapabiliyor. En çok eleştirilebilecek noktalardan biri de bu ve benzeri tanımlarda ortaklaşılmamış olmaması. O yüzden kavramlara sahip çıkılmasını önemsiyorum. Öyle bir tanım yapmalıyız ki, örneğin, toplumun temel ihtiyaçlarının mülkiyeti konusu netleşmeli. Su, enerji ve gıda alanlarının şirketlerin tam kontrolüne bırakılmasının doğru olmayacağı ortada. Sadece piyasa üzerinden yapılan müdahalelerin, yoksulların bu kaynaklara erişimini, çevresel tahribatı azaltacağını öne sürmek zor. Pratikte bunu gördük. Dev enerji şirketlerinin nükleerden çıkma kararı alan Almanya'da hükümeti tehdit ettiğine, ülkemizdeki HES yapımlarında özel sektörün kâr amacıyla çevresel yıkımlara yol açtığına hep birlikte şahit olduk.
Bir ideolojiyi, kavramı hayata geçirmek için önce duyulmasını sonra konuşulmasını sağlamak zorundasınız. Yeşil ekonomi bunları başardı, şimdi anlaşılması ve uygulanması gerekiyor. İşte bu noktada şirketler kavramın içini boşaltıp, bir anlamda yanlış anlaşılması için ellerinden geleni yapıyorlar. Rio'daki zirvede hükümetler de bu kampanyaya adeta el attı. (Örneğin Türkiye'yi temsil eden resmi heyetin başında Kalkınma Bakanlığı var. Kalkınma diye diye çevrenin nasıl katledildiğine, Türkiye iyi bir örnek halbuki). Yanlış anlaşılırsa yanlış uygulanacak, gemi bildiğimiz limanlarda turlamaya devam edecek.
Uzunca bir süredir tüketim toplumunun alışkanlıklarıyla beslenmiş, bireyselleştirilmiş ve yalnızlaştırılmış dünyamızı bir günde başka bir hayata geçirmenin oldukça zor olduğunu düşünüyorum. Tüketim ve seyahat alışkanlıkları, çalışma biçimleri, endüstriyel birikimin değişimi ve bunun gibi onlarca farklı alanda yeni bir dünya kurmaktan bahsediyoruz. Bir anda hepsini, insanların zihnini değiştirmek hiç kolay değil. Yeşil ekonomi bunu bir süreç içinde gerçekleştirmeyi öneriyor ve belki de reformist diyebileceğimiz bu yaklaşım nedeniyle eleştiriliyor. Yeşil ekonomiye yeşil kapitalizm diyenler bile var. Açıkçası bu iddia bana biraz kolaycılık gibi geliyor çünkü yeşil ekonomi her şeyden önce kalkınmacı anlayışı reddeder, onu önceliği yapmaz. Kalkınma öncelik olduğunda doğa koruma zaten hayal olur.
SİZİN DİLİNİZİ KONUŞMAYANLARIN EKONOMİSİ
Yeşil ekonominin diğer ekonomik sistemlerden bir farkı da, insanın dilini konuşamayanların ve henüz doğmamış olanların, üretim sürecinden çekilmiş emeklilerin haklarını savunuyor olması. Bitkiler, hayvanlar bu ekonomik sistemde varlar. Sosyal maliyet kavramı yaşamın değerini hesaplayamasa da kapitalizm içinde değersiz kabul edilen canlıların hayatlarını dikkate alır. Hava, su ve toprak bedelsiz üretim girdisi değildir. Gerçek sosyal ve çevresel maliyetler hesaplanmak zorundadır. Yaşam hakkına saygı nedeniyle de insan merkezli bakış açısı reddedilir. Kelaynakların tek bir yaşam alanı varsa, o bölgeye herhangi bir müdahale yeşil ekonomi açısından kârlı değildir ve reddedilmek zorundadır.
Kısacası, sıfır büyüme veya ekonomik daralmadan söz eden bir iktisadi anlayıştan bahsediyoruz; bu nasıl kapitalist olabilir ki? Kapitalizm için tüketmek ve büyümek olmazsa olmazdır. Çalışma saatlerinin düşürülmesi ve tembellik hakkı gibi kavramlar tüketim toplumunun tam tersi bir modele işaret eder. Zenginliğin eşit dağılımı, ülkeler arası ekonomik işbirliği sonucu az gelişmiş ülkelere teknoloji ve finans desteğinin sağlanması ve o ülkelerde de sürdürülebilir yaşamın desteklenmesi gibi kavramlar temel prensipler içerisinde yer alıyor. Toplumsal cinsiyet, kültürel eşitlik konuları önemsenirken, gezegenin ekolojik sınırlarını dikkate alan bir ekonomik model öneriliyor. Bilimde ihtiyatlılık ilkesini, yerel ekonomileri ve katılımcılığı ön plana çıkarıyor. Dört dörtlük bir model olmayabilir ama öyle hemen çöpe atılacak kadar da kötü değil.
Bıraksak nükleer santrali fay hattının üzerine kuracaklar!
Enerji Bakanı Taner Yıldız'ın "Akkuyu'ya kurulacak nükleer santral fay hattı üzerinde değil" açıklamasına nükleer karşıtları basın açıklamasıyla yanıt verdi. Aşağıda bu açıklamanın tam metnini bulabilirsiniz.
***
KAMUOYUNA DUYURUMUZDUR.
Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız’ın dün fay hatlarıyla ilgili yaptığı açıklamayı şaşkınlıkla karşıladık. Taner Yıldız dün, “Akkuyu’da kurulacak nükleer santral herhangi bir fay hattı üzerinde bulunmuyor. Allah vermesin Türkiye’de 9 büyüklüğünde deprem olmamıştır ama Akkuyu, 9 büyüklüğünde bir deprem olacakmış gibi dizayn edilecektir” açıklamasını yapmıştı.
Bakan Yıldız’ın açıklaması hükümetin nükleer enerji konusundaki bilgisinin oldukça sınırlı olduğunu bir kez daha gösterdi. Taner Yıldız nükleer santrallerde meydana gelen kaza ve sızıntıların sadece deprem kaynaklı olmadığını bilmiyor mu? Tarihin en büyük nükleer felaketlerinden birinin yaşandığı Fukuşima nükleer santralinin fay hattı üzerinde olamadığından haberi yok mu? Bir nükleer santralin depremden etkilenmesi için mutlaka fay hattı üzerine yapılmış olması gerektiğini mi düşünüyor? Bıraksak herhalde onu da yapacaklar.
Bu vesileyle, deprem ve nükleer enerji konusundaki kaygılarımızı kamuoyuyla tekrar paylaşmakta fayda görüyoruz:
* 1999 depreminde İstanbul'da da diri fay yoktu ama kentte çok sayıda ev yıkıldı ve insanlar öldü. Depremler sadece fay hattı üzerindeki yapılarda hasara neden olmaz.
* Zemin etütleri yeni başlamış bir yer için "fay hattı üzerinde değil" yorumunun yapılması işlerin aceleye getirildiğinin bir başka kanıtıdır.
* Kıbrıs dalma batma alanında oluşacak büyük bir depremin, buraya etkisi ve oluşturabileceği tsunaminin yol açacağı tehlikeler hakkında hükümetin bir çalışması var mı, merak ediyoruz.
* Bazı bilim insanların ölçümlerinde, Anadolu'nun hemen dibinde bir ters fayın varlığı saptanmıştı. Akkuyu'ya çok yakın olan bu hattan neden hiç söz edilmiyor?
* Bakan Yıldız’ın nükleer santrali 9 büyüklüğünde depreme dayanıklı yapacağız sözü hiçbir şey ifade etmiyor. Bu nasıl ispatlanacak, hangi bağımsız kuruluşlar inşaatı denetleyecek? Halk nükleer enerjiyi savunmayı kendine iş edinen bu hükümete nasıl güvenecek?
Türkiye’nin elektrik talebini karşılamak için nükleer santrallere ihtiyacı olmadığını defalarca hem de bilimsel verilerle kanıtladık. Enerji verimliğinden, doğaya zarar vermeyen enerji üretim biçimlerine kadar onlarca farklı üretim seçeneği olduğunu biliyoruz. Fukuşima kazası, nükleer santrallerin tehlikeleri konusunda yaptığımız uyarıların ne kadar yerinde olduğunu ne yazık ki acı bir örnekle herkese gösterdi. Nükleer enerjinin ucuz olduğunu artık hükümet bile iddia edemiyor. Güvenlik kültürünün yerleşmemesi nedeniyle metrobüslerin bile kaza yaptığı Türkiye’de, nükleer santralde ısrar etmek ateşle oynamaya benziyor.
Türkiye nükleer oyuna gelmemeli, dışa bağımlı ve tehlikeli bu girişimden bir an önce vazgeçmelidir.
***
KAMUOYUNA DUYURUMUZDUR.
Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız’ın dün fay hatlarıyla ilgili yaptığı açıklamayı şaşkınlıkla karşıladık. Taner Yıldız dün, “Akkuyu’da kurulacak nükleer santral herhangi bir fay hattı üzerinde bulunmuyor. Allah vermesin Türkiye’de 9 büyüklüğünde deprem olmamıştır ama Akkuyu, 9 büyüklüğünde bir deprem olacakmış gibi dizayn edilecektir” açıklamasını yapmıştı.
Bakan Yıldız’ın açıklaması hükümetin nükleer enerji konusundaki bilgisinin oldukça sınırlı olduğunu bir kez daha gösterdi. Taner Yıldız nükleer santrallerde meydana gelen kaza ve sızıntıların sadece deprem kaynaklı olmadığını bilmiyor mu? Tarihin en büyük nükleer felaketlerinden birinin yaşandığı Fukuşima nükleer santralinin fay hattı üzerinde olamadığından haberi yok mu? Bir nükleer santralin depremden etkilenmesi için mutlaka fay hattı üzerine yapılmış olması gerektiğini mi düşünüyor? Bıraksak herhalde onu da yapacaklar.
Bu vesileyle, deprem ve nükleer enerji konusundaki kaygılarımızı kamuoyuyla tekrar paylaşmakta fayda görüyoruz:
* 1999 depreminde İstanbul'da da diri fay yoktu ama kentte çok sayıda ev yıkıldı ve insanlar öldü. Depremler sadece fay hattı üzerindeki yapılarda hasara neden olmaz.
* Zemin etütleri yeni başlamış bir yer için "fay hattı üzerinde değil" yorumunun yapılması işlerin aceleye getirildiğinin bir başka kanıtıdır.
* Kıbrıs dalma batma alanında oluşacak büyük bir depremin, buraya etkisi ve oluşturabileceği tsunaminin yol açacağı tehlikeler hakkında hükümetin bir çalışması var mı, merak ediyoruz.
* Bazı bilim insanların ölçümlerinde, Anadolu'nun hemen dibinde bir ters fayın varlığı saptanmıştı. Akkuyu'ya çok yakın olan bu hattan neden hiç söz edilmiyor?
* Bakan Yıldız’ın nükleer santrali 9 büyüklüğünde depreme dayanıklı yapacağız sözü hiçbir şey ifade etmiyor. Bu nasıl ispatlanacak, hangi bağımsız kuruluşlar inşaatı denetleyecek? Halk nükleer enerjiyi savunmayı kendine iş edinen bu hükümete nasıl güvenecek?
Türkiye’nin elektrik talebini karşılamak için nükleer santrallere ihtiyacı olmadığını defalarca hem de bilimsel verilerle kanıtladık. Enerji verimliğinden, doğaya zarar vermeyen enerji üretim biçimlerine kadar onlarca farklı üretim seçeneği olduğunu biliyoruz. Fukuşima kazası, nükleer santrallerin tehlikeleri konusunda yaptığımız uyarıların ne kadar yerinde olduğunu ne yazık ki acı bir örnekle herkese gösterdi. Nükleer enerjinin ucuz olduğunu artık hükümet bile iddia edemiyor. Güvenlik kültürünün yerleşmemesi nedeniyle metrobüslerin bile kaza yaptığı Türkiye’de, nükleer santralde ısrar etmek ateşle oynamaya benziyor.
Türkiye nükleer oyuna gelmemeli, dışa bağımlı ve tehlikeli bu girişimden bir an önce vazgeçmelidir.
Yeşiller Partisi neden başarısız oldu?
Özgür Gürbüz-Birgün/17 Haziran 2012
Türkiye'nin doğal ve kültürel çevresi büyük bir
saldırı altında. Adalet ve Kalkınma Partisi'nin eski, insan merkezli kalkınma
anlayışı cumhuriyet tarihinin en büyük yıkımını da beraberinde getiriyor.
Sayıları binleri bulan tartışmalı hidroelektrik santral projeleri, sayıları
onlarla ifade edilen iklim katili termik santraller, sucuğumuzdan hayvan yemine
kadar uzanan, çokuluslu şirketlerin baskısıyla besin zincirine sokulan genetiği
değiştirilmiş organizmalar, madencilik şirketleri kâr etsin diye delik deşik
edilen dağ ve tepeler, bizleri hem sağlık hem de ekonomik açıdan felakete
sürükleyecek nükleer santraller, rant için çarpık kentleşmeye feda edilen ucube
kentler ve açgözlü şirketlerin ellerine teslim edilen kültürel varlıklarımız...
Hepsi tehlike altında, hepimiz tehlikedeyiz. Hasankeyf, Allianoi, Sulukule,
Bartın, Akkuyu, Gerze, Sinop, Pierre Loti, Kaz Dağları, Eşme, Tortum, Kütahya,
Rize, Tozkoparan, Artvin, Munzur ve İstanbul... Liste uzayıp gidiyor.
Yazının başlığındaki soruyu yanıtlamak, yeşil politikayı yakından izlemeyenler için zor olabilir. Kültürel ve doğal çevre bu kadar büyük tehdit altındayken Yeşiller Partisi'nin büyümesi, önemli muhalif güçlerden birisi olması gerekmez miydi? Evet gerekirdi. Dünyada yeşil partiler oylarını arttırırken ya da politik yelpazedeki konumlarını pekiştirirken Türkiye'de neden tersi oldu? Siz bu satırları okuduğunuzda Türkiye'nin siyasi tarihindeki ikinci 'yeşil parti' de politik arenadan silinmiş olacak. Benim de kurucuları arasında bulunduğum ama şimdilerde tanımakta zorlandığım Yeşiller Partisi'nin mevcut yönetimi, Eşitlik ve Demokrasi Partisi'ne (EDP) katılma kararını resmen ilan edecek. Politika propagandasız olmaz. Partideki arkadaşlar bu 'katılma' işini birleşme adıyla anarak ve olayı Yeşiller ile Sosyalistlerin birleşmesi gibi lanse ederek propaganda çalışması yapıyorlar. Kazın ayağı öyle değil tabi, dost acı söylermiş; söyleyelim. İşin doğrusunu, neredelerde hata yapıldığını özetlemeye çalışayım. Bunları konuşalım ki, ileride bir başka yeşil siyasi hareket filizlendiğinde bu hataları tekrarlamayalım.
ROTASYON İLKESİ LAFTA KALDI
Dört yıl önce 50'ye yakın kişi tarafından kurulan Yeşiller Partisi, bu dört yıl boyunca üye sayısını ancak 300'lere getirebildi. Bu üyelerin çoğu aktif değil. Gözlemim, üyeliklerin birçoğunun partinin büyümesinden çok parti içi seçim aritmetiğinin istenildiği gibi çalışması için, arkadaş çevresinden gerçekleştirildiği yönünde. Partiye üye olan birinin partide hiç gözükmemesi, parti içi tartışmalara e-postayla bile katılmaması başka nasıl yorumlanabilir bilemiyorum. Öyle ki, partinin EDP'ye katılması konusunda yapılan kritik oylamaya bile sadece 63 kişi katıldı. Muhalifler oylamaya gelmedi çünkü yeşiller için olmazsa olmaz bir kural olan parti içi demokrasi çoktan rafa kaldırılmıştı. Partinin kendini feshedip başka bir partiye katılması konusunda konsensüs (uzlaşma) aranmadı. Bahsettiğimiz 1.000 kişi olsa bu iş zor ama 50-60 kişiden bahsediyoruz. Yeşiller, konsensüs ilkesini uygulamayı bile düşünmezse, dillerinden düşürmedikleri doğrudan demokrasi kavramına kim inanır, kim bu yüzden Yeşiller Partisi'ne oy verir? Aslında beni, kurucusu olduğum partiden soğutan ilk hadise, partinin kurulmasından birkaç gün önce bir eş sözcü adayı tarafından başlatılan kulis çalışmasıydı. 50 kişinin oy vereceği seçimler için kulis yapmak, rotasyon ve eş sözcü gibi 'tek adamcılığı' önleyecek kavramların politik hayata geçmesinde önemli bir rol üstlenen yeşil hareket için tehlike çanlarının çaldığı ilk andı. Rotasyon ilkesinin daha sonra bir tüzük değişikliğiyle delinmesi bu nedenle beni şaşırtmadı ama üzdü tabii.
GİZLİ "YETMEZ AMA EVET"ÇİLER
Bunlar Yeşiller Partisi'nin sonunu hazırlayan, kendi söylemleriyle çeliştiği ilkesel hatalarından birkaçı. Üzerine pratikte yapılan bazı hatalar da eklendi. Karısının başından aşağı dışkısını boşaltan Sevan Nişanyan'ın yazılarına son verilmesi için kadın örgütlerinin baskılarını yanıtsız bırakan Agos'tan bu olaydan hemen sonra partiye konuşmacı çağrılması ve 'yeşil kadınların' buna sessiz kalması korkunçtu. Kyoto Protokolü'nün imzalanması halinde Türkiye'nin otoyol dahi yapamayacağı savı (Türkiye Kyoto'yu imzaladı ve binlerce km. uzunluğunda otoyol yapıyor), nükleer enerji konusunda yapılan yanlış açıklamalar, pratikte yapılan hatalara iyi birer örnek. Bu hatalar Yeşiller Partisi'ni şekillendirecek kadın, çevre ve ekoloji hareketlerinin partiye mesafeli durmasına yol açtı. Halk oylaması (referandum) sürecinde partinin “hayır” diyememesi de bir başka kırılma noktası oldu. Halk oylamasında değiştirilmesi istenen tüm maddelere karşı çıkılmasına rağmen, parti içindeki yetmez ama evetçilerin hissedilir baskısıyla, “hepsine hayır ama boykot” gibi garip bir karar alan Yeşiller Partisi, bir yandan da eş sözcüleri vasıtasıyla evetçi kanadın etkinliklerinde boy gösterdi. Halk oylamasından önce, başta HES'ler olmak üzere, onlarca çevreyle ilgili davanın Danıştay'dan döndüğü, yargının çevre konusunda verdiği birçok kararın doğa lehine sonuçlandığı gerçeği Yeşiller tarafından görmezden gelindi. Halk oylaması sonrasında yaşanan değişikliklerden sonra, Anayasa Mahkemesi Başkanı, “Nükleer santral projesinin yürütmesi durdurulur mu” sorusuna, “Durdur, durdur nereye kadar. Durduruyorsun da ne oluyor” diye yanıt veriyorsa bunda halk oylamasında 'evet' tercihini kullananların payı büyüktür. O gün 'evet' deyip bugün pişman olmadıklarını söyleyenlerinse çok daha büyük. Yeşiller Partisi'nin hata yaptığını belirten bir basın açıklaması yapması gerekirdi. Yargıdaki bu değişimden etkilenen yüzlerce çevre davası olduğunu düşünürsek, bugün EDP'ye katılma kararı veren ve son dört yıl Yeşiller Partisi'nin yönetiminde görev almış bu ekibin; Türkiye'de deresine, dağına, ovasına ve ormanlarına sahip çıkmaya çalışan çevreciler tarafından pek sevilmeyeceğini tahmin etmek zor değil. O yüzden de kurulacak yeni partinin artık yeşil hareketi temsil etme şansının çok zor olduğunu düşünüyorum. En fazla adı ve logosu yeşil olabilir.
YÖNETİM BAŞARISIZLIĞINI GİZLİYOR
Yeşiller Partisi böylece ikinci kez Türkiye'de siyaset sahnesine veda ediyor. Bugün partiyi EDP'ye katılmaya iten nedenin bir büyüme isteği değil, yönetimin başarısızlığını örtme girişimi olarak algılanması çok daha doğru olur. Türkiye'nin dört bir yanında onlarca çevre mücadelesi sürerken Yeşiller Partisi'nin bu mücadelelerin neredeyse hiçbiriyle kalıcı bir bağ kuramaması üzücü. Bırakın itici güç olmayı, bir birleştiren rolü bile üstlenemedi. 1988 yılında kurulan ilk Yeşiller Partisi tam tersi bir örgütlenme süreci yürütmüştü. Hep üstten, bilen kişi edasıyla halka bu işin nasıl olacağını anlatmaya çalışmak yerine, Anadolu'nun dört bir köşesinde süren ekoloji mücadelelerini dinlemek, onlardan ve onlarla beraber bu işi öğrenmek lazım. Yedi yaşına kadar gördüğü doğayı bir ömür boyu anlatan Âşık Veysel'in hissettiği gibi hissetmek gerekiyor. Yaşam hakkını savunmak, mücadelesini vermek bir hobi ya da iş değil, hayatın ta kendisi. İşte biz buna yeşil politika diyoruz.
Yazının başlığındaki soruyu yanıtlamak, yeşil politikayı yakından izlemeyenler için zor olabilir. Kültürel ve doğal çevre bu kadar büyük tehdit altındayken Yeşiller Partisi'nin büyümesi, önemli muhalif güçlerden birisi olması gerekmez miydi? Evet gerekirdi. Dünyada yeşil partiler oylarını arttırırken ya da politik yelpazedeki konumlarını pekiştirirken Türkiye'de neden tersi oldu? Siz bu satırları okuduğunuzda Türkiye'nin siyasi tarihindeki ikinci 'yeşil parti' de politik arenadan silinmiş olacak. Benim de kurucuları arasında bulunduğum ama şimdilerde tanımakta zorlandığım Yeşiller Partisi'nin mevcut yönetimi, Eşitlik ve Demokrasi Partisi'ne (EDP) katılma kararını resmen ilan edecek. Politika propagandasız olmaz. Partideki arkadaşlar bu 'katılma' işini birleşme adıyla anarak ve olayı Yeşiller ile Sosyalistlerin birleşmesi gibi lanse ederek propaganda çalışması yapıyorlar. Kazın ayağı öyle değil tabi, dost acı söylermiş; söyleyelim. İşin doğrusunu, neredelerde hata yapıldığını özetlemeye çalışayım. Bunları konuşalım ki, ileride bir başka yeşil siyasi hareket filizlendiğinde bu hataları tekrarlamayalım.
ROTASYON İLKESİ LAFTA KALDI
Dört yıl önce 50'ye yakın kişi tarafından kurulan Yeşiller Partisi, bu dört yıl boyunca üye sayısını ancak 300'lere getirebildi. Bu üyelerin çoğu aktif değil. Gözlemim, üyeliklerin birçoğunun partinin büyümesinden çok parti içi seçim aritmetiğinin istenildiği gibi çalışması için, arkadaş çevresinden gerçekleştirildiği yönünde. Partiye üye olan birinin partide hiç gözükmemesi, parti içi tartışmalara e-postayla bile katılmaması başka nasıl yorumlanabilir bilemiyorum. Öyle ki, partinin EDP'ye katılması konusunda yapılan kritik oylamaya bile sadece 63 kişi katıldı. Muhalifler oylamaya gelmedi çünkü yeşiller için olmazsa olmaz bir kural olan parti içi demokrasi çoktan rafa kaldırılmıştı. Partinin kendini feshedip başka bir partiye katılması konusunda konsensüs (uzlaşma) aranmadı. Bahsettiğimiz 1.000 kişi olsa bu iş zor ama 50-60 kişiden bahsediyoruz. Yeşiller, konsensüs ilkesini uygulamayı bile düşünmezse, dillerinden düşürmedikleri doğrudan demokrasi kavramına kim inanır, kim bu yüzden Yeşiller Partisi'ne oy verir? Aslında beni, kurucusu olduğum partiden soğutan ilk hadise, partinin kurulmasından birkaç gün önce bir eş sözcü adayı tarafından başlatılan kulis çalışmasıydı. 50 kişinin oy vereceği seçimler için kulis yapmak, rotasyon ve eş sözcü gibi 'tek adamcılığı' önleyecek kavramların politik hayata geçmesinde önemli bir rol üstlenen yeşil hareket için tehlike çanlarının çaldığı ilk andı. Rotasyon ilkesinin daha sonra bir tüzük değişikliğiyle delinmesi bu nedenle beni şaşırtmadı ama üzdü tabii.
GİZLİ "YETMEZ AMA EVET"ÇİLER
Bunlar Yeşiller Partisi'nin sonunu hazırlayan, kendi söylemleriyle çeliştiği ilkesel hatalarından birkaçı. Üzerine pratikte yapılan bazı hatalar da eklendi. Karısının başından aşağı dışkısını boşaltan Sevan Nişanyan'ın yazılarına son verilmesi için kadın örgütlerinin baskılarını yanıtsız bırakan Agos'tan bu olaydan hemen sonra partiye konuşmacı çağrılması ve 'yeşil kadınların' buna sessiz kalması korkunçtu. Kyoto Protokolü'nün imzalanması halinde Türkiye'nin otoyol dahi yapamayacağı savı (Türkiye Kyoto'yu imzaladı ve binlerce km. uzunluğunda otoyol yapıyor), nükleer enerji konusunda yapılan yanlış açıklamalar, pratikte yapılan hatalara iyi birer örnek. Bu hatalar Yeşiller Partisi'ni şekillendirecek kadın, çevre ve ekoloji hareketlerinin partiye mesafeli durmasına yol açtı. Halk oylaması (referandum) sürecinde partinin “hayır” diyememesi de bir başka kırılma noktası oldu. Halk oylamasında değiştirilmesi istenen tüm maddelere karşı çıkılmasına rağmen, parti içindeki yetmez ama evetçilerin hissedilir baskısıyla, “hepsine hayır ama boykot” gibi garip bir karar alan Yeşiller Partisi, bir yandan da eş sözcüleri vasıtasıyla evetçi kanadın etkinliklerinde boy gösterdi. Halk oylamasından önce, başta HES'ler olmak üzere, onlarca çevreyle ilgili davanın Danıştay'dan döndüğü, yargının çevre konusunda verdiği birçok kararın doğa lehine sonuçlandığı gerçeği Yeşiller tarafından görmezden gelindi. Halk oylaması sonrasında yaşanan değişikliklerden sonra, Anayasa Mahkemesi Başkanı, “Nükleer santral projesinin yürütmesi durdurulur mu” sorusuna, “Durdur, durdur nereye kadar. Durduruyorsun da ne oluyor” diye yanıt veriyorsa bunda halk oylamasında 'evet' tercihini kullananların payı büyüktür. O gün 'evet' deyip bugün pişman olmadıklarını söyleyenlerinse çok daha büyük. Yeşiller Partisi'nin hata yaptığını belirten bir basın açıklaması yapması gerekirdi. Yargıdaki bu değişimden etkilenen yüzlerce çevre davası olduğunu düşünürsek, bugün EDP'ye katılma kararı veren ve son dört yıl Yeşiller Partisi'nin yönetiminde görev almış bu ekibin; Türkiye'de deresine, dağına, ovasına ve ormanlarına sahip çıkmaya çalışan çevreciler tarafından pek sevilmeyeceğini tahmin etmek zor değil. O yüzden de kurulacak yeni partinin artık yeşil hareketi temsil etme şansının çok zor olduğunu düşünüyorum. En fazla adı ve logosu yeşil olabilir.
YÖNETİM BAŞARISIZLIĞINI GİZLİYOR
Yeşiller Partisi böylece ikinci kez Türkiye'de siyaset sahnesine veda ediyor. Bugün partiyi EDP'ye katılmaya iten nedenin bir büyüme isteği değil, yönetimin başarısızlığını örtme girişimi olarak algılanması çok daha doğru olur. Türkiye'nin dört bir yanında onlarca çevre mücadelesi sürerken Yeşiller Partisi'nin bu mücadelelerin neredeyse hiçbiriyle kalıcı bir bağ kuramaması üzücü. Bırakın itici güç olmayı, bir birleştiren rolü bile üstlenemedi. 1988 yılında kurulan ilk Yeşiller Partisi tam tersi bir örgütlenme süreci yürütmüştü. Hep üstten, bilen kişi edasıyla halka bu işin nasıl olacağını anlatmaya çalışmak yerine, Anadolu'nun dört bir köşesinde süren ekoloji mücadelelerini dinlemek, onlardan ve onlarla beraber bu işi öğrenmek lazım. Yedi yaşına kadar gördüğü doğayı bir ömür boyu anlatan Âşık Veysel'in hissettiği gibi hissetmek gerekiyor. Yaşam hakkını savunmak, mücadelesini vermek bir hobi ya da iş değil, hayatın ta kendisi. İşte biz buna yeşil politika diyoruz.
Çöpten eski parçaları toplayıp nükleer santrale yeniymiş gibi sattılar
Özgür Gürbüz-Birgün/10 Haziran 2011
Nükleer santralin tehlikeleri denince herkesin
aklına büyük kazalar gelir. Aslında Çernobil, Üç Mil Adası ve Fukuşima kazaları
nükleer tehlikeyi anlatmaya yetmez, asıl risk detaylarda gizlidir. Nükleer
enerjinin kirli tarihine baktığınızda, onlarca minik 'kaza'yla ya da
'hadise'yle karşılaşırsınız. Nükleer lobi bu hadiseleri pek önemsemez ama
dikkatli bakıldığında her biri, nükleer enerji santrallerinin iddia edildiği
gibi dünyanın en ileri güvenlik önlemlerine sahip fabrikaları olmadığını bize
anlatır. İşlerin anlatıldığı gibi tıkır tıkır yürümediğini görürsünüz.
Karşılaşılan teknik sorunlar, insan hataları ve güvenlik zaafları hayatlarımız
üzerine nasıl bir kumar oynandığını olanca çıplaklığıyla ortaya koyar.
Greenpeace Kori Nükleer Santrali'ndeki tehlikeyi işaret ediyor |
Dünyada nükleer enerjide ısrar eden sayılı
ülkelerden Güney Kore'de birkaç hafta önce yaşananlar atomspor taraftarlarının
görmek istemediği, basında yer almaması için ellerinden geleni yaptığı
hadiselerden biri. Olay, ülkenin en eski nükleer santrali Kori'de geçiyor.
Skandal, kayıtlara adı “Hwang” diye geçen Güney Kore'li işadamının Kori nükleer
santraline kusurlu parça satması. Üç yıl hapse mahkum edilen Hwang, 2008
yılından bugüne dek tam üç kez kullanılmış parçaları temizleyip boyadıktan
sonra nükleer santrale yeniden satmış. Bu işten 2 milyon 600 bin ABD Doları
kazanmış. İşin daha da ilginç tarafı, Hwang'ın bu parçaları nükleer santralin
çöplüğünden, santral çalışanı bir işçi aracılığıyla alıyor olması. Santralde
eskiyen parça çöpe gidiyor, çöpe giden parçaları işçi Hwang'a getiriyor ve
Hwang o parçaları boyuyor, cilalıyor ve yeniymiş gibi santrale geri satıyor.
Dört yılda üç kez nükleer santralin tüm güvenlik denetimlerini geçmeyi
başarmış! Parçaları çalan kişi de bu işin ortaya çıkmasıyla yakayı ele vermiş,
ona da üç yıl ceza vermişler. Hakim, bu olayın santralin güvenliği konusunda
ciddi endişe duyulmasına neden olacağını söylemiş. Hatırlayın, benzer bir
skandal Mersin'e nükleer santral kurmak isteyen Rosatom firması'nın alt şirketi
Zio-Podolsk'ta da yaşanmıştı. 4 Mart 2012 tarihinde Birgün'de, “Mersin’e
yapılmak istenen nükleer santral “dandik” olabilir mi?” başlığıyla onu da
yazmıştık.
Tahmin edersiniz, bu Güney Kore'deki ilk
'hadise' değil. Yaklaşık bir buçuk ay önce yine Kori'de bir başka skandal
ortaya çıktı. Santralde yapılan incelemede, bir Güney Kore firması tarafından
üretilen parçaların, yasadışı yollardan elde edilmiş Fransız teknolojisi temel
alınarak üretildiği ortaya çıktı. Merdiven altı üretim diyeceğim nükleerci
dostlar kızacak. Bu defa kızdırmayalım 'atomsporu' sonra yazının devamını
okumuyorlar. Halbuki yazının devamında Şubat ayında Kore'de meydana gelen bir
başka 'hadise' var; bitmiyor yani.
GÜNEY KORE'DE TEHLİKE ÇANLARI
Tarih 9 Şubat, saat sabah 8:30. Kori'deki 1
numaralı reaktör bakım için kapatılmış. Çoğu kimse bilmez ama nükleer
reaktörler dışarıdan aldıkları elektrikle çalıştırılır, bir anlamda dışa
bağımlıdır. Kori-1 reaktörü de elektrik almak için üç ayrı noktadan şebekeye
bağlıymış ancak beslendiği iki noktada bakım çalışmaları olduğundan kazanın
olduğu sırada tek kaynaktan elektrik alıyormuş. Çalışanlardan birinin hatasıyla
son şebeke bağlantısından alınan elektrik de kesilmiş. Reaktör, güvenlik
fonksiyonları ve soğutma sistemini çalıştıracak elektrik olmadan tam 12 dakika
boyunca öyle kalakalmış. Bu gibi acil durumlarda nükleer reaktörlerde dizel
jeneratörlerin devreye girmesi beklenir. Kori santralinde de aynen öyle yapmışlar;
beklemişler. Beklemişler ama dizel jeneratör de çalışmamış. İşçilerin
gayretiyle 12 dakika sonra şebeke bağlantısı yeniden sağlanmış ve büyük bir
kazanın ucundan dönülmüş. Soğutma suyu sıcaklığı bu süre içerisinde 36
dereceden 58'e çıkmış. Atık havuzunda ise 21 derecelik ısı artışı yaşanmış.
Reaktör bakımda olmasaydı bu 12 dakika, bir başka nükleer felaketle
sonuçlanabilirdi. Santralin yöneticisi olayı ülkedeki düzenleyici kuruluşa bir
ay sonra, 12 Mart 2012'de bildirmiş. Zahmet etmiş tabi. O saatten sonra
santrale giden denetçilerin bir şey bulamayacağı ortada. Santralin sahibi Kore
Hidroelektrik ve Nükleer Enerji şirketi, KEPCO adlı Güney Kore'li nükleer devin
bir alt kuruluşu. KEPCO mu kim? KEPCO da bizim hükümetin Sinop'a nükleer
santral yapması için adeta yalvardığı firma!
DEMOKRASİ MESELESİ
Şu kısacık ömrümde duyduğum, okuduğum bu ve
benzeri nükleer kazaları anlatmaya kalksam herhalde ömrüm yetmez. Anlat anlat
bitmez. En iyisi ben size bu öykülerden çıkarılacak hisseyi, dersi anlatayım.
Ders şu: Ne kadar çok demokrasiniz varsa o kadar az nükleer santraliniz olur.
Bugün nükleer santral yapımında ciddi bir şekilde ısrar eden ülkelerin sayısı
iki elin parmağını geçmez. Rusya, Çin, Hindistan, Pakistan, Ukrayna ve Güney
Kore. Hepsinin ortak özelliği, şeffaflığın, halkın katılımının ve sivil
toplumun hükümeti denetleyecek mekanizmalara erişiminin sınırlı olması. Nükleer
enerji şirketlerinin devlet elinde olması, kontrolün de yine devlete bağlı
kuruluşlarca yapılması halkın hiçbir şeyden haberi olmamasına neden oluyor. Bu
ülkelerde halk kolay kolay sokağa çıkamaz, medya denetim altındadır. Nükleer
endüstrinin medyayı Japonya'da nasıl kontrol altında tuttuğu Fukuşima sonrası
ortaya çıktı. Eski başbakan Naoto Kan bile Fukuşima'daki santrali yöneten
şirketi hükümetine bilgi vermemekle suçlamadı mı?
AYILANA NÜKLEER BAYILANA GAZOZ
Türkiye'de demokrasinin ne kadar geri olduğu
AKP hükümetinin nükleer enerji konusundaki tutumundan anlaşılabilir. Dört
yıllığına iktidara getirilen bir hükümetin halkın 240 bin yıllık geleceğine
(nükleer atıklardan bazılarının radyoaktif kalma süresi) ipotek koyacak
kararlar alıyor. Enerji Bakanı Taner Yıldız'ın son açıklaması ise müthiş.
2023'e kadar 23 nükleer reaktör yapmak istediklerini söylemiş. Kusura bakmayın
ama 11 yılda 23 reaktör yapamazsınız. Yer lisanslarını, zemin etütlerini hesaba
katmasanız bile bir reaktörün inşası en iyi ihtimalle 6-8 yıl sürer. Her
birinin gücü 1000 MW olsa, ABD Enerji Enformasyon İdaresi'nin iyimser
tahminiyle bile yine bir reaktör 5-6 milyar dolara mal olur. Peşin paranız
varsa tabi. Bunun bir de faizi var. 200 milyar dolar civarı bir paradan
bahsediyoruz. Ne o miktarda kredi, ne de aynı anda 23 reaktörü inşa edecek
kapasiteye sahip firmaları bulabilirsiniz. Hükümet nükleer santral kurmayı
gazoz fabrikası inşa etmek sanıyor herhalde. Ayılana bir tane, bayılana bir
tane. Sinop'a üç tane, Mersin'e dört tane. Aman efendim Yozgat da gelmiş, bir
de oraya kuralım...
***
Nükleer Karşıtı Platform 16 Haziran'da
Mersin'de büyük bir kongre düzenliyor. Nükleere dur demek için herkesi kongreye
katılmaya çağırıyor. Ayrıntılı bilgi: www.nukleerkarsitiplatform.org
Başbakanın gündeminden bize ne?
Özgür Gürbüz-Birgün/3 Haziran 2012
Bir ülkede halkın gündemiyle
o ülkeyi yönetenlerin gündemi birbirinden bu kadar farklı olur mu? Normalde
olmaz ama burası normal bir ülke değil. Bu ülkede yaşayan herkes bu gerçeğin
artık farkında. Poşu taktığı için 11 yıl hapis cezasına çarptırılan Cihan’dan,
kitap yazdığı, haber yaptığı için hapse atılan gazetecilerden dolayı bu ülkenin
normal olmadığını artık herkes biliyor. Bu nedenle birinci amacımız ülkenin
'normalleşmesini' sağlamak olmalı. Normalin tanımını yapmak zor. Kabaca ve
kısaca söylersek, çoğunluğun azınlığı ezmediği, adil bir gelir dağılımının
sağlandığı, doğrudan demokrasinin hakim kılındığı, bireysel özgürlüklerin ve
ekolojik dengenin gözetildiği bir demokrasi benim için normal kabul edilebilir.
Bunu kim yapacak? Hükümet, yani iktidar. Peki, ya o da 'normal' değilse ve buna
yanaşmazsa ne olur?
Halk, ülkenin
normalleşmesinin önündeki en büyük engelin mevcut hükümet olduğunun farkında.
Referandum oyunuyla kandırıldığının, demokrasi söylemiyle otoriter bir rejimin
her gün yerleştiğini görüyor. Seçim barajının yüksekliğinden, “kaldıracağız”
deyip sahip çıkılan YÖK’ten, biber gazından ve özel yetkili mahkemelerinden bu
memleketin 'özel' bir yer olduğu ortada. Özel ama normal değil. Bu anormalliğin
sürdürülmesi için, elindeki siyasi gücü sonuna kadar kullanan bir iktidar,
hükümet var. Bu politik taktiğin ve anormalleşme ideolojisinin sözcülüğünü de
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan yapıyor. Bir ülkenin normalleşmesinin, diğer
birçok normal ülkede olduğu gibi geçim derdini, çevre sorunlarını, kadın
sorunlarını, işsizliği, yolsuzluğu, trafiği, sağlık ve eğitim gibi konuları
gündeme getireceğini bilen hükümet, gündemi değiştirmek için elinden geleni
yapıyor. Bunu da Başbakan’ın eliyle gerçekleştiriyor.
Roboski (Uludere) diyorsun,
kürtaj diyor.
HES istemiyoruz diyorsun,
eşkıya oluyorsun.
Ekrana çık tartışalım
diyecek olsan, usta çırak aynı yerde tartışmaz diyor.
Öğretmenler işsiz diyorsun,
“ah o kredi kuruluşları yok mu” diye yanıtlıyor.
Çiftçinin hali ne olacak
diye soruyorsun, ananı da alıp gitmen emrediliyor.
Nükleer, termik olmasın,
hepimiz kanser olduk diyorsun, Başbakan bir şey demiyor çünkü o sıralarda
Libya’yı ve Suriye’yi kurtarmakla(!) meşgul, muhtemelen yurt dışında.
Gezi dönüşü toptan söylüyor
söyleyeceğini...
Durum bu. Durum bu ama çözüm
ne? Çözüm basit, hükümeti ve sözcüsünü dinlememek. Bırakın istediği kadar
konuşsun, yapacak bir şey yok. Benim artık Başbakan’ın normalleşeceğine dair bir
inancım kalmadı. İlk iş “twitter”da kendisini izlemekten vazgeçtim, televizyon
ve radyolarda da karşıma çıkarsa kanalı çeviriveriyorum. Hayatımdan çıktı mı,
hayır çıkmadı tabi. Başında olduğu hükümet yaptığı yasalarla özgürlükleri
kısıtlamaya devam ediyor ve edecek. Asıl sorun bu değil. Başbakan’ı
dinlerseniz, ona ulaşmaya çalışır, mesajlarınızı iletmek için gayret
gösterirseniz bir şeyin değişeceğine inanıyor musunuz? Değiştiğine dair
elinizde kaç örnek var? Bir, sıfır?
Ortada bir diyalog yok,
monolog var. Ben de bu monologu dinlemekten vazgeçtim artık. Sorunları Erdoğan
ve onun etkisinden kurtulamadığı sürece AKP üzerinden çözme şansı kalmadı.
Kürtler için de, dindarlar için de, memur ve öğretmenler, çevreciler ve
kadınlar için de durum aynı. Başbakan artık başka bir gezegende yaşıyor,
halktan uzaklaştı. Stadlarda ona sevgi gösterisinde bulunanlara aldanmayın, bu
ülke Cem Uzan’ı, Menderes’i, Demirel’i ve Özal’ı da “ölümüne” sevmişti.
Ayaklarına gelen otobüslere binip mitinglere gitmek hiçbir şeyin göstergesi
değil. Menderes asılırken sokaklarda kimse yoktu, Cem Uzan sürgünde yaşıyor.
Özal ve Demirel’i hatırlayanların sayısı gün geçtikçe azalıyor.
Anormalleşen bir ülkenin
başbakanına normal ülkelerde kullandığınız iletişim kanallarıyla ulaşamazsınız.
Onu güçsüzleştirmek istiyorsanız, onu dinlemeyi, konuşmayı ve eleştirmeyi
bırakmanız gerekir. Bir politikacı için bu an ölümünün ilanıdır. Kontrolünde
isterse tüm medya kanaları olsun, kanallar o konuşmaya başlayınca bir bir
kapanıyorsa etki gücü de sıfıra iner. Onun haberlerini yapan gazeteler
alınmazsa bütün nutuklar boşa gider. Ne zaman o sizin gündeminize, sorduğunuz
sorulara yanıt verir, o zaman dinlersiniz. Ne zaman kaybettiği politik
cesaretini kazanır, muhalefetin karşısına, açık oturumlara, televizyonlara,
gerçek gazetecilerin karşısına çıkar, soruları yanıtlar; o zaman kendisine
kulak verirsiniz. Karşıda rakip olmayınca kürsüden atıp tutmak kolay. Sizin,
yani halkın gündemini kendi gündemi olarak kabul etmiyorsa, tek çözüm meclis
aritmetiğini değiştirmektir. Sizin sorduğunuz sorulara hükümet yanıt verene,
hükümet yetkilileri sizinle eşit şartlarda tartışmayı kabul edene kadar bu
böyle sürmek zorunda.
Tarif ettiğim boykot hayata
geçirilebilirse sonuç verir. Kontrolünde olmayan medya bunu hep birlikte
yapabilir mi; emin değilim. Birçok yazarın kendi gündemi, ütopyası, hayal
ettiği bir dünyası yok. Çoğu, hükümetten biri bir şey söylese de üzerine bir
yazı yazsam diye bekliyor. Yazdıkları konular sınırlı ama her gün yazmak
zorundalar. Böyle olunca tekrarlara ve polemiklere muhtaçlar. Bu medyanın
sorunu. Okuyucu tarafı da kendini aşmak zorunda. Birçoğu iradesini alım gücüyle
birleştiremiyor. Medyadan şikayet ediyor ama parasını yine gidip ana akım
gazetelere veriyor, malum kanalları izliyor. Termik santral yapan şirkete
kızıyor ama iki sokak ötede, o şirketin mallarını satmayan bakkala gitmeye
üşeniyor. Konuşarak dünya değişseydi keşke ama olmuyor. Konformist yanımız
ideallerimizin hep önüne geçiyor.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)