Sinop etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Sinop etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Nükleerden elektrik değil oy bekleniyor

Özgür Gürbüz-BirGün/12 Mart 2018

Türkiye’de kurulmak istenen nükleer santralların pahalı olduğunu herkes biliyor. Akkuyu’da Rusya devlet şirketi Rosatom’a verilen alım garantisi kilovatsaat başına 12,35 dolar sent. Elektriğin şu andaki piyasa fiyatı 5 dolar sent. Rüzgar güneş gibi kaynakların ihalelerde verdikleri fiyatlar 5 sentin bile altına iniyor. Sinop’ta da durum farklı değil. Nükleer santrallar kurulursa Türkiye’de elektrik daha pahalıya üretecek.

Enerji Bakanlığı, enerjide “yerli ve milli” olalım diyor ama nükleer santralların yerli ve milli olmadığını herkes biliyor. Nükleer santralları Rus, Japon ve Fransız şirketleri kuracak. 60 yıl işletip yüksek alım garantileriyle ceplerini doldurduktan sonra tonlarca nükleer atığı bize bırakıp gidecekler. Birkaç tane yandaş şirket çimento, demir satacak, bizimkiler de onu yerliymiş gibi gösterecek. Bu işin Rusya’dan ya da Japonya’dan elektrik almaktan farkı yok. İthal nükleer, ithal bela. Yapılan anlaşmalar ortada. Santrallarda çoğunluk hisse hep Rusya (Mersin) ve Japon-Fransız (Sinop) tarafında kalacak.

Rosatom'un Ortadoğu ve Kuzey Afrika Direktörü Aleksandır Voronkov geçen hafta  İstanbul’da konuştu. “Akkuyu’da güvenlik standartları en üst seviyede” dedi. ABD’deki Üç Mil Adası kazası öncesi Amerikalılar, Çernobil öncesi Sovyetler ve Fukuşima öncesi Japonlar da aynen böyle düşünüyordu. Nükleer lobi, her kazadan sonra güvenlik standartlarını yükselttiğini, bir daha böyle bir kaza olmayacağını söyler. Onların bu söylemlerine inanalar yüzünden 50 yılda dünyada üç büyük nükleer kaza oldu.

Fukuşima kazasının üzerinden yedi yıl geçti. Çekirdek erimesi yaşanan santralde nükleer reaksiyonu kontrol altına almak için her gün tonlarca su kullanılıyor. Bu rakam günde 400 tondan 100 tona indi ama okyanusa/toprağa karışması,  radyoaktif kirliliğe maruz kalan bu suyun depolanması gibi sorunlar çözülemedi. Santral sahasındaki tanklarda 1 milyon tondan fazla radyoaktif su bekletiliyor. Arıtmadan sonra bile radyasyon içeren bu suyun okyanusa boşaltılması konuşuluyor ki bunun bir çözüm olmadığı ortada.

Radyasyon bulutlarının vurduğu bölgede de durum farklı değil. Radyasyona bulanmış toprak tek tek kazınarak büyük siyah torbalara konuyor. Bölgedeki depolama alanlarında 15 milyon metreküpten fazla radyasyona bulanmış toprak olduğu belirtiliyor. Türkiye’de bir nükleer kaza olduğunda, radyasyonlu toprağı kazıyacaklarını, binaların cephelerinde radyasyon görürlerse o sıvaları sökeceklerini düşünüyor musunuz? Radyasyon denen cin nükleer santraldan çıkınca onu durdurmak mümkün değil. Bunu da herkes biliyor.

Peki, Türkiye neden nükleer santral kurmakta inat ediyor? Yanıt belki de “inat” kelimesinde gizli. Nükleer santral projesi sadece AKP değil, belki de son 50 yıldır bu ülkede öyle bir pompalandı ki, mevcut hükümet kritik seçim öncesi projelerden vazgeçmenin kendisine oy kaybettireceğini düşünüyor olabilir. Malum, seçmenlerin bazıları nükleer santralın ülkeyi kalkındıracağını sanıyor. Nükleer santral sahibi Pakistan’ın durumu ortada. Kalkınmada elektriğin rolü nükleer olması değil, ucuz ve güvenli olmasıdır.

Birçokları ise nükleer santral kurulduğunda Türkiye’nin nükleer silah yapabileceğini düşünüyor. Bunun da ülkeyi güçlü kılacağını, bu yüzden de “dış güçler”in bunu istemediğini. Bu komploların sahipleri, Türkiye’nin nükleer silah yapmamak için Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşması’na imza attığını bilmiyor. Ne de silah yapmaya kalktığınızda İran gibi ekonomik ve siyasi ambargoların en ciddileriyle karşı karşıya kalacağımızı. Nükleer silahlanma ülkeleri güçlü değil hedef yapar. Hindistan ve Pakistan’ı hatırlayın. Biri nükleer silah yapınca öbürü de yapıyor. Kuzey Kore’de nükleer silah var ama ülke zaman zaman açlıkla karşı karşıya kalıyor. Kısacası, “dış güçler”in Türkiye’ye nükleer santral yaptırmamak gibi bir dertleri yok. Yapılırsa “onlar” yapacak zaten. Hükümetin dostu gibi görünen nükleer lobi ise bizi yönetenlerin böyle düşünmesini istiyor olabilir.

Sinop’ta “seçilmiş halkın” nükleer toplantısı

Sinop’ta nükleer için düzenlenen ‘halkın katılımı’ toplantısında amaç halkın katılmamasını sağlamaktı. Vali Hasan İpek ile görüşen CHP’li Sarıbal: Saray’dan aldığınız gücü kullanacaksanız istifa edin

Özgür Gürbüz-BirGün/ 7 Şubat 2018

Türkiye’nin en mutlu kentlerinden Sinop, az bulunan sessiz sakin kentlerden biri. Bu sessizlik dün sabah 4.30 gibi bozuldu. Sabahın erken saatlerinde, Samsun, Giresun ve İstanbul plakalı otobüslere doldurulan polis ve sivil kıyafetli insanların seslerine uyandım. Sinop Üniversitesi, Ahmet Muhip Dranas Uygulama Okulu’na doğru yola çıkan otobüslerin tek bir amacı vardı. Sinop’ta yapılmak istenen nükleer santralın ÇED süreci kapsamında düzenlenen halkın katılımı toplantısına halkın katılmamasını sağlamak. Mantıksız görünüyor ama toplantıya katılıp, nükleer santrala itirazlarını dile getirmek isteyen “halk” karşısında bariyerleri ve TOMA’ları görünce halkın katılımı toplantısına sadece “seçilmiş bir grubun” davetli olduğunu anladılar.

Sabah saat 6 gibi doldurulduğu söylenen toplantı salonuna yaklaşık 1 kilometre kala durdurulan Sinoplular ve beraberindeki kurum temsilcileri uzunca bir süre salona girmek için taleplerini kolluk kuvvetlerine iletti. Toplantıya katılması istenmeyen grubun içinde Sinop Milletvekili Barış Karadeniz, Bursa Milletvekili Orhan Sarıbal ve aynı zamanda TBMM Çevre Komisyonu Üyesi, İstanbul Milletvekili Ali Şeker de vardı. Sinop Belediye Başkanı Baki Ergül de halkın katılımı toplantısında olmayanlar arasındaydı. Sinop’ta çevre mücadelesi veren, konuyla ilgili 300’den fazla kişi dışarıdayken, içeridekiler kimdi, onları oraya kim getirdi, bu bir merak konusu. Bu esnada toplantıda “nükleer iyidir” den farklı bir düşünen bir kişinin linç edilmeye çalışıldığı da görüldü. ÇED kapsamında yapılması ve farklı görüşlerin dinlenmesi gereken bu toplantının yapılmadığı, bu kan dondurucu olayla da belgelenmiş oldu. İki kişi bu esnada gözaltına alındı.

Sinop Nükleer Karşıtı Platform Sözcüsü Murat Şahin, “Sözümona halkın katılımı toplantısı olan bu toplantıya Sinop halkı ve NKP olarak katılacağımızı en başından beri söyledik” diyor. Şahin süreci şöyle özetliyor: “Bir haftadır Sinop’ta bir sıkıyönetim ortamı yaratıldı. Kentteki tüm otelleri dışarıdan gelen polislerle doldurdular. Buna rağmen Uygulama Oteli’ne doğru yola çıktık. Yolda kimlik kontrolüyle bizi geciktirmeye çalıştılar. Bir kilometre kala, polis barikatı ve TOMA’larla karşılaştık. Yerel yöneticiler ve milletvekilleri olmasına rağmen salonun dolu olduğunu söylediler. Sinopluların katılamadığı bu toplantı yapılamamıştır. Bir an evvel Sinop ve ülkemizi tehdit eden, bu ve bunun gibi projelerden vazgeçmesini talep ediyoruz. Bugün Sinop halkı da nükleer santralı istemediğini ve bunun için sonuna kadar mücadele edeceğini dosta düşmana duyurmuştur.”

Barikatın arkasında kalan Sinoplular, sloganlarla toplantıya katılma isteklerini duyurmaya çalıştı. Karadeniz duydu, yağmur duydu ancak toplantıyı düzenleyen Envy şirketinin yetkilileri bunu duymazdan geldi. Bir saat boyunca süren protestodan sonra topluluk seslerini duyurmak için Sinop Valiliği’ne yöneldi. Kent içerisinde yürüyüşe geçen topluluk, kent merkezinde nükleer karşıtı sloganlar attı ve tüm Sinopluları mücadeleye çağırdı. Valilik önüne gelindiğinde ise bir anda arbede çıktı, polis gaz sıkarak kalabalığı müdahale etti. Bir kişi de burada gözaltına alındı. Bu olaydan sonra toplantının iptalini isteyenler 200’den fazla dilekçeyle bu taleplerini Sinop Valiliği’ne iletti ve toplantıyı kurallara uygun gerçekleştirmeyenler hakkında suç duyurusunda bulundu. Uzunca bir süre Valilik önünde, polis barikatının arkasında tepkilerini dile getiren nükleer karşıtları, sabahın erken saatinde başladıkları protestolarını dört saatlik uzun bir maratonun ardından basın açıklamasıyla sonlandırdı.

Japon ve Fransız şirketlere karşı
Sinop, OHAL koşullarından faydalanmak isteyen Japon ve Fransız şirketlerine bir kez daha nükleere karşı olduğunu haykırdı. Taşıma polis ve taraftarla Sinop’ta nükleer değirmen döndürmeye çalışanların işinin zor olduğunu söyleyelim. Pahalı nükleeri finanse etmekte zorlandıkları bilinen, Cengiz, Kolin ve Kalyon konsorsiyumunun Akkuyu’daki nükleer santral projesinden çekilme haberi de, insanların itiraz ettiği ve ekonomik açıdan oluru olmayan bu projelerin ne kadar kırılgan olduğunun bir göstergesi. 6 Şubat 2018 tarihinde, Sinop’ta atılan slogan her şeyi özetliyor: “Bu daha başlangıç, mücadeleye devam.”

***
CHP’li vekil istifaya çağırdı
Nükleer santral projesinin yapılamayan halkın katılımı toplantısı sonrasında, CHP Bursa Milletvekili Orhan Sarıbal, Sinop Valisi Hasan İpek'i istifaya davet etti. Valiyle yaptığı görüşmeyi BirGün’e anlatan Sarıbal, şunları söyledi: “Valiye açıkça şunu söyledim. Sizin göreviniz yasalardan, yönetmelikten gelen bu topluluğun haklarını mı korumak yoksa Enerji Bakanlığı’nın, Saray’ın veya bir grup rantiyecinin haklarını mı korumak? Eğer siz burada, polis koridoruyla halkın geleceğini, Sinop’un suyunu, doğasını, balığını ve çevresinin geleceğini bir grup rantçıya açık bir şekilde teslim edip, Sinop halkını dışarıda bırakıyorsanız istifa edin dedim. İstifaya çağırdım. Ya Sinop’a ihanet eden bir kamu görevlisi olarak kalacaksınız ya da onurlu biri olarak yaşamaya devam edeceksiniz. Siz buranın kamu görevlisiniz. Polisi oradan kaldırın ya da salonu büyüterek toplantıyı yaptırın. Yaptırmıyorsanız sorumluluk sizindir. Bu halk Çevre Bakanlığı’nı, Enerji Bakanlığı’nı tanımaz. Bu halk kamu görevlisi olarak sizi tanır. Siz de yetkinizi yasalardan alırsınız. Ama siz iktidardan, İçişleri Bakanlığı’ndan Saray’dan yetki alıyorsanız o zaman devletin valisi değil birilerinin adamı olursunuz, biz de bunu reddediyoruz dedim.”

Bir kez daha... Nükleere hayır!

Sinop’ta yarın nükleer için toplantı var. Bu memleket benim diyorsanız, Sinop’taki salonu, meydanları, evlerinizin camlarını ve sosyal medyanızı #NükleereHayır yazısıyla doldurmalısınız

Özgür Gürbüz-BirGün/5 Şubat 2018

Sinop’ta yarın (6Şubat 2018), bir bilgilendirme toplantısı yapılacak. Yapılırsa, Karadeniz’in en bakir kıyılarını radyasyona bulayacak, balıkçılığa büyük darbe vuracak nükleer santral projesi konusunda halk bilgilendirilecek! Yetkililer halkı bilgilendirme konusunda o kadar istekli ki, toplantıyı şehir merkezinin dışında (Akliman, Sinop Üniversitesi Uygulama Oteli), 150 kişilik bir salonda yapıyor. Ellerinde nükleer santralı savunacak tek bir argümanları dahi olmadığı için, yıllardır yaptıklarını yapmaya çalışacaklar. Tartışmadan, konuşmadan nükleer santralı Sinop’a yutturmaya çalışacaklar. Sinop bu oyuna gelir mi göreceğiz.

Japonya ve Fransa’nın işsiz nükleercisine Sinop müjdesi
85 bin megavat kurulu güce sahip Türkiye’de, en yüksek elektrik talebi 47 bin megavat. Mevcut santralların çoğu da baz yük, yani düğmesine bastığında elektrik üretiyor. O yüzden iki kata varan fazla kapasitenin, rüzgar kesilir, baraj susuz kalır gibi bir izahı da yok. Türkiye’nin dağ gibi elektrik fazlası ve harcadığının dörtte biri kadar tasarruf potansiyeli var. Hükümet de bunu biliyor. Sinopluları kandırmak için santral yapılırsa binlerce kişiye istihdam sağlanacak diyor. Kuyruklu yalan tabi.

Nükleer endüstrinin propaganda kaynakları bile (NEI) bir nükleer tesiste 400 ila 700 arasında kişinin çalışacağını söylüyor(1). Kapıdaki bekçiyi falan saymazsanız bu işlerin büyük bir kısmı da Fransa ve Japonya’dan gelecek mühendis ve uzmanlardan oluşacak. Sinop’ta iş umuduyla santrala sıcak bakan varsa, onları bekleyen tek işin inşaat sırasında ortaya çıkacak, kol gücüne dayalı geçici işler olduğunu söyleyelim.

Bir örnek üzerinden hesap yapalım. ABD’de şu anda iki yeni nükleer reaktörün (Vogtle 3-4) yapımı “şimdilik” sürüyor ve yaratacağı istihdamın 800 kişi olması bekleniyor(2). O yüzden Sinop’ta 4 reaktörden oluşacak santralda en fazla 1600 mühendis ve nükleer uzman olacak diye düşünebilirsiniz. Bunların çoğu da Fransız Engie ve Japon Mitsubishi’nin yurt dışından getireceği kadrolarına ayrılacak. Dua edelim de Japonlar ve Fransızlar mantıyı sevsin, yoksa nükleer santral yüzünden balıkçılığı bitecek, turizmi ölecek Sinop’ta başka yapacak iş kalmayacak.

Bu işten kim karlı çıkacak? Elbette dev nükleer endüstrisi ve dünyanın en büyük nükleer filolarından birine sahip olmasına rağmen nükleer enerjini payını azaltmayı planlayan Fransa’nın işsiz nükleercileriyle, Fukuşima kazası sonrası ülkede çalışır 5 reaktörü kalan Japonlar. Bundan beş gün önce, Fransa’nın devlet şirketi EDF, nükleer enerjinin elektrik üretimindeki payını düşürmek için hangi nükleer reaktörlerini kapatacağını 2019 yılında açıklayacağını söyledi. Nükleeri savunanların dilinden düşürmediği Fransa, “ucuz”, “güvenli” ve “temiz” olduğu iddia edilen nükleerin payını niye düşürmek istiyor diye soran yok bizim ülkede? Orada işsiz kalacaklara Sinop umut olacak. Fukuşima nükleer felaketinden sonra ülkedeki 54 nükleer reaktörün 12’si kapatıldı. Kalan 42 reaktörün 37’si de yedi yıldır çalıştırılmıyor. Oradaki işsiz mühendislerin bir bölümü de Sinop’tan ekmek yiyecek.

Söz ABD’den açılmışken oradaki son durumu da aktaralım. Yukarıda yapımı süren iki reaktör olduğunu ama inşaatın “şimdilik” devam ettiğini yazmıştım. Şimdilik diyorum çünkü 31 Temmuz 2017’de yapımı süren diğer iki reaktörün (V.C. Summer 3-4) inşaatı durduruldu. Yaklaşık 9 milyar dolar harcanmış projeden şirket vazgeçti çünkü hem inşaat 5 yıl gecikti hem de 11,5 milyar dolara bitecek denen projenin maliyetinin, devam edilse 25 milyar dolara çıkacağı görüldü. 2013’ten bu yana ABD’de 6 nükleer reaktör kapatıldı. 1980’den bu yana da sadece, yarım kalmış bir nükleer reaktör tamamlandı. Yeni nükleer reaktör projeleri suya düştü. Kalan son iki inşaatın da geleceği pek parlak değil çünkü nükleer enerji pahalı ve tehlikeli. Doğalgazla, güneşle ve rüzgarla rekabet edemiyor. Atık sorununa da çözüm bulunamadı. Yerin altına gömeceğim diyerek 244 bin yıl radyoaktif kalan atıklardan kurtulacağım diyemezsiniz.

Fatura halka çıkar
Mersin veya Sinop’ta nükleer santral inşaatı başlarsa, sonunun ABD, Fransa veya Finlandiya’daki reaktörler gibi olması kaçınılmaz. Orada bu zararları şirketler ödüyor. Bizde ise köprü ve otoyollardan tecrübe ettiğimiz gibi fatura halka çıkıyor. Hükümete yakın şirketler piyasa fiyatının üç katına elektrik satacak, zararı ise devlet vatandaşın faturasına gizli bir vergi kalemi daha ekleyerek yıkacak. Kayıp kaçakta olduğu gibi.

Bu memleket benim diyorsanız, yarın Sinop’taki salonu, meydanları, işyerlerinizin, evlerinizin camlarını ve sosyal medyadaki hesaplarınızı #NükleereHayır yazısıyla doldurmalısınız.

(1) Job creation and benefits of nuclear energy, NEI. http://bit.ly/2CYJjBj
(2) Gibson proposes nuclear power plant for region, The Post Star. http://bit.ly/2nAVSck

OHAL’de mücadele

Özgür Gürbüz-BirGün/29 Şubat 2018 

Bugün çevre mücadelesinin önündeki en büyük sorun nedir deseniz, OHAL’i de listenin en üst sıralarına koyarım. Çevre mücadelesi şiddetten, çatışmadan beslenmez, demokrasi içinde yeşerir. Demokrasi, barış ortamı yoksa doğa da korunmaz. Geçen hafta Türkiye’nin doğasına büyük zarar verecek birçok karara imza atıldı. OHAL hepsinin gizli koruyucusu. Nasıl mı? Anlatalım. 

Geçen hafta Eskişehir’de kurulmak istenen termik ve Sinop’ta yapılmak istenen nükleer santralın ÇED süreçleri başlatıldı. 6 Şubat’ta Sinop’ta nükleer santral konusunda halkı bilgilendirme toplantısı yapılacak. Çerkezköy/Tekirdağ’da kurulmak istenen kömür santralı içinse 1 Şubat’ta halkın katılımı toplantısı düzenlenecek.

Sinop’ta on binlerce insanın nükleere karşı sokağa döküldüğü günleri hatırlarsınız. Şimdi ise OHAL yüzünden bu ve benzeri gösteriler hemen yasaklanıyor. Artvin’de örneği var. OHAL olmasa Cengiz Holding Cerattepe’de madeni işletebilir miydi? Belli ki, baldan tatlı ihaleyi kaçırmak istemeyen Japon ve Fransız şirketler, Türkiye’deki hukuksuzluktan, OHAL’in getirdiği gösteri yasaklarından da faydalanıp, Sinop’ta işi oldubittiye getirmeye çalışıyor.

Herkes biliyor ki, OHAL olmasa değil bu şehirlerde toplantı düzenlemek, nükleercilerin, termikçilerin kente adım atması mümkün olmazdı. OHAL, doğa katillerine kalkan oldu, Türkiye’nin doğası, geleceği olağanüstü koşullar bahane edilerek bitiriliyor, peşkeş çekiliyor.

OHAL sadece çevrecilerin derdi de değil. Hatırlayın…  

130 bin metal işçisi grev kararı aldı, “milli güvenliği bozucu” denerek işçilerin grevi yasaklanıyor.  İşçiler miting yapmak istese karşılarına OHAL çıkıyor. AKP Genel Başkanı da, “Şimdi grev tehdidi olan yere OHAL'den istifade izin vermiyoruz. Bunun için kullanıyoruz OHAL’i” demişti. Çaresiz kalan işçi, açlığı protesto etmek için Meclis’in önünde kendini yakıyor.

Nuriye Gülmen ve Semih Özakça, haksız yere işlerinden atıldıkları için 324 gün açlık grevi yaptılar. OHAL İnceleme Komisyonu işe iade taleplerini reddetti. Şiddetsiz, barışçıl protesto demokrasilerde insanların en temel hakkıyken, OHAL sürecinde bu hak ellerinden alındı. Açlık grevinin büyük bir bölümünü cezaevinde geçirdiler.

Örnekler çok, satırlar yetmez. OHAL ülkeyi bitiriyor. Ticaretten siyasete her yere kaos hakim oluyor. Bu durumu değiştirmenin tek bir yolu var. OHAL’i kaldırmak, memleketi normalleştirmek. Aynı referandum sürecinde “hayır”da buluşulduğu gibi, “OHAL’le mücadele”de de ortaklaşmalı. OHAL kalkarsa, işçi, çevreci, akademisyen, herkes daha başarılı bir mücadele sürdürebilir. Ülke KHK’lerle yönetilmez.

“OHAL’le mücadele” edelim ama “OHAL’de nasıl mücadele edeceğiz” diye soruyorsunuz. Alışverişte, okulda, sosyal medyada sesimizi çıkararak edeceğiz. Paramızın OHAL’cilere gitmediğinden emin olarak, bu durumu destekleyen süpermarkete gitmeyerek, demokrasi karşıtı muslukçuyu eve çağırmayarak, bu kaostan beslenen müteahhitten ev almayarak, tüketimi en aza indirerek, sosyal medyada gerekirse “troll” gibi çalışarak “OHAL’de mücadele” edeceğiz. Herkesin bir partisi, derneği, sendikası olacak. Akşamları dizi izlemek yerine bu örgütlerde çalışılacak. Yandaş kanallar kumandanın tuşlarından silinecek. Bağımsız medyaya sahip çıkılacak. Bağımsız medya da kendi gündemine odaklanacak. “OHAL”cilerin yüzünü dahi göstermeyecek. Evdeki modeminize verdiğiniz ismin bile sesinizi duyurmak için bir araç olduğunu unutmadan, susmadan Türkiye’yi özgürleştireceğiz. Karşı tarafın çok olduğunu sanmayın. Çok olsalar, sosyal medyada fikirlerini yaymak için parayla adam tutarlar mıydı?

Ülkenin bugünkü halinden memnun değilseniz, OHAL’le, OHAL’de mücadele etmekten başka çare yok.

Türkiye’nin radyasyonla imtihanı

Özgür Gürbüz-BirGün/30 Kasım 2017

Türkiye birkaç haftadır Rusya veya Kazakistan’dan yayıldığı anlaşılan Rutenyum-106 adlı radyoaktif izotopu konuşuyor. Doğada olmayan, sadece nükleer atıklarda ve uydularda rastlanabileceği söylenen bu izotopun atmosferdeki varlığını Fransa Nükleer Güvenlik Enstitüsü’nden (IRSN) öğrendik. Uzmanlar, bir nükleer tesiste Eylül sonunda bir kaza meydana geldiğini düşünüyor. Rutenyum’un Avrupa’da radyasyon ölçüm cihazlarına yakalanması ve yüksek seviyelerde tespit edilmesi ise Ekim başlarında oldu. Kazanın gerçekleştiği bölgede durumun farklı olabileceği ancak Avrupa açısından ciddi bir tehdit olmadığı söylense de, radyasyonun kaynağının açıklanmaması şüpheleri artırıyor.

Haberin 10 Kasım’da dünyanın önde gelen medya kanallarına yansımasıyla işin büyüdüğünü söyleyebiliriz. Ben de kendi Twitter hesabımdan (@ozzgurbuz) haberi 10 Kasım’da duyurmuştum. Herkes birbirine sormaya başladı; nereden geliyordu bu Rutenyum-106. Olayı ciddiye almamak hata olur ancak bu gibi durumlarda spekülatif haberlerden kaçınmak gerek. IRSN tarafından yayımlanan ve Rutenyum-106’ın muhtemel kaynağını gösteren haritayı radyasyonun yayılma haritası sananlar bile oldu. Sosyal medyadan dışarı çıkmayın mesajları bile gelmeye başladı. Herkes ne yapacağını birbirine soruyordu. O nedenle bu yazıyı yazmadan önce Fransa’dan, Greenpeace’ten uzmanlarla konuştum ve bilgileri birkaç kaynaktan teyit ettim. Şimdilik risk yok ama durum değişirse de bildirmek görevimiz.

Dünyada bunlar olurken, Mersin ve Sinop’ta nükleer santral kurmaya heveslenen Türkiye’de, resmi makamlardan çıt çıkmadı. Olası bir kaza veya sızıntı durumunda bizi uyarmasını “umduğumuz” TAEK’in (Türkiye Atom Enerjisi Kurumu) ilk açıklama yaptığı tarih 29 Kasım 2017. İddiaların dünya kamuoyuna yansımasından tam 19 gün sonra. Bu süre içerisinde Türkiye can güvenliği olup olmadığını hep yurt dışındaki haberlerden ve onların kötü çevirilerinden öğrenmeye çalıştı. İş, cep telefonumuza gelen yağmurlu havada dışarı çıkmayın mesajlarına kadar geldi. Halbuki, TAEK’in ilişkide olduğu Uluslararası Atom Enerji Ajansı (UAEA) 13 Ekim’de bir rapor yayımlamıştı. Bu raporda, 7 Ekim tarihinde Ankara’daki Rutenyum-106 seviyesinin metreküpte 0,018 mBq olduğu yazılıydı. Oldukça düşük bir değerden bahsediyoruz. UAEA’na bu rakamı TAEK vermiş. Peki, TAEK bu rakamı neden o gün ya da 10 Kasım’dan sonra açıklayıp Türkiye’yi rahatlatmadı? Sorunun yanıtı yok.

Bu sorunun yanıtını TAEK verir mi bilmiyoruz ama aklımıza ister istemez Çernobil geliyor. 26 Nisan 1986 yılında Sovyetler Birliği’nde Çernobil kazası olmuş, radyoaktif bulutlar Türkiye’ye doğru yol almaya başlamıştı. Yağışların da etkisiyle Doğu Karadeniz ve Trakya bölgeleri başta olmak üzere Türkiye ciddi bir radyasyon serpintisine maruz kalmıştı. Dönemin yetkililerinin tek derdi ise halkı tehlikeye karşı uyarmak ve gerekli tedbirleri almak yerine, “Biraz radyasyon kemiklere iyi gelir” (Kenan Evren) ve “Radyoaktif çay daha lezzetlidir” (Turgut Özal) gibi demeçlerle olayı gizlemeye çalışmaktı. Türkiye nükleer santral yapmak istiyordu ve nükleer santralın ne kadar tehlikeli olduğunu gösteren Çernobil kazasının üstünü örtmek gerekiyordu. Türkiye’nin bir nükleer kaza karşısında ne kadar hazırlıksız olduğu da o gün görüldü. Acısını hala çektiğimiz ve aslında hiç suçumuz olmayan bir facia yaşadık.

Bugün yaşananlar da Çernobil’i hatırlatıyor. Türkiye yine nükleer santral kurmak istiyor ve hükümet nükleer santralın ne kadar tehlikeli olduğunu gösteren bu örnekleri gündeme bile getirmek istemiyor. Üstelik, kazanın Akkuyu’da nükleer santral kurmak isteyen Rosatom’a ait Mayak’taki nükleer atıkların yeniden işlendiği tesiste olduğuna dair şüpheler varken. Akkuyu’da dev bir nükleer santral kurmak isteyen şirketin, gizemli bir kazaya neden olduğu ve bunu dünyadan saklamaya çalıştığı doğru çıkarsa, Türkiye’de Rus nükleer santralını pazarlamanın daha da zorlaşacağı ortada. Rutenyum-106 konsundaki sessizliğin nedeni bu olmasın sakın?

ABD’de nükleer rönesans yalan oldu

Özgür Gürbüz-BirGün/28 Ağustos 2017

Nükleer enerjinin durumunun Avrupa’da perişan olduğunu herhalde bizim Enerji Bakanlığı dışında herkes biliyor. Almanya nükleer santrallarını birer birer kapatıyor. Fukuşima öncesi, 17 büyük reaktöre sahip ülkede şimdi 8 nükleer reaktör kaldı. Onların da hepsi 2022’ye kadar kapanacak, yol haritası belli. Japonya’daki nükleer santral felaketi öncesi yeni santral yapmaya hevesli İsviçre şimdi tam tersini yapıp, eldekileri kapatıyor. İtalya, Yunanistan, Avusturya, Norveç, İrlanda ve Yunanistan gibi nükleere kapılarını kapatmış ülkeleri hiç saymıyorum.

Batı Avrupa’da yeni nükleer reaktör yapan iki ülke var; Finlandiya ve Fransa. Finlandiya’da 2005 yılında yapımına başlanan ve maliyeti 3 milyar 200 milyon avroyu bulacağı söylenen reaktör hâlâ bitirilemedi. Halbuki 2009 yılında işletmeye alınacağı söylenmişti. Şirketin tahmini, reaktörün 9 yıl gecikmeyle 2018 sonunda elektrik üretimine başlanacağı yönünde. Tek reaktörün maliyeti de 8 milyar 500 milyon avroya çıktı. Tahmin edilenin neredeyse 3 kat fazlasına.

Olkiluoto-3 reaktörünün Finlandiya’ya çok pahalıya patladığı ortada. Gecikme ve artan maliyetler yüzünden Finlandiyalı TVO şirketi ile reaktörü yapan Fransız Areva ile Alman Siemens şirketleri Uluslararası Tahkim Mahkemesi’nde davalık oldu. Areva, bu davadan büyük bir maddi ceza alacağa benziyor.

Fransa’daki proje de farklı bir durumda değil. Finlandiya’daki reaktörün bir benzeri de Fransa’da yapılıyor ve o da 10 yıla rağmen bitirilemedi. Bahsedilen reaktör ilk ortaya atıldığında teknolojisi ve ucuzluğuyla örnek olacak diye öve öve bitirilemiyordu. Dünyanın en büyük ekonomik fiyaskolarından biri oldu. Sinop’taki nükleer santral projesine de reaktör sağlayacak Areva, bu iki projeden dolayı ciddi zarar etti. Fransız hükümeti, batan nükleer reaktör yapımcısı şirketini kurtarmak için yine bir başka devlet şirketi EDF’yi devreye soktu.

Fransa gibi dünyanın hem teknoloji hem de nükleer enerjiyi kullanma konusunda öncü ülkesinde yaşananlar ve Fukuşima kazası, orada bile nükleer enerjiyi gözden düşürdü. Türkiye’de sık sık örnek gösterilse de Fransa’daki gerçek şu: Elektrik üretiminin yüzde 75’ini nükleer santrallardan sağlayan Fransa, 2025’e kadar bu payı yüzde 50’ye indirme kararı aldı.

Bizim ülkedeki bazı atom kafalar bunun ne demek olduğunu anlamıyor. Anlatalım. Elinde dünyanın en ileri nükleer teknolojisi ve halihazırda 58 tane çalışabilir nükleer reaktörü olan Fransa, bu en ucuz ve tehlikesiz olduğu iddia edilen enerji kaynağına sırtını çeviriyor. Fransa Çevre Bakanı Hulot, önümüzdeki sekiz yıl içinde reaktörlerden 17 tanesinin kapatılabileceğini söylüyor.

Bir devletin en ucuz ve en güvenilir olduğu iddia edilen enerji kaynağından vazgeçmesinin, o ülkeyi yönetenler delirmediyse bir nedeni vardır. “Paris’in yanında bile nükleer var” diye demeç veren ahaliye, Paris’te neler olduğunu anlamalarını özellikle tavsiye ederim.

ABD’de iki nükleer proje donduruldu
Gelelim ABD’ye. Nükleer enerji geri dönüyor masalını pompalayan ve bunu “Nükleer Rönesans” başlığıyla pazarlayan nükleer lobinin son fiyaskosu da Kuzey Amerika’da gerçekleşti. 1996’dan bu yana sadece bir nükleer reaktör devreye alan (o da, yapımına 1973’te başlanan ve ciddi finansal sorunlar nedeniyle 43 yılda bitirilen Watts Bar-2 reaktörü) ABD’de inşaatı süren dört reaktörden ikisi teslim bayrağını çekti. Neredeyse yarısı tamamlanan ve 9 milyar dolar harcanan iki reaktörü bitirmeme kararı alan Güney Karolina Elektrik ve Gaz Şirketi, projenin artan maliyetine işaret etti. İki reaktörün işe başlandığında 11,5 milyar dolara bitirilmesi bekleniyordu ancak yeni tahminler 25 milyar doları gösteriyor.

Şirket mevcut koşullarda nükleer enerjinin rekabet şansı olmadığını düşünerek 9 milyar doları toprağa gömdü. Bu kararda, Toshiba’nın alt kuruluşu ABD’deki Westinghouse Elektrik Şirketi’nin iflası da etkili oldu. Söz konusu iki reaktör Westinghouse tarafından sağlanacaktı. Onların sonu da Areva gibi oldu. ABD’de yapımı süren iki reaktör kaldı ve onların geleceğinin de pek parlak olmadığı ortada. O projelerin iptal haberlerini de yakında okuyabiliriz.

Türkiye’de ise Mersin Akkuyu’da 2018 yılında inşaata başlanılacağı, Sinop’taki sahanın gözden geçirilmesinin de bu yılın sonunda yapılacağı konuşuluyor. Eskiden nükleer ihale denince akla hemen rüşvet gelirdi. Toplantılarda, konferanslarda herkes yüzde 5’ten bahsederdi. Elbette bizde böyle şeyler olmaz ama dünyada bunlar yaşanırken Türkiye’de nükleer ısrarın devam etmesi aklıma hep o yüzde hesabını getiriyor. Projelerin iptal edilmemesinin mantıklı bir açıklamasını yapan da yok. Yüzde kaç diye sorsak itham etmiş oluruz. O yüzden sormuyorum.

Sinop'ta hayırlı miting

Özgür Gürbüz-BirGün/24 Nisan 2017

22 Nisan Cumartesi günü Sinop’ta nükleer santral istemeyenler toplandı. 350 bin kişiyi evinden eden Çernobil’in üzerinden 31 yıl geçti. Bir daha böyle nükleer kaza olmaz diyenler yanıldı, 6 yıl önce Fukuşima oldu. “Çernobil unutuldu, nükleer enerjiyi yeniden pazarlayabiliriz” taktiğiyle yola çıkan nükleer lobinin hevesi kursağında kaldı. Dünyada nükleer enerjiden çıkış daha görülür bir hal aldı. Fukuşima’ya “tüpgaz” diyen ve halkın ‘hayırlı’ itirazlarına kulaklarını tıkayan bizim hükümet gibi birkaç tane ülke kaldı nükleerde ısrar eden. Bu ısrarların ardında ekonomik ve çevresel kaygılar olmadığı da çok açık.

Halkoylaması sonrası, 1 Mayıs öncesi olmasına rağmen hatırı sayılır bir kalabalık ve kararlı bir nükleer karşıtlığı vardı Sinop’ta. Çocuklar, yaşlılar ve çok sayıda genç yürüdü, sloganlar attı ve halay çekti, horon vurdu. Mitinge hayır sloganları hakimdi. Haziran hareketinin ‘Doğanın Talanına, YSK’nin Yalanına Hayır’ pankartı herkesin ruh halinin bir özeti gibiydi.

İhalesiz, kapalı kapılar ardında yapılan pazarlıklarla Japon-Fransız ortaklığına hediye edilen nükleer santral projesinin geleceği aynı Mersin-Akkuyu’daki gibi meçhul. Fransız ortak Areva zararda. Son üç yılda ettikleri zararın toplamı 7 milyar avro civarında. Finlandya ve Fransa’da yapmaya çalıştığı nükleer reaktörler gecikti. Milyarlarca avroyu bulan zararı kapatmak için işlerinin reaktör le ilgili kısmını devlet şirketi EDF’ye satmaya karar verdiler. Zararı Fransız vatandaşları ve Sinop’taki iş ortakları Japon Mitsubishi kapatmaya çalışacak. Nükleer nasıl ayakta kalıyor diyenlere işte yanıtı. Zararı vatandaşa yüklüyorlar.

Nükleer endüstri zorda
Nükleer endüstri, yenilenebilir enerji kaynaklarının maliyetinin düşmesiyle tüm pazarlarda elektrik satışında zorlanıyor. Eski reaktörler rekabet etse bile yeni ve pahalı nükleer santralların eşit koşullarda hiç şansı yok. Zor durumda olan sadece Areva değil. Toshiba 9,1 milyar dolar zarar açıkladı ve ABD’de Westinghouseadıyla iş yapan nükleer bölümü iflasını istedi. Dünyada reaktör üreten firma sayısının bir elin parmakları kadar olduğunu düşünürseniz, nükleer endüstrinin nasıl bir kriz içerisinde olduğunu görebilirsiniz. Şu anda dünyada devlet desteği veya ciddi teşvik olmadan nükleer santral yapmak mümkün değil. O yüzden de yapımı süren nükleer reaktörlerin hemen hemen hepsi Çin, Rusya, Hindistan ve Orta Doğu ülkelerinde, büyük teşvikler, siyasi ilişkiler ve Türkiye’de olduğu gibi piyasa fiyatlarının çok üzerindeki alım garantileriyle ayakta tutulmaya çalışılıyor.

Ucuz nükleer iddiası güneş doğunca battı
Mevcut iktidar Rusya’yla yaptığı anlaşmayla Akkuyu’dan üretilecek elektriğin kilovatsaatine 15 yıl boyunca 12,35 dolar sent ödemeyi kabul etti. Birkaç ay önce Karapınar’da kurulacak dev güneş santrali için yapılan ihalede ortaya çıkan fiyat ise nükleerin neredeyse yarısı; 6,9 dolar sent. Böylece güneşin nükleerden daha ucuza elektrik ürettiği devletçe de kabul edilmiş oldu. Hem de kurulacak güneş santralinin panelleri Türkiye’de üretme şartı var. İthal nükleerin teknoloji transferi gibi bir sonucu yokken güneş enerjisi onu da yapıyor. Bu şartlarda Mersin ve Sinop’taki nükleer santral projelerinden vazgeçmemek bir tek cümleyle açıklanabilir: Bu işin içinde bir iş var!

Sosyal medya da nükleere hayır dedi
Cumartesi Sinop’ta yapılan mitingin bir başka kazancı da artık hurafeye dönen, ‘ucuz nükleer’, ‘güvenli santral’ ve ‘nükleer kalkındırır’ söylemlerinin çöpe atılmasıydı. Aynı gün, #NükleereHayır etiketiyle Twitter gündemine giren tartışmalara bakarsanız ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız. Yıllardır ezberletilen nükleer enerjinin ülkeyi kalkındıracağı ve ucuz olduğu savlarını tekrarlayanlara sosyal medyada güneş enerjili, tasarruflu yanıtlar verildi. Nükleer santralların sadece elektrik ürettiğini bilmeyen (nükleer silah gibi akıl dışı niyetler için nükleer santrala gerek olmadığını), elektriğin de ancak çevreye zarar vermeden, ucuza üretilip verimli kullanıldığında ekonomi için bir anlam ifade edeceğini anlamayanlara söylenecek söz elbette çok. Eşitlikçi, özgür, paylaşımcı  bir dünya için evet dediğimiz onlarca çözümü görmek istemeyip bizim her şeye hayır dediğimizi iddia edenlere bir şok da Liberal Demokrat Parti’nin Twitter hesabından geldi. Nükleere hayır diyen liberaller, güneşin daha ucuz, nükleerin ise çok riskli olduğuna vurgu yapıyordu. Nükleer enerji artık liberal ekonomistleri bile ikna edemiyor, daha fazla söz söylemeye gerek var mı?

Nükleer enerjinin geleceği karanlık

Özgür Gürbüz/Aralık 2016*

Foto: UAEA Susanna Loof, Fukuşima.
“Nükleer enerjinin bir geleceği var mı” sorusunu nükleer karşıtlarından taraftarlarına kadar herkes soruyor. Bu soruyu, Üç Mil Adası, Çernobil ve Fukuşima kazalarına, yok edilemediği için çözülemeyen atık sorununa veya nükleer enerjinin artan maliyetlerine bakarak, “hayır” diye yanıtlamak mümkün. Ateşli bir nükleer enerji taraftarıyla karşı karşıya değilseniz, bu yanıta itiraz eden de olmaz. Yine de konuyu, nükleer enerjinin gelişmesi için kurulmuş bir kurumun, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın (UAEA) verileriyle irdelemekte fayda var. Aynı soruyu UAEA’na sorduğunuzda alacağınız yanıt şuna benzerse şaşırmayın: “Evet ancak pek parlak bir gelecek değil”.

UAEA’nın, bu yılın Eylül ayında yayımlanan 2050 yılına dek Enerji, Elektrik ve Nükleer Enerji tahminleri adlı raporu**, nükleer enerjinin geleceği hakkında önemli ipuçları veriyor. 2050’ye kadar uzanan projeksiyonlara göre nükleer santrallerin küresel elektrik üretimindeki payı en iyimser tahminler hesaba katılsa bile azalacak. 1996 yılındaki zirve noktasında nükleerin küresel elektrik üretimindeki payı yüzde 17,6’ydı. Bugün ise dünyada üretilen elektriğin yüzde 11,2’si nükleer santrallerden sağlanıyor***. UAEA’nın 2050 için yaptığı en iyi tahmin bile bu oranın yüzde 10’unu geçemeyeceğini söylüyor. Kötü senaryoda ise nükleerin dünyadaki elektrik üretimine yapacağı katkının yüzde 4,7’ye kadar gerileyeceğini söylüyor. Kötü senaryo çöküşten, iyi senaryo ise gerilemeden bahsediyor. Bu tabloya bakarak bir gelecekten söz edilebilir mi? Elbette edilemez.

Nükleer enerjinin fanatik savunucuları, bu verileri laf cambazlığıyla görmezden gelmeye devam ediyor. Dünya elektrik üretimindeki artış nedeniyle nükleerin elektrik üretimindeki payının azalmasını normal göstermeye çalışıyorlar. Halbuki, bu tez doğru olsaydı, diğer enerji kaynaklarının paylarının da düşmesi gerekirdi; durum hiç de öyle değil. Payda büyürken nükleer enerjinin payının düşmesi tercihlerle ilgili. Uluslararası Enerji Ajansı’nın verileriyle hazırlanan aşağıdaki grafiklerde de görebileceğiniz gibi, 1973 yılında dünya elektrik üretiminin yüzde 38’i kömürden sağlanıyordu 2014’te ise yüzde 40’ı. Elektrik talebi ve üretimi artmasına rağmen doğalgazın payı nükleer gibi azalmadı aksine yüzde 12’den 21’e çıktı. 1973’te neredeyse elektrik üretiminde payı sıfıra yakın olan jeotermal, rüzgar ve güneş gibi kaynaklar 2014’te küresel elektrik üretiminin yüzde 6,3’ünü karşılamaya başladı; payları hızla artmaya da devam ediyor****. Bu işin elektrik üretiminin artmasıyla bir ilişkisi olmadığı çok açık, nükleer enerji fanatikliği bu kaynağın yaşadığı sorunları görmezden gelmeye çalışıyor ama güneş balçıkla sıvanmıyor.

Nükleer enerji söylendiği gibi güvenli, ucuz ve sorunsuz olsaydı en azından 1996’daki payını korur, yerini doğalgaz ve yenilenebilir enerji gibi kaynaklara bırakmazdı. Elektrik üretimindeki payı yüzde 3’lerden 17’lere çıkıp, yüzde 11’lere gerilemiş bir kaynaktan bahsediyoruz. Nükleer enerjinin “nazik promosyonu” için var olan UAEA bile, bu payın gerileyeceğinde hem fikir. Hatta enerji sektörüne girdiği ilk yıllardaki oranlara kadar gerileme olasılığının olduğunu da inkar etmiyor.

Dünyada nükleer enerji konusunda gerçekleri görmeyi engelleyen bir yanılsama da yeni inşaatlarla ilgili. Yeni yapılan nükleer reaktörlerle ilgili haberler, medya ve nükleer endüstri arasındaki “ilginç çekicilik” nedeniyle çoğu zaman arıza yapan, maliyetler nedeniyle sorun yaşayan reaktör haberlerinin önüne geçiyor. Dünyada herkes, onlarca nükleer santral yapıyormuş hissi doğuruyor. Aslında durum nükleer endüstri için oldukça net. Dünyada çalışabilir durumdaki reaktör sayısı 450 (Japonya’da Fukuşima’dan beri çalışmayan 40 reaktörü bu rakamdan düşersek 410). Bunların hemen hemen hepsinin tasarım ömrü 40 yıl. 450 reaktörden 92’si çoktan tasarım ömrünü doldurdu ve uzatmaları oynuyor. 30 yaş ve üzerindeki reaktör sayısı da 305. 10 yaşın altındaki reaktör sayısı da 46 ve büyük çoğunluğu enerji açlığını her tür enerjiyle doyurmaya çalışmaktan başka çaresi olmayan Çin’de yer alıyor. Görüldüğü gibi, gazeteleri süsleyen yeni nükleer reaktör haberleri yaşlanan filoyu yenilemeye yetmekten bile uzak. 40 yaşını geçmiş nükleer reaktörlerin ek izinlerle çalıştırılması ciddi ekonomi kazanç sağladığı için tercih edilse riskleri artırıyor ve bir pansuman tedbirden öteye gidemiyor.

Türkiye’de nükleer enerji
Türkiye’de nükleer santral kurmak için ciddi bir istek olduğu muhakkak. Mevcut iktidarın nükleer santral planlarını 2004 yılında açıkladığını biliyoruz. Aradan geçen 12 yıla rağmen, bolca söylenti ve Akkuyu’da geleceği meçhul bir projeden başka bir şey yok. Rüzgara karşı yol almanın faturası şimdiden zaman ve para kaybına yol açtı. Fukuşima kazasının ardından nükleerden çıkış kararı alan birçok ülkenin aksine Türkiye’nin nükleer enerjide ısrar etmesine anlam vermek gerçekten zor. Bunun bir nedeni Rusya ile yapılan anlaşmanın sonlandırılması halinde Türkiye’nin tazminat ödeyeceği korkusu olabilir. Şu ana kadar Mersin Akkuyu’da dişe dokunur bir inşaat faaliyeti olmadığını düşünürsek bu miktarın ciddi bir rakama ulaştığını söylemek çok. Fakat, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, Rusya oraya 3 milyar dolarlık bir yatırım yaptı sözü kafaları karıştırıyor. Nükleer sürecin şeffaf yürümemesi nedeniyle söz konusu 3 milyar doların nereye gittiğine dair şirketten veya hükümetten tatmin edici bir açıklama gelmedi. Bu garip 3 milyar dolar hikayesi ısrarın bir nedeni olabilir. Tazminat meselesi kulağa korkutucu gelse de, Türkiye bu beladan hâlâ bedel ödemeden veya az bir bedelle kurtulabilir. Bin tane açığı olan ÇED raporunun dava sürecinden çıkacak bir iptal kararı, Türkiye’nin elini oldukça rahatlatır. Nükleer tehlikeyi durdurmak için bunun gibi birçok yol var.

İkinci neden ise Rusya’nın ısrarı gibi görünüyor. Türkiye’yi turizm, ticaret ve doğalgazla kıskaca alan Rusya, bu çok karlı anlaşmadan kolay kolay vazgeçmeyecek. Yapılan anlaşma, 15 yıl süren bir alım garantisi de içeriyor. Bu 15 yıl boyunca üretilen elektriğin büyük bir bölümü TETAŞ tarafından kilovatsaati 12,35 dolar sentten satın alınacak. Şu anda elektriğin piyasa fiyatı 5 dolar sent civarında. Piyasa fiyatının iki buçuk katına elektrik satacağını bilen Rusya elbette projeden vazgeçmek istemeyecek. Belki de yine bu yüzden, Akkuyu’da Rusya’nın yüzde 49 hissesini satması (anlaşma gereği çoğunluk hisse hep Rus devlet şirketinde kalmak zorunda) isteniyor. Tanıdık isimlere tabii. Cengiz Holding, Kolin ve Kalyon İnşaat gibi firmaların adı geçiyor. Onlar da böylesine kârlı bir anlaşmadan pay almak isteyecekler ancak günümüzün ekonomik koşullarında hisseleri almak için gereken 10-12 milyar doları bulmaları zor.

Türkiye’nin elektrik üretmek için onlarca farklı, ucuz ve temiz seçeneğe sahip olduğunu herkes biliyor. Enerji Bakanlığı’nın kabul ettiği güneş enerjisi potansiyeli yılda 380 milyar kilovatsaati buluyor. Türkiye’nin mevcut elektrik ihtiyacının 260 milyar kilovatsaat olduğunu hatırlatalım. Güneş seçeneklerden sadece bir tanesi. DPT raporlarında enerji verimliliği ve tasarrufu potansiyelinin %20-25 arasında olduğu da açık açık yazıyor. Lafı uzatmadan söylersek, enerji verimliliği, rüzgar, jeotermal ve biyokütle gibi kaynaklar Türkiye’yi yaklaşan temiz enerji çağında çok avantajlı bir ülke yapabilir. Gelecekten bahsediyorsak, akıllı kentlerden, güneş enerjisinden, elektrikli araçlardan, verimli motorlardan bahsetmeliyiz. Geçmişin enerji kaynağında ısrar etmenin Türkiye’ye bir yararı yok. Nükleer enerji konusunda inatçı değil akılcı politikalara ihtiyaç var. 


* Bu yazının ilk hali Aralık 2016 tarihinde Fizik Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi'nin e bülteninde, genişletilmiş hali ise Ocak 2017'de Yeşil Ekonomi'de yayımlanmıştır.
** IAEA, Energy, Electricity and Nuclear Power Estimates for the Period up to 2050, 2016 Edition.
*** The World Nuclear Industry Status Report 2016.
**** IEA, Key World Energy Statistics, 2016.

Ölemeyen ağaçlar diyarı Çernobil

Özgür Gürbüz-BirGün/24 Nisan 2016

Foto: Pripyat - O.Gurbuz
Çernobil kazasının üzerinden 30 yıl geçti. Bir daha böyle bir kaza olmaz diyorlardı; Fukuşima oldu. Sovyet teknolojisi diyorlardı, güvenlik kültüründen yakınıyorlardı; Japonya’da örnek gösterilen güvenlik kültürü ve Amerikan yapımı nükleer reaktör kaza yaptı. Çernobil’in koruma kabı yoktu, o yüzden radyasyon sızıntısı oldu diyorlardı; Fukuşima’da koruma kabı vardı ama yine radyasyon sızıntısı oldu. Çernobil olduğunda Türkiye’de radyasyonlu çay kemiklere iyi gelir diyorlardı.30 yıl sonra, “tüpgaz da patlar”, “bekarlık nükleer santraldan daha tehlikeli” diyorlar.

Aradan geçen 30 yıla rağmen kilometrelerce toprak hâlâ kullanılamaz durumda. Çernobil nükleer santralini merkez alan 30 km yarıçapındaki bir alana artık izinsiz girilemiyor. Kazadan sonra temizlik çalışmalarına katılan 800 bin kişiden en az 25 bininin öldüğü biliniyor. Radyoaktif serpinti, Belarus’un tarım arazilerinin yüzde 22’sini, ormanlarının ise yüzde 21’ini kirletti. Ukrayna’da ormanların yüzde 40’ı radyasyona bulandı. Nazım haklı çıktı, yaprağına değen ölüyor. Bugün yüzlerce işçi, çökmek üzere olan dört numaralı reaktörün üzerini yeni bir beton duvarla örmeye çalışıyor. Reaktörün içinde 200 ton erimiş nükleer yakıt var ve etrafında koruma kabı olmaması, radyasyonun yeniden bölgeye yayılması demek. Radyasyon bu tüpgaz değil, etkisinin geçmesi için yüzlerce, binlerce yıl geçmesi gerek.

Foto: Pripyat - O.Gurbuz
İnsanların boşalttığı bölge bazen orada yaşayan vahşi hayvanlarla gündeme geliyor. Nükleer enerjiyi savunanlar bazen bunu ‘yaşam geri döndü’ diyerek nükleer enerjinin lehine kullanmaya bile çalışıyor. Amerika’daki ‘USA Today’ gazetesine konuşan Güney Karolina Üniversitesi’nden Prof. Timothy Mousseau ise durumun hiç de söylendiği gibi olmadığına dikkat çekiyor. Onlarca kez Çernobil’de araştırma yapan bilim insanı, bölgedeki birçok canlıda genetik hasara yol açtığını söylüyor. Kuşların birçoğunda hasarlı sperm görülürken yüzde 40’a yakının kısır olduğu saptanmış. Nedeni suya, havaya ve toprağa bulaşmış iyonize radyasyon. Ağaçların çok yavaş büyüdüğü, ölen ağaçların da radyasyon yüzünden büyüyemeyen mantar, kurt ve bakterilerin yokluğu nedeniyle daha geç çürüdüğünü gözlemlenmiş. Ölemeyen ağaçların ülkesi artık Çernobil. Profesör Mousseau, aynı araştırmaları Fukuşima’da da yaptıklarını ve benzer sonuçlarla karşılaştıklarını da söylüyor. Bu da hayvanlarda görülen genetik bozuklukların başka nedenlerden değil radyasyondan kaynaklandığını gösteriyor. Çernobil’de yaptıkları onlarca araştırma da aslında bunu kanıtlamak için tekrar edilmiş.

Nükleer, kaza olmasa da tehlikeli
Nükleer santrallerin tek tehlikesinin kaza olduğunu sananlar, arızasız çalışan bir reaktörden her yıl çıkan ve binlerce yıl radyoaktif kalan nükleer atıkların doğayla en ufak bir temasta bile bu sonuçları doğuracağını unutmamalı. Nükleer santraldeki küçük sızıntılardan ancak ülkedeki otorite isterse haberiniz olacağını unutmayın. Sosyal medyada en ufak bir eleştiriyi bile yasaklayan bir hükümetin, nükleer santraldeki her sızıntıyı size haber vereceğini mi sanıyorsunuz?

Sinop ve Mersin’de nükleere hayır demeyenler, etraflarındaki ağaçlara, kelebeklere, kuşlara ve sevdiklerine son bir kez bakabilir. Hayır diyenler ise zaten ne yapacağını biliyor, 24 Nisan Pazar günü Sinop’taki Uğur Mumcu Meydanı’nda toplanıyor. Sinop NKP Dönem Sözcüsü Zeki Karataş, “Sinop’ta her evde bir kanser vakası var” diyor. Türkiye bu konuyu hiç araştırmadan geçiştirmeye çalışsa da, Karadenizliler, bu acıların nedeninin bir nükleer santral ve Türkiye’ye nükleer santral kurmak için olan biteni halktan gizleyenler olduğunu iyi biliyor. Bin küsur kilometre uzaktaki Çernobil’in acısını yaşayanlar, burunlarının dibine, Sinop ve Mersin’e nükleer santral kurdurmamaya kararlı. Kanserden yitirdikleri dostları, kardeşleri, akrabaları için sokağa çıkıyorlar.

Karadeniz İsyandadır Platformu işi özetlemiş, “Hamsi limonsuz kalmayacak” diyor. Hem Sinop’un hamsisine hem de Mersin’in limonuna sahip çıkıyor. Siz ne yapıyorsunuz bu hafta sonu? Umutsuz ve mutsuz oturup güzel günlerin gelmesini mi bekliyorsunuz yoksa Sinop’a mı gidiyorsunuz?

Fukuşima’da 5 yıl geride kaldı: Tonlarca nükleer atık ve 100 binden fazla evsiz çözüm bekliyor

Özgür Gürbüz-BirGün/11 Mart 2016*

Foto: UAEA David Osborn
Türkiye’yi yönetenlere göre dünyanın en büyük ‘tüpgaz’ faciası bundan 5 yıl önce Japonya’da meydana geldi. Aynı Çernobil kazası sırasında olduğu gibi, Türkiye’de nükleer santrallerin yolunu açmaya çalışan yöneticiler Fukuşima’yı da önemsiz göstermek için olmadık gayreti göstermişti. Dünya bir başka nükleer faciaya tanıklık ederken Başta dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan ve dönemin Enerji Bakanı olmak üzere birçok politikacı ve bürokrat, 50 milyar doları bulan Mersin ve Sinop’taki nükleer projeleri kurtarma derdine düşmüştü.   

Fukuşima’da ne olmuştu?
11 Mart 2011 günü Fukuşima Daiçi nükleer santrali önce depremle sarsıldı. Santralin güvenlik önlemleri devreye girdi, reaktörler otomatik olarak kapandı. Nükleer kazayı tüpgaz patlamasıyla kıyaslayanların hep anlattığı gibi acil durum jeneratörleri de devreye girdi ve reaktörlerdeki nükleer yakıtın soğutulması için su pompalamaya başladı. Ta ki, ‘tsunami’ gelip bu jenaratörleri de su altında bırakana kadar. Film burada koptu. Her nükleer kazada olduğu gibi insan aklı tüm riskleri hesaplayamamıştı. Mevcut teknoloji de nükleer enerjiyi kontrol etmekte bir kez daha yetersiz kalmıştı. Nükleer santraldeki altı reaktörden üçü ısındı ve içlerindeki 30 tona yakın nükleer yakıt, bir başka deyişle reaktörlerin kalbi erimeye başladı. Diğer üçü kaza öncesi devre dışıydı, bu belki de daha büyük bir faciayı önledi.

Fukuşima Daiçi-1 ve 2 numaralı reaktörlerde biriken hidrojen patlamalara yol açtı ve reaktörlerin bulunduğu binalarda hasar meydana geldi, çatılar uçtu. Radyasyon sızıntısı da başladı; havaya, toprağa ve okyanusa radyasyon sızıyordu. Kazadan sadece nükleer reaktörler etkilenmedi, kullanılmış yakıtların bulunduğu havuzların soğutma sistemleri de aksayınca burada da tehlike çanları çalmaya başladı. Nükleer santralde kullanılan yakıtlar reaktörün kalbinden çıkarılıp havuzlara konulur. Su yakıtların ısınmasını, böylece radyasyonu doğaya bırakmasını önler. Bu süre 10-20 yıl arasında değişiyor. Fukuşima’da bu havuzlara giden suyun kesilmesi daha önceki nükleer kazalarda karşılaşılmayan bir başka tehlikeyi de gözler önüne serdi. Kullanılmış yakıt çubuklarının bekletildiği havuzlar da ciddi bir risk içeriyordu. Santralin işletmecisi TEPCO, havuzları ve reaktörleri aylarca sürekli su pompalayarak kontrol altına almaya çalıştı ama bu sırada da tonlarca radyoaktif su okyanusa karıştı. Aynı durumla reaktörleri soğutma çabalarında da karşılaşıldı. Daha sonra bu radyoaktivite bulaşmış suların santral sahasına kurulan tanklara depolanmasına başlandı. Bugün bile günde 300-400 ton kirlenmiş su ortaya çıkıyor ve santral sahasında sayıları 1000’i bulan tankların içine depolanıyor. CNN’in haberine göre bu tanklarda 750 bin tonu bulan radyoaktif su birikmiş durumda.

Tehlike sürüyor mu?
Foto: UAEA Susanna Loof
Fukuşima’da tehlike geçmedi. Sorun sadece radyoaktif suyla sınırlı değil. Radyasyonun kaynağı orada duruyor. Henüz eriyen yakıtların hiçbirine dokunulmadı. Sadece çalışır durumda olmayan 4 numaralı reaktördeki yakıt çıkarıldı ve havuza konuldu. 2017’de 3 numaralı reaktördeki erimiş yakıtın çıkarılmasına, 2020’de ise 1 ve 2 numaralı reaktördeki yakıtların çıkarılmasına başlanacak. O zaman bu yakıtların ne kadar hasar gördüğü daha iyi anlaşılacak. Yakıtlar başarıyla çıkarılırsa da iş bitmiyor. Bu yakıt çubukları içerisinde 240 bin yıl radyoaktif kalacak Plütonyum-239 gibi radyoaktif maddeler olduğu için toprak, hava ve suyla temasının binlerce yıl kesilmesi gerekecek. Nükleeri savunanlar bu atıkları derin madenlere gömmeyi önerse de hiç kimse bu radyoaktif maddelerin nasıl yok edilebileceğini, yüzlerce, binlerce yıl sonra muhafaza edilen kaplarda sızıntı olup olmayacağını bilmiyor. Görmezden gelmek nükleer lobi için en iyisi.

Fukuşima’daki tehlikeler erimiş yakıt çubukları ve tanklardaki radyoaktif suyla sınırlı değil. Bugün santrali merkez alan 20 km yarıçapındaki dev bir alana izinsiz giriş yapmak veya yerleşmek mümkün değil. 100 binin üzerinde insan bölgeden göçmek zorunda kaldı. 62 bin kişi hâlâ barakalarda, geçici konutlarda yaşıyor. Bölgedeki temizlik çalışmaları da devam ediyor ancak söz konusu çalışmaların sorunu ne kadar çözdüğü tartışmalı. Japonya beş yıldır, ara vermeden, toprağa, evlere bulaşan radyasyonu temizlemeye çalışıyor. Radyoaktivitenin tespit edildiği yapıların sıvaları, malzemeleri sökülüyor, çoğu bölgede toprağın üstünden bir katman alınıp büyük, bir metreküplük torbalara dolduruluyor. Fukuşima bölgesinde, hemen hemen her yerleşim merkezinin yanında bu dev, radyoaktif atık dolu torbalardan görmek mümkün. 2015 sonunda sayıları 10 milyona yaklaşıyordu. 400 kadarının Eylül 2015’teki tayfunda yakındaki nehre karıştığı biliniyor, olası bir sel felaketi veya tsunami durumunda bu atıkların nasıl korunacağı bir soru işareti. Bu radyoaktif torbaların depolandığı 115 bin farklı depolama alanının olduğunu gözlerinizin önüne getirin, kazanın büyüklüğünü o zaman daha iyi anlayacaksınız. Bütün bu depolama alanlarında kat kat yığılmış, yağmurdan korunmaya çalışılan atıkların yığıldığı tepecikler göze çarpıyor.

Japonya radyoaktivite bulaşmış alanların temizlik işlemini şimdilik yerleşim yerlerine yakın noktalarda, özellikle okul ve çocuk bahçesi gibi çok kişinin kullandığı alanlarda yapıyor. Bazı kaynaklara göre çalışmalar yolların 15-30 metre uzağının ötesine gitmiyor. Tepelik araziler, insan yerleşimi olmayan alanlarda bu çalışmayı yapmak herhalde mümkün bile değil. O bölgelerde radyasyon seviyelerinin yıllar içinde düşmesi beklenecek, belki belirli bölgeler çok uzun yıllar insan yerleşimine çok uzun süre açılmayacak. Çernobil’de 30 yıldır beklenildiğini düşünürsek, Japonların tüm çabalarına rağmen Fukuşima’da hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı açık. Zaten, göçe zorlanan insanların çoğunun geri dönüş planı yok; özellikle de gençlerin. Çocukların toprağa değmesinin sakıncalı olduğu bir yerde kim çocuk büyütmek ister ki?

Enerji üretimi
Fukuşima’dan önce elektrik üretiminin yüzde 30’una yakınını nükleerden sağlayan Japonya’da 54 nükleer reaktör vardı. Fukuşima Daiçi’deki 6 reaktörden haliyle ümit yok ve bunlar kapatıldı. Kirlenmiş alan içerisinde kalan Fukuşima Daini santralindeki 4 reaktörün çalıştırılacağını düşünmek de hayal olur. Kazanın ardından kapısına kilit vurulan 5 reaktörü de listeden düşünürsek, şu anda Japonya’da çalışabilir durumda 39 reaktör kaldığını görürüz. Şu ana kadar, nükleer endüstri ve mevcut hükümetin tüm çabasına rağmen bunlardan sadece dördüne izin çıktı. Onların iki tanesi de halkın itirazları sonucunda mahkeme kararıyla iki gün önce yeniden kapatıldı. Dünyanın en büyük üçüncü nükleer santral filosuna sahip Japonya’da şu anda sadece iki reaktörün ‘bacası tütüyor’.

Japonya Başbakanı Shinzo Abe’nin tüm çabalarına, nükleer endüstrinin büyük ölçüde kontrol etmeyi başardığı medyaya ve Fukuşima’da yürütülen şeffaf olmayan çabalara rağmen Japonya’da nükleer endüstri toparlanamıyor. Eski Başbakan Naoto Kan’ın da dediği gibi birçok Japon, ülkenin nükleer enerji olmadan yoluna devam edebileceğine inanıyor. Milyarlarca dolarlık nükleer endüstri ise hükümetin 2030 planlarında yüzde 20’lik bir payı hedefliyor. Bu plandaki tek iyimser veri, yenilenebilir enerji kaynaklarının 2030’da nükleeri geçecek olması. Fukuşima öncesinde hidroelektrik ağırlıklı yenilenebilir enerji kaynaklarının ülkenin elektrik üretimindeki payı sadece yüzde 10’du. 2030’da bu payın yüzde 22-24 oranına çıkarılması ve güneş ve rüzgar gibi iki kaynağın payının da hidroelektrikle eşitlenmesi planlanıyor. Halkın tepkisine, arttırıldığı öne sürülen güvenlik tedbirlerine rağmen devreye alınan nükleer santrallerde yaşanan arızlara bakılırsa Abe’nin 2030’da nükleer endüstriyi hortlatma planları zorlanabilir. Japonya’da Fukuşima öncesi güçlü bir nükleer karşıtı hareket yoktu. Şimdi dünyanın en büyük nükleer kazalarından birine tanıklık etmiş bir halk ve filizlenen bir nükleer karşıtı hareket var.

*BirGün'de bu yazının bir kısmı yayımlandı.