Nükleer aşağı yenilenebilir yukarı

Özgür Gürbüz/18 Ekim 2015

2000 yılında dünyadaki elektrik üretiminin %17'si nükleer santrallerden sağlanıyordu. 2014'te bu oran %11'in altına düştü. Nükleer enerjiyi savunanlar rakamları çarpıtarak tüm dünyada nükleer enerjinin yaygınlaştığını anlatsalar da gerçek bu değil. Onlara rakamlarla, bu iki grafiği göstererek yanıt verebilirsiniz.

Nükleer santrallerden üretilen elektrik miktarının da düştüğüne (2450 TWs'ten 2417 TWs) dikkat edin lütfen. Dünyada elektrik tüketimi yani talep artmasına rağmen nükleer enerji üretimi geriliyor. Artan talebi başka kaynaklar karşılıyor.

Grafiklerde dikkat etmeniz gereken ikinci bir konu da, hidroelektrik dışındaki yenilenebilir enerji kaynaklarının payındaki yükseliş. Rüzgar, güneş ve biyokütle gibi kaynaklar 2000 yılında küresel elektrik üretiminin sadece %2'sini karşılıyordu. 14 yılda bu oranı %7'ye çıkardılar ve paylarını arttırmaya da devam ediyorlar.

Üç milyar dolar nereye harcandı

Özgür Gürbüz-BirGün/16 Ekim 2015

Akkuyu
İğneada’ya üçüncü nükleer santralden bahsetmek, ilkokulun birinci sınıfına gitmemiş çocuğu üçüncü sınıftan okula başlatmaya benziyor. Türkiye’nin ilk nükleer santralinin kurulması düşünülen Mersin-Akkuyu’daki proje suya düşmek üzereyken “biz üçüncüyü yapıyoruz” demek ciddiye alınacak bir durum değil. Hükümet uzun zamandır bunu yapıyor çünkü tüm dünyada nükleer enerji projelerini engelleyen en büyük gücün halk hareketleri olduğunu biliyorlar. 11 yıldır yerinde sayan Akkuyu projesini bitmiş gibi gösterip, nükleer karşıtlarını ve çevrecileri yıldırmak istiyorlar. Son 10 günde neler oldu bir hatırlayalım.

On gün önce, Rus uçaklarının hava sahasını ihlaliyle başlayan kriz Mersin’deki nükleer santral projesine uzanınca AKP tarafında panik başladı. Rusya ile ilişkilerin çatırdaması hemen akla doğalgazda bu ülkeye bağımlılığı hatırlattı. Türkiye doğalgazın neredeyse tamamını ithal ediyor ve 48 milyar metreküplük ithalatın yüzde 54’ü Rusya’dan temin ediliyor. Nükleer santral yapılırsa doğalgazda olduğu gibi elektrik piyasasında da Ruslar söz sahibi olacak. Rusya’nın Suriye’de resti çekmesi ileride benzer hamleleri enerji konusunda da yapabileceğinin işareti gibi algılandı. En çok da Cumhurbaşkanı Erdoğan böyle algılamış olacak ki, “Mersin Akkuyu’yu onlar yapmazsa bir başkası gelir yapar. Oraya 3 milyar dolarlık bir yatırım yaptılar zaten. Dolayısıyla o konuda daha hassas olması gereken Rusya. Biz Rusya’nın bir numaralı doğalgaz tüketicisiyiz. Türkiye’yi kaybetmek, ciddi bir kayıp olur” açıklamasını yaptı.

Erdoğan’dan sonra ortamı yumuşatmayı amaçlayan konuşmayı nedense eski Enerji Bakanı Taner Yıldız yaptı. Projenin ticari bir proje olduğunu, iki ülke arasındaki ilişkilerin bu sorunların üstesinden gelebilecek kadar derin olduğunu belirtti. En son da sahneye yeni Enerji Bakanı Ali Rıza Alaboyun çıktı ve üçüncü santralden bahsederek konuyu Akkuyu ve Rusya’dan uzaklaştırdı. Çinli ve ABD’li firmaların işin içinde olduğunu söyledi. Bu sayede Rusya’ya da bir mesaj vermeye çalışmış bile olabilir.

Tüm bunlar hükümetin halkla ilişkiler çabası. Biz bu süreçte neler öğrendik ona bakalım.

Akkuyu’daki santral projesinde işlerin yolunda gitmediğini öğrendik. Proje, Rusya olmazsa başkası yapacak durumdaysa zaten hiç başlanmamış. İş ilerlemiş olsaydı, yolun yarısında teknoloji değiştirmek mümkün olmazdı.

Akkuyu'nun çizimine 3 milyar dolar harcanmış olabilir mi?
Rus devlet şirketinin (Akkuyu Nükleer A.Ş.) şu ana kadar üç milyar dolar harcadığını bizzat Erdoğan’dan öğrendik. Ortada nükleer santral olmadığına göre bu üç milyar doların nereye harcandığını şirkete sormak da boynumuzun borcu oldu. Akkuyu Nükleer A.Ş. şimdi defterleri ortaya çıkarıp, bu harcamaların nereye yapıldığını kalem kalem göstermek zorunda.

Haziran seçimlerinden önce ortaya çıkan reklamlarda, milli forma ve bayraklarla pazarlanan, “güçlü Türkiye’nin yeni enerjisi” sloganıyla satışa sunulan Akkuyu Nükleer Santrali’nin anlatıldığı gibi yerli enerji olmadığını öğrendik. Yerli kaynak olsa, Rusya kriziyle gündeme gelir miydi? Ruslar yapmazsa başkası yapar denir miydi? Bu nasıl yerli enerji anlamadık. Ruslar istemezse, işin içinde olmazsa yapılamayan yerli santral olur mu?

İşin daha da trajik tarafı; Türkiye, “1,2,3 nükleer; Rusya olmazsa Çin’den geliver” diye şarkılar söylerken, aynı gün İsveç’teki iki nükleer reaktörün (Oskarshamn 1-2) ve ABD’de bir reaktörün (Pilgrim) kapatılacağı haberinin ajanslara düşmesiydi. Türkiye’de ana akım medya bunları genelde yazmaz ama siz bilin. Bu üç reaktörün kapatılma nedeni de ekonomik. Söz konusu şirketlerin santralleri kapatma kararı, nükleer santralden elektrik üretmenin diğer kaynaklara göre daha pahalı olması.

Biz de de öyle. Nükleerden üretilen elektriğe bizim devlet 12,35 dolar sentlik alım garantisi verirken, örneğin rüzgardan üretilene 7,3 dolar sent veriyor. Aynı elektriği rüzgar nükleere göre neredeyse iki katı ucuza mal ediyor ama birileri bizi ucuz yenilenebilir enerji yerine pahalı nükleer kullanmamız için zorluyor. Kimbilir neden?

Beton ol çimentomu ye

Özgür Gürbüz-BirGün/9 Ekim 2015

Çevre ve Şehircilik Bakanımız ne güzel söylemiş: “Beton makinesinin sesi bu ülkede hiç eksik olmasın. Bu beton makinası -ben inşaat mühendisiyim- çok keyif alırım onun sesinden böyle pat pat pat vurdukça” demiş. Herhalde bakanlığın adı bundan sonra değiştirilir, Beton ve Şehircilik Bakanlığı olur.

Beton sevgisi başka bir şey, biz anlayamayız. Beton severler toprakta, çimde yürümektense beton kaldırımda yürümeyi sever. Beton asfalt yolda araba sürüp, yandaki dağa, ormana değil apartmanlara bakıp stres atar. Oturduğu mahallenin betonla kaplı olmasını ister. Etrafında ağaç, dere, kuş, börtü böcek olmamalı. Ev dediğin, göl manzaralı değil gökdelen manzaralı olmalı. Hani, şu kentlerinin yarısı parklarla dolu dünyanın en zengin ülkeleri var ya, imrenmeyeceksin onlara. “Pat pat pat” eden beton makinasının sesiyle uyanmak varken, “cik cik” diye öten kuşların sesiyle kalkmayacaksın yataktan. Seveceksin şu betonu.

Her köşe başında çalışan ve ülkemizin kalkınmasına işaret eden beton makinalarını görünce sevineceksin. Hatta hiç çekinmeden daldıracaksın kafanı beton makinasına, kafan betona dönünceye kadar tutacaksın. Kafan beton gibi olacak ki, sana anlatılan hiçbir şeyi anlamayacaksın. Kalkınmanın beton sayesinde olduğuna kendini inandıracaksın. Ekonomide artı değer sağlayan ürünlerin organik gıda, elektronik eşya değil, beton ve çimento olduğuna hem kendini hem de halkı inandıracaksın.

Her şeyden önce ağacı, yeşili, kuşu, kurdu değil betonu seveceksin. Dünyanın en gelişmiş ülkeleri neden park-bahçe yapıyor, neden orada dereler boşa akıyor diye sormayacaksın. Beton gibi olacak kafan; öyle bir kıvama gelecek ki, hiç soru sormayacaksın.

En önemlisi de vicdanını betonla kaplayacaksın. Ülkende bir ağaç fidanı kadar bile yaşayamadan ölen çocuklar için ağlamayacaksın. Yerde sürüklenen cesetlerle ilgilenmeyeceksin. Karakolda vurulan askere üzülmeyeceksin. Haftada 50-60 saat, nefes almadan çalışan işçinin rızkından çalıp ayakkabı kutusuna koyanları gördüğünde oralı olmayacaksın. Yalancı tanık ve sahte delillerle içeri tıkılanları gördüğünde “duvar” taklidi yapacaksın.

Gazeteci görünce “demirli beton” olacaksın. Vuracaksın soru soran, sorgulayan gazeteciye. Beton kafanla “uçan kafa” atacaksın. Kaburgalarını kıracaksın o gazetecilerin. Olur da yakalanırsan ve sana insan hakları, demokrasi diye sorarlarsa hemen “gaz beton” olacaksın, uçup buharlaşacaksın.

Yeşili, ormanı görünce “beton santrali”ne döneceksin. Talan edeceksin doğayı, dünyanın en güzel köşesi de olsa, gereği olmasa da dökeceksin oraya betonu. Halkın değil müteahhidin yanında olacaksın. Gerekirse sen de ihaleyi kapıp köşeyi döneceksin.

Olur da iş sarayı savunmaya gelirse “beton blok” gibi dimdik duracaksın. “Yetim hakkı, kul hakkı, senin vergin, benim vergim” dediklerinde yumuşamayacaksın. Ne zaman yumuşayacaksın biliyor musun kardeşim? Depremi görünce yumuşayacaksın. “Deniz kumu katılmış beton” gibi dağılacaksın, malzemeden çalıp para yapacaksın. Kaldırımda, otoyolda ise biraz yayılacaksın. İki sene sonra yaptığın kaldırım, yol yeniden çöksün, ihale sana kalsın diye yayılacaksın sevgili kardeşim.

Belediye otobüsünün ezdiği arkadaşının, dağda vurulan yeğeninin, askerdeki ağabeyinin cenazesini önüne getirdiklerinde “C100 beton” gibi olacaksın. Ağlamayacaksın, vatan sağ olsun, fıtratında varmış diyeceksin. Cenazeni vermezlerse ses çıkarmayacaksın. Büyüklerimize, saraydakilere, beton sultanlara laf etmeyeceksin. Öyle, beton gibi susacaksın. Göz kapakların, dudakların birbirine yapışacak.

Ha, sandığı görünce “hazır beton” olacaksın. Her şeyden önce, sana söylenen yere oy vereceksin kardeşim. Sağı solu dinlemeyeceksin. Öğrenmeyeceksin, araştırmayacaksın, okumayacaksın. Takım tutar gibi oy vereceksin ki, seni de aynı betondan sansınlar. Beton kafalı olacaksın ki, seni din imanla, vatan milletle 100 bin kere de uyutsalar, hiç uyanmayacaksın. Bu ülkede en makbulü bu kardeşim. Beton kafa olacaksın yaşayacaksın. “Pat pat pat” kardeşim, “pat pat pat.”

Türkiye yılın fosili ödülüne aday

Özgür Gürbüz-BirGün/2 Ekim 2015

Yıl sonunda Paris’te çok önemli bir iklim konferansı var. Kyoto’nun yerini alacak anlaşmanın şartları belirlenecek, imzalar atılacak. Birleşmiş Milletler bu defa işi daha sıkı tutuyor. Bütün ülkelerden Paris’e gitmeden önce iklim değişikliğine yol açan seragazı emisyonlarını ne kadar azaltacaklarını ve bunu nasıl yapacaklarını açıklamalarını istiyor. Türkiye de iki gün önce hedefini açıkladı. Tarihinde ilk kez, iklim değişikliğini durdurmak için ne yapacağını söyledi; aslında ne yapmayacağını. “İşleri oluruna bırakırsak, 2030’a kadar 1175 milyon ton seragazı emisyonu (karbondioksit eşdeğeri) üretiyoruz ama merak etmeyin o kadar üretmeyeceğiz 929 milyon tonda sınırlayacağız” dedi. Yani, ‘arttıracağız ama daha az arttıracağız’. Bu neden iklim hedefi sayılmaz, madde madde anlatalım.

Yatağan Termik Santrali-Foto: O. Gurbuz
Türkiye 1990 yılından bu yana seragazı emisyonlarını yüzde 110 arttırdı. Ek-1 denilen gelişmiş ülkeler içinde bu Türkiye’yi listenin en başına koyuyor. Türkiye birçok ülkeye göre ekonomik büyümesine sonra başladığı için bu artış oranı biraz anlaşılabilir. Ancak bundan sonraki yıllarda da neredeyse aynı hızla arttıracağım demek kabul edilebilir bir şey değil. Önerilen plana göre, Türkiye iklim değişikliğini ‘durdurmak’ için 1990-2030 arasında emisyonlarını yüzde 426 oranında arttırmayı öneriyor. Bir süre daha arttıracağım ama daha sonra düşecek bile demiyor!

Ülkelerin sorumlulukları ve hedefleri belirlenirken sadece toplam emisyon rakamına bakılmıyor. Daha adil bir hesaplama için kişi başına düşen emisyon miktarına da bakılıyor. Dünyada en çok seragazını Çin üretiyor ama Katar’da kişi başına düşen emisyon miktarı Çin’den çok daha fazla. Türkiye’de kişi başına düşen yıllık seragazı emisyonu miktarı 2013 sonunda 6 tonu buldu. Yani, her birimiz uçağa binerek, kömürlü santrallerden elektrik satın alarak, petrol yakarak yılda 6 ton seragazı ürettik (kimimiz az kimimiz fazla). Türkiye’nin açıkladığı 2030 hedefi bu rakamı azaltmıyor. 2030’da Türkiye nüfusu tahmin edildiği gibi 86 milyon olursa, kişi başına düşen seragazı emisyonu 11 tona yaklaşacak. Bugünkü AB ortalamasının bile üstüne çıkacak. Açıklanan hedef sadece gelişmiş ülkelerin değil gelişen ülkelerin taahhütlerinin de gerisinde. Meksika’yı ele alalım. Ekonomisi bize benziyor, kişi başına düşen milli gelir hemen hemen aynı. Meksika’da kişi başına düşen emisyon miktarı ise yılda 5,9 ton. Meksika 2030 için şartsız öne sürdüğü hedefe ulaşırsa bu rakamı bizim gibi artmayacak aksine yaklaşık 5,6 tona düşürecek.  

Türkiye’nin seragazı emisyonlarını arttırma hedefine ulaşması için yapmayı taahhüt ettiği işler de ilginç. Ülkedeki tüm hidroelektrik potansiyelini kullanmak gibi bilimsellikten, çevresel kaygılardan uzak bir hedef var. Liste, 2030’a kadar nükleer santral kurmak, eldeki santralleri rehabilite etmek, enerji verimliliğini yükseltmek gibi bildik sloganlarla devam ediyor. Rakamsal veri ve yaptırım yok. Tüm bu maddelerin içinde sadece güneş ve rüzgar enerjisi için kurulu gücü 2030’a kadar sırasıyla 10 ve 16 gigawata çıkarmak gibi sayısal, ölçülebilir hedefler var.

Bir de elektrikte kayıp-kaçak oranını yüzde 15’e düşürme hedefi konmuş. Gülsem mi ağlasam mı bilemedim çünkü 2014 yılı Bütçe Sunumu’nda eski Enerji Bakanı Taner Yıldız, kayıp-kaçak oranının ülke genelinde yüzde 15’e düşürüldüğünü zaten açıklamıştı (sayfa 24). Hedefi tutturmuşuz bile! Demek ki önümüzdeki 15 yıl yerimizde saymak için bir plan yapmışız. Gelişmiş ülkelerde bu oranın yüzde 3 ila 7 arasında değiştiğini ve yüzde 10’luk kaybın neredeyse Akkuyu’da kurulmak istenen nükleer santralin üreteceği elektriğe eşit olduğunu hatırlatalım. Görüldüğü gibi iklim hedefine yazılan rakamlar bile şaibeli.

Asıl komedi, bu göstermelik bile diyemeyeceğim hedefe ulaşmak için Yeşil İklim Fonu gibi mekanizmalardan yararlanarak finansal yardım talebinde bulunulması. Türkiye bu talebini 2011 yılında Güney Afrika’daki iklim konferansında da dile getirmiş, sivil toplum örgütleri Türkiye’ye günün fosili ödülünü vermişti. Paris’te bu hedefle masaya oturulursa yılın fosili ödülünü alıp eve dönebiliriz.