Organik kitaba buyrun!

Özgür Gürbüz/30 Mayıs 2012

Ekolojik bir pazardan daha iyisi ne olabilir? Organik domates, salatalık veya çileğin yanında en iyi ne gider? Tabi ki 'organik kitap'ların satıldığı bir pazar. Organik kitap kavramı da nereden çıktı demeyin, işimizin bir bölümü de yeni kavramlar yaratmak (uydurmak demeye dilim varmıyor) sayılır. Nasıl organik gıdaların içinde kirletici, sizi hasta eden hiçbir şeyin olmaması gerekiyorsa, organik kitapların içinde de sizi, düşüncelerinizi hasta eden hiçbir fikir bulunmamalı. 'Organik kitap', nefret söyleminden, ayrımcılıktan uzak, insan merkezli bakıştan kaçar olmalı. Ekolojiyle ilgili kitaplar bu sınıfa giriyor dersem, sanırım hata yapmış olmam.

Buğday Ekolojik Yaşamı Destekleme Derneği ile Yeni İnsan Yayınevi, 2-3 Haziran tarihlerinde, Şişli ve Kartal %100 Ekolojik pazarlarında Ekoloji Kitap Günleri düzenliyor, sizleri "organik kitaplarla" tanıştırmaya hazırlanıyor. 

2 Haziran’da Şişli %100 Ekolojik Pazarı’nda, 3 Haziran’da Kartal %100 Ekolojik Pazarı’nda 9:00-16:00 saatleri arasında gerçekleşecek 'Ekoloji Kitap Günleri', ekolojiyle ilgili bilginin ve ekolojik yaşam alışkanlıklarının yaygınlaşmasını amaçlıyor. Etkinlik çerçevesinde ekolojiyle ilgili konularda yayınlar yapan yayınevleri kitaplarını sergileyecek, yazarlar okuyucularıyla buluşma ve kitaplarını imzalama fırsatı bulacaklar.

EkolojiKitap Günleri’nde Victor Ananias’ın 'Yaşam Dönüşümdür' kitabı ile Buğday dergisinin eski sayıları da set olarak satışa sunulacak. Buğday Derneği üyeleri, Ekoloji Kitap Günleri’nde yüzde 20 indirimle alışveriş yapabilecek.

Biz cam şişeyi unuttuk onlar bebek bezlerinin peşinde

Özgür Gürbüz-Birgün/27 Mayıs 2012

Geçen haftaki yazımda “Okul Sütü Zeka Küpü” projesinin nasıl çevre düşmanı bir proje olduğunu uzun uzadıya anlatmıştım. Okuyucularımızın bazıları bana ulaşıp görüşlerini belirtti. Karadeniz’deki yaylaların tetrapak kutularla dolu olduğundan, plastik torba kullanımının kontrolden çıktığından şikayet eden çok sayıda ileti aldım. Hepsi çok yerinde tespitler içeriyor ve şuna işaret ediyor: Geri dönüşüm, yeniden kullanım ve daha az atık üretme konusunda sınıfta kalmışız!

Tekrar yazıyorum, “Okul Sütü” kampanyası 10 ay sürecek olsa fazladan 1 milyar 440 milyon adet tetrapak kutu üretilmiş olacak. Bu kutuların geri dönüştürülmesi zor ve ne kadarı geri dönüştürülüyor bilinmiyor. Halbuki, sütler cam şişede dağıtılsa örnek bir geri dönüşüm kampanyası başlatılabilir, ilkokul çağındaki binlerce çocuk geri dönüşümü öğrenebilir demiştim. Sütünü içen çocuk boş cam şişeyi sınıftaki kasaya koyar, ertesi gün süt getiren araç boş kasayı alır, dolusunu bırakır. Araçlar zaten okula geldiği için fazladan enerji harcanmaz, çöp çıkmaz. UHT tartışmaları da cam şişedeki süt günlük tüketileceği için son bulur. Biz çocukluğumuzda cam şişeden süt içerdik, tek tük de olsa bazı bakkallarda hâlâ var. Şimdi neden yok? Zekamız ilerlesin diye süt içiyoruz ama pek işe yaramıyor galiba?

AVRUPA MERSİN’E TÜRKİYE TERSİNE
Ne yazık ki ülkemizde fikir üretme konusunda gazetecilere, yazarlara getirilen kısıtlamanın bir benzeri çöp üretenlere getirilmiyor. Her sabah aynı filmi izliyorum. Bir adet simit, sandviç için bile plastik torba isteyen insanlar var. Kağıt amabalajın üstüne bir de plastik torba isteyen bu kişiler, acaba 100-150 yıllık bir günaha imza attıklarının farkında mı? Madem o kadar çok seviyorsunuz bu plastik torbaları, atın çantanıza bir tane, aynıtorbayı kullanın. Çoğunun, alıp aynı gün çöpe attıkları o plastik torbanın yok olduğunu görmeye ömrü bile yetmez. Bunu her gün 2-3 defa yaptığınızı düşünün, dağ kadar plastik torbanın bilfiil sorumlusu olursunuz. Size ülkemizin halini anlatan bir rakam vereyim. 1990-2010 yılları arasında Türkiye'de atıklardan kaynaklanan seragazı emisyonları üç kattan daha fazla artarken Avrupa'da 1990-2010 arasında yüzde 20 civarında azalmış. Avrupa'nın tüketmekten vazgeçmediği düşünülürse sorunun daha ziyade atık yönetimiyle ilgili olduğu; kompost, depozito, geri dönüşüm ve benzeri uygulamaların yeterince hayata geçirilmediği ortada. Avrupalı bunu keyfinden yapmıyor, öğretiliyor ve kurallarla uygulatılıyor. Onlar daha az atık çıkarmaya çalışıyor biz ise adeta daha çok üretmek için yarışıyoruz. Sonra da soruyoruz, kanserli hasta sayısı neden bu kadar arttı diye?

YAPTIRIM OLMALI
Hayatımın bir bölümünü Oxford’ta geçirdim, izninizle orada bu iş nasıl yapılıyor anlatayım. İngiltere’nin hemen hemen her kentinde olduğu gibi Oxford’ta da, geri dönüşüm kurallarına uymak zorundasınız. Belediye size üç farklı geri dönüşüm kutusu ve bir de örülmüş plastikten yapılmış, çok uzun süre kullanabileceğiniz bir bahçe atıkları torbası verir. Bundan sonra sorumluluk sizde. Çöplerinizi ayrıştırmak zorundasınız. Yeşil kutuya en çevreci atıklar konur; gazeteler, kağıtlar, camşişe ve kavanozlar. Mavi kutuya ise kartonları, alüminyum, plastik ve metalden yapılmış ambalajları atarsınız. Bahçe torbası bitki atıkları ve çimler içindir. Evinizin bahçesi varsa kompost, yani bitki atıklarını çürüterek gübre yapmanıza da izin verilir. Ayaklı yeşil çöp kutusu ise geri dönüştürülmesi ekonomik olmayan ya da zor olan, çöp depolama alanlarına götürülecek atıkları içerir. Bugün okullarda çocuklara dağıtılan sütün ambalajlandığı tetrapak kutular, yoğurt kapları, plastik torbalar, deodrant kutuları ve mutfaklarda sıkça kullanmaya başladığımız folyolar bu gruba girer. Bırakın geri dönüştürülebilecek malzemeyi yanlış kutuya atmayı, bu kutuları temiz tutmaz, aşırı doldurursanız cezayı yersiniz; sanıyorum şimdilerde bu rakam 80 pound, yaklaşık 240 Türk Lirası. Yaptırım olmazsa kimse başlamaz ama başlarsa gerisi gelir.

NERDE O ESKİ BEBEK BEZLERİ?
Daha bitmedi, en çarpıcı örneği, bebek bezlerini en sona sakladım. Biliyorum bazılarınız “işin suyunu çıkarma” (argoda konuya uygun bir başka söz daha var) diyecek ama kalemimin kemiği yok, tutamıyorum. İngiltere’de her yıl 3 milyar bebek bezi çöpe atılıyor ve bunun için de 7 milyon ağaç kesiliyor. Oxford'ta bu rakam günde 100 bin. Evden çıkan çöplerin yüzde 4’ü bebek bezi. Çocuğu olanlar, bebeklerin bu konuda ne kadar sıkıçalıştıklarını iyi bilirler. Belediye hesap yapmış, tek çocuklu bir aile, 'kullan-at' bebek bezleri yerine bizim annelerimizin kullandığı klasik bezleri kullansa, bezleri evde yıkasa yılda 600 pound (1700 TL) tasarruf ediyormuş. Hayatında bebek bezi yıkamış olsan bunları yazmazdın” ya da bu iş hep kadınların başına kalıyor, erkekler için konuşması kolay” diyenleri duyar gibiyim. Demokrasilerde çare tükenmez. Oxford ve İngiltere’nin birçok yerinde evinize kadar gelip kullanılmışbebek bezlerini toplayan, yıkadıktan sonra da size getiren firmalar var. Haftada 8-10 pounda bu işi yapıyorlar. İster kendiniz yıkayın ister yıkatın, maddi açıdan tasarruf ettiğiniz gibi çevreyi de korumuş oluyorsunuz. İngiltere’de belediyeler gerçek bez kullanmaları için ailelere bedava örnek bile gönderiyor. İlerleme dediğimiz şeyin dönüp dolaşıp eski yaptıklarımızıhatırlamak olması çok manidar. Annemizin sözünden hiç çıkmamalıydık belki de.

Şimdi sormak lazım, başta Karadeniz olmak üzere, orman alanlarını,dere yataklarını çöp depolama alanı ilan eden belediyelerin kaç tanesi o bölgede yaşayan insanların daha az çöp çıkarmalarıiçin bu ve benzeri yöntemler geliştiriyor? Yerimiz yok” deyip doğaya çöpleri dökmek kolay ama yerimiz yok” deyip, daha az çöp üretin demek neden bu kadar zor? Oy kaygısı, şirketlerin baskısı, nedir elinizi kolunuzu bağlayan?

Avcılar'da nükleer santraller tartışılacak

Danıştay kararına, halkın tepkisine ve ÇED raporu için düzenlenen halkın katılımı toplantısının protestolar nedeniyle yapılamamasına rağmen nükleerde ısrar edilmesi tepki topluyor. Geçtiğimiz ay birçok kentte hükümetin nükleer santral kurma planları protesto edilmişti. Peki, nükleer karşıtları neden nükleer enerjiye hayır diyor? Neden karşılar? Nükleer Karşıtı Platform ile Özgürlük ve Dayanışma Partisi (ÖDP) bu ve benzeri soruların masaya yatıralacağı, 'Nükleer Santraller' başlıklı bir panel düzenliyor. Panel, 25 Mayıs 2012 Cuma günü saat: 19:30'da Avcılar ÖDP İlçe binasında (Avcılar Belediyesi yanı) düzenlenecek. Ben de konuşmacılar arasındayım ve özellikle ekonomi ve demokrasi açısından nükleer santral konusunu ele almaya çalışacağım. Dünyada nükleer enerjinin son durumunu da rakamlarla, tarafsızca anlatmayı planlıyorum.

Avrupa ve Türkiye'nin iklim politikaları ne kadar farklı?

Özgür Gürbüz-Yeşil Ekonomi/21 Mayıs 2012

Durban'daki Taraflar Toplantısı'nın üzerinden altı ay geçti. Küresel iklim değişikliğini durdurma niyetindeki ülkeler Almanya'nın Bonn kentinde toplandı. 25 Mayıs'a kadar sürecek toplantılardan çıkacak kararlar, Katar'da yapılacak 18. Taraflar Toplantısı'na (COP 18) dair umutları arttıracak veya azaltacak. Bonn'daki toplantı kritik çünkü bu yıl sonunda Kyoto'nun ilk yükümlülük dönemi bitiyor. İkinci yükümlülük dönemi 2013'te başlıyor. Bonn'daki toplantıda ikinci dönemin beş mi yoksa sekiz yıl mı süreceğine dair bir karar alınması ve yeni anlaşmayla ilgili yol haritasının belirlenmesine çalışılacak.

Her şey toz pembe değil. İkinci dönem yükümlülük alacak ülkelerin sayısında azalma var. ABD yine ortada yok, daha önce elini taşın altına koyan Kanada, Avustralya ve Japonya bu defa sorumluluk almaktan kaçıyor. Bu durumda Rusya, Çin, Hindistan ve Brezilya'nın kendilerine azaltım hedefi belirlemeleri de sürpriz olur. Avrupa Birliği'nin (AB) tek umudu 2015 yılına kadar masadan kaçan ülkeleri yeniden biraraya getirecek yeni bir formül, anlaşma metni bulmak. Protokolün Ek-1 listesinde yer almalarına rağmen sorumluluktan kaçan bu ülkeler ikna edilinceye kadar da mevcut mekanizma (Kyoto Protokolü) sürdürülmek zorunda.

Peki, hedefi AB'ye tam üyelik olan Türkiye ne yapıyor? Bugüne kadar izlediği iklim politikası AB ile ne kadar uyumlu? Bu noktada geçmişe bakıp, politik mücadelenin lideri AB ile Türkiye'nin seragazı emisyonlarının kısa bir analizini yapmak faydalı olabilir. İşin özeti ve temel farklılık şu: AB seragazı emisyonlarını azaltarak Kyoto hedefini yakalarken Türkiye hedef almamanın verdiği rahatlıkla seragazı emisyonlarını hızla arttırıyor.

Bildiğiniz gibi AB-15, Kyoto Protokolü'nde ortak bir hedef aldı; 2012 sonuna kadar 1990 yılındaki emisyonlarını yüzde 8 oranında azaltma hedefi. 15 ülke, kendi içinde farklı sorumluluklar alarak ortalamada yüzde 8'i tutturma sözü verdi. 2010 sonu verilerine göre AB 1990 yılına göre emisyonlarını yüzde 11 oranında azaltmış. Yüzde 8'den daha fazla. AB-15 içerisinde bazı ülkeler hedeflerine ulaşamasa da Fransa, Almanya, İsveç ve Büyük Britanya'nın hedeflenenden daha fazla azaltım yapması ortalamayı kurtarıyor. Türkiye ise 1990-2010 yılları arasında yüzde 115'lik bir artışa imza attı. Buradan çıkan sonuç şu: Hedef olmayınca durum kontrolden çıkıyor. AB ile Türkiye'nin arasındaki en büyük fark bu.

Sektör bazında ele aldığımızda hem benzerliklere hem de farklılıklara rastlıyoruz. AB-15'de enerji sektörü 1990 yılında 3 bin 278 teragram (Tg) seragazı emisyonuna (CO2 eşdeğeri) neden olurken 2010'da bu rakam 3 bin 42 Tg olmuş; yaklaşık yüzde 10 azalmış. Türkiye'de ise azalma değil, iki kattan daha fazla (132'den 285 milyon tona çıkmış) bir artış var. Avrupa enerji sektörünü karbonsuzlaştırırken biz tersini yapmışız.

Endüstriyel işlemler sonucu ortaya çıkan seragazı miktarı AB-15'de yüzde 25 civarında azalırken bizde üç kattan fazla artmış. İki enerji yoğun sektörün payı büyük, demir-çelik ve çimento. Örneğin, Türkiye'de çimento sektörü güçlenirken Avrupa'da güç kaybetmiş. İki tarafta da tarımsal faaliyetlerden kaynaklanan seragazı miktarı azalmış, bu da herhalde AB'nin tarım sektörünü küçültme politikalarının Türkiye'de de uygulanıyor olmasından kaynaklanıyor.

Çok fazla konuşulmayan ama oldukça önemli olduğunu düşündüğüm bir zıtlık ise atıklarla ilgili. Türkiye'de atıklardan kaynaklanan seragazı emisyonları üç kattan fazla artarken Avrupa'da 1990-2010 arasında yüzde 20'lere yaklaşan bir azalma eğilimi var. Avrupa'nın tüketmekten vazgeçmediği düşünülürse sorunun daha ziyade atık yönetimiyle ilgili olduğu; kompost, depozito, geri dönüşüm ve benzeri uygulamaların yeterince hayata geçirilmediği söylenebilir. Türkiye'nin mevcut iklim politikalarının AB'nin aksine olumsuz sonuçlar doğurduğu ve ters yönde bir eğilime sahip olduğu ortada.

Türkiye'nin dikkat etmesi gereken bir başka başlık da ulaşım. Türkiye'nin enerjide dışa bağımlılığı çok konuşuluyor ama otomobil reklamlarının medya kuruluşları için yarattığı cazibeden mi bilinmez, bu bağımlılıkta petrolün payı 'nedense' hiç konuşulmuyor. Karayolu ulaşımı Türkiye'nin ulaşım kaynaklı seragazı emisyonlarının yüzde 88'ini oluşturuyor. Havacılık hızlı artışıyla tehlike sinyali veriyor, şimdiden payı ulaşım içinde yüzde 6,75'e ulaştı.

Bu hızlı artış bir altyapı ve beraberinde yaratılan bir kültürün (duble yollar, havaalanları) sonucu olduğu için ciddi tehlike arz ediyor. Enerji santrallerini daha az karbon üretenlerle değiştirmeniz tüketiciyi rahatsız etmez, onların ilgilendiği ihtiyaç duydukları elektriğe kavuşup kavuşmamaktır. Otomobile, uçağa alıştırılan tüketiciye trene veya bisiklete bin dediğinizde ise buna direnebilir; alışamayabilir. Dikte edilen otomobil kültürünü reddetmek zor. ABD'nin Kyoto konusundaki en büyük tereddütü, emisyonları azaltmak için alınacak tedbirlerin aslında hızlı tüketime dayalı yaşam biçimini değiştirmeye zorlayacak olmasıdır. Avrupa ise bu tüketim kültürüne daha mesafelidir. Bu yüzden de uyum sürecinin ilk aşaması daha az sancılı geçiyor.

AB ile Türkiye aynı yolda yürüdüğünü iddia ediyor ama birçok konuda olduğu gibi iklim politikalarında da farklı şarkılar söylüyor.

Sadece sütten değil ambalajından da kork

Özgür Gürbüz-Birgün/20 Mayıs 2012

Türkiye'de her gün 7 milyon 200 bin öğrenciye süt dağıtılıyor. İlk gün yaşanan zehirlenme olayından sonra konu birçok yönüyle tartışılmaya başlandı. UHT sütlerin sağlıklı olup olmadığı, çocukların laktoza karşı hassaslığı, aç karnına okula gelmeleri gibi birçok konu defalarca gündeme geldi. Muhalefetin eleştirileri hükümeti kızdırınca rüzgar yine tersine döndü ve medyada kampanyayı öven haberler ağırlık kazandı. Süt üreticilerinin desteklediği kurumların halkla ilişkilercileri bile 'süt uzmanı' kesilip televizyonlarda nutuklar atmaya, kampanyayı övmeye başladılar. Hepsinin atladığı nokta ise kampanyanın yerlerde sürünen 'çevre' boyutu oldu. Kimse her gün dağıtılan 7 milyon 200 bin tetrapak kutunun (karton kutu da deniyor) başına ne geldiğini düşünmedi bile.

Gelin birlikte hesaplayalım. Günde 7,2, haftada 36 ve ayda 144 milyon adet tetrapak kutu kampanya boyunca çöpe gidecek. Kampanya 10 ay sürse bu 1 milyar 440 milyon kutu demek. Bu kutular doğaya bırakıldığında yok olmaları onlarca yıl sürebiliyor. İki dakikada içilen bir süt için onlarca yıllık bir günaha imza atmak doğru mu? Ne doğru ne de çevreci. Çünkü bu ambalajlar sanıldığı kadar kolay geri dönüştürülemiyor. Peki çözüm nedir, ne yapmalı?

SÜTLER CAM ŞİŞEDE DAĞITILMALI
Bütün ambalajlar içerisinde en çevreci olanı tartışmasız cam şişeler. Okul Sütü Kampanyası'nda dağıtılan süt, cam şişelerle dağıtılsa çocuklar için örnek teşkil edecek bir çevre hareketine de öncülük edebilir. Sütler sınıflara kasalarla gelir. Okulda sütünü içen çocuk sınıftaki kasaya cam şişeyi geri bırakır ve belki de ilk kez bir geri dönüşüm uygulamasını hayata geçirmiş olur. İlköğretim çağında geri dönüşümle tanışan, çevreci ambalajları seçmeyi öğrenen çocuklar doğa koruma konusunda da bilinçlenmiş olurlar. Okula her gün süt getiren araçlarla kasalar geri götürülebilir. Böylece ek bir külfet veya enerji sarfiyatına da neden olunmaz. Sadece şişelerin temizlenmesi için su ve enerji harcanır ki, bu da kutuların üretimi ve kullanıldıktan sonra atık haline gelmesiyle kıyaslandığında göze alınabilecek bir bedel. Onları dağ ve bayırdan toplamanın enerji kaybı daha fazla bile olabilir. Süt kampanyası devam edecekse, dağıtılan sütler cam şişede dağıtılmalı; bu çok açık. Şimdi gelelim şu ambalaj meselesine... 

İyi bir halkla ilişkiler kampanyası sonucu, yanlış da olsa 'karton kutu' dediğimiz bu ambalajlar aslında plastik, alüminyum ve kartondan oluşuyor. Bu da doğal olarak 'geri dönüşümü' zorlaştırıyor. İcat eden firmanın adından dolayı bu ambalajlara genelde tetrapak kutu deniyor. Geri dönüşüm için kutuların yapımında kullanılan hammaddeleri tekrar elde etmek, yani plastik, alüminyum ve kağıdı ayırmak gerekiyor. Teknik olarak bu mümkün ama bu teknolojiye sahip geri dönüşüm firmalarının sayısı sınırlı. Türkiye'de bu teknolojiye sahip kaç firma var, üretilen karton-plastik karışımı kutuların yüzde kaçı bu tesislerde geri dönüştürülüyor belli değil. Firmaların geri dönüşümle ilgili rakamlarını kim denetliyor o konu da karışık. Çevre Bakanlığı bu konuda ÇEVKO Vakfı'nı yetkilendirmiş ancak bu vakfın kurucuları zaten ambalaj atığını üreten firmalar. Örneğin, bu kutu pazarının dünya lideri Tetra Pak firması ÇEVKO'nun da kurucuları arasında. Sadece tetrapak kutu değil tüm geri dönüşüm sisteminde bağımsız denetçi eksiği göze çarpıyor.

SADECE YÜZDE 20'Sİ GERİ DÖNÜŞÜYOR
Dünyada bu kutuların geri dönüşüm oranı 2011'de ancak yüzde 20'ye ulaşmış. Bu rakamı da dikkatli okumalı. 2011'de üretilen kutuların sadece yüzde 20'si geri dönüştürülmüş, kalan yüzde 80 ise ya çöpe ya da doğaya atılmış. Firmalar dönüşüm oranlarını her yıl artırdıklarını söylüyorlar ama bu geçmiş yıllarda doğaya bırakılan ambalajların toplandığı anlamına gelmiyor. Verilen rakamlar hep o yılın üretiminin ne kadarının geri dönüştürüldüğünü belirtiyor. Toplanmayan atıklar denizlerde, toprakta yıllarca çürümeyi bekliyor veya yakılıyor. Her durumda çevre kirliliğine neden oluyor.

Kafanız karışmış olabilir. Daha önce çeşitli gazetelerde bu kutulardan kütüphane, yatak yapıldığını okumuş olabilirsiniz. Medyaya yansıyan 'yeşile boyama' kampanyalarına kanmayın. Onlar size geri toplanan ve preslenerek mobilya yapılan kutuları gösteriyor, aslında yeniden kullanımdan bahsediyor. Geri dönüşüm ve yeniden kullanım iki farklı şey. Sürdürülebilirlik, doğanın söz konusu üretimi yaptıktan sonra eski halinde kalabilmesi, üretimden önceki işlevini sürdürebilmesidir. O ürünün üretiminde kullanılan hammaddenin yeniden elde edilmesidir.   Çevrecilik de zaten çöplerden ev yapmak değil, çöp üretmemektir. 

DEPOZİTO ŞART
Gelelim şu süt ve meyve suyu kutularına. Bu kutuları her yıl daha fazla kullanıyoruz. Marketlerde cam şişede meyve suyu, süt bulmak neredeyse bir mucize. Depozito uygulaması unutuldu, çevreyi kirleten ambalajlar için cezai bir yaptırım ya da caydırıcı bir fiyatlandırma mekanizması yok. Bir milyarı geçen nüfusuna rağmen Çin bile süpermarketlerde naylon torbaları cüzi de olsa para karşılığı vererek bir duyarlılık oluşturmaya çalışırken Türkiye'de ambalaj ve çevre konusu “saldım naylon torbayı çayıra mevlam kayıra” anlayışıyla yönetiliyor. Şirketler ne derse o oluyor. Onlarca sosyal sorumluluk kampanyası yürüten bu firmaların internet sitelerinde geri dönüşümle ilgili bilgiler ya çok eski ya da eksik. Örneğin tetrapak kutularda, söz konusu geri dönüşümü yapabilecek teknolojiye sahip firmalar Türkiye'de var mı, varsa nerede çalışıyor belli değil. Bu yazıda sorduğum soruları aslında benim değil hükümetin firmalara sorması gerekir. Ne var ki hükümet halk sağlığı ve çevre koruma konularında adeta hayalet gibi, ortada yok. TBMM Çevre Komisyonu ne yapıyor merak ediyorum doğrusu.

1980'lerden sonra yeniden tasarlanan Türkiye'de serbest piyasaya tam geçiş için adımlar atılırken, sermayenin ülkeye gelmesi için gerekli ortamın hazırlanması yolunda hiçbir 'fedakarlıktan' kaçınılmadı. Geri dönüşüm gibi firmaların karını azaltan, kullan-at mantığıyla şahlanan tüketimin hızını yavaşlatan, depozito ve benzeri uygulamalar şirketlerin sinirlerini bozuyordu. Kese kağıtları ve fileler yerini plastik torbalara, depozitolu cam şişeler ise yerlerini pet şişelere, alüminyum ve tetrapak kutulara bıraktı. Gelişmiş birçok ülkede depozito uygulamaları ısrarla sürdürülürken, ülkemizde geri dönüşümün kaderi bin türlü sağlık tehlikelerine karşı sokaklarda çöpleri karıştıran 'kağıt toplayıcıları'na bırakıldı. Sizin ve çocuklarınızın geleceği için hayatlarını tehlikeye atan, sigortasız çalışan bu insanların emeğinin hor görülmesi ve dışlanmaları ise işin bir başka boyutu.

Sağlıklı büyümeleri için çocuklarına süt içiren Türkiye, aynı çocuklara, sağlıklı yaşamak için muhtaç oldukları doğayı kendi elleriyle yok ettirdiğinin farkında değil.

''Rüzgarcı PMUM'da zorlanıyor, yerli katkı için yönetmelik bekliyor''

Özgür Gürbüz-Yeşil Ekonomi / 15 Mayıs 2012

Türkiye'de ilk rüzgar santrali bundan 12 yıl önce faaliyete geçti. Avrupa'nın en büyük potansiyellerinden birine sahip Türkiye'de rüzgar kurulu gücü bugün 1800 megavatı geçti. Potansiyele bakınca Avrupa'daki diğer ülkelerin gerisinde kalındığı söylenebilir ama durumun 18 Mayıs 2005'den daha iyi olduğu da ortada. 18 Mayıs 2005, Türkiye'nin kısaca Yenilenebilir Enerji Yasası (YE) dediğimiz, yenilenebilir enerji kaynaklarına alım garantisi veren kanunla ilk kez tanıştığı tarih. Daha sonra değişikliklere uğrayan kanunun yeterliliği konusunda, özellikle güneş enerjisiyle uğraşanların hâlâ ciddi kaygıları var. Türkiye Rüzgar Enerjisi Birliği Yönetim Kurulu Başkanı Mustafa Serdar Ataseven Yeşil Ekonomi için sektörün bugünkü durumunu, sorunlarını ve önündeki fırsatları değerlendirdi.


-Türkiye’de kurulu rüzgar santrallerinin kaç tanesi Yenilenebilir Enerji yasasından yani 7,3 sentlik alım garantisinden  yararlanıyor?


M. Serdar Ataseven
Türkiye’de kurulu gücümüz 1800 megavat. Bunların 687 megavatı yani, yaklaşık  yüzde 40’ı garanti fiyattan faydalanıyor. Geçtiğimiz yıllara kadar kimse bu sabit fiyattan yararlanmak istemiyordu. Çünkü Piyasa Mali Uzlaştırma Merkezi'ndeki (PMUM) fiyatlar daha kazançlıydı. Şu anda da bakarsanız aslında PMUM’da fiyat 7,3’ün üzerinde. Ama gün öncesi piyasasında yatırımcılar bir gün sonraki üretimini bir gün önceden bildirmek zorunda. Ülkemizdeki tahmin sistemleri henüz gelişmediği için, bu bildirim bazı zamanlar riskli olabiliyor. Bu nedenle yatırımcı garanti fiyata gidiyor. Başka enerji üretim sistemlerine sahip olan yatırımcılar biraz daha risk alabiliyor ve gün öncesi fiyatından yararlanıyor. Sadece rüzgar üretimi ile ilgilenen yatırımcılar ise risk almak istemediklerinden garanti fiyatı tercih ediyorlar. Avrupa’daki sistem üç saat öncesinden bildirim esasına dayanıyor. Oysa Türkiye’de, bir gün öncesinden hatta 36 saat öncesinden bildirim yapmanız gerekiyor. Bu da yatırımcıyı zor durumda bırakıyor. Çünkü rüzgar hafif yön değiştirip rüzgar türbinlerini pas geçtiğinde, 36 saat öncesinden yapılan tahminler tutmayabiliyor. Kısacası şu an enerji üretim tahminlerini sağlıklı yapamıyoruz. Kendi içinde dengelemesini yapabilen yatırımcılar PMUM’dan yararlanıyor. Yapamayanlar ise garanti fiyatı tercih ediyorlar.

-Rüzgar türbinleri için ilk yatırım maliyetleri nedir?

Avrupa'dan gelen rüzgar türbinlerinde, projeden projeye değişmekle birlikte, tüm yatırımlar (yol, inşaat, iletim hattı) dahil, yaklaşık kilovat kurulu güç başına 1100-1300 Avro arasında bir maliyet olduğunu söyleyebiliriz. Çin’den geldiğinde yaklaşık  yüzde 30 civarında indirim olabileceği tahmin ediliyor. Piyasada Çin üreticileriyle ön sözleşme imzalayan bazı firmalar var. Ama şu ana kadar hiçbir rüzgar türbininde Çin malı türbin kullanılmadı. Çinliler şimdilik Türkiye pazarında yok fakat pazara girmeye çalışıyorlar. Çünkü Türkiye karasal rüzgar pazarında en büyük ülke. TEİAŞ tarafından onaylanmış lisanslı veya lisanslanacak 11 bin megavatlık projemiz var.  2023 yılı hedefi 20 bin megavat. Bu veriler tüm Avrupa’nın ve özellikle de Çinli türbin üreticilerin iştahını kabartıyor.

-Daha önceki bir röportajınızda rüzgar türbinlerindeki çalışma kapasitesinin 3500 saat olduğundan bahsetmiştiniz. Bu da oransal olarak yüzde 40'lara denk bir kapasite faktörü demek. Bu durumda Türkiye için kilovatsaat başı üretim maliyetleri nedir?

Türkiye’deki rüzgar potansiyeli Avrupa’ya göre yüzde 25-30 oranında daha yüksek. Avrupa’da bir rüzgar türbini 2000-2500 saat çalışıyor. Türkiye’de ise 3000-3500 saat çalışıyor. 3500 saatin üzerinde çalışan santraller de var. Bunlar birincil rüzgar sahaları. İkincil rüzgar sahaları da olacak. Fiyat olarak Avrupa’ya göre daha düşük bir enerji alım fiyatımız var. Avrupa’da 9 Avro sentlere varan rüzgar fiyatları var. Ülkemizde 7,3 Avro sent. Bu fiyatın yerli katkı ile desteklenmesi gerektiğine inanıyoruz. Rüzgar projelerinin daha rahat finanse edilebilmesi için elektrik fiyatlarını garanti alım fiyatından daha yukarı çekmek lazım.

-48 bin megavatlık ekonomik teknik potansiyelin ne kadarı hayata geçirilecek?

Belirtilen 48 bin megavatlık teknik kapasite, Yenilenebilir Enerji Müdürlüğü'nün, ülkemizdeki rüzgar enerjisi potansiyelini belirleme çalışmalarına göre verdiği rakamdır. Kıyılarımızdaki rüzgar enerjisinin de dahil olduğu teknik potansiyeldir. Türkiye’de tüm yatırımları hayata geçirdiğimizde çıkabileceğimiz maksimum potansiyeldir. Bununla birlikte rüzgar potansiyelinin var olması yeterli değil. Bunun yanısıra rüzgardan üretilen elektriğin bağlanacağı trafo merkezlerinin olması, bağlantı ve üretim şebekelerinin güçlü olması gerekir.

TEİAŞ’ın 2013 sonuna kadar verdiği 11 bin megavatlık kapasite var. 2023 yılı hedefimiz 20 bin megavat. Ayrıca ülkedeki enerji ihtiyacına ve enerji üretim tesislerinin üretimine bağlı olarak her yıl 1000 megavat kapasite arttırımı yapılacak. Bu sektör adına sevindirici bir durum. Ülkemizde sürdürülebilir bir rüzgar sektörünün olduğunun göstergesi.  Bu, hedefin altının boş olmadığının, TEİAŞ tarafından destekleneceğinin kanıtıdır. Artık rüzgar için enerji sektöründeki iyi oyunculardan biridir diyebiliriz.

-Rüzgar enerjisinin sorunları geçtiğimiz Ocak ayında Enerji Bakanlığın’da yapılan bir toplantıda dile getirilmişti. O zamandan bu yana sorunlarla ilgili olumlu gelişmeler var mı?

17 Ocak’ta yaptığımız toplantıda dört ana konu üzerinde sorunlarımızı toplamıştık. Enerji Bakanlığın’dan yönetmelik değişikliği ile yerli katkı payının uygulanabilirliğinin sağlanmasını istemiştik. Enerji Bakanlığı'ndaki çalışmalar sürüyor, henüz yayımlanmadı. Yayımlandığında uygulanabilir bir yönetmeliğin çıkacağını umuyoruz. Parçalar yurtdışından getirilse bile, Türkiye’de montajı yapıldığında, yerli sayılması ve teşvik kapsamına alınması sektörün hızla gelişmesine büyük katkı sağlayacak ve yerli katkı payı uygulaması sadece kağıt üstünde kalmayıp, hayata geçmiş olacak. Yan sanayimizin gelişmesinden sonra yüzde 100 yerli olsun diyebiliriz. Bu şekilde yapılacak bir düzenlemenin sektörün önünü açacağını ve yerli kullanımına yönlendireceğini düşünüyoruz. Böylece yan sanayi de kısa sürede gelişecektir. İkinci sorun ise yerli teşvikten faydalanma süresinin 2015 yılı ile sınırlandırılmış olmasıydı. 2012 yılının ortasına geliyoruz. Yabancı bir yatırımcının Türkiye’de yatırım kararı alıp, üretime başlaması ve uygulamaya geçmesi arasındaki süre 2015’ten daha uzun sürüyor. Bu nedenle bu sürenin 2020 yılına kadar uzatılması gerektiğini ilettik. 2023 yılına kadar uzatılsa daha da uygun olur. Çalışmalar var ama sonuca ulaşmış değiliz. Enerji komisyonundan sonucu bekliyoruz. Ayrıca radarla ilgili EPDK’dan bir talebimiz olmuştu. Henüz somut bir adım yok. Yatırımların yapılması için bu tür sorunların bir an önce çözüme kavuşturulmasını bekliyoruz. TEİAŞ’tan havza planlaması yapılmasını talep etmiştik. TEİAŞ’tan somut bir adım geldi. 2013 yılına kadar açıkladığı kapasiteden sonra, gerekli havza planlaması çalışmalarının yapılarak, ülkemizdeki gelişmeye paralel, her yıl 1000 megavatlık kapasite ayıracaklarını açıkladılar. Sektör açısından sevindirici bir durum. 

Bu söyleşi 15 Mayıs 2012 tarihinde Yeşil Ekonomi haber portalında yayımlanmıştır.

Çıralı’da neler oluyor?

Özgür Gürbüz-Birgün/13 Mayıs 2012

Antalya’nın Kemer ilçesi sınırlarındaki Çıralı kumsalında geçen hafta alışılmadık ziyaretçiler vardı. Dozerler, oraya denize girmek için gelmedikleri belli olan çevik kuvvet ile jandarma birlikleri ve Antalya Orman Bölge Müdürlüğü’ne bağlı ekipler gibi...

Çıralı'da yıkım protesto ediliyor.
Güvenlik kuvvetlerinin eşliğindeki dozerler Çıralı’daki dört pansiyonu yıktı. Yaşanan arbedede 25 kişi gözaltına alındı. Çıralı, sadece zenginlere hizmet eden, kumsalları halka kapatan otellere henüz boyun eğmemiş Türkiye’deki birkaç sahilden biri. Çok katlı yapılaşmaya kurban gitmemiş, çok uluslu şirketlerin eline geçmemiş turizm köylünün geçimini sağlar olmuş. Sorumlu ya da sürdürülebilir turizmin nadir örneklerinden, üniversitelerde ders niyetine okutulacak türden. Sosyal sorumluluk naraları atan dev şirketlerin hiçe saydığı değerleri köylü benimsemiş, kumsala yumurta bırakan deniz kaplumbağalarına (Caretta Caretta) bile sahip çıkmış.

Peki sahilde, Çıralı’da bu dozerlerin işi ne? Sahi, Çıralı’da neler oluyor?

Çıralı’da olan biteni yorum yapmadan anlatayım. Hukukun ‘guguk’ olduğu ülkemde kendime ve gazeteciliğe saygım bunu gerektiriyor. Öncelikle Çıralı’daki yıkımın arkasında bir mahkeme kararı olduğunu ve bu işlemin hukuken doğru olduğunu söyleyerek işe başlamalıyız. İşlem hukuka aykırı değil ancak akla, vicdana ve mantığa aykırı. Çıralı devletin adeta papatya falına kurban gitmiş bir yer. Burası için bir bakıyorsun devlet ‘orman’ diyor, bir bakıyorsun ‘orman değil’. 1941 yılında bölgedeki bir parsel, orman alanı dışına çıkarılıyor ve Ulupınar köyünde yaşayanlar burada tarım ve hayvancılık yapmaya başlıyor. Sonrası yaz-boz tahtası gibi. 1976’da orman oluyor, 1989’da ise tekrar kadastro çalışması yapılıyor ve 2B arazisi olarak kabul görüyor. 1989’da bölgenin 2B olmasıyla köylüler pansiyonculuğa başlıyor, turizm ön plana çıkıyor. Öyle oteller, lüks restoran saçmalıkları falan değil; çoğu kendi halinde alçakgönüllü ev işletmeleri. Bu ülkenin koşulları içerisinde örnek sayılabilecek bir model kendiliğinden şekilleniveriyor. Devletin karşı çıktığı falan da yok. Pansiyonlara elektrik, su veriliyor. Daha da ilginci, birkaç yıl önce köylüler 5 bin TL karşılığında işletme ruhsatlarını bile alıyor. Yazar kasaları var, okul var, cami var, vergi ödüyorlar.

Yapı ruhsatı yok ama işletme ruhsatı var. Maliye bir süre önce köylülere 2B listesinde isminiz var, başvuru yapın hakkınız kaybolmasın diyor. Orman Bakanlığı ise tam tersini söyleyip, yıllarca 2B dediği yere bir anda ‘ormandır’ damgası vuruyor. Nisan ayında söz konusu arazinin 2B olmadığı iddiasıyla dava açıyor ve kazanıyor. Ardından dört pansiyon için yıkım kararı çıkıyor. Mahkemesi süren 90-100 pansiyon daha var. Çıralı’da evi yıkılan Mehmet Çetin 1940 doğumlu. Doğduğu, 72 yıldır oturduğu ev şimdi bir moloz yığını. Diğer pansiyonlar da yıkılırsa yüzlerce kişi sokakta kalacak. Köylüler nereye gidecek, nerede yaşayacak ve ne iş yapacak belli değil.

Bu ülkede orman ve kırsal alan üzerinde çalışan onlarca STK ‘2B Yasası’ olarak bilinen Orman Arazileri Kanunu’na çok sert tepki gösteriyor. Tema Vakfı, Doğa Derneği gibi sivil toplum örgütleri, Bakanlık’ın orman vasfını yitirmiş dediği birçok yerin basbayağı orman olduğunu söylüyor. 2B arazileri orman vasfını yitirmemiştir deyince kızanlar şimdi üzerinde 100-200 pansiyon olan araziye ormandır diyor. Ormandır diyor hem de yıllar sonra! Afyon’da istediği kadar içkiyi yasaklasınlar, ‘kafayı bulmak’ için memlekette malzeme çok. Hükümetin icraatları, gençleri alkole teşvik ettiği gerekçesiyle yasaklansa kimse itiraz edemez bence.

Şimdi sormak lazım, Üçüncü Köprü için ormanların yok edilmesine ses çıkarmayanlar Çıralı’da ormanı neden hatırladı?

Kiminle konuşsam aynı şeyi söylüyor. Ortak fikir, buradaki pansiyonlar yıkılıp, köylü göçe zorladıktan sonra bölgenin turizm alanı ilan edileceği ve 49 yıllığına kiraya verileceği yönünde. Hükümete yakınlığıyla bilinen Rixos’a söz verildi söylentileri ortalıkta dolaşıyor. Birkaç ay önce yine Çıralı’da 397 numaralı parselin bir bölümünün Ormanspor üzerinden bir şahsa kiralanması da bu şüpheleri arttırıyor. Parçalar birleştirilince insan bu önemli kumsal için ranta dayalı planlar mı yapılıyor diye sormadan edemiyor.

Antalya Barosu Çevre Komisyonu Başkanı Avukat Tuncay Koç da Çıralı’nın turizme açılmasına giden yolda çalışmalar yapıldığına inanıyor. “Geçen ay 2B davaları açılmamış olsa bunu söylemezdim” diyen Tuncay Koç, “Acil yıkım kararlarına, ek süre vermeden jandarmanın köylüyle karşı karşıya bırakılmasına anlam veremiyoruz. Doğal Hayatı Koruma Vakfı’nın (WWF) yaptığı bir plan var. O plana ve Çıralı’daki doğal yapıyı, köylüyü koruyacak yeni bir modele göre bir çözüm üretilebilir. Mevcut yapı korunarak mülkiyet sorunları halledilmeli” diyor.

***
2B SORUNU SANILDIĞINDAN DAHA BÜYÜK
Yeri gelmişken 2B yasası ile ilgili bazı tespitlere de yer vermek isterim. Tasarının tamamının yasallaşması ve uygulanması halinde Türkiye’de ilk etapta 410 bin hektarlık orman alanı satışa çıkacak. KKTC’nin 1,5 katı büyüklüğünde bir alandan bahsediyoruz. Doğa Derneği Genel Müdürü Engin Yılmaz, “Bu Meclis’ten çıkan ‘yararlı olmayan orman’ kavramı gelecekte ibretlik bir söz olarak hafızalara kazınacaktır. Doğa ve biyoçeşitlilik üzerinde geri dönülemez tahribatlara neden olacağı açık bir gerçek olan bu yasayı ve yasalaştıranları tarih unutmayacaktır” diyor.

Bu işin bir boyutu. İkinci boyutu ise rantla ilgili. Dönümü 20-30 bin TL eden arazilere 100-130 bin TL rayiç bedel biçiliyor. Köylü şaşkın, alma şansı yok. O alamazsa başta inşaat şirketleri olmak üzere malum rantçılar devreye girecek. Köylünün tarım, gecekondu yaparak işgal ettiği orman arazileri bu defa oteller ve toplu konutlarca hem de ‘yasal’ bir işgale maruz kalacak.

Tarih ve bu ülkenin çocukları gerçekten de bu yapılanları unutmayacak. Bu beton yığını ülkede olan biteni hatırlayacak kadar uzun yaşarlarsa tabi.

Çıralı'yı kurtarmak için bir dilekçe de sen yaz!

Çıralı'da işletme ruhsatına sahip, elektrik ve suyu bağlı, yıllardır turizme hizmet veren pansiyonların yıkılmak istenmesi çevrecilerin tepkisine neden oldu. Köylülerle güvenlik güçleri arasında arbade yaşandı, gözaltılar var. Türkiye'deki çevre örgütleri ise bölgenin yapılaşmaya açılacağı kaygısını taşıyor. Bu kaygının nedeni de yaklaşık üç ay önce Çıralı'da yaşananlar. Lütfen hatırlayın: 

2B arazileri orman vasfını yitirmemiştir deyince kızdılar. Şimdi de üzerinde pansiyon olan araziye ormandır diyorlar. Ne garip bir ülkede yaşıyoruz!
Çevreciler, Çıralı'daki yıkımı durdurmak için bir dilekçe kampanyası başlattı. Kampanyaya katılmak istiyorsanız aşağıdaki dilekçeyi imzalayıp Antalya Valiliği'ne fakslayabilir veya e-posta ile gönderebilirsiniz.

Faks
0 242 248 93 95

Dilekçe örneği aşağıdaki gibidir:

                   İVEDİ İŞTİR

ANTALYA VALİLİĞİ’NE
KONU:  Çıralı’daki yıkımın derhal durdurulması hakkında.

Kemer kaymakamlığına bağlı Çıralı sahilinde ve çevresinde bugün yaşanan yıkım olaylarını endişe ile izliyoruz. Turizm sezonunun açıldığı bu günlerde, bölgenin en önemli geçim kaynağı olan turizmin, pansiyonların yıkılması nedeniyle adeta çökertilmesini doğru bulmuyoruz. Ayrıca bölgedeki pansiyonlardaki yerli ve yabancı turistler yaka paça pansiyonlardan çıkartılmıştır. Bu durum, bölgenin yerli ve yabancı turistler nezdindeki vizyonunu yok eden bir gelişmedir. Türkiye’nin en önemli ekolojik alanlarından biri olan Çıralı sahilinin bütün medyanın gözü önünde göz göre yıkılmasını içimize sindiremiyoruz. Bizler, Çıralı’yı, ekolojik yaşamı, dogayı, çevreyi seven insanlar olarak, bu yıkımın derhal durdurulmasını talep ediyoruz.

Ayrıca bir yandan işletme ruhsatı verilen pansiyonlar hakkında, diğer yandan yasal olmadığı gerekçesi ile yıkım kararı verilmesini çelişkili buluyor ve idarenin birliği ve sürekliliği ilkesi ile bağdaşmaz görüyoruz.

Diğer yandan unutulmamalıdır ki: her yasal olan, meşru değildir. Bu yıkım kararı halkın nezdinde meşru değildir ve derhal durdurulmalıdır.

08.05.2012
isim:

imza:

Bir Gerze masalı

Özgür Gürbüz-Birgün / 6 Mayıs 2012 

Gerze Yaykıl Köyü - Foto: O. Gurbuz
Geçen hafta Sinop'ta Sinop Nükleer Karşıtı Platform’un düzenlediği panele katıldım. Bir otelin düğün salonunda düzenlenen panelde 500’e yakın dinleyici vardı. Kentte nükleer santrale karşı duranların sayısı ve direnci görülmeye değerdi. Panelden önce Gerze’nin Yaykıl Köyü’nü ziyaret etme fırsatım oldu. Köyde bir ağaç gördüm, yanında bir tane daha, onun yanında on daha... Yemyeşil bir yamaç ve yine yemyeşil tarlalar gördüm. Sis indi köye, sisin seyreldiği yerde deniz gördüm; masmavi ve hafifinden dalgalı. İstanbul'a geldim hepsi yok oldu. Bin yeşil var idi, bir yeşil kalmadı. Kötü bir masal gibi.

Köyün bir tarafı deniz diğer tarafı alabildiğine yeşillik. Vaat edilen cennet, hadi daha mütevazi olalım, filmlerdeki özlem duyulan köy sanki. Sinop’tan İstanbul’a dönünce Gerze’nin değerini daha iyi anlıyorsunuz. Başka bir dünyadan ödünç alınmış bir hayat gibi yaşadıklarınız; bir varmış, bir yokmuş.

BİR VARDILAR TEZ YOK OLDULAR
Herhalde biliyorsunuz; Efes Pilsen, Komili, Mc Donald’s ve Coca Cola gibi birçok markasını tanıdığınız (ve umarım boykot ettiğiniz) Anadolu Grubu, dört yıldır Gerzelilerin korkulu rüyası oldu. İstanbul'un Gulyabanisi neyse Gerze için de Anadolu Grubu o. Yaykıllılar termik santral istemedikleri için aylardır köy girişinde nöbet tutuyorlar. Nasıl tutmasınlar? 22 Ağustos 2011 tarihinde Anadolu Grubu’na bağlı ekipler gece yarısı köyde sondaj yapmaya gelmişlerdi. Köylüler bir gözü açık uyumanın ödülünü, sondaj ekiplerini geri püskürterek aldılar. Canlarını siper ettiler. 70-80 yaşında dede ve nineler panzerlerin, jandarmanın ve polisin karşısına çıktı. Canları yandı, gözleri biber gazından görmez oldu, gözaltına alındılar, tutuklandılar ama Yaykıl’ı ise ve kömüre boğmak isteyen firmaya geçit vermediler. “Korkunç şeyler gördüm” başlıklı yazımda o saldırıyı, insanlık faciasını yazmıştım. Hatırladıkça yüreğim sızlıyor. Köylü direndi. Jandarma, polis ve sondaj ekipleri bir daha köyün yakınında gözükmedi. Bir vardılar, tez yok oldular.

Gerze Yaykıl Köyü, nöbetteki köylüler - Foto: O. Gurbuz
Yaykıl Köyü girişindeki eylem çadırının kenarında, Şükrü Amca nöbette. Şükrü Akgöz, 82 yaşında. Geceleri eylem çadırına gelemediğinden yakınıyor ama gündüzleri elde baston o da nöbet bekliyor. Panzerleriniz korksun, Şükrü Amca nöbette. Sakalı yok ama masallardaki ermiş dedeler gibi kendisi. Bir geliyor, bir söylüyor, tüm masal aydınlanıyor. Nöbet çadırının ışığıydı Şükrü Amca, beni kendine çekiverdi, içimi aydınlattı.

KÖYE CANAVAR GELMİŞ
Ahmet Tiryaki, köyün muhtarı. Başta köyde termiğe karşı çıkanlar yarı yarıyaydı diyor. İş vereceğiz vaatleri ilk başta pirim yapmış ama sonra köydekiler Elbistan’daki, Adana Sugözü’ndeki termik santralleri gitmiş görmüş. Temiz kömürün masal olduğunu anlamışlar. 6 Ağustos’tan beri nöbette olduklarını söylüyor. Tiryaki, baskının yapıldığı geceyi anlatıyor. O gece Yeşil Gerze Çevre Platformu (YEGEP) şirketin halkı yanına çekebilmek için düzenlediği sünnet törenine misilleme yapmış, iki çocuğu sünnet ettirmiş. Şirket de sünnet düğününe elde sondaj makinesiyle gelmiş. Çocuklar korkmuş tabi ama cesaretlerini toplayıp birlik olarak makineyi de sahte sünnetçiyi de kovmuşlar. Sünnet dediğin ucundan azcık olur, bunlar tüm köyü, köydeki tüm ağaçları kesmeye niyetliymiş. Köye canavar kükreyerek gelmiş, gelmiş ama inleyerek köyü terk etmiş.

Gerze Yaykıl Köyü - Foto: O. Gurbuz
Öykünün bir de kadın kahramanları var. Masallardaki periler gibi göz açıp kapayıncaya kadar Gerze'den Yaykıl'a uçuveriyorlar. Bir bakıyorsunuz eylemdeler, bir bakıyorsunuz dertlerini türkü yapmış söylüyorlar. Sinop'un bu modern amazonları 30 Nisan'da ÇED raporuna itirazlarını sunmak için Ankara'ya gittiler. İller Bankası önünde yeri göğü inlettiler. Uzmanlar ÇED raporunda 57 farklı konuda yanlışlıklar tespit ettiler, 8 binin üzerinde dilekçe verildi. Toplantıda, Karadeniz Sahil Yolu nedeniyle Gerze’nin sağından solundan otoyolların geçeceği, bölgenin doğal özeliğini yitireceği ve ilçede zaten denize bile girilemediği gibi bir sürü asılsız iddia ortaya atılmış. Gerzeliler ise bunların hepsine yanıt vermiş. Sinop Orman Genel Müdürlüğü, DSİ İl Müdürlüğü, Gerze ve Sinop Belediyesi olumsuz görüş bildirmiş. Orman ve su kaynaklarına zarar verir denmiş. Resmi kurumların yarısına yakını ise mazeret belirterek toplantıya katılmamış. Toplantı, şirkete eksik belgelerini tamamlamak için süre verilmesiyle son bulmuş. İki belediye başkanından da detaylı rapor istenmiş. Sürenin ne zaman biteceği de belli değil. Aynı masallardaki gibi, belgeleri üç vakte kadar getir demişler, şirketi azat etmişler.

KÖYLÜLERİN YEMİNİ İSTANBUL'DAN DUYULMUŞ
Gerzeliler termik santrale karşı dayanışma içinde -Foto: O. Gurbuz
Gerzeliler Ankara'ya kadar gitmiş, köye, memlekete boş dönecek değiller. Dönüş yolunda Çatalağzı termik santraline uğramışlar. Termik santral savunucuları öve öve bitiremiyormuş santrali. Gerzeliler santrali görünce gözleri faltaşı gibi açılmış, sinirden elleri kolları zangır zangır titremiş. Çatalağzı'ndaki termik santrali gördükten sonra hep birlikte yemin etmişler. “Biz santrali istemiyorduk ama şimdi ölümüne istemiyoruz” demişler. İçlerinden biri, “Bu uğurda birkaç ceset vermek gerekirse o cesetlerden biri benimki olsun” demiş. Diğerleri de tekrar etmiş, “o ceset benimki olsun!”. Gerzelilerin yemini ta İstanbul'dan Anadolu Grubu'ndan duyulmuş. Ortalığı buz kesmiş. Ankara'da Enerji Bakanlığı'nda bu yemin kulaktan kulağa konuşulur olmuş. Bakan 'Gerze' kelimesinin bakanlıkta konuşulmasını yasak etmiş.

Gökten üç yeşil elma düşmüş. Biri Yaykıl Köyü'ne, biri Gerze'ye diğeri de memleketin tüm yayla, ova, dere ve akarsularına.

Deprem nükleer sevdalılarını uyardı

Özgür Gürbüz/4 Mayıs 2012

Türkiye'nin bir deprem ülkesi olduğu sadece depremler meydana geldiğinde hatırlandığı için bugün bu ülkede hâlâ nükleer santraller konuşuluyor. 3 Mayıs 2012 Perşembe günü, saat 09:24'te Mersin ili sınırları içerisindeki Yeşilovacık beldesinde meydana gelen 4,0 büyüklüğündeki deprem yine akla nükleer santralleri getirdi. Yeşilovacık, nükleer santral yapılmak istenen Büyükeceli'ye 15 km uzaklıkta, Akkuyu mevkine ise 17-18 km. Bölgede ve özelikle santralin kıyısına kurulacağı Akdeniz'de ciddi bir sismik araştırma yapılmamış olmasına rağmen nükleer santralde ısrar eden hükümet, bölgenin deprem riski taşımadığını iddia ediyordu. Dün sabah (3 Mayıs) meydana gelen deprem ise tam tersini söylüyor, depremi hisseden Büyükeceli ve Gülnarlılar da.

Tehlikeye karşı tüm Türkiye'yi uyarmak isteyen Mersin Nükleer Karşıtı Platform (NKP) bugün yaptığı basın açıklamasında hükümeti göz göre göre geliyorum diyen tehlikeye karşı bir kez daha uyardı. Mersin NKP açıklamasında bilim insanlarının Akkuyu'yu etkileyebilecek depremlere daha önce de dikkat çektiğini hatırlattı. Yapılan açıklamada, başta Ecemiş Fayı olmak üzere, Kıbrıs Dalma Batma Kuşağı, Ölü Deniz Kırığı, Güney Ege Dalma Batma Kuşağı ve Doğu Anadolu kırıklarının hareketli olduklarına ve tarihte meydana getirdikleri 7,9 büyüklüğünde depremlerin ve tsunamilerin binlerce kişiyi öldürdüklerinin belgelendiğinin bizzat bilim insanlarınca açıklanmış olduğuna dikkat çekildi.

Mersin NKP açıklamasında, "Akkuyu'da kurulması planlanan nükleer santralde uygulanması düşünülen VVER1200 reaktör modeli dünyada denenmemiş bir teknolojidir. İşletmeye alınmayan bir teknolojinin yaratacağı riskler hakkındaki bilgi ve deneyim yetersizlikleri ortada iken deprem kuşağında olan ülkemizde kurulacak Akkuyu nükleer santrali başta ülkemiz olmak üzere tüm dünya için büyük bir felaket olacaktır. Japonya'da bulunan tüm nükleer santraller 9 büyüklüğündeki depreme dayanıklı olarak yapılmasına rağmen geçen yıl Mart ayında meydana gelen deprem sonrasında meydana gelen Fukuşima Nükleer Santral felaketi, nükleer santrallerin güvensizliğini, kaza riskinin yüksek olduğunu göstermiştir" denildi.

Mersin NKP, Japonya'da kaza sonrası sağlam kalan 50 reaktörden sadece bir tanesinin çalışır durumda olduğuna da değindi. Bu bilgi doğru. Son anda bir değişiklik olmazsa, yarın bu son reaktörde bakıma alınacak ve 1966 yılından sonra ilk kez Japonya'da nükleer santral kaynaklı elektrik üretimi 'sıfıra' inecek.

Bu haberi Mersin Nükleer Karşıtı Platform'un sözleriyle noktalayalım: "Deprem kuşağında olan ülkemizde, güvenlik kültürünün yerleşmediği, siyasal iktidarların, bilim insanlarını ve meslek odalarını hiçe sayan politikalarla günü kurtarmaya çalıştığı bir ülkede, nükleer santraller tehlike kaynağı olacaktır. Çakma sütlerle çocuklarını zehirleyen,‏ insanların güvenli yaşamaları için önlem alamayan bir anlayışla Türkiye’de Nükleer santral kurulamaz. Planlanan tüm nükleer santral projelerinden derhal vazgeçilmesini talep ediyoruz".