İklim felaketlerinin Türkiye’ye maliyeti 12 milyar

Özgür Gürbüz-BirGün/10 Şubat 2017

Neredeyse haftada bir doğa katliamı için yasa çıkaran, yeni proje açıklayan Türkiye, iklim değişikliğini durdurmak için altına imza attığı Paris Anlaşması’nı hâlâ onaylamadı. İmza atan 197 ülkenin 129’u anlaşmayı resmileştirirken Türkiye seyirci. Seyirci kalmanın elbette bir bedeli var. Tarlada ürün kaybı, selde can kaybı, düşük karbon ekonomisine geçmeyerek kaçan fırsatlar…

Varlıkla, fonla ilgilenenler için artık bu kaybın bir faturası da var. Avrupa Birliği Çevre Ajansı’nın son raporu*, bu büyük tehlikeden kaynaklanan maddi faturayı hesaplamış. Türkiye’nin seyrettiği ve bir yandan da kazana daha fazla kömür atarak körüklediği iklim değişikliği son 30 yılda Türkiye ekonomisinden 12 milyarı alıp götürmüş. Ve bu daha başlangıç!

1980-2013 yılları arasında Türkiye’de meydana gelen aşırı iklim olaylarının (seller ve kuraklıklar gibi) faturası 3,04 milyar avro (12 milyar TL). Gözünüze az görünmesin, hesap yapılırken felaketlerin sonucu doğrudan meydana gelen hasarlar hesaba katılmış. O nedenle bu rakamı “en az” diye okumak doğru olur. İkinci kritik nokta da ekonomik hasarın iklim değişikliğine paralel bir şekilde son yıllarda artmış olması. 1980’lerde Avrupa’daki maddi hasar yılda 7,6 milyar avrolarda dolaşırken 2000’li yıllarda bu ortalama 13,7 milyar avroya dayandı. Türkiye’nin aşırı iklim olaylarına bağlı hasarı da her geçen yıl artacak. Söz konusu felaketlerin sonuçlarının sadece maddi olmadığını da unutmayalım. Sıcak hava dalgaları gibi Türkiye’yi etkileyecek iklim felaketleri Avrupa’daki maddi hasarın yüzde 5,4’üne neden olurken ölümlerin ise yüzde 67’sinden sorumlu.

Projeksiyonlar bu kayıpların artmaya devam edeceğini gösteriyor. Türkiye’nin ihracat gelirlerinin beşte birini oluşturan turizm sektörü (GSMH’nın yüzde 6,2’si) iklim değişikliğinden etkilenecek. Özellikle güney bölgelerde ısınan hava, turist sayısını azaltabileceği gibi, turizmcilerin giderlerini de artıracak. Klima maliyetleri artacak, su bulmak zorlaşacak. Tarım sektöründe ürün ve üretim kaybı yaşanacak. Bunlar beraberinde işsizliği de getirecek. Hepimizin yaşamı da su sıkıntısından, gıda fiyatlarının artışına kadar birçok etken nedeniyle zorlaşacak. Sağlık sorunlarını görmezden gelseniz bile sağlık harcamalarının maddi yükü ağırlaşacak.

Türkiye, iklim değişikliği konusunda örnek ülke olabilir ve dünyadaki değişime yön verebilir. Enerjiden tarıma, iklim dostu politikaları hayata geçirebilecek fırsatlara sahip bir ülkede yaşıyoruz. İklim politikaları, jöleyle 100 yıl öncesinin politikaları arasına sıkışmış ekonomimiz için de bir fırsat yaratıyor. Görebildiğim kadarıyla mevcut hükümetin vizyonu bunu görmeye yetmiyor. Görüşü engelleyen sorunu da biliyoruz. Halk arasında bu hastalığa “kömür karası” deniyor.

Nallıhan’ın kuşları uçmuyor mu?
Söz kömürden açılmışken geçen hafta bahsettiğimiz termik santral ihalesi gerçekleşti. Çayırhan B termik santrali ihalesini Kolin-Kalyon-Çeliker grubu kazandı. Doğa Koruma ve Milli Parklar Genel Müdürlüğü yazımı okuyup bir düzeltme göndermiş. Kısaca, Nallıhan Kuş Cenneti olarak bilinen saha, Davutoğlan Yaban Hayatı Geliştirme Sahası (YHGS) içerisinde yer alır, o da yapılması planlanan termik santrale 2,5 kilometre uzaklıktadır diyorlar. Koruma çalışmalarının hedefinin “su kuşları” olduğunu da belirtmişler. Termik santralin yapılacağı yer koruma sahası derken zaten ben de bunu kastetmiştim. Koruma sahasının 2,5 kilometre ötesine; hem de halihazırda bölgede bir termik santral varken bir tane daha ekleniyor. Bunun koruma sahasını etkilememesi mümkün mü? Özetle söylersek kuş bu, uçuyor. Termik santralden çıkan kül de öyle. Umarım Milli Parklar incelemesini yapar ve bu projeye karşı çıkar. Oradaki canlıların hayatı onlara emanet edilmiş sonuçta.

Kömür sevdalılarına da soralım. Koruma sahasına kül gitmeyeceğini, bölgenin asit yağmurlarına maruz kalmayacağını, suyun kirlenmeyeceğini yüzde yüz garanti edebilir misiniz? İklimi değiştiren karbondioksiti önleyecek dünyada hiçbir teknoloji yok, nasıl olur da kömürü savunmaya devam edersiniz? 

***
15 Şubat Çarşamba günü Ahmet Şık’ın İstanbul Çağlayan Adliyesi’nde duruşması var. Haksızlığa, hukuksuzluğa dur demek ve basın özgürlüğüne sahip çıkmak için o duruşmayı izlemeliyiz.

*
Climate change, impacts and vulnerability in Europe 2016.

Ormanı trenle gezer kuş cennetinde kömür yakarız

Özgür Gürbüz-BirGün/3 Şubat 2017

Dünyadaki herhangi bir ülkede çocuklardan hayallerindeki en güzel ormanın resmini çizmesini istesek herhalde çoğu içinden dere geçen, çeşitli hayvanların dolaştığı, çiçekler içinde bir orman çizer. Bizim memlekette ne olur sizce? Orman çizmesini istediğimiz çocuklarımız içinden otoyol, köprü ya da tren geçen bir orman çizse şaşırır mısınız? Ya da ormanın kenarına bir toplu konut kondursa, otoyol kenarına birkaç fidan dikerek “işte orman” dese çok mu sürpriz olur. Çocuklar anlatılanı ve gördüğünü öğrenir. Türkiye’de yeşil diye anlatılan da bu, gösterilen de. Alışveriş merkezlerinin yapay çiçeklerini de unutmayalım.

İstanbul’un Avrupa yakasında oturanların çocuklarına gösterebilecekleri bir orman var; o da Belgrad. İçinde sincapların, domuzların, tilkilerin olduğu tek yer. Ormanın kuzeyine 3. Köprü ile büyük bir darbe vuruldu. Şimdi de turistik tren hattı projesiyle ormanın bütünlüğüne bir darbe daha indirilmek isteniyor. Haliç’ten Kemerburgaz’a kadar uzanan 6,5 kilometrelik bir hattan bahsediyoruz. Orman görmek isteyenler trene binecek, camdan ormana bakacak. Biraz meraklıysa inecek, sonra yeniden trene binip ormana baka baka kente dönecek. Ormanda inek falan kalmadığı için espriler de değişecek. İnekler trene değil, trendeki insanlar ormana bakacak. Garfield misali…

Derdin insanları ormana ulaştırmaksa sorun yok. Belgrad Ormanı’nın yolu var, olmasa daha iyi ama araçlara giriş izni bile var. İsteyene otobüs var. Az mı geliyor, arttır. Sarıyer’e metroyla gelenlere duraklardan özel seferler koy, ormanın kapısında indir. İnsan ormana zaten yürümek, koşmak, temiz hava almak için gidiyor. Trene binmek için ormana gidilir mi? Fikir o kadar garip ki, bu projenin ardından ne çıkacak diye düşünmeden edemiyorsunuz. Tren hattına villalar mı kondurulacak, restoranlar mı açılacak yoksa tren hattıyla parçalanan Belgrad, parça parça orman vasfından uzaklaştırılarak imara mı açılacak?  Olmamış iş değil, 3. Havalimanı, Ağaoğlu’nun Ayazağa gökdelenleri, Volkswagen Arena, Telekom Arena ve daha niceleri İstanbul halkının müşterek alanı Belgrad’dan koparılan orman arazisi üzerine yapıldı. Aynı Atatürk Orman Çiftliği’nin talanı gibi burası da talan edildi ve edilmeye de devam ediliyor. Kuzey Ormanları Savunması basın açıklamalarıyla olayı kamuoyuna taşıdı. İmza kampanyasında şimdiden 30 binden fazla imza var. Belki de eksik olan tek şey sizin sesiniz.

Kuş cennetine termik santral
Foto: Yusuf Aslan/Magma
İstanbul ormandan tren geçirir de Ankara boş durur mu? Durmaz. Onlar da Türkiye’nin sayılı kuş cennetlerinden Nallıhan’a termik santral kondurma derdinde. Bölgede zaten kömürle çalışan Ciner Holding’e bağlı 620 MW gücünde (Yatağan büyüklüğünde) bir termik santral var. Şimdi ondan daha büyük (720 MW) bir başka kömür santrali kurulmak isteniyor. Kömürü çıkarıp, termik santral kurmaya hevesli firmalar da belli. Limak Holding, IC İçtaş, Fina Enerji ve Kolin-Kalyon ortaklığı. Kömüre verilen teşvikler ve çevrenin hiçe sayılması yüzünden Türkiye’de kömür santrali kurmak çok kolay. İşin bir başka trajik tarafı da dünyada kömürden çıkışın çok net görüldüğü günlerde bu işin yapılması. Daha birkaç gün önce açıklanan BP’nin Dünya Enerji Görünümü raporunda, birincil enerji kaynakları içinde kömürün payının 20 yıl içinde yüzde 30’lardan yüzde 20’lere düşeceği belirtildi. Kömür zengini Çin bile aynı rotayı izlerken, güneş ülkesi Türkiye’nin kömür ısrarı birkaç şirketten başka kimseye yaramıyor. Evinizin çatısına güneş paneli koyup, ürettiğiniz fazla elektriği şebekeye satmak isteseniz 40 dereden su getirirler, kuş cennetinin yanına ikinci kömür santrali kurmak isteyenlere soru soran bile yok.

Nallıhan Kuş Cenneti’nde 200’den fazla kuş türü bulunuyor. Burası yaz aylarında alanı kullanan kuşlar için çok önemli bir üreme bölgesi. Bölge yakınlarında üreyen küçük akbaba Uluslararası Doğa Koruma Birliği’nin (IUCN) Kırmızı Listesi’nde yer alan tehlike altındaki bir tür. Ne gariptir ki ÇED raporunda bu türün adı bile geçmiyor. Türkiye’de sayıları azalma eğilimindeki ak kuyruklu kartalların da ürediği bir yer. Sadece onlar mı, balıkçıl ve karabatak kolonileri de yine burada ürüyor. Nallıhan’da temiz su, yiyecek bulabiliyorlar. Suyun kalitesi bozulursa, söğüt ağaçları kurursa buradaki kuşların geleceği tehlikeye girecek. İki termik santralden çıkan küller bu cenneti cehenneme çevirebilir. Üstelik burası 1994 yılında Orman Bakanlığı’na bağlı Doğa Koruma ve Milli Parklar Genel Müdürlüğü tarafından koruma altına alınmış. Onlar itiraz etmiyor bari siz edin. 4 Şubat 2017 saat 17.00’ye kadar itiraz dilekçesi göndermek mümkün. 350ankara.org adresinden dilekçe örneğine ve bu dilekçeleri internet üzerinden nasıl göndereceğinize dair bilgilere ulaşabilirsiniz.

Zizek ve hayal kırıklığı

Özgür Gürbüz-BirGün/27 Ocak 2017

Geçtiğimiz haftanın çevre gündeminin sürprizi Slavoj Zizek oldu. Sendika.org’da yayınlanan ‘Geri dönüşüm, organik gıda, bisiklet… Dünya böyle kurtarılmaz’ başlıklı makalesi, başlıktan da anlaşılabileceği gibi dünyanın geri dönüşüm, organik gıda veya yenilenebilir enerji kaynaklarıyla kurtulmayacağını söylüyordu. Hayal kırıklığıyla okuduğum makale bir sistem eleştirisini amaçlasa da, solun çevre konusundaki eski ezberlerini hatırlattı. Yeni bir şey söylemedi. Çeviride hata yoksa ‘Zizeksever’leri bile üzmüş olabilir. Katılmadığım noktaları yazmanın 'nasıl bir dünya istiyoruz' tartışmalarına yardımcı olacağını da umarak, eleştirinin kısa bir eleştirisini bu köşeye taşımaya karar verdim.

Zizek’in çevre sorunlarının sistemden (günümüzde kapitalizmden) kaynaklandığı giriş bölümüyle fazla sorunum yok. Elbette çevre sorunlarının giderek büyümesi, içinde bulduğumuz tüketim toplumundan, bireysel yaşam tarzlarımızdan, sosyal devletten uzaklaşıp, kârlarını artırmaktan başka bir şey düşünmeyen şirketlerin eline bırakılan doğal varlıkların fütursuzca kullanılmasından kaynaklanıyor. Zizek de buzulların erimesini fırsat gibi gören zihniyete işaret ederken aslında özetle bu durumdan bahsediyor. Sorun burada değil, saptama doğru ancak iş çözüme gelince sadece çözüm önerilerini eleştirmekle yetiniyor. Ekoloji konusundaki inkarcılara, “Kaybımıza neden olacak sürece karşı yapacağımız fazla bir şey olmadığını biliyorum. Ama bu düşünceye katlanamıyorum ve hiçbir işe yaramazsa bile deneyeceğim” diyenleri de ekliyor ve bu düşüncenin organik gıda almak gibi vicdanımızı rahatlatan bir eylemden başka bir şeyle sonuçlanmayacağını öne sürüyor. Çözüm önerisi ise komünizme doğru giden uluslararası bir dayanışma. Üretim ve tüketim süreçlerine dair bir öngörü yok. Sadece dayanışma… İş sadece dayanışmayla çözülseydi son 15 yılda 10’dan fazla toplantı yapan Dünya Sosyal Forumu bile sorunun çözümüne çare olabilirdi.

Zizek’le anlaştığımız noktalarla devam edeyim. Sorunların çözümünü sadece bireylerin tercihlerine bırakırsak yetersiz kalırız; evet. Makalede değindiği ve çevre sorunlarının çözümü için sıkça önerilen beş maddenin yetersizliği konusunda da Zizek’le anlaşabiliriz. Konuyu yakından takip eden herkes biliyor ki teknoloji bu sorunları çözemez ya da işi oluruna bırakırsak doğa sorunların bir şekilde üstesinden gelemez. Kişisel tedbirler veya piyasa mekanizmaları da tek başlarına çözüm olmayacak. Doğaya dönmek ise sadece sorunun kaynağından kaçarak yüzleşmeyi geciktirmeye yarıyor. Kapitalizm tüketmeye devam etikçe, sizin kurduğunuz küçük ekolojik çiftlikler, eşitlikçi toplumlar bir gün hedef alanına giriyor. En iyi örnek, kentte kalarak sorunları çözemezsiniz diyerek 20 yıl önce Kaz Dağları’na kaçan birçok doğa dostu arkadaşımızın bugün orada madenlere, termik santrallere karşı, bizim 20 yıl önce kentte, siyaset içinde verdiğimiz mücadelenin benzerini örgütlemeye çalışması herhalde.  

Zizek’le nerede anlaşamıyoruz o halde? Elbette çözümde. Zizek’in bahsettiği komünist toplum enerjisini hangi kaynaklardan üretecek belli değil? Vicdanı aklamaya yaradığı iddia edilen yenilenebilir enerji kaynaklarından başka bir yol var mı elektrik üretimi için? Kullandığımız kağıtları geri dönüştürmenin bizi devrime götürmeyeceğini kabul edelim ama şu soruya da yanıt verelim: Geri dönüştürmemek mi devrimin kapısını aralayacak? Zizek’in hayalini kurduğu toplum daha çok tüketenleri mi tercih ediyor yoksa daha az tüketenleri mi? Sevgili Zizek, tüm bu bireysel tedbirleri alanların, ekolojik ya da sosyalist devrime giden yolun sadece bu eylemlerden geçtiğini düşündüğüne kendisini inandırmış ama gerçekte durum bu mu? Böyle bir genelleme, Zizek gibi bir sosyoloğa yakışmıyor. Benim gibi geri dönüşüme inanan, plastik torba kullanmamaya çalışan, hayatına otomobil sokmayı reddetmiş birçok insan bunu sadece doğru olduğu için ve daha az tüketmek adına yapıyor. Bu bizim ekolojik devrime giden yolda yapısal değişiklikleri hiçe saydığımız anlamına gelmiyor. Aksine biz hazırız. Devrimden sonra kurulacak dünya toplu taşımanın öne çıktığı, bireysel tüketimin azaldığı, kaynak kullanımında verimin ön plana çıktığı bir dünya olmayacak mı? O günü bir mahşer günü gibi bekleyenlere kıyasla bizim uyum sorunu yaşamayacağımız ortada. Politik süreçte insanları ikna etme konusunda da avantajlıyız. Sizce, evlerimizin çatılarına koyacağımız ve kendi elektriğimizi üreteceğimiz güneş panellerini anlatan 40 seminer düzenlemek mi daha inandırıcı, bir evde bu sistemin çalıştığını göstermek mi? Vaatlerimizin yanına hayata geçirdiğimiz örnekleri koyuyoruz. Konforumuzdan ödün vererek samimiyetimizi gösteriyoruz. Bir yandan da politikada değişim için uğraşmayı sürdürüyoruz. Yapmamak mı daha iyi?

Zizek’in tavsiyesi ekolojik devrime kadar bir kapitalist gibi yaşamaksa, ben ona da kocaman bir “hayır” diyorum.

Enerjide cebimiz delik

Özgür Gürbüz-BirGün/20 Ocak 2017

Türkiye’nin enerjide dışa bağımlılık oranı yüzde 75’lere çıktı. Dışa bağımlılık bir sorun, özellikle de ateş pahasına dışardan aldığınız enerjiyi üretimden çok tüketime harcadığınızda. Sorunun adı dışa bağımlılık ama sorunun kaynağı dışarıda değil, içeride. Tek sorumlu ülkenin enerji politikasını belirleyen iktidar. Tüketici davranışını da, sanayinin tercihini de hükümet belirliyor. İktidara geldikleri 2002 yılında Türkiye enerjide yüzde 67 oranında dışa bağımlıydı şimdi bu oran yüzde 75’i buldu.

Merak ediyorsunuzdur, her söylemlerinde dışa bağımlılığı azaltacağız diyenler nasıl oldu da dışa bağımlılığı artırdı diye. Halbuki, Türkiye’nin neredeyse her deresine, belki de onları ‘kurutma/tahrip etme’ pahasına baraj yapıldı. Yerli kaynak sayılan hidroelektrik potansiyeli çok daha fazla kullanılmaya başlandı.  Bugün Türkiye’de üretilen elektriğin yüzde 6’sından fazlası akarsular* üzerine kurulan hidroelektrik santrallerden geliyor. Bir o kadar da rüzgar ve jeotermal toplamından elektrik üretiliyor. Tüm bunlara rağmen dışa bağımlılık azalmadı. Çünkü sorun, işin üretim değil tüketim tarafındaydı ama enerji politikasını yönetenler bunu görmemekte ısrar etti. Hidroelektrikle bu iş olmadı şansımızı bir de kömürde deneyelim dediler.

Enerji Bakanlığı 2012 yılını ‘kömür yılı’ ilan etti. Bahanesi de enerjide dışa bağımlılığı azaltmak ve istihdamı artırmak diye açıklandı. Hükümet ne derse tersi oluyor demeyecekseniz ne olduğunu söyleyeyim. Tersi oldu. 2012 yılında 28 milyon ton civarında olan kömür ithalatımız 2015 sonunda 35 milyon tona dayandı. 2002 yılında ise kömür ithalatı sadece 11 milyon tondu. Elektrik üretiminde yerli kömürün önünü açacağız diye boş verilen çevre kuralları ve halk sağlığı, defalarca uyardığımız gibi, ithal kömürün de önünü açtı. ‘Kömür yılından hemen sonra, 2013’te ithal kömürle çalışan santraller Türkiye’deki elektrik üretiminin yüzde 12’sini karşılıyordu. Yerli kömürü ve istihdamı artırmak için alınan tedbirler sonucu bu oran 3 yılda yüzde 17’yi geçti. Türkiye’deki elektrik üretiminde ithal kömürün payı barajlı hidroelektrikleri yakaladı. Dışa bağımlılık arttı, ülke kül ve ise boğuldu.

Dışa bağımlılığı azaltmak için yapılan tüm bu hamleler doğalgaz ithalat miktarının artışını durdursa da yerini ithal kömürle doldurmaya çalıştığımız için sonuç değişmedi. Daha kirli bir kaynağı seçtiğimiz için hem sağlığımızı hem de doğamızı daha fazla riske attık.

Ne yapılmalıydı ya da yapılmalı, onu da dilimiz döndüğünce anlatalım. Enerjide dışa bağımlılığı azaltmak istiyorsak işe ilk başta tasarruf ve verimlilikle başlamalıyız. DPT raporlarında Türkiye’nin enerji verimliliği ve tasarruf potansiyelinin yüzde 20-25 oranında olduğu yazıyor. Bu şu demek; bizim cebimiz delik. 100 lira atıyoruz, 25 lirası delikten boşa gidiyor. O yüzden de 100 lirayı cepte tutmak için 130 lirayla evden çıkıyoruz. Enerji dilinden söylersek, elektrik talebi 100 ise biz 100 üretmek yerine 130 üretmeye çalışıyoruz çünkü biliyoruz ki 30’unu boşa harcayacağız.

Yapmamız gereken cepteki deliği dikmek elbette. Binalara yalıtım şartı getirmeli, yalıtım yapmak isteyene uygun teşvikler sağlamalıyız. Toplu taşımayı yaygınlaştırmalı, sanayide enerji yoğun üretim yöntemlerinden, çimento gibi ürünlerin ithalatı için enerji harcamaktan vazgeçmeli, ekonomiyi bilişim gibi alanlarda büyütmeliyiz. Verimli motorlarla üretip, akıllı elektrikli aletlerle tüketmeliyiz. Sınırları çizilmiş tüketimi, tüketilen yerde üretim yapan, küçük ve yenilenebilir enerji santrallerine kaydırarak dışa bağımlılığı da azaltabiliriz. Güneş paneli ve rüzgar türbinlerinin üretimi ve parçası için fabrikalar açıp istihdam sorununa enerji yatırımlarıyla çözüm bulmak da mümkün. 300 kişinin çalıştığı bir ithal kömür santrali yerine 30 bin kişinin ürettiği yenilenebilir enerji sektörü kurmak hayal değil.

Mesele, cepteki deliği dikip halkı rahatlatmak yerine cebi doldurmayı amaçlayan şirketlere göz kırpan politikaları hayata geçirmekse lütfen o bildiğiniz yolda, durmadan devam edin. Bıçak kemiğe dayandı diyorsanız da bu gidişata “hayır” deyin. Bu ülkenin insanları da temiz hava solumayı, güzel günler görmeyi herkes kadar hak ediyor.

*Barajsız hidroelektrik santraller

Çevre ve başkanlık

Özgür Gürbüz-BirGün/13 Ocak 2017

Başkanlık ya da daha açık konuşmak gerekirse padişahlığın çevre mücadelesini nasıl etkileyeceğini merak edenlere, bir örnekle neler olabileceğini açıklayalım. Türkiye’deki çevre sorunlarında çoğunluğun aynı düşündüğü, mutabakata vardığı konular azdır. GDO (Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar) bunlardan biri. Türkiye’de yapılan hemen hemen tüm anketlerde halkın GDO’ya hayır dediği biliniyor. Gezici Araştırma tarafından yapılan bir ankette GDO’nun kötü bir şey olduğunu düşünenlerin oranı yüzde 79, GDO’lu ürün almam diyenlerin oranı ise yüzde 83 çıkmıştı. Şimdi karamsar bir senaryo çizelim.

Varsayalım, MHP ve AKP milletvekillerinden, “ben bu başkanlığa evet diyerek halkın yüzüne nasıl bakarım” diyen 10 milletvekili çıkmadı ve şu anda Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde görüşülen Anayasa değişikliği kabul edildi. Ülke başkanlıkla yönetilmeye başlandı. Ve diyelim ki siz başkanlığın çalışmaya başladığı bir dönemde, Türkiye’de GDO’lara karşı duran bir çevreci, çiftçi ya da sağlıklı gıda hakkını savunan bir yurttaşsınız. Yediğiniz ürünün genetiğiyle oynanmasın, çoluğunuz çocuğunuzun antibiyotik direnci zayıflamasın, türlü hastalıklarla yakalanma riskiyle karşı karşıya kalmasın istiyorsunuz. Ya da Türkiye’de boğazına kadar derde batmış çiftçiler, GDO’lu tohumlarla dev şirketlerin elinde oyuncak olmasın diye çabalıyorsunuz.

Başlattığınız ‘GDO’ya Hayır’ kampanyası halktan da büyük destek aldı. Anneler, babalar, çiftçiler ve çevreciler yanınızda. Varınızı yoğunuzu ortaya koydunuz ve mücadeleniz sonucu GDO karşıtı bir yasa Meclis’e geldi. Milletvekillerini Türkiye’de GDO’lu hayvan yemi kullanımını yasaklayacak, ekime izin vermeyecek bir yasa hazırlama konusunda ikna ettiniz. Kanun Meclis’ten de geçti, yıllar süren çabanızın verdiği gururla eve dönmeye hazırlanıyorsunuz ama o da ne? Ülkenin Başkanı (Cumhurbaşkanı) kanundan memnun değil, GDO’nun serbest bırakılmasını istiyor. Son Anayasa değişikliğiyle kendisine verilen yetkiyi kullanıp, bir gerekçeyle GDO’yu yasaklayan kanunun Anayasa’ya aykırı olduğunu öne sürüyor ve Anayasa Mahkemesi’nde iptal davası açıyor.

Bugünkü kurallar geçerli olsa Cumhurbaşkanı kanunu iki kez geri gönderebilir, Meclis ısrar ederse üçüncüde mecburen kabul ederdi. Başkanlıkta öyle olmuyor, iş Anayasa Mahkemesi’ne gidiyor. Anayasa Mahkemesi’ne güveniyorsunuz, onlar da sonuçta bu ülkenin insanları, yüzde 80’i gibi düşünüp GDO’ya hayır diyeceğini sanıyorsunuz ama yanılıyorsunuz. Çünkü son değişiklikle üye sayısı 15’e düşürülen Anayasa Mahkemesi’nin üç üyesi, üyelerini ‘Başkan’ın belirlediği YÖK tarafından öneriliyor ve ‘Başkan’ tarafından seçiliyor. Dört üyesini doğrudan ‘Başkan’ seçiyor. Üç üyesi, ‘Başkan’ın iktidar partisi genel başkanı olarak kontrol ettiği Meclis tarafından seçiliyor. Kalan beş üye de Yargıtay ve Danıştay'ın gösterdiği adaylar arasından yine ‘Başkan’ tarafından seçiliyor.

Başkan’ın seçtiği üyeler Başkan’ın iradesine karşı mı gelecek? Haliyle, Türkiye’yi GDO’dan koruyacak kanun Anayasa Mahkemesi'nce iptal ediliyor çünkü tüm üyeler zaten Başkan’ın adamları. Başkan neden böyle bir karar versin? Nedeni çok. Konuyu yanlış biliyor olabilir, yanlış bilgilendirilmiş olabilir. Olmaz ya, yolsuzluğa meyilli olabilir, dev GDO şirketlerinden paraları cebe indirmiş olabilir. Bizim ülkemiz de hiç olmaz ama GDO karşıtları türbanlı bir bacımıza saldırdı, ben de gördüm diyen bir gazeteciye inanmış olabilir. Hadi, bunlar olmadı kandırılmış olabilir. Olasılığı yüksek. Sonuç? Halkın yüzde 80’inin iradesinin yerlerde süründüğü bir ülke. İşte tartışılan Anayasa değişiklikleri ve başkanlık denen ucube sistem bunu yapabilir.  Halk oylamasında yüzde 51’i bulan bir başkan yüzde 80’i hiçe sayabilir. Bu sadece bir örnek; tek adam rejimi bunun gibi birçok adaletsizliğe zemin hazırlıyor.

Çevre mücadelesinden bunun gibi halkın çoğunluğunun hayır dediği onlarca örnek verilebilir. Şimdi soralım; tehlikenin farkında mısınız? Penguen medyasını kapatıp, sosyal medyadan, kalan birkaç kanaldan Meclis’teki görüşmeleri izleyince siz de tehlikenin büyüklüğünü fark edeceksiniz. Tepkinizi esirgemeyin. Demokrasi gökten zembille inen bir mucize değil bir mücadeledir.

Diş macununuzdaki plastikler

Özgür Gürbüz-BirGün/6 Ocak 2017

Foto: Georg Mayer/Greenpeace
Bir kullanımlık şırıngalar, elektronik devrelerin yerleştirildiği kartlar gibi yaşadığımız endüstriyel hayat tarzında yerini kolay kolay başka bir ürünle dolduramayacağımız plastik ürünler olduğunu hepimiz biliyoruz. Plastik belli alanlarda vazgeçilmez görülebilir ama bazı alanlarda da kullanımı bir o kadar gereksiz ve yerine kullanabileceğimiz onlarca alternatif madde var. Plastik torbanın yerini kağıt torba veya file alabilir, pet şişelerin yapacağı işi çantamızdaki bir matara görebilir. Çoğu zaman bunun gibi daha çevreci ürünlerin gereksiz tüketiminin önündeki tek engel tembelliğimiz. Bir de hiçbir işleve sahip olmadığı halde kullandığımız plastik maddeler var. Örneğin mikro plastikler.

Mikro plastikler büyüklüğü 5 milimetreden küçük plastik parçacıklara verilen ad. Bu küçük plastik parçalara özellikle kozmetik ürünlerinde rastlıyoruz; örneğin diş macunlarında. İçinde küçük plastik tanecikler barındıran ve çok güzel göründüğünü düşündüğünüz bu macunları kullanarak belki de plastik yutuyorsunuz. Renkli taneciklerle dolu duş jelleri ve yüz kremleriyle temizlendiğinizi düşünüyorsunuz ama yanılıyorsunuz. Aslında yaptığınız vücudunuza plastik sürmek. Bir plastik torbayı elinize alıp vücudunuza sürer miydiniz? Herhalde hayır ama o küçük renkli taneciklere sahip ürünleri kullanarak yaptığınız aslında tam da bu.

Mikro plastiklerin tek kaynağı kozmetik malzemeleri değil. Endüstriyel aşındırıcılardan, büyük plastiklerin (naylon torbalar, araç lastikleri gibi) parçalanmasıyla oluşan küçük parçacıklara kadar birçok yerde mikro plastik var. Boyutlarının küçük olması arıtma sistemleri tarafından yakalanmalarını zorlaştırıyor ve çoğu nehir ve denizlere karışıyor. Buradan da denizlerdeki canlılara ulaşıyor. Mikro plastikler şimdilik büyük plastikler gibi deniz canlıların ölümüne neden olmuyor ancak ticari balıkların hemen hepsinde az miktarda olsa da görülüyor. Koli bantlarından ağ parçalarına kadar daha büyük boydaki plastik atıkların, deniz canlılarının yaşamını tehdit ettiği biliniyor. Ağlara takılan, plastik atıklarına dolananlar arasında kutup ayısı, martı ve balina gibi canlıların olduğunu hatırlatalım. Büyük plastik parçaları özellikle de naylon torbaları yanlışlıkla yiyen canlılar da var. Deniz kaplumbağaları onları deniz anası sanıyor ve bu yüzden boğulup ölebiliyor örneğin. Büyük plastiklerin etkisi biliniyor ve ölçülebiliyor. Mikro plastikler ise görünmez bir tehlike gibi, balıklara, midyelere, yani besin zincirine ulaşıyor ve bizleri de tehdit ediyor. Birikim sürerse etkilerini daha net göreceğimiz kesin.

İyi haber de verelim. ABD mikro plastikleri bu yılın yarısından itibaren yasaklıyor. Birleşik Krallık (İngiltere) ve Kanada ise yıl sonuna kadar zaman tanıdı. Birçok kozmetik devi de yeni ürünlerinde mikro plastik kullanmamayı ve eski ürünlerini yasaklamayı kararlaştırdı. Karar almayanları uyarmak ve o ürünleri hem denizlerimiz hem de sağlığınız için kullanmamak ise size düşüyor. Süsten başka bir işe yaramayan bu kozmetik ürünlerini almayarak, Türkiye’de Greenpeace’in başlattığı kampanyaya destek vererek, Türkiye’de de bu ürünlerin yasaklanması için yetkililere çağrıda bulunarak veya sosyal medyadan mesajlarınızı ileterek işin bir ucundan tutabilirsiniz. Erken tedbir alırsak diğer ülkelerde kullanılması yasaklanan bu ürünlerin Türkiye’ye gelmesini de önleriz. Bir duş aldığınızda 100 bin plastik tanesini okyanusa gönderdiğinizi unutmayın.

Gazetecilik Suç Değildir
Yaklaşık altı yıldır bu köşeden, haftada bir kez de olsa çevre sorunlarına dikkat çekmeye ve beraberinde çözüm yollarını da dile getirmeye çalışıyorum. Köşenin amacı ve sorumluluğu gereği, gündem ne olursa olsun çevre ve enerji başlıklarının dışına taşmamaya özen gösteriyorum. Zaten, BirGün’de diğer konuları dile getiren çok sayıda yazarımız var. Ne var ki, Türkiye’nin içinde bulunduğu durum bu konuda birkaç kelime etmemi gerektiriyor. Çok sevdiğim dostlarım, örnek aldığım meslektaşlarım sadece fikirlerini söyledikleri, gazeteciliğin gerektirdiklerini yaptıkları için hapse atılıyor. Türkiye’yi kan gölüne çevirenler, hedef göstererek, nefret tohumları ekerek onlara yol gösterenler serbest dolaşırken bu tehlikelere karşı bizi uyaranların hapse atılması kabul edilemez. Arkadaşlarımız serbest bırakılana, Türkiye’de düşünce özgürlüğünün önündeki engeller kaldırılıncaya kadar haykırmaya ve yazmaya devam edeceğiz. Çünkü #GazetecilikSuçDeğildir.

Yeni yılda yaşamı savunmak için birlik olma zamanı

Özgür Gürbüz-BirGün/30 Aralık 2016

Bir takvim yılını daha geride bıraktık. Yeşilin dostlarının ısrarla hatırlattığı gibi, “doğada pazartesi yoktur.” Dolayısıyla doğada hafta, ay veya yıl da yok. Yaşam, müdahale edilmedikçe kendi takviminin yapraklarını birer birer koparıp, sonsuzluğa bırakır. O takvime müdahale eden de genelde insan olur. 2016’ın son yazısında, canlıların yaşama hakkını tehdit eden neler yapılmış, bu yapılanlara karşı nasıl direnilmiş hatırlamakta fayda var. Hatırlarsak, 2017’de takvimin yapraklarına uzanan elleri durdurmak için yeni mücadele yöntem ve araçları bulmamız da kolaylaşır.

2016’ya hava kirliliği haberleriyle başlamıştık. Kış aylarında hem sokakta hem de medyada hava
kirliliğini konuşmaya devam ettik. 81 ilin 80’inin havasının Dünya Sağlık Örgütü’nün kıstaslarına göre kirli olduğunu ve Türkiye’de her yıl 32 bin kişinin bu soruna bağlı nedenlerle öldüğünü öğrendik. Ulaşım, çarpık kentleşme ve kömür kaynaklı bu sorun giderek daha tehlikeli bir hal alıyor. Enerjide kömürü, ulaşımda otomobilleri ve yerleşimde büyük kentleri tercih eden yöneticiler yüzünden önümüzdeki yıllarda hava kirliliği sorunu daha da büyüyecek. Bu sorunu çözmek için hava kirliliğiyle ilgili ölçümlerin doğru yerlerde, doğru parametrelerle ve yeterli sıklıkta yapılmasını, dünya standartlarının Türkiye’de de kabul edilmesini ve şeffaf bir şekilde paylaşılmasını talep etmeliyiz. Dünyada dizel araçlara getirilen kısıtlamalara, tek-çift plaka uygulamalarına da dikkat. Türkiye’de sektörü koruma adına bu tedbirler hiç konuşulmuyor, konuşulması için kitlelere ulaşan kampanyalar şart.

2016’da yerelde yaşam hakkını koruma mücadeleleri de sürdü. Mevcut otoriter rejimin baskısına rağmen insanlar yaşam alanlarını maden, enerji santralı, havalimanı ve yol gibi sadece rantı öne çıkaran projelere karşı savunmaya devam ediyor. Artvin’deki maden projesine karşı mücadele OHAL koşullarında sürüyor. Artvin’de hukuk da büyük darbe aldı. 2014’te alınan, madenin işletilmeyeceği yönündeki karar 2016’da hiç oldu. Artvin’in büyük çoğunluğunun madene karşı çıkması, geçmiş hukuki kararlar hiçe sayılarak, fiili direniş çevrecilerin önüne konulan tek seçenek oldu. Sokağa çıkan çevrecileri olay çıkarmakla suçlayanlar demokratik hakları gasp ederek yaşam savunucularına başka seçenek bırakmadı. Artvin, bundan sonraki yıllarda çevre direnişlerinin ne gibi hukuksuzluklar ve baskılarla karşı karşıya kalacağını gösteren yeni bir dönüm noktası oldu. Artvin’de gördüklerimiz Akkuyu Nükleer Santral projesinin ÇED raporuna yapılan itirazda, Bartın’da tekrar alevlenen termik santral karşıtı mücadelede ve benzerlerinde gördüklerimizden farklı değil. Türkiye’de çevre mücadelesinin aslında ne kadar güçlü olduğu Artvin ve Amasra’daki yerel hareketlerde görülüyor. Tek yapılması gereken, tüm bu mücadele gündemlerini bir yerde toplamak ve en azından belli bir süre boyunca herkesin o konuya odaklanması. O zaman başarılı olma şansımız var. Termik, nükleer, HES ya da maden, dert aslında yaşama sahip çıkmak.

İstanbul’un kalan son yeşil alanlarını ve müştereklerimizi tehdit eden rant temelli saldırılar 2016’da da devam etti. Cihangir’deki Roma Parkı, Yedikule Bostanları, Belgrad, Validebağ ve Parkorman’ı talan projeleri… Sadece İstanbul değil elbette. Her kentte, kentleşen her yerde bu sorun var. Görülen o ki, müştereklerin korunması için o parkın, bahçenin etrafındakilerin birleşmesinin ötesinde, tüm kentteki müşterek alanları korumak için bir çatı altında birleşmek gerek. Kuzey Ormanları Savunması, İstanbul Kent Savunması bu çatılara örnek gösterilebilir. Bir kurumun konudan konuya geçerek mücadele etmesi yerine, farklı kurumların bir meseleye sahip çıkmaya çalışan çatılar altında birleşmesi 2017’de işleri kolaylaştırabilir.

2016’nın tüm çevre sorunlarını bir makaleye sığdırmak mümkün değil ama yukarıdaki örneklerden de görüldüğü üzere 2017’de mücadele örgütlü ve birlikte olmak zorunda. Tecavüz yasasında olduğu gibi, muhalif grupların doğru zamanda bir konuya odaklanması şu içinde bulunduğumuz durumda bile kötü gidişatı durdurabiliyor. Çevre konularında da bunu yapabiliriz. Kurumların farklı konularda uzmanlaşması devam etmeli, bilgi birikimi için bu olmazsa olmaz ancak bu uzmanlıkların eyleme döküldüğü yer konuyla ilgili tüm kurumların oluşturduğu ortak platformlar olmalı. Güçlü bir medya ve sosyal medya desteğiyle talan peşinde koşanlara geri adım attırılabilir.

Çok elden çıkan tek bir sesin dünyayı değiştirebileceğini hiç unutmayın.

Bu saat işinden kim kârlı çıktı

Özgür Gürbüz-BirGün/23 Aralık 2016

Sabahları zifiri karanlıkta yola çıkıyor, güvenlik korkusuyla yola düşüyor ve kendinizi bir zombi gibi hissediyorsanız bilin ki yalnız değilsiniz. İki aya yakın bir zamandır gözlerini zar zor açan, direklere ve diğer zombidaşlara toslamadan yollarda yürüyen, araç kullanan bu ülkedeki milyonlardan birisiniz. Neden bu hale düştük, hatırlıyor musunuz?

Çektiğimiz bu eziyetin sorumlusu hükümet, kış saatine geçmeyerek elektrik tasarrufu yapacağımızı söylemişti. Şaşırtıcı değil ama yine söylediklerinin tersi oldu. Türkiye’nin elektrik tüketimi geçen ay, bir yıl önceki kasım ayına göre yüzde 6,5 oranında arttı! Yanlış duymadınız, tasarruf yapmadığımız gibi rekor bir artışa da imza attık. Daha önceki kasım aylarında görülmemiş bir artış oranı yakalandı.

Elektrik Mühendisleri Odası’na (EMO) göre bu artışın nedeni kış saatine geçilmemesi sonucu artan elektrik tüketimi. Elektrik tüketimini artıracak diğer etkenlere bakınca EMO’ya hak veriyorsunuz. Meteoroloji Genel Müdürlüğü, kasım ayının mevsim normallerinde geçtiğini teyit ediyor. Ekonomi durgun hatta çökmüş. İmalat sanayinde kapasite kullanım oranında belirgin bir artış yok, kapanan yüzlerce şirket var. Geriye bir olasılık kalıyor. AKP hükümetinin akılları zorlayan yaz saatinde diretme planı, elektrik tasarrufuna yol açmadığı gibi tersine elektrik israfına neden olmuş.

28 Ekim’de, BirGün’deki, ‘Yaz Saati Değil Siesta’ başlıklı yazımı bulup okursanız, orada, “Karanlıkta kalkarak ve çalışarak nasıl enerji tasarrufu yapacağız” diye sormuş, yaz saatinde kalma ısrarının tüketimi artırabileceğinden bahsetmiştim. Ne yazık ki haklı çıktık. Kış saatine geçmemenin neden yanlış olduğunu hatırlatalım. Türkiye’deki nüfusun büyük bir kısmı ülkenin Batı’sında yaşıyor. Bu insanlar karanlıkta kalktıkça evlerini ısıtmak için daha fazla enerji harcayacaklar, işten/okuldan eve geldiklerinde de hava yine kararmış olacağından gün ışığından faydalanamayacaklar. Bir dostumla yaptığım konuşma, bu tezin doğruluğunu kanıtladı. Çocuklarını okula göndermek için daha erken kalktığını, evlerindeki merkezi ısıtma o saatlerde etkin olmadığı için de evi elektrik sobasıyla ısıttığını söyledi. Karanlık olduğu için yanan lambalar da cabası. Elektrik tüketimi rakamları, böyle yüzlerce ev ve işyeri olduğunu doğruluyor.

Durum net ama o kadar basit değil. Bu sadece hükümetin bir hesap hatası mı yoksa bilerek yapılmış bir eylem mi? Bu sorunun yanıtını, “bu işten kim karlı çıktı” diye sorarak bulabiliriz. Bildiğiniz gibi enerji sektörü uzunca bir süredir krizde. Nedeni, abartılan elektrik talebine bağlı olarak kurulan onlarca yeni santral. Türkiye’deki halihazırda çalışır durumdaki enerji santrallarının kurulu gücü 78 bin MW. Yapımı süren, lisans almış ve başvuru aşamasındakileri de toplarsanız bir 50 bin MW’lık santral da yolda. Oysa elektrik talebi istenildiği gibi artmıyor. Santrallar kapasitelerinin çok altında çalışıyor. Özelleştirilen santralları satın alan şirketlerden, eski oyunculara kadar herkes dertli. Onları bataktan kurtarmanın tek yolu daha çok elektrik satmalarını sağlamak. Kasım ayında bu oldu. Bir önceki yılın kasım ayına göre tüketimde 1,5 milyar kilovatsaatlik bir artış sağladı. Önümüzdeki 3-4 ay boyunca da benzer tüketim rakamları karşımıza çıkabilir.

Elektrik dağıtım şirketlerinin durumu daha da beter. Elektrik satışı azaldıkça kârları düşüyor ama asıl dertleri bu da değil. Dağıtım ihalelerini almak için milyar dolarları savuran bu şirketler, dolar kurundaki fark nedeniyle bankalara borçlarını ödemekte zorlanıyor. Elektrik dağıtım ve üretim özelleştirmelerine 21 milyar dolar ödendiği (Enerji IQ) belirtiliyor. Bankaların enerji sektörüne kullandırdığı kredi miktarının da 50 milyar doları bulduğu söyleniyor. Dolar yükseldikçe bu borcun ödenmesi zorlaşıyor. Enerji sektörü çökerse bankalar da bundan nasibini alacak. Hükümet ise beklendiği gibi(!) faturayı yanlış ticari kararlar veren bu şirketlere veya bankalara değil (çoğu hükümete yakın isimler zaten) halka ve doğaya kesiyor. Tüm dünya daha az enerji tüketerek aynı işi yapmaya başlarken; biz daha çok elektrik tükettirmeye, bu tüketimi karşılamak için de nehirleri, ovaları santrallarla doldurmaya ve suyumuzu, havamızı kirletmeye çalışıyoruz.

Sektörün durumu yaz saatiyle de kurtulamayacak kadar ciddi. Yakında hepimizi gece mesaisine bile kaldırabilirler. Oy vermeye, susmaya devam ettikçe bu eziyet sürecek. Tamamen zombiye dönüşmeden önce yapılacak ilk iş, saatleri bir saat geri almak için daha kuvvetli bir kampanya yapmak. Haydi sosyal medya başına!
#SaatlerGeriAlınsın