Özgür
Gürbüz-BirGün/25 Aralık 2017
Birleşmiş Milletler kırmızı alarm veren
denizleri koruyacak bir anlaşmayı hayata geçirmeye hazırlanıyor. Denizlerin
korunması genelde ülkelerin egemenlik alanlarıyla sınırlı ama bu alanlar asıl
korunması gerekenin yanında devede kulak kalıyor. Açık denizler sahipsiz.
Kimsenin egemenliğinde olmayan açık denizler deyince gezegenin yüzeyinin
yarısından bahsediyoruz.
2020’ye kadar adına Açık Denizler Anlaşması denilen mutabakatın resmileşmesi
bekleniyor. Kaybedecek vakit yok. Denizler sürekli kirleniyor, balık stokları
tükeniyor ve deniz canlılarının nesli tehdit altında. Denizden geçimini
sağlayan 350 milyon insanın geleceği de belirsiz. Denizle işim olmaz diye
düşünmeyin, soluduğumuz oksijenin yüzde
50’si engin mavilik tarafından üretiliyor.
Durum ciddi. Balık stoklarının yüzde 61’i
tamamen tükenmiş. Yüzde 29’u da fazlasıyla hırpalanmış. Toplayın, yüzde 90 ediyor. Milyonlarca insanın protein kaynağı
balık stoklarının sadece yüzde 10’u iyi durumda. Bir yandan denizlerin içini
boşaltıyoruz, öte yandan her gün tonlarca çöpü denizlere bırakıyoruz.
Yılda 300 milyon ton plastik üretiyoruz. Yarısı
bir kez kullanıp attığımız plastik şişe ve bardak gibi, belki de 15 saniyede
tüketip çöpe, sokağa bıraktığımız eşyalar. Üretilen
plastiğin 8 milyon tonu da her yıl denizlere gidiyor. Her yıl 8 milyon ton
plastik... Her birinin parçalara ayrılması (yok olması değil) yıllar alıyor.
Parçalanan plastiklerin son durağı da balıkların, kuşların karnı oluyor. Onları
öldürüyor. Bazılarını ise son defa aldığımız deniz ürünleriyle birlikte
tabağımızda ve midemizde görüyoruz. Bizi de zehirliyor.
Günümüzde denizlerin
sadece yüzde 3,4’ü koruma altında. Açık Denizler İttifakı adı altında bir
araya gelen 35 çevre örgütü, Deniz
Koruma Alanları’nın artırılmasını ve bu rakamın yüzde 10’a çıkarılmasını istiyor.
Balık stoklarını yeniden canlandırmak için denizlerin yüzde 30’unda
balık avlanmasının yasaklanmasını talep edenler de var.
Mesele ciddi. BM’de yeterli destek sağlanırsa,
iklim değişikliğini durdurmak için ortaya çıkan Paris Anlaşması gibi bir
anlaşmanın hayata geçmesi bekleniyor. 140 ülkenin desteğiyle müzakere sürecinin
başlamasına karar verildi. Müzakereler olumlu sonuçlanırsa BM önümüzdeki iki
yıl içinde dört toplantı yaparak anlaşma taslağını hazırlayacak. Sonu umarım
Paris Anlaşması gibi olmaz. İşi hafife almadan, politikaya kurban edilmeden,
denizlerin korunması için gerekli tüm tedbirlerin alınmasını sağlayan bir uluslararası
mutabakat ortaya çıkar. Denizler
kurtulur.
İnsanın bencilliği, kapitalizm ve sorgusuz
sualsiz endüstrileşmenin bedelini hem kendimize hem de hiç suçu olmayan
canlılara ödetmekten vazgeçeriz. Mesele elbette sistem ama sistemi değiştirmeye
çalışırken boş durmanın da alemi yok. Bugün elinize bir plastik şişe, plastik
torba almadan önce bunları bir düşünün isterseniz. Çantanıza su dolu bir
matara, alışveriş için bez torba koyarak sokağa çıkmak sevdiklerinizi
zehirlemekten daha zor olmasa gerek. Bakkala, bir poğaçayı naylon torbaya
koymaya çalışan simitçiye, “plastik
istemiyorum” demenin keyfi bambaşka. Yeni yıl kararı arayanlara hararetle
tavsiye ederim.
Herkese, düşüncelerimize, yaşam tarzımıza ket
vurulmayan özgür bir yıl dilerim.
Özgür Gürbüz tarafından kaleme alınan makale, analiz ve haberlere bu adresten ulaşabilirsiniz. Yazıları başka bir yerde yayımlamak için izin almalısınız. E-posta: ozgurgurbuzblog(at)gmail.com
Nükleer santralın temelinde sorun var
Özgür Gürbüz-BirGün/18 Aralık 2017
Bir hafta önce
Mersin’de yapılmak istenen nükleer reaktör için yeni bir temel atma töreni
yapıldı. Törene Akkuyu’daki santralin sahibi Rus devlet şirketi Rosatom’un
başkanı Aleksey Lihaçev ile Enerji Bakanlığı Müsteşarı Fatih Dönmez katıldı.
Hafızası güçlü
olanlar hatırlar, bu ilk temel atma töreni değil. Bir önceki, 14 Nisan 2015
yılında eski Enerji Bakanı Taner Yıldız’ın katılımıyla yapılmış, daha şatafatlı
bir törendi. Taner Yıldız birkaç ay sonra görevinden alındı. Bu yılki törene
Enerji Bakanı Berat Albayrak’ın katılacağı söylenmişti ancak gitmedi. Yıldız
gibi “nükleerin lanetine” maruz kalmamak için gitmemiş ya da projedeki
belirsizlikler yüzünden ortada görünmek istememiş olabilir. Evet, hükümetin
kontrol ettiği medyada yazan çizene bakmayın. Akkuyu Nükleer Santralı baştan
hatalı bir proje ve ne olacağı belli değil. Belli olan Türkiye’nin bu projeden
çok ciddi zararla çıkacağı.
Yine bir
hafıza sorusu sorayım. 15 Kasım 2017 tarihinde Haberturk gazetesi,
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Soçi’de Rusya Devlet Başkanı Putin’i Akkuyu’daki temel
atma törenine davet ettiğini yazmış, tören için organizasyon şirketleriyle
görüşüldüğünü belirtmişti. Törenin, bu yıl tamamlanmadan yapılacağı, yetişmezse
2018’in ilk aylarında yapılacağı yazılmıştı. Putin Türkiye’ye gelmesine rağmen
bu tören gerçekleşmedi. Putin ve Erdoğan’ın katılacağı görkemli tören yerine,
Türkiye’nin müsteşar düzeyinde temsil edildiği göstermelik bir açılış daha
yapıldı. O yüzden önümüzdeki aylarda Akkuyu’da yeni bir temel atma töreni
olursa hiç şaşırmayın, belki de seçimlerden önce bir tane daha. Belli ki
santralın temelinde sorun var.
Akkuyu’nun öncelikli
sorunlarından biri finansman. Türkiye ile Rusya arasındaki anlaşma gereği,
Rusya istese bile elindeki hisselerin sadece yüzde 49’unu satabiliyor. Çoğunluk
hisse (%51) hep Rusya’nın elinde olacak ve son sözü onlar söyleyecek. Bu da
santralın finansmanı için gereken paranın yarısının (12-15 milyar dolar) Rusya
tarafından karşılanması demek.
Ortada hâlâ
projenin ilk yatırım maliyetinin 20 milyar dolar olacağı gibi rakamlar
dolaşıyor ama bunlar eski bilgi. 2012 yılında eski Rusya Büyükelçisi İvanovski
maliyetin 25 milyar dolara çıkabileceğini zaten söylemişti. Güncel fiyat ise 30 milyar dolar. Bu iddiamın sebebi de Rusya’nın daha dört gün önce
Mısır’la yaptığı anlaşma. Rusya Mısır’a da Akkuyu’daki santralın bir benzerini (4
adet VVER-1200) kurmaya hazırlanıyor. Oradaki fiyat ise 30 milyar dolar. Rusya
kaynakları projenin yüzde 85’inin finansmanı için Mısır’a 25 milyar dolar kredi
verileceğini kalan yüzde 15’in ise Mısır tarafından karşılanacağını söylüyor.
Akkuyu için yapılan anlaşma yedi yıl önce imzalanmış ve 20 milyar dolar da o
zaman telaffuz edilmişti. Güneş ve rüzgar gibi kaynakların aksine fiyatı her
geçen yıl artan nükleer enerjinin yatrım maliyetinin bugün 30 milyar doları
bulması kimseyi şaşırtmamalı.
Önümüzde yanıt
bekleyen birkaç soru var. Mısır, Bangladeş, Vietnam, Hindistan ve Belarus gibi
birçok ülkeye finansal desteğin büyük bölümünü karşılama garantisiyle nükleer
santral satmaya çalışan Rusya’nın bu kadar parası var mı? Rosatom’un Rusya’da
yeni reaktörler yapmaya çalıştığı ve Ermenistan gibi ülkelerde mevcut santralların
bakımı ve iyileştirilmesi gibi işlere finansman sağlama garantisiyle girdiği de
unutulmamalı. ABD ve AB tarafından ekonomik kıskaca alınan, Rusya’nın aynı anda
bu kadar çok nükleer santrala para bulması kolay değil. Cengiz Kolin Kalyon (CKK)
konsorsiyumuna yüzde 49 hissenin satılacağı haberlerinin çıkması da Rusya’nın
para ihtiyacıyla ilgili. Tek neden bu değil tabi. Akkuyu santralı için Rusya’ya
verilen alım garantisi 15 yıl boyunca kilovatsaat başına 12,35 dolar sent. Piyasada
ise elektriğin fiyatı 4-5 dolar sent. Piyasa fiyatından 3 kat pahalı (Rüzgar ve
güneş gibi kaynaklardan da en az iki kat daha pahalı) elektrikten bahsediyoruz.
Bu işten ciddi kazanç elde edileceği ortadayken, CKK gibi hükümetin her kârlı
ihalesinde isimlerini duyduğumuz bu şirketlerin santralın yarısına talip olması
bizi şaşırtmamalı. Evet ama CKK 15 milyar dolara yaklaşan bu parayı nasıl
bulacak? Ülkede bu kadar para yok. Türkiye’deki bir işe yurt dışından kim bu
kadar kredi verir? Hele de projenin geleceği Putin’in iki dudağı arasındayken.
Düşürülen uçak olayında olduğu gibi her an bu projenin rafa kaldırılma ihtimali
varken.
Halkın tepkisi
artarsa, kredi muslukları da iyiden iyiye kısılabilir ve Akkuyu’daki barakalar
bir nükleer santral müzesine dönüşebilir. Onun faturasını da bize çıkarırlar o
ayrı ama zararın neresinden dönersek kâr.
Yolsuzluk ve obezite
Özgür Gürbüz-BirGün/11 Aralık 2017
Merak etmeyin,
bu yazı “çok yediler, o yüzden de şiştiler” yazısı değil. Meraklı araştırmacı
ve akademisyenlere naçizane bir araştırma önerisi. Gırtlağımıza kadar yolsuzluğa
battığımız, Man Adası belgeleri ve Rıza Sarraf’ın açıklamalarıyla iyice ortaya
çıktı. Yolsuzlukların Türkiye’de gelir adaletsizliğine, haksız kazanç
sağlanmasına, siyasette yalana, dolana ve sonuçta ülkenin talanına yol açtığı
ortada. Bu talanın kentteki adı da rant. Dolayısıyla obezite gibi sağlık
sorunlarının bile yolsuzlukla, rantla ilgisi var.
Obezite
bildiğiniz gibi aşırı kilolu olma durumu değil, daha çok vücutta aşırı yağ
birikimiyle ilgili. Batı yaşam tarzının benimsenmesi, enerji alımı artarken
enerji harcanmasının azalması ve nihayet
kırsaldan kente göç olgusu ile birlikte artan[1]
bir hastalık. Eskiden zengin hastalığı sanılırdı ama artık öyle olmadığı
biliniyor.
Obezite, Türkiye’de
de yükselişte. BM Gıda ve Tarım Örgütü’nün (FAO) Avrupa ve Orta Asya’da Gıda
Güvenliği ve Beslenme Durumu 2017 raporuna göre Türkiye’de obezite görülme
oranı yüzde 29,3. Avrupa ve Orta Asya ülkeleri arasında Malta’dan sonra
ikinciyiz. Türkiye’yi yüzde 29,1 ile Birleşik Krallık (İngiltere ve Kuzey
İrlanda) izliyor. Orta Asya ve Avrupa içinde obezitenin en düşük olduğu yerler
Tacikistan (%10,9), Kırgızistan (%13) ve Özbekistan (14,4). Bu tablo bile tek
başına obezitenin, “Batı yaşam tarzı” diye adlandırılan hazır yemekler, kentler,
otomobilli yaşam gibi belirgin unsurlarla ilişkisini gösteriyor. Kentte bir
yerden bir yere yetişmeye çalışan insanın sağlıklı yemek yapmaya fırsatı
olmuyor ve hazır yemekler gündeme geliyor. Yürümek, idman yapacak yeşil alan ve
zaman bulmak zorlaşıyor.
TÜİK rakamları
farklı olsa da, 2008’de Türkiye’de obezite oranının yüzde 15 olduğunu, 2014’te
ise bu oranın yüzde 20’ye çıktığını bize söylüyor[2].
Altı yıldaki artış yüzde 31. Buradan politikacılara da malzeme çıkıyor. Sabah
akşam Batı’ya söven AKP hükümeti döneminde, Batı yaşam tarzıyla özdeşleştirilen
obezite artmış; işe bak! Peki, bu nasıl olmuş?
Bilimsel
çalışmalar obezite artışında yaşam tarzının değişmesinin rol oynadığını söylüyor.
Hareketsizlik, hazır yemekler (fast food) ve elektronik aletlere bağımlılık
gibi... Türkiye’de son 15-20 yılda değişen yaşam tarzına bakınca obeziteye yol
açan bu etkenlerin arttığını görüyoruz. Özellikle büyük kentlerde sokakta
çocukların oynayacağı alan kalmadı. Boş zamanlarını alışveriş merkezlerinde
(AVM) geçiren aileler, çocuklarını hazır yemek kültürüne altın tepsiyle sunuyor
aslında. Tiyatrodan sinemaya her şey AVM’lere tıkıldı. Konsere giden, hamburger
yiyip, gömlek alıp eve dönüyor.
Türkiye’de
obezitenin en az görüldüğü iller Doğu ve Güneydoğu Anadolu (%20). AVM’si
olmayan illerin hemen hemen hepsi bu bölgede. Tesadüf mü? Karadeniz’de alan
daha dar olmasına rağmen neredeyse Doğu’daki kadar AVM var. Türkiye’deki 377
AVM’nin 108 tanesi ise İstanbul’da. Sonuç ortada. Marmara ve Karadeniz’de obezite
oranı Türkiye ortalamasının da üzerinde (%33). Ege’de ise obezite oranı yüzde
28. İzmir gibi bölgenin en kalabalık ilinde sadece üç tane AVM var. Sağlıklı
Ege yemeklerinin etkisi de unutulmamalı. AVM’de vakit geçirenle, sokakta
oynayan çocuklarda obezite görülme sıklığı mutlaka araştırılmalı. Ortada
şüpheli bir durum var. Çocuklarda obezite görülme oranında yıllara göre artış
olduğunu da söyleyelim.
Türkiye’de
rant ve yolsuzluğun arasındaki ilişkiyi anlatmaya gerek yok. En kolay para
kazanma yolu kentlerdeki değerli arazileri eşe dosta peşkeş çekmek. Dönemin
Hükümet Sözcüsü Bülent Arınç’ın, “Gökçek bu yapıya Ankara’yı parsel parsel
satmıştır. Zengin işadamlarına okul yaptırmıştır. Yurt yerleri sağlamıştır”
sözlerini hatırlayın. Çocuklarımızın sağlığının rant için görmezden
gelindiğinin itirafı bu sözler.
Soralım... Ankara’da
başta Atatürk Orman Çiftliği olmak üzere çocukların obez olmamasını sağlayacak
yeşil alanlar AVM’lere, saraylara kurban edilmedi mi? ODTÜ ormanı otomobillerin
gaza bastığı değil, öğrencilerin spor yaptığı bir yeşil alan kalamaz mıydı? İstanbul’da
Cevahir Alışveriş Merkezi’nin yerinde dev bir park yapılamaz mıydı? Bahçeşehir
Göleti’nin etrafındaki parseller satılmasa çocuklar bisikletleriyle gezse daha sağlıklı
olmazlar mıydı?
Sözün kısası,
yolsuzlukların sizi ilgilendirmediğini sanıyorsanız yanılıyorsunuz. O yüzden de
çocuklarınızı hasta eden bu zihniyetten hesap sormayı ihmal etmeyin.
Perulu çiftçi Almanya’nın kömür devine karşı
Özgür Gürbüz-BirGün/4 Aralık 2017
Çocuklukta odamda Metin, Ali ve Feyyaz’ın posterleri vardı. Odama futbolcu posteri asmayalı çok oldu ama yakında duvarımda Saul Luciano Lliuya’nın bir fotoğrafını görürseniz hiç şaşırmayın. Luciano bir futbolcu değil, Perulu bir çiftçi. Dünyanın en büyük enerji devlerinden RWE şirketine karşı dava açmış, çevre hareketinin umut vaat eden hücum oyuncularından.
Luciano hakkında
fazla bir bilgimiz yok ama iki ayağından çok kafasını iyi kullandığını
görebiliyoruz. Peru’nun Huarez adlı kasabasında yaşadığını, 37 yaşında olduğunu
biliyoruz. Elimizde kararlı bakışlarıyla bizi etkileyen bir fotoğrafı var.
Huarez kasabası, eriyen buzullar yüzünden taşma potansiyeli olan bir göle ev
sahipliği yapıyor. Luciano, Almanya’nın elektrik talebinin üçte birini
karşılayan RWE’den kendisi için 6 bin 384 avro tazminat talep ediyor. Su
baskını tehlikesine karşı evini korumak için harcadığı paraya karşılık. RWE’yi
Luciano’dan daha iyi tanıyoruz. Denizli’de Turcas Enerji ile birlikte
işlettikleri 800 MW’lık bir doğalgaz santralları var. Dünyada sahip oldukları
santralların kurulu gücü ise 40 bin megavatı (MW) geçiyor; Türkiye’nin tüm
kurulu gücünün yarısı kadar. Almanya’da üretilen elektriğin üçte birini bu
şirket sağlıyor. Kömür, doğalgaz ve nükleer santral öncelikleri.
Yapılan
hesaplara göre, şu ana kadar atmosfere bırakılmış, iklim değişikliğine yol açan
seragazlarının yüzde 0,5’inden RWE sorumlu. O yüzden de Luciano, RWE’den
kasabasını buzulların erimesiyle taşacak göl sularından korumak için gereken
masrafın yüzde 0,5’ini (17 bin avro) karşılamasını istiyor. Sorumlu sizsiniz,
bedelini ödeyin diyor. Almanya’daki Germanwatch adlı çevre örgütü de onu
destekliyor. Luciano davayı kazanır mı göreceğiz ama Almanya’daki mahkemenin
dava talebini kabul edip, Perulu çiftçiyi dinlemeye karar vermesi herkes
tarafından bir milat kabul ediliyor. Bu davanın, gelecekte “Yaşamspor” kadrosunda mücadele eden birçok gence ilham vereceğinden
eminim.
Luciano’nun
davası bizi de ilgilendiriyor. Afrika’dan bir köylünün, tarlasındaki ürünleri
yakan kuraklık için Türkiye’de EÜAŞ’a dava açması veya yeni kömür
santrallarından birinden tazminat talep etmesi artık kimseyi şaşırtmamalı. Türkiye’de
“milli enerji” diye pazarlamaya çalışılan kömür (zehir) yüzünden bedel
ödeyenlerin, dünyanın neresinde olursa olsun kirletenden de hesap sorduğu bir
enerji hareketi başlıyor. İklim adaletinden bahsediyoruz…
Nefesiniz Cebinizde
Kış aylarına
girdik. Elektrik enerjisinin üçte birini kömürden üretip havasını kirleten
Türkiye’de, kömür ısınmak için de kullanılıyor. Sonuç malum; hava kirliliği! Dünyada
her yıl 7 milyondan fazla kişi hava kirliliği nedeniyle ölüyor. Akciğer
kanserine bağlı ölümlerin yüzde 36’sının, kalp hastalıklarına bağlı ölümlerin
yüzde 24’ünün sorumlusu kirli hava. Havamızı temizlemek için enerji, sanayi ve
ulaşım politikalarını değiştirmek gerek. Birkaç günde olacak iş değil. Günlük
hayatta ise yapabileceklerimiz sınırlı. Havanın çok kirli olduğu günlerde
dışarıda geçirdiğimiz zamanı azaltmak bile önemli olabilir. Bunu yapabilmek
için de havanın ne kadar kirli olduğunu bilmemiz gerek. Türk Toraks
Derneği’nin, akıllı telefonlarınıza indirebildiğiniz uygulamasıyla bulunduğunuz
yerdeki hava kirliliğini saati saatine izleyebilirsiniz. Nefesiniz Cebinizde
adlı ücretsiz programı cep telefonunuza indirmeniz yeterli. Uygulama,
istediğiniz hava kirliliği ölçüm istasyonundan bilgi almanızı sağlıyor ve bu
değerleri Dünya Sağlık Örgütü’nün verileriyle kıyaslıyor. Size havanın çok
kirli olduğu anlarda uyarı bile gönderiyor. Mutlaka kullanın. Hem sağlığınızı
koruyacak hem de bizi bu hava kirliliğine mahkum eden politikaların sonuçlarını
gördükçe isyan edeceksiniz.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)