Almanya 2015 yılında elektrik tüketimin %32'sini yenilenebilir enerjiden
sağladı. Rüzgar (%14,7), biyokütle (%8,3) ve güneş(%6,4).
Almanya'nın hedefi, 2050'ye kadar elektrik enerjisinin yüzde 80'ini yenilenebilir enerji kaynaklarından sağlamak.
Özgür Gürbüz tarafından kaleme alınan makale, analiz ve haberlere bu adresten ulaşabilirsiniz. Yazıları başka bir yerde yayımlamak için izin almalısınız. E-posta: ozgurgurbuzblog(at)gmail.com
Uzaydan dünyaya düştü doğayı keşfetti
Özgür Gürbüz-BirGün/8 Nisan 2016
Jasmin Blasco ve Pico Studio |
Mark Dion |
Yok Olmadan
sergisini, küratörlerden Çelenk Bafra ile birlikte gezdik. Bafra, gezegene
gelişme ve iktidar hırsıyla yaptıklarımızla kendi kendimizi soktuğumuz bu
çıkmazdan kolay kolay çıkamayacağımızı düşünüyor. İklim zirveleri gibi küresel
politik girişimlerin ve bireysel doğaya dönüş çabalarının yeterli kalacağını
düşünmüyor. Doğayla ilişkimize dair yüzeysel ve samimiyetsiz bakış açısının
tersyüz edilmesinde sanatçıların katkısının olacağına inanıyor. Bafra, “Biz
burada daha yaratıcı zihinlere yer açmak istedik. Hayalci değil, umut dolu bir
bakış açısı sunmaya çalıştık” diyor.
Lars Jan |
Uzaydan
dünyaya inmenin ve gezegenin geleceği için elimizi taşın altına koymanın vakti
geldi. Bu sergi, sanatın da bu çabanın bir parçası olabileceğini gösteriyor.
Unutmadan söyleyelim, perşembe günleri tüm uzaylılar İstanbul Modern’e ücretsiz
girebiliyor.
Yok Olmadan sergisi etkinlikleri
Sergi
süresince doğayla ilgili birçok etkinlik de düzenleniyor. 31 Mart’taki,
Kütüphanede Ekoloji Buluşmaları adlı etkinlikte doğa ve sürdürülebilir yaşam
üzerine odaklanan oluşumlarla tanışmak ve tartışmak mümkün. 7 ve 9 Nisan
tarihlerinde ise kentsel tarım üzerinde çalışan Ek Biç Ye İç girişimi ile
permakültür üzerine bir atölye gerçekleştiriliyor.
Enerjide hesap döndü
Özgür Gürbüz-BirGün/8 Nisan 2016
Afşin Elbistan - Foto: O. Gurbuz |
Hükümetin
enerji politikası elektrik talebinin sürekli ve yüksek oranlarda artmasına ve
bu talebin aynı şekilde sürekli açılan yeni enerji santralleriyle
karşılanmasına bağlıydı. Bu yapay talebin çok uzun sürmeyeceği belliydi.
2003-2007 yıllarında Türkiye’de elektrik talebi yılda ortalama yüzde 7 civarında
arttı. 2008’de artış hızı yavaşladı, 2009’da ise talep yüzde -2 oranında azaldı
ki, 2001 krizinde bile bu kadar düşmemişti. Son dört yılda ise Türkiye elektrik
talebi yılda ortalama sadece yüzde 3,5 oranında arttı. Tahminlerin çok altında
kaldı.
Gelişmiş
ülkeler enerjiyi daha akıllı ve verimli kullanarak daha az santral kurma
yolunda giderken, Türkiye talebi kontrol etmek yerine yeni santrallar yaparak
enerji sorununu çözmeye çalıştı. Her dereye HES, her ovaya doğalgaz, her koya
ithal kömür santralı ve iki dev nükleer santral için yatırımcıları Türkiye’ye
topladılar. Son 14 yılda görev yapan üç enerji bakanının Türkiye’nin enerjide
milyarlarca dolarlık yatırıma ihtiyaç duyduğunu tekrar tekrar söylemesi
rastlantı değildi. Onların işi, yerli ve yabancı yatırımcıyla finans
kuruluşlarını Türkiye’ye çekerek para akışını sağlamaktı. Bu sayede birçok
şirket enerji sektörüne girdi, iyi para kazandı. Son Enerji Bakanı Berat
Albayrak da aynı yolda ilerliyor. 5 Mart 2016’da, enerji sektöründe 10 yılda
100 milyar dolarlık yatırım gerektiğini söyledi. AKP’nin enerji politikası bir
ezbere, gerçek ihtiyaca yanıt vermek yerine ihtiyaç yaratmaya dayanıyor ve bu
ezberin artık ne Türkiye’de ne dünyada bir karşılığı var.
Dert bu
kadarla da sınırlı değil. Makine Mühendisleri Odası’nın Enerji Görünümü
Raporu’nda, şu ana kadar lisans alıp yapımına başlanan 38 bin megavatlık yeni
santral olduğu belirtiliyor. Mevcut santralların yarısı kadar santral yolda
anlayacağınız. Buna nükleerler dahil değil. Yapımı sürenler bittiğinde talep
artmazsa elektrik gerçekten de sudan ucuza satılabilir çünkü arz talebin çok
üstünde.
Sorun büyük. Santral
sayısı artarken (arz) talep neredeyse yerinde sayıyor. Talebi gereksiz
tüketimle artırmak da israftan başka bir şey değil. Arz fazla, talep az olunca
da elektrik fiyatları düşüyor. Buna rağmen hükümet bu düşüşü bize yansıtmıyor. Elektriği
ucuzlatacağına zam yapıyor çünkü onların derdi kar edemeyen elektrik
üreticilerini kurtarmak. Talebin ve fiyatların hep yüksek olacağını düşünen
özel sektör ise aldığı riskin bedelini ödemek yerine maliyeti tüketiciye
yükleme peşinde.
Ucuz denen kömüre teşvik gündemde
Yılbaşındaki
elektrik zammını hükümetten önce haber veren Limak Holding Yönetim Kurulu
Başkanı Nihat Özdemir, bu defa da ürettikleri elektrik için alım ve fiyat
garantisi istedi. Enerji Bakanı Berat Albayrak da alım garantisinin yerli
kömürle çalışan santraller için düşünülen modellerden birisi olduğunu söyledi. Sabancı
Holding Enerji Grubu Başkanı Mehmet Göçmen, “Geçtiğimiz 10 küsur yılda hiçbir
fiyat garantisi olmadan sektöre 75 milyar dolara yakın para yatırılmış. Bugün
itibariyle sektörün borcu 60 milyar dolar. Bunun da 52 milyar doları yerli
bankalara. Mali durum bu” diyerek durumu özetliyor. Göçmen de diğer özel sektör
temsilcileri gibi, devletin piyasa fiyatının üzerinde bir alım garantisi
vererek kendilerini kurtarmasını istiyor.
Özdemir, alım
garantisinin rakamını da açıkladı, kilovatsaat için 8 dolar sent isteniyor. İyi
işletilemiyor diyerek neredeyse devletin elindeki tüm enerji santrallerini satışa
çıkartanlar, şimdi de öngörüsüzlüklerinin ve hükümetin rant yaratma çabalarının
fiyaskoyla sonuçlanmasının bedelini bize ödetmeye hazırlanıyor.
Özel sektör
bastırdı ve Türkiye, herkesin kirli olduğu için kaçmaya çalıştığı kömüre teşvik
vermeyi gündemine aldı. Hem de pahalı dedikleri rüzgar enerjisine verdikleri
alım garantisinden (7,3 dolar sent) daha fazlasını havayı kirleten, iklimi
değiştiren kömüre vermeyi planlayarak. Hayaldi, gerçek oldu.
Yenilenebilir enerji dünyanın ilk tercihi
Bozcaada Santrali - Foto: O. Gurbuz |
İzninizle birkaç basit rakamla dünyada yenilenebilir (temiz) enerjinin gelişimini anlatmak istiyorum. Kıyaslama yapmanız için de ufak bir ön bilgi vereceğim. Türkiye'nin elektrik üreten tüm santrallerinin kurulu gücü 73 bin megavat (MW). Bunu aklınızda tutun lütfen.
2015'te dünyada toplam 134 bin MW gücünde yenilenebilir enerji santrali kuruldu. Yani, Türkiye'nin kurulu gücünün iki katı kadar yeni yenilenebilir enerji santrali kuruldu. Bunların içinde hidroelektrik yok, ağırlık güneş ve rüzgarda. Yatırımın maddi tutarı 286 milyar doları buluyor. Buna karşılık aynı yıl 15 bin MW'lık nükleer, 42 bin MW'lık kömür, 40 bin MW'lık da yeni gaz santrali kuruldu. Bu oldukça önemli bir gelişme çünkü yenilenebilir enerjinin artık bir numaralı tercih olmaya başladığını gösteriyor. İlginç bir nokta da, genelde kömüre yönelen gelişen ülkelerde de yenilenebilir enerji yatırımlarının ilk defa gelişmiş ülkelerden fazla olması.
Kaynak: UNEP
Nükleer Güvenlik Zirvesi’nde nükleer terör konuşulacak
Özgür Gürbüz-BirGün/1 Nisan 2016
İki yılda bir
gerçekleşen Nükleer Güvenlik Zirvesi dün New York’ta başladı. Türkiye zirveyi
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yalnızlığı ve protesto edilmesi haberlerinden gördü
ancak zirvenin bizi daha fazla ilgilendiren kısmı nükleer terörizm meselesi. Bugün
sonlanacak zirvede gözler nükleer silahlardan çok nükleer terör üzerinde
olacak. Dünyanın birçok ülkesinden gelen kanlı saldırı haberleri ve IŞİD
üyelerinin Belçika’da nükleer santralleri de hedef aldığının ortaya çıkması
‘nükleer terör’ olasılığını artırdı. Nükleer silah yapımında kullanılabilecek nükleer malzemeler ve de ‘kirli bomba’ yapımında
kullanılabilecek her türlü radyoaktif materyal
artık teröristlerin hedefleri arasında. Nedir kirli bomba? Bir radyoaktif
maddenin suya, toprağa veya havaya karışmasıyla yayılmasını sağlayacak her
türlü girişim; örneğin bir kentin içme suyu şebekesini radyoaktif maddelerle
kirletmek, kirli bombalara bir örnek.
Uluslararası
Atom Enerjisi Kurumu (UAEK) Başkanı Yukiya Amano, Nükleer Zirve öncesi yaptığı
açıklamada bu tehdidi kabul etti. Özetle;
·
Ülke
sınırlarında radyoaktif madde kontrolünün artırılması gerektiğini,
·
Nükleer
santrallerin ve benzer kuruluşların siber ataklara maruz kaldığını,
·
Bilgisayarların
bu saldırılara karşı korunmasının hayati derecede öneme sahip olduğunu,
·
Hastanelerdeki
radyoaktif maddelerin çalınmaması için ek önlem alınması gerektiğini söyledi.
Amano’ya göre,
Nükleer Maddelerin Fiziksel Korunması Sözleşmesi’nde yapılan son değişikliklerin
tamamlanmasıyla, kirli bomba, nükleer saldırılarda sızıntıya yol açacak terör
saldırılarına karşı gerekli önlemler alınmış olacak. İşi nükleer enerjiyi
savunmak olan Amanu’nun böyle bir açıklama yapması normal ama inandırıcılıktan
çok uzak. Kendi sözleri bile tehlikenin ne kadar ciddi olduğunu gösteriyor.
Amano, UAEK’ye
üye ülkelerce radyoaktif maddelerle ilgili rapor edilen olayların sayısının
1995’den bu yana 2 bin 800 olduğunu, bunlardan çok azının nükleer patlayıcı
yapmaya yarayabileceğini belirtiyor. Ancak, kaçırılan bazı nükleer maddelerin
konvansiyonel patlayıcılarla birleştirilerek kirli bomba yapılabileceğini,
bunun da ölümlere ve kitlesel paniğe yol açabileceğini de ekliyor. Gördüğünüz
gibi durum ciddi. Ülkemizde daha da ciddi çünkü geçmişte yaşadığımız tecrübeler
bize nükleer maddelerin korunması konusunda aldığımız tedbirlerin çok yetersiz
olduğunu gösteriyor. 1999 yılındaki İkitelli
Kazası’nı hatırlayın. Tıp alanında kullanılan bir cihaza ait radyoaktif
madde (Kobalt-60) İstanbul’da, hurdalıkta bulunmuş, o maddeyi parçalayıp satmak
isteyen Hüseyin Ilgaz hayatını kaybetmişti. Hurdacılık yapan ailede Murat Ilgaz
parmaklarını, birçok aile bireyi de üreme yeteneğini kaybetmişti. İzmir’in
göbeğinde, Gaziemir’de gömülü
bulunan tonlarca nükleer atığa ne demeli? Türkiye Atom Enerjisi Kurumu (TAEK)
eski başkanlarından Prof. Dr. Ahmed Yüksel Özemre, 1997 yılında, “1150 ton
nükleer atık Isparta'ya gömüldü, 800 ton nükleer atık da Konya'da yakıldı”
demişti. Özemre, nükleer enerjinin önde gelen savunucularından biriydi ve
Çernobil sırasında çaydaki radyasyon ölçümlerini bile gizlemeye çalışmıştı.
Bahsettiği atıkları bulmak için günlerce Isparta’da dolaşmıştık ama ne devlet “nerede bunlar” diye sordu, ne
biz izini bulabildik. Görüldüğü gibi Türkiye’de nükleer maddelere ulaşmak
hiç zor değil. Kontrol yok, ilgilenen yok. Aslında teröristlerin nükleer madde
aramasına bile gerek yok, kazsalar karşılarına çıkacak.
2010 yılında
BirGün’e, “Nükleer santral terörün bir numaralı hedefi olacak” başlıklı bir
yazı yazdığımızda yaptığımız uyarıları nükleer santralleri karalamak için uydurduğumuz
düşünenler olmuştu. Onlara göre nükleer santrallere karşı düzenlenebilecek tek
saldırı, 11 Eylül’de olduğu gibi, nükleer santrale uçakla yapılacak bir intihar
saldırısı. Reaktörü koruyan binanın bu saldırıya dayanacağını anlatıp durdular.
Atoma tapan bu arkadaşlar, üzerine uçak düşen bir nükleer santralde reaktör
hasara uğramadıkça her şeyin yolunda gideceğini bile düşünebiliyor. Üzerine
yolcu uçağı düşen santralde kaç kişi bir bardak su içip işine hiçbir şey
olmamış gibi devam eder, o saldırı sonucu çıkacak yangın ve diğer patlamalar
nelere yol açar, düşünebiliyor musunuz? Kaldı ki, bugüne kadar meydana gelen
tüm büyük nükleer kazalar gösterdi ki, reaktörü sabote etmek için böyle büyük
saldırılara gerek yok. Santrale soğutma suyu pompalamasını durdurun, acil durum
için bekleyen dört dizel jeneratörü halledin, reaktörler kontrolden çıkar.
Bunları herkes biliyor. Aramızda o derece gözü dönmüş birileri var mı; Belçika’da gördük ki o da var. Çok daha ince planlar yapıyorlar. 2014’te Belçika’da nükleer santralde bir sabotaj gerçekleşmiş, sorumlusunun orada çalışan ve sabotajdan önce IŞİD’e katılan bir işçi olabileceği söylenmişti. Son saldırılar sonucu yapılan aramalarda da, Belçika’nın Nükleer Araştırma Programı Müdürü’nün evine giriş ve çıkışının IŞİD üyelerince filme alındığı ortaya çıkmıştı. Nükleer santrallerin terör saldırılarının hedefi olduğu su götürmez bir gerçek.
Bunları herkes biliyor. Aramızda o derece gözü dönmüş birileri var mı; Belçika’da gördük ki o da var. Çok daha ince planlar yapıyorlar. 2014’te Belçika’da nükleer santralde bir sabotaj gerçekleşmiş, sorumlusunun orada çalışan ve sabotajdan önce IŞİD’e katılan bir işçi olabileceği söylenmişti. Son saldırılar sonucu yapılan aramalarda da, Belçika’nın Nükleer Araştırma Programı Müdürü’nün evine giriş ve çıkışının IŞİD üyelerince filme alındığı ortaya çıkmıştı. Nükleer santrallerin terör saldırılarının hedefi olduğu su götürmez bir gerçek.
ABD’de halkın yüzde 54’ü nükleere hayır diyor
Özgür Gürbüz-BirGün/27 Mart 2016
Gallup
araştırma şirketi tarafından yapılan bir araştırma, ABD’de yaşayanların yüzde
54’ünün nükleer enerjiye karşı çıktığını ortaya koydu. Bir önceki yıl yapılan
ankette ise Amerika’da nükleer enerjiye evet diyenlerin oranı yüzde 51’di. Bu
oran yüzde 44’e gerilerken, nükleer enerjiye karşı çıkanların oranıysa yüzde
43’ten 54’e çıktı. Gallup tarafından 1994’ten beri yapılan araştırmada ilk kez
nükleer karşıtlarının oranı, belirgin bir farkla, nükleer enerjiye evet
diyenleri geçmiş oldu.
Fukuşima
kazasından bir yıl önce (2010) nükleer enerjiyi destekleyenlerin oranının yüzde
62 ile tarihi zirvesini gördüğü ABD’de, Fukuşima kazası sonrasında bile nükleer
enerjiye destek yüzde 57 civarındaydı. Araştırma şirketi, bu desteğin 13 puan
gerilemesinin ardında enerji fiyatlarının düşmesi ve diğer enerji kaynaklarının
devreye girmesi gibi etkenlerin olduğunu düşünüyor. Nükleer enerjiyle ilgili güvenlik
endişesi ise bu nedenlerin ardında kalıyor. Petrol ve gaz fiyatlarındaki düşüş
nükleer enerjinin rekabet şansını azaltıyor. Yeni nükleer santrallerin yapım
maliyetinin kömür ve gaza göre yüksek olması, uzun dönemde nükleer enerjinin
daha ucuz bir seçenek olma olasılığını riske sokuyor. Araştırmanın yorumuna
göre ABD vatandaşları petrol fiyatları bu kadar düşükken bu ekonomik riski
almak istemiyor. Araştırmanın yorum kısmında, Amerikalıların ülkenin enerji
sorunu hakkındaki endişelerinin son 15 yılın en düşük seviyesinde olduğu da
belirtiliyor.
Nükleer enerji
yatırımlarının Çernobil kazasından sonra durma noktasına geldiği ABD’de, en son
1996’da yeni bir nükleer reaktör faaliyete geçti. Şu anda inşaatı süren beş
reaktör olsa da, rekabet ve yaşlılık nedeniyle son beş yıl içinde bir o kadar
reaktör de kapatıldı. ABD’de yıllar sonra çalışabilir durumdaki reaktör sayısı
100’ün altına indi ve 99 oldu. Ülkedeki 99 reaktörün yaş ortalaması ise 35 ve lisans
süreleri 40 yıl. Ülkedeki Nükleer Düzenleme Kurulu, şirketler yenileme
çalışmalarını yaparsa, bu reaktörlerin 60 yaşına kadar çalışmasına izin
verebiliyor ancak enerji piyasasındaki rekabet lisansını uzatmış reaktörleri
bile zorluyor.
Tecavüz ediyorlar ama çalışıyorlar
Özgür Gürbüz-BirGün/25 Mart 2016
Dünya, BirGün
gazetesi Eğitim Muhabiri Serbay
Mansuroğlu’nun ortaya çıkardığı Karaman’daki tecavüz vakasını konuşuyor. Ensar
Vakfı ve Karaman İmam Hatip Mezunları Derneği’ne (KAİMDER) ait öğrenci
evlerinde 45 erkek çocuğa tecavüz edildiği haberi önce gizlenmeye, sonra inkâr
edilmeye çalışıldı. Olmadı. Şimdi tüm dünya biliyor.
Sonra bildik
senaryoya geçildi, olayı küçümseme, önemsizleştirme çabaları başladı. Adalet ve
Kalkınma Partisi bunu her olayda yapıyordu; yine yaptı. Aile ve Sosyal
Politikalar Bakanı Sema Ramazanoğlu gazetecilerin sorularını yanıtlarken, onlarca
çocuğun cinsel istismara uğradığı Ensar Vakfı'nı “Buna bir kere
rastlanmış olması hizmetleri ile ön plana çıkmış bir kurumumuzu karalamak için
gerekçe olamaz. Biz Ensar Vakfı’nı da tanıyoruz, hizmetlerini de takdir
ediyoruz, ama öteki taraftan bunu yapan kişi için de sıfır toleransla hukuki
açıdan bütün takibimizi yapıyoruz” sözleriyle savundu.
“Bir kere”,
“biraz”, “ufacık”, “gemicik” ve “fıtrat” dediğimiz her konu dağ gibi sorunlar
haline geldi. Mutluluğumuzu, gülen yüzümüzü, dostluğumuzu, emeğimizi çaldı ve
hepsinden önemlisi bu ülkede canlar aldı. Sokakta gülen insan yok, mutlu olan
yok, umudu olan yok.
Ertelemek,
görmezden gelmek, küçümsemek artık işe yaramıyor.
Biz bu filmi yolsuzluklar ortaya döküldüğünde de gördük. Önce inkar ettiler, sonra “beni dinlemişler, ailemi dinlemişler, oğlumu, kızımı dinlemişler” diye aslında kabul ettiler. Son çare küçümsediler. Taraftarlar da, “çalıyorlar ama çalışıyorlar” diye geçiştirmeye çalıştı. Sonuçta, bakanların önüne yattığı, iş adamı diye ödül verdikleri Rıza Sarraf, ABD’de hapse atıldı. Bir kere yolsuzlukların önünü açarsanız ülke soyguncuların eline düşer. Onlar kral, emeğiyle, namusuyla çalışanlar sefil olur. Türkiye’de durum bu.
Biz bu filmi yolsuzluklar ortaya döküldüğünde de gördük. Önce inkar ettiler, sonra “beni dinlemişler, ailemi dinlemişler, oğlumu, kızımı dinlemişler” diye aslında kabul ettiler. Son çare küçümsediler. Taraftarlar da, “çalıyorlar ama çalışıyorlar” diye geçiştirmeye çalıştı. Sonuçta, bakanların önüne yattığı, iş adamı diye ödül verdikleri Rıza Sarraf, ABD’de hapse atıldı. Bir kere yolsuzlukların önünü açarsanız ülke soyguncuların eline düşer. Onlar kral, emeğiyle, namusuyla çalışanlar sefil olur. Türkiye’de durum bu.
Biz bu filmi
IŞİD meselesinde de gördük. IŞİD üyelerine terörist diyemediler, Fatih’te masa
açıp propaganda yapmalarına göz yumdular. Adıyaman’da örgütlendiklerini herkes
duydu, İç İşleri Bakanı, emniyet müdürleri duymadı. Gözü dönmüş bu örgüte silah
yardımı yapılmasından, silahlı üyelerinin Suriye’den gelip Türkiye’de tedavi
edilmesine kadar onlarca ‘iddia’ ortada.
Hepsini göz yumdular, küçümsediler, görmezden geldiler. Haberlerin değil
yazanların üzerine gittiler. Sonuç ne oldu? IŞİD üyeleri ülkenin dört bir
yanında bomba oldu, arkadaşlarımızı, dostlarımızı öldürdü. Bizleri evimize
hapsetti. Eli kanlı IŞİD üyelerine göz yumanlar yüzünden, onlar bizi bin kere
vurdu.
Biz bu filmi
Soma’da da gördük. 301 madencinin öldüğü kazadan sonra sorumluları
cezalandırmak yerine işçileri tekmeleyenler yüzünden Ermenek’te 18 madenciyi
daha toprağa verdik. Fıtrat diyenler, “bir
kere” diyenler yüzünden 18 can daha gitti.
İlk işçi
ölümünü “bir kere” deyip geçmeseydiniz
her yıl binlerce işçiyi toprağa vermezdik.
Kesilen
ağaçları “birkaç” diye küçümsemeydiniz,
İstanbul’un ciğeri Kuzey Ormanları talan edilmezdi.
Anayasayı
tanımam diyene ‘bir kere’ diye izin
vermeseydiniz, bugün ortada herkesin güveneceği bir hukuk kalırdı.
Ey, ‘bir kere’ciler, fıtratçılar. Biz
sözümüzü söyledik, şimdi top yine sizde. Çocuklarınızın gözünüzün önünde
tecavüz edilmesine “bir kere olmuş”
deyip geçecek misiniz, yoksa din maskesiyle, hükümetle arasındaki ilişkiyle,
kendilerini gizleyen bu istismarcılara dur mu diyeceksiniz?
Bugüne kadar
yolsuza, hırsıza, kanunsuza ses çıkarmadınız. Böyle devam ederseniz, sesinizi
çıkarmazsanız, hayır ve din adıyla bu işleri yapanlara ne diyeceğiz? “Tecavüz ediyorlar ama çalışıyorlar” mı
diyeceğiz? Bu durumun gülünecek bir tarafı yok. Çocuklarınız, çocuklarımız
tehlikede. Bıçak nereye dayandı görmüyor musunuz?
Bilirkişi kim?
Özgür Gürbüz-BirGün/18 Mart 2016
Cerattepe’deki
sorunlu maden projesinde keşif günü geldi geçti. Rize İdare Mahkemesi
tarafından oluşturulan bilirkişi heyeti üç gün önce maden sahasını inceledi.
Yeşil Artvin Derneği öncülüğünde 751 gerçek ve tüzelkişinin müdahil olduğu, 61
avukatın sahip çıktığı ÇED iptal davası kapsamında bilirkişi raporu önemli bir
yer tutuyor. Bu rapor mahkemenin kararında belirleyici olacak.
Buraya
kadar her şey normal gözükebilir ama değil çünkü bir süredir ülkemiz ‘normal’ değil. Öyle olsaydı,
Artvinliler gece gündüz eylem yapmaya devam etmez, evinde oturur mahkemenin
sonucunu beklerdi.
‘Normal’
bir ülkede yaşasaydık 2014 yılında Rize İdare Mahkemesi’nde kazanılan dava
sonucunda maden projesi çoktan sonlandırılırdı. Olmadı, şirketin bu karara
ettiği itiraz Danıştay’dan dönünce proje biterdi. Hukuk bu ülkede normal bir
şekilde yürüseydi, daha iki yıl önce iptal edilmiş ÇED raporunu göre göre, yeni
bir ÇED raporuyla kapıyı çalan şirkete güle güle denirdi. Cengiz evine döner,
Artvinli ormanda kutlama yapardı.
Türkiye’de
her şey akla, fikre, demokrasiye uygun olsaydı 25 yıldır madeni istemediğini
söyleyen bir halkın isteği, her türlü çıkarın üstünde tutulurdu. Orada yaşayan
halka rağmen, bir şirketin cebini dolduracağı projeye yeşil ışık yakılmaz,
hepimizin vergileriyle çalışan asker, polis hakkını arayan halkın değil, hukuku
tanımayan, mahkeme kararı beklenmeden alana yerleşmeye çalışan şirketin önünde
dururdu. O şirketin bu cesareti nereden aldığı araştırılırdı.
Bu
ülkede insanlar Başbakan’a, mevcut hükümete, hukuka, bilirkişiye güvenini
yitirmemiş olsaydı, bilirkişi heyetini yollara dizilerek, ellerinde ‘madene hayır’ atkılarıyla
karşılamazdı. Halk oylamasında altın madenine yüzde 100’e yakın hayır diyen
Bergama’da maden açılmasa, televizyonlar ve gazetelerin hemen hemen hepsi
iktidarın propaganda bültenine dönmese, taraflar buralarda tartışabilse 92 yaşındaki Erzade Yakıntaş, gaz
yemeyi göze alarak toprağını savunmak için yollara dökülmezdi.
Bu ülkede tarım arazilerine
binalar dikilmesin diye kamu spotları hazırlayanlar, tarım arazilerini eş-dost
şirketlere peşkeş çekmese kimse Artvin’de, Gerze’de, Yırca’da günlerce nöbet
tutmazdı. Öyleyse doğru soruyu soralım, bu ülke neden böyle? Son 14 yılda bu
ülkede ne değişti de insanlar hakkını aramak için belki de 1980 darbesinden bu
yana hiç olmadığı kadar sokağa çıkmaya başladı? Hukuk hiçbir zaman tarafsız değildi; kabul. Şirketler her zaman iktidar tarafından kollanırdı; ona da kabul. Medya da hep reklam vereni maça 1-0 önde başlatırdı. Bunu da biliyoruz ama bugün durum eskisiyle kıyaslanamayacak derecede farklı. Hukuk hükümetin, şirketlerin aleyhine karar verdiğinde ülkeyi yönetenler çıkıp, “o kararı tanımıyorum” demezdi. Şirketler her zaman iktidara yakın olmaya çalışırdı ama iktidarın projelerinin adeta bir parçası, ortağı olmazdı. Medya reklam verene iki sütun yer veriyorsa bir sütun da karşısındakine söz verirdi. Açık oturuma olurda, muhalefetin söz hakkı vardı. Çamur atmak, yalan söylemek birkaç istisna dışında gazetecilerin(!) işi değildi.
Anayasa’nın 56. Maddesi, ‘Herkes, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir. Çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek devletin ve vatandaşların ödevidir’ diyor ama bu ülkede Anayasa’nın bağlayıcılığı en üst düzeyden tartışılıyor. Siz bu durumda Artvin’deki çevreciye hukuka, hükümete ve devlete güvenmediği için kızabilir misiniz? Kızamazsınız. Bugün Anayasa’nın 56. maddesine dayanarak çevreyi koruyan bu ülkenin yurttaşları, 56. maddeyi görmezden gelenler ise bu ülkenin yönetenleridir. Halihazırda kanun koyucu da, bilirkişi de, hakim de, savcı da toprağına sahip çıkandır. Bu insanlara terörist, bozguncu yakıştırmaları yaparak çevre hareketini baltalamaya çalışanlar, güçleri yetiyorsa, kamu düzenini gerçekten bozanları, yasaları tanımayanları, mahkeme süreci bitmeden inşaata başlayanları yaptıkları haberlerde ifşa etsinler.
Sokaklar, her demokratik ülkede hak aramanın, soruna işaret etmenin adresidir kimse bunu engelleyemez. Türkiye’deki sorun, ülkenin içinde bulunduğu durum nedeniyle bilimin, hukukun hakkını aramak, bağımsızlığını sağlamak için halkın sokağa çıkmak zorunda kalmasıdır. Devletle halkın uyuşmazlığında başvurulacak bağımsız hukuk ve bilimin olmaması da bu ülkeyi yönetenlerin suçudur.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)