Seller, şiddetli yağışlar ve sıcak hava dalgalarıyla boğuşan Türkiye
iklim krizinin neresinde? İklim krizini tetikleyen termik santraller
hava kirliliği konusunda da kentlerimizi zorluyor. İklim değişikliğini
durdurabilir miyiz? Ne yapmalıyız?
24 Ağustos Perşembe günü saat 10.00'da Cezayir Toplantı Salonu'nda bu
soruların yanıt bulacağı, iklim değişikliği ile nedenleri ve çözüm
arayışlarının da masaya yatırılacağı bir panel düzenleniyor. Konuşmacılardan biri de benim. Panel herkese açık ve ücretsiz, beklerim.
Özgür Gürbüz tarafından kaleme alınan makale, analiz ve haberlere bu adresten ulaşabilirsiniz. Yazıları başka bir yerde yayımlamak için izin almalısınız. E-posta: ozgurgurbuzblog(at)gmail.com
Greenpeace etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Greenpeace etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Yarım ekmek antibiyotik
Özgür Gürbüz-BirGün/13 Mayıs 2015
Öğle yemeğinde
aldığınız yarım ekmek tavuk döneri yediniz mi? Yediyseniz, afiyet olsun ama pek
garantisi yok. Yediğiniz muhtemelen tavuktan çok antibiyotiklerle beslenmiş ‘civcivimsi’ bir şeydi. “Şey” diyorum
çünkü ekmek arasına sıkıştırılan beyaz nesneyi nasıl tarif edeceğim konusunda
artık kafam karışık. Şimdilik ‘sahte
tavuk’ diyelim.
Neden sahte
tavuk? Anlatalım. Greenpeace’in Dünyayı
Tüketmek adlı yeni raporunun tanıtımında söz alan Dr. Yavuz Dizdar, gerçek
bir tavuğun 42 günlükken 2,5 kiloya ulaşamayacağını ve 20 dakikada pişirilemeyeceğini
söylüyor. Dizdar, “42 günlük bir tavuğun ağırlığının 435 gram, pişirme
süresinin de 2 saatten az olmaması beklenir” diyor. Yediğimiz ‘sahte tavukların’,
bu kadar kısa sürede erişkin bir piliç ağırlığına gelmesinin sırrı verilen
antibiyotiklerde yatıyor. Greenpeace raporu da buna dikkat çekiyor. Dünya genelinde tüketilen antibiyotiklerin
yaklaşık yarısı hayvancılık sektöründe kullanılıyor. Hayvanlar mı hasta,
biz mi hastayız orası belli değil! Reçeteyi yazan da doktor değil zaten, tavukçular.
Dizdar, “Tavuk endüstrisinde
antibiyotikler civcivlerin hızlı büyütülmesinde anahtar rol oynuyor.
Antibiyotiklerin koruma amacı kisvesi altında kullanılıyor olması hayvanın
dokusundaki kalıntı riskini ortadan kaldırmıyor” diyor. 2006 yılında AB ile
Türkiye’de, yem ve sularda antibiyotik kullanımının yasaklandığını belirten
bilginin de yanıltıcı olduğunu belirten Dizdar, bu yasağın dört antibiyotik
için geçerli olduğunu, halihazırda 50’ye yakın antibiyotik çeşidinin serbestçe
kullanıldığını belirtiyor.
Farkında
olmadan aldığınız bu antibiyotikler bakterilerin direncini artırıp,
enfeksiyonların tedavisini güçleştiriyor. Doktorlar size hastayken bile gerekmedikçe
antibiyotik vermemeye, böylece bakterilerin antibiyotiklere direncini
artırmamaya çalışırken siz yediğiniz tavuklarla ilaçların etkisini habire
azaltıyorsunuz. Atıklarda bırakılan antibiyotik kalıntıları da yine insanlar ve
doğadaki diğer canlılar için risk meydana getiriyor. Civcivimsi yemenin tek derdi farkında olmadan antibiyotik almakla
sınırlı da değil. Dizdar, yumurta
sarısının renginin bile katkı maddeleriyle değiştirilebildiğini, bunun da
insanlarda kıllanmadan tümöre kadar pek çok etkisi olduğuna dikkat çekiyor.
Tavuk üreticilerinin yumurta sarısının rengini belirtecek renk paletleri bile
var. Parke rengi seçer gibi seçebiliyorsunuz.
Tavuk eti
yemiyorsanız sorun yok ama yiyor ve yemek istiyorsanız çözüm geleneksel
yöntemle yetiştirilen köy tavuğu veya organik tavukta. Beş liraya tavuğu unutursanız.
Birçoğumuzun tavuk etini ucuz olduğu için seçtiğini düşünürsek bu da sosyal bir
soruna işaret ediyor. Organik tavuk hâlâ pahalı, köy tavuğunu bulmak için de
önce köyü, sonra tavuğu bulmak zorundasınız. Son ‘Büyükşehir Yasası’ ile her yeri kentleştiren hükümet,
hayvancılığın son kalıntılarını da yok etti. Çiftçi-SEN Genel Başkanı Abdullah
Aysu, Türkiye’de üretilen tavukların
yüzde 99’unun endüstriyel üretim olduğunu kalan yüzde 1’in büyük bir
bölümünün de ihraç edildiğini söylüyor. En kolayı sebzeye hücum; benden
söylemesi.
Ziraat Mühendisleri
Odası İstanbul Şube Başkanı Ahmet Atalık ise tavukçuluk sektörünün 24 yeni GDO’lu
yem için ithalat izni istediğine, bu isteğin bakanlıkta değerlendirildiğine
dikkat çekiyor. Atalık, “Türkiye 2014 yılında hayvan yemi yapmak için yaklaşık
1,5 milyar dolarlık GDO’lu soya ürünü ithal etti. Öte yandan Türkiye son 15
yılda 26 milyon dönüm tarım arazisi kaybetti. Bu alan Belçika’nın yüzölçümüne
yakın. Bu kaybedilen alanın sadece 6 milyon dönümü mısır ve soya üretimine
ayrılsa, hayvan yemi için GDO’lu soya ve mısır ithalatına gerek olmayacak”
diyor. İşin içinde bir de GDO tehlikesi var.
‘Yutmayız’ sloganıyla endüstriyel kanatlı et sektörünün yarattığı sağlık ve çevre sorunlarına dikkat çeken Greenpeace, tavuk şirketlerinden 2020 yılına kadar tüm üretim zincirini sağlığa ve çevreye zarar vermeyecek şekilde yeniden düzenlemesini talep ediyor. Sektörün şu ana kadar yaptığı ise tüm mali ve lobi gücünü kullanarak bu iddiaları sözle, kendine yakın uzmanlarla yalanlamak. Yutup yutmayacağınıza siz karar verin. Kampanya bilgileri burada: yutmayiz.org
Rusya’da panik havası
13 Ağustos’ta Rusya’nın Sesi’nde yayımlanan ilginç bir
haberde, Akkuyu’da kurulmak istenen nükleer santralle ilgili çekinceler dile
getirildi ve Türkiye’ye bir anlamda gözdağı verildi. Haberde görüşlerine
başvurulan Stanislav Tarasov adlı dış politika uzmanı, Akkuyu’da nükleer
karşıtlarının düzenlediği protestoların, Batı basınında santralin Türkiye için
tehlike arz ettiği yönündeki haberlerden esinlendiğini iddia etti. Böylece,
Başbakanın diline doladığı şu ‘dış mihrak’ hikayesi de eğlenceli bir hâl aldı.
Bir ‘dış mihrak’ bir başka ‘dış mihrak’tan şikayetçi oldu; bunu da gördük. İşin
garibi, nükleer karşıtları da bu ‘dış mihrakların’ hepsine karşı mücadele
ediyor. Mersin’de nükleer santral kurmak isteyen Ruslar, Sinop’ta ise Japonlar
ile Fransızlar.
Tarasov’un tezi özetle şu: Türkiye’de bazı çevreler
Rusya’yı, Akkuyu’da nükleer santral kurmaktan vazgeçirmek istiyor. Bir devlet
şirketi Rosatom’un Türkiye’deki kolu Akuyu NGS’nin Mersin’deki santral için
verdiği ÇED raporunun Çevre Bakanlığı’nca reddedilmesini bir işaret olarak
görüyor. ÇED raporunun Temmuz sonunda şirkete geri iade edilmesi santralin
yapımını geciktirecek diyen Tasarov, “…Türkiye
hükümeti Akkuyu projesi ile ilgili imzalanan anlaşmanın şartlarını, yeniden
gözden geçirme niyetinde olduğunu açıkça ifade etmeli. Rusya ise ortaya çıkacak
yeni koşullarda Türkiye ile nükleer enerji alanında işbirliği yapmanın karlı
olup olmadığı konusunu yeniden düşünmeli” diyerek uyarıyor. Tasarov’un
işaret ettiği nokta, Türkiye ile Rusya Federasyonu arasında imzalanan
anlaşmanın tazminata kadar uzanacak maddeleri. Anlaşmazlık durumunda Madde 17
devreye girebilir ve tahkim yolu açılabilir. Madde 18 ise daha yumuşak. Taraflar,
bir yıl önceden haber vermek kaydıyla anlaşmayı fesh edebilir ama iki tarafın
da rızası olmalı. 2012’de Belene Nükleer Santrali’nin yapımından vazgeçen
Bulgaristan Rosatom’la anlaşmayı iptal etmiş, Rusya’da karşılığında 1 milyar
300 milyon dolar tazminat istemişti. Kısaca, ya aba altından sopa gösteriliyor
ya da “vazgeçtiyseniz uğraştırmayın bizi” deniyor.
NÜKLEER DÜNYADA GÖZDEN DÜŞTÜ
Türkiye’ye nükleer santral satma konusunda çok kararlı
görünen Rusya ve yapma konusunda ısrarlı Türkiye nasıl oldu da bu duruma geldi,
asıl bunu anlamak lazım. İki ülkenin Suriye ve genelde Orta Doğu’nun geleceği
konusunda anlaşamadıkları ortada. Bu, işin siyasi boyutu. İşin enerji boyutunda
ise bizim yıllardır söylediğimiz gerçekler var. Nükleer enerji pahalı, riskli ve kirli. Son aylardaki gelişmeler de
haklı olduğumuzu gösteriyor.
·
Fukuşima’da 2,5 yıl
önce kaza yapan santralden 400 ton civarında radyoaktif su her gün okyanusa
karışıyor. Dünyanın en ileri teknolojilerine ve maddi olanaklarına sahip
Japonya bile bir nükleer kazanın sonuçlarıyla baş edemiyor.
·
Hisselerinin büyük
çoğunluğuna Fransız devletinin sahip olduğu nükleer enerji devi EDF, Amerika’daki
nükleer enerji pazarından çıkacağını açıkladı. Hükümetin Sinop’a nükleer
santral kurması için anlaştığı şirket, Amerika’da kaya gazı nedeniyle ucuzlayan
doğalgazla rekabet edemiyor; ilk neden bu. Fransızları ABD’den gönderen ikinci
neden ise daha ilginç. ABD, Calvert Cliffs Nükleer Santrali’ne yapılacak üçüncü
reaktör için EDF’nin başvurusunu reddetti. Nedeni de şöyle açıklandı: Amerika
topraklarında yabancı bir şirketin kontrolünde nükleer santral kurulamaz! Bizde
ise durum tam tersi, yabancı şirketlerce kurulmak istenen iki santral var.
·
Elektrik
ihtiyacının yüzde 75’ini nükleerden üreten ve bize örnek gösterilen Fransa’dan
gelen haberler de nükleer enerji taraftarlarını üzüyor. Fransa’da elektrik
fiyatlarına Ağustos itibariyle yüzde 5 zam geldi. Bir yıl sonra bir o kadar
daha zam gelecek. Çünkü Fukuşima sonrası nükleer santrallerin güvenlik
önlemleri ve işletme maliyetleri arttı. Devlet destekli nükleer enerji
Fransa’da bile diğer kaynaklarla fiyat rekabetinde zorlanıyor.
·
Yenilenebilir
enerji kaynakları hızla gelişiyor. 2012’de dünyada yenilenebilir enerjiye 268
milyar dolar yatırılırken nükleere ayrılan pay 25 milyar dolar civarındaydı.
Yenilenebilir enerjiye yatırım yapan ülkelerin başında Çin geliyor, onu ABD,
Almanya, AB ülkeleri ve Japonya izliyor. Yani gelişmiş ülkeler ucuz ve güvenli
denen nükleere değil yenilenebilir enerjiye yatırım yapıyor.
·
Türkiye’de nükleer
enerjiyi halk desteklemiyor. Mayıs 2013’te yapılan Konda araştırması nükleere
hayır diyenlerin oranı yüzde 63,4 diyor. Greenpeace’in Nisan 2011’de A&G
şirketine yaptırdığı araştırma da yüzde 64’ün karşı olduğunu söylüyordu. Bunca
propagandaya rağmen halk ikna olmadı.
JÖLE YAKITLI NÜKLEER GELİYOR
Mersin’deki nükleer projenin üzerinde kara bulutlar
dolaşmasının nedenleri özetle bunlar. Benzer nedenlerden dolayı, bu projenin
Türkiye için stratejik ve ekonomik bir gerekçesi kalmadı. Geriye bir tek ‘nükleer
yapma inadı’ ve o inadın ateşli sahiplerinden nükleer sever Başbakan
Başdanışmanı Yiğit Bulut kaldı. İddialara göre sahildeki çarpık yapılaşmayı
denetleme konusunda kurulacak komisyonda yer alacak Yiğit Bulut’un bu konulara
girmesi an meselesi. Bulut’un sahilleri dolaşmaktan vakti olur mu bilmem ama
jöle yakıtlı ilk yerli nükleer santralin halka rağmen devreye girmesi kimseyi
şaşırtmasın. Görünen o ki çevre konularında da bol dış mihraklı, komplo teorili
günler bizi bekliyor. Zaten sahildeki otellere ruhsatları da telekinezi ustası
Marslılar vermedi mi? Biz sadece ara elemanız, hiçbir günahımız yok.
Erdoğan neden kaybediyor
Özgür Gürbüz-BirGün/23 Haziran 2013
Bizim insanlarımızın çoğu oldum olası güçlüyü sever. Güçlünün yanında durur, onu destekler. Ne zaman güçlü kaybetmeye başlar, etrafındakiler de pılı pırtıyı toplayıp başka kapıya gider. Politikada da böyle, futbolda da. Demirel, Menderes ve Özal’ı hatırlayın. İyi günde yanlarında olanlar kötü günde yok oldular. İstanbul’u hiç görmemiş bir kişinin İstanbul takımlarını desteklemesi de buna benzer. Şampiyonluk şansınız yoksa taraftarınız da yoktur. Hep yenenden, en büyükten yana oluruz. Ofsayttan gol atsak da galip geldiğimize seviniriz.
Bizim insanlarımızın çoğu oldum olası güçlüyü sever. Güçlünün yanında durur, onu destekler. Ne zaman güçlü kaybetmeye başlar, etrafındakiler de pılı pırtıyı toplayıp başka kapıya gider. Politikada da böyle, futbolda da. Demirel, Menderes ve Özal’ı hatırlayın. İyi günde yanlarında olanlar kötü günde yok oldular. İstanbul’u hiç görmemiş bir kişinin İstanbul takımlarını desteklemesi de buna benzer. Şampiyonluk şansınız yoksa taraftarınız da yoktur. Hep yenenden, en büyükten yana oluruz. Ofsayttan gol atsak da galip geldiğimize seviniriz.
Başbakan Erdoğan iktidara geldiğinden beri bu “güçlülük stratejisi” faaliyette.
Erdoğan’a verilen destek artık icraatlarından çok, “güçlü” duruşuyla ilgili.
Orduya diz çöktüren, İsrail’e laf söyleyen Erdoğan portresi iktidarın temel
dayanağı. Parti içinde bile bu hava hakim, eleştiri ondan yok. Kimsenin onu karşısında
duramayacağı izlenimi gün geçtikçe pekiştirildi. Öyle ki, çok iyi hatip olduğu
iddia edilen Erdoğan, televizyonlarda siyasi rakiplerinin karşısına bile çıkmaz
oldu. Bun rağmen kimse onun korkup kaçtığını söyleyemedi, güçlü olduğuna
muhalefet bile inanmıştı. Hep ve tek o konuştu. Medya gücü perçinlemenin
parçasıydı, ele geçirildi. Bu sayede tek onu dinler, tek onun gündemini konuşur
hale geldik. Bu da Erdoğan’ı daha güçlü gösterdi. Ta ki baş belası sosyal
medyanın keşfine kadar. 3 Haziran 2012 tarihinde Birgün’de yazdığım,
“Başbakanın gündeminden bize ne” başlıklı yazıda bu tehlikeye dikkat çekmeye
çalışıp, başbakan bizi dinlemiyorsa biz de onu dinlememeliyiz demiştim.
Gezi’den sonra işte bu oldu. Erdoğan dinlenmemeye başlandı ve toplumun büyük
bir kesimi üzerindeki etkisini yitirdi.
KENDİNE GÜVENİN YERİNİ KORKU ALDI
Erdoğan’ın gücüne güç katan medya değersizleşti. Gündemi
belirleme gücü halkın eline geçti. Başbakan 10 yıl boyunca kullandığı polemik
yaratan tüm sözcükleri bir konuşma metni içerisinde kullanmaya başladı. Kürtaj,
alkol yasağı, Taksim’e cami, Atatürk Kültür Merkezi’ni yıkma hikâyeleri… Güçsüzleştikçe
kendine güvenin yerini korku aldı. Bu yüzden de yandaşlarını sokağa davet etme
gibi Türkiye için hiç hayırlı olmayacak çağrılar yaptı. Kendisinin de
inanmadığına emin olduğum, “camide içki içtiler” türünden üçüncü sınıf
yalanları bizzat dillendirdi. Yine de sonuç hüsran, tüm bunlar artık işlemiyor.
Kürtaj diyorlar sokaktan “biber gazı oley” sesleri geliyor. Sokaktaki halkın
derdi başka ve ısrarla aynı soruları soruyor. Parkımıza, kentimize ne olacak? Daha
fazla özgürlük mü vaat ediyorsun yoksa yasak mı? Yanıt alamadıkça da muktediri
dinlemeyi bırakıyorlar. Onlar dinlenmedikçe de muktedirin gücü azalıyor. Yapacağımız
en önemli şey dinlememek.
Her şey dört dörtlük değil haliyle. Dizilerle beyin
yıkayan kanalların yerine bir şey koymak zor. Yıllardır yeni bir fikir
üretmeden sadece politik söz dalaşları yazan yazarların kendilerini
değiştirmeleri kolay değil. Değişen politika yapma biçimini, sokağa çıkan
insanları anlamak çaba istiyor. Kürt sorunun çözümünün ağaçların özgürlüğünden
geçtiğini henüz anlatamadık. Yeşil politikanın esaslarını oluşturan bireysel
özgürlüklerin ve tüm canlıların yaşam hakkı savunusu meydanlara inmişken onu
yönlendirecek bir parti ortada yok. Tüm bunlara rağmen değişimi izlemek gibi
bir şansımız var. Sokaktaki gençler bize yol gösterecek.
ÇEVRECİLER SINAVI GEÇTİ
Gezi Parkı eylemlerinin ilk gününden beri doğru bir
söylem geliştiren ve direnişe destek veren çevre örgütlerine bir teşekkür
borcum var. ÇEKÜL, Doğa Derneği, Greenpeace, WWF ve TEMA Vakfı gibi
bilinenlerin yanı sıra kuş gözlemcilerden Ataköy Platformu’na kadar onlarca
örgüt parklarına, doğal ve kültürel değerlerine sahip çıkmak için gece gündüz
çalıştı. Bazen eleştiri oklarını yöneltsem de bu kuruluşlar geçen ay içinde
başarılı bir sınav verdi. 27 tanesi bir araya gelip Perşembe günü bir bildiri
yayımladı. İlk cümlesi durumu özetliyor: “Türkiye'de
doğaya ve insana karşı uygulanan şiddetin, ivedilikle son bulmasını arzu
ediyoruz”.
DURAN BABAM
Gezi Parkı direnişinin en önemli katkılarından biri,
sivil itaatsizliğin özellikle de duran adam eylemleriyle yaygın bir biçimde
kullanılması oldu. Sözlü ve fiziksel şiddetin hayatın her alanında görüldüğü
Türkiye için şiddet içermeyen sivil itaatsizlik eylemlerinin önemli bir kazanım
olduğunu düşünüyorum. Bir kısım medya, “bakışlarıyla 100 dükkânın camını kırdı”
gibi yaratıcı haberlerle bu eylemlere de çamur atmak isteyebilir ama boşuna.
Halk bu tarzı sevdi umarım bunu siyasi yelpazenin en ucundakiler de görüyordur.
Sivil itaatsizlik bizim evde pratiğe geçti bile. Babam bana mesaj atmış,
kendisini evde bırakıp konsere giden anneme karşı bir gün boyunca “evde duran
adam” eylemi yapacakmış. Babama ve duran adamlara destek olmak için ben de
Hindistan’ı İngilizlerden sivil itaatsizlik eylemleriyle kurtaran Gandhi’nin
sözlerini hatırlatmak istiyorum. Gezi Parkı yorumuyla.
Seni önce yok sayarlar (penguen) / Sonra alay ederler (çapulcu) / Sonra
seninle savaşırlar (gaz) / Sonra kazanırsın.
Atomik bilim insanları Türkiye’yi uyarıyor
Özgür Gürbüz-BirGün/26 Mayıs 2013
Nükleer enerji ve nükleer silah konusunda uzman bilim insanlarının çıkardığı Atomik Bilim İnsanları Bülteni’nde (The Bulletin of Atomic Scientists), geçenlerde Türkiye’nin nükleer enerji programını değerlendiren bir makale yayımlandı. Atomik Bilim İnsanları Bülteni, ilk atom bombasını yapan bilim insanları, mühendis ve diğer uzmanlar tarafından halkı nükleer silahların tehlikesi konusunda uyarmak için 1945’te çıkarılmaya başlandı. Herkes onları “Kıyamet Saati”yle tanıdı. Bu saat, nükleer savaş, biyoçeşitliliğin azalması ve iklim değişikliği gibi tehlikeler nedeniyle dünyanın sonuna ne kadar yaklaştığımızı gösteriyor. 1947’de Kıyamet Saati ilk kez tanıtıldığında gece yarısına (kıyamete) 7 dakika vardı, şimdi 5 dakika var. Saatin kıyamete en uzak olduğu zaman (17 dakika) soğuk savaşın bittiği 1991 yılıydı. Kıyamete en yakın olduğumuz zaman (2 dakika) ise ABD ve Sovyetler Birliği’nin hidrojen bombasını bulup denedikleri 1953’tü.
Bülten’deki makalenin yazarları Aaron Stein ve Chen Kane, Türkiye’nin nükleer enerji programının silah üretme amaçlı olmadığına inanıyor ve bu alanda bir tehlike görmüyor. Ancak aynı yazarlar, Ankara’nın sınırlı finansal kaynaklarla bu işe girmesini ve santrallerin yapımını çok kısa bir sürede gerçekleştirmek istemesini riskli buluyor. Türkiye’nin Sinop ve Mersin için izlediği model “yap-sahip ol-işlet”. Bu modelin nükleer santrallerin yapımında hiç kullanılmadığını söyleyen yazarlar, Türkiye’nin tüm kontrolü yabancı şirketlere devrettiğine dikkat çekiyor. Makalede aynen şu ifade var: “Türkiyeli yetkililer santral tedarikçilerinin maliyetleri aşağıda tutmak için kestirme yollara sapıp sapmadığını denetlemenin bir yolunu bulmak zorundalar”. Şimdi soru şu, bu denetimi kim yapacak? Hayatı boyunca bürokratik işlerle uğraşan, nükleer santrallerde hiç çalışmamış Türkiye Atom Enerjisi Kurumu (TAEK) çalışanları mı yoksa Rusya’ya gönderilen mühendis adayı öğrenciler mi? TAEK’in nükleer enerji konusundaki becerilerini Gaziemir’deki nükleer atık meselesinde daha yeni sınamadık mı?
Atomik Bilim İnsanları, Erdoğan’ın 2023’ten önce en az bir reaktörü çalıştırma arzusunu da tehlikeli buluyor ve Uluslararası Atom Enerji Ajansı’nın (UAEA), nükleer enerjiye yeni geçecek ülkelere 10-15 yıllık bir hazırlık süresi tavsiye ettiğini anımsatıyor. Bu da ikinci uyarı. Üçüncü uyarının hedefinde ise Enerji Bakanlığı ve TAEK var. UAEA, nükleer enerji konusunda kontrolü ve denetlemeyi sağlayan düzenleyici kurumların, TAEK gibi nükleer enerjinin promosyonunu yapan kurumlardan ayrı ve bağımsız olmasını istiyor. Türkiye’de TAEK’in hem lisans veren, hem denetleyen hem de nükleer enerjiyi özendiren kurum olmasını bu yüzden tehlikeli buluyorlar. TAEK’in finansal ve idari açıdan Başbakanlık tarafından kontrol altında tutulması da ayrı bir dert. Özetle; şeffaflık, denetim eksikliği ve güvenliğin ikinci plana atılıp, işin aceleye getirildiği yönünde kaygıları var. Nobel ödüllü 18 bilim insanının desteklediği bu örgüte Başbakan acilen bir telefon açmalı. İnşa ettiğimizin nükleer santral değil “tüpgaz” olduğunu anlatmalı ve kaygılarını azaltmalı.
Murat Boz ve Greenpeace
Greenpeace kampanyalarında ünlü yüzler kullanmaya devam ediyor. Sonuncusu da Murat Boz oldu. BirGün yazarlarından Bedia Ceylan Güzelce eleştiri işini bana havale edince boynumuzun borcu deyip bir kelam etmek zorunda kaldım. Boz, Kuzey Kutbu’nu kurtarmak için Greenpeace’in yeni yüzü olmuş. Hatırlarsınız, bir önceki yüzü Ayşe Arman’dı. Greenpeace Arman’ı “dört çeker cipiyle” Kuzey Kutbu’na götürmüştü. Arman durumun umutsuz olduğunu görmüş olmalı ki dönünce bir inşaat firmasının reklamlarında oynamaya başladı. Boz’da herhalde yakında otomobil reklamlarına çıkar. Merak edenler için söyleyelim. Kutbu kurtarmak için yapmanız gereken sosyal medyada Greenpeace’i takip etmek, imza vermek. Siz imza veriyorsunuz onlar da size bir sanal ayı veriyorlar. Mesajı yaydıkça da ayı büyüyor sizin de sertifika, bileklik ve tişörtünüz oluyor. Vapurlarda kalem aldığınızda yanında tarak verirlerdi ya, o hesap. Sonra Kuzey Kutbu kurtuluyor, yerinizden kalkmanıza bile gerek yok.
Kimse yanlış anlamasın, Greenpeace’i severim. İki yıl çalışanıydım, gönüllülük yaptım ama son 5-6 yıldır örgüt çok kötü yönetiliyor. Tek dertleri daha fazla bağış almak, sanal alemde takipçi sayısını arttırmak. Facebook’ta binlerce takipçi olunca sanki dünya kurtulacak. Oyuncak ve promosyonla takipçi edinmek kolay ancak eylemci bulmak, bu iş için hayatını veren insanları harekete katmak zor. Kampanya başarıları azaldı, mesajlar yanlış. Enerji Bakanı Taner Yıldız’a “Nükleere hazır mısınız” yazılı tişört verdiklerinde bakanın kendilerine, “hazırız” dediği anı hiç unutmuyorum. Kampanya o an yerle bir olmuştu. En güçlü olduğu yanı kampanya yapmaktı artık en zayıf yönü. Sanal alemde destekçiler çoğaldı ama sokakta yalnızlar. Güncel bir örnek daha: 11 Mayıs’ta iklim değişikliğine dikkat çekmek için yazdıkları yazıda, “Türkiye sera gazı salımlarını 1990'dan beri %95 artırdı” yazmışlar. Halbuki artış yüzde 124. İki yıl önce bile yüzde 98’di. Aynı yazıda, “Türkiye'de 57 kömürlü termik santral planı var” diyor, bir satır aşağıda ise bu rakam 50 oluyor. Böyle yaparsanız size kim inanır? Greenpeace şirketlerden bağış almıyor iyi ama bireylerin verdikleri paralar da boşa gidiyor.
Yaşam ve Çevre Politikaları
TMMOB Çevre Mühendisleri Odası, 1-2 Haziran’da Levent Kültür Merkezi’nde “Yaşam ve Çevre Politikaları” başlıklı bir çalıştay düzenliyor. Çalıştayda çok değerli konuşmacılar var. Sanayi ve enerji politikalarından halk sağlığına kadar birçok ilginç konu başlığı var. Ayrıntılar Oda’nın internet sayfasında. www.cmo.org.tr
Nükleer enerji ve nükleer silah konusunda uzman bilim insanlarının çıkardığı Atomik Bilim İnsanları Bülteni’nde (The Bulletin of Atomic Scientists), geçenlerde Türkiye’nin nükleer enerji programını değerlendiren bir makale yayımlandı. Atomik Bilim İnsanları Bülteni, ilk atom bombasını yapan bilim insanları, mühendis ve diğer uzmanlar tarafından halkı nükleer silahların tehlikesi konusunda uyarmak için 1945’te çıkarılmaya başlandı. Herkes onları “Kıyamet Saati”yle tanıdı. Bu saat, nükleer savaş, biyoçeşitliliğin azalması ve iklim değişikliği gibi tehlikeler nedeniyle dünyanın sonuna ne kadar yaklaştığımızı gösteriyor. 1947’de Kıyamet Saati ilk kez tanıtıldığında gece yarısına (kıyamete) 7 dakika vardı, şimdi 5 dakika var. Saatin kıyamete en uzak olduğu zaman (17 dakika) soğuk savaşın bittiği 1991 yılıydı. Kıyamete en yakın olduğumuz zaman (2 dakika) ise ABD ve Sovyetler Birliği’nin hidrojen bombasını bulup denedikleri 1953’tü.
Bülten’deki makalenin yazarları Aaron Stein ve Chen Kane, Türkiye’nin nükleer enerji programının silah üretme amaçlı olmadığına inanıyor ve bu alanda bir tehlike görmüyor. Ancak aynı yazarlar, Ankara’nın sınırlı finansal kaynaklarla bu işe girmesini ve santrallerin yapımını çok kısa bir sürede gerçekleştirmek istemesini riskli buluyor. Türkiye’nin Sinop ve Mersin için izlediği model “yap-sahip ol-işlet”. Bu modelin nükleer santrallerin yapımında hiç kullanılmadığını söyleyen yazarlar, Türkiye’nin tüm kontrolü yabancı şirketlere devrettiğine dikkat çekiyor. Makalede aynen şu ifade var: “Türkiyeli yetkililer santral tedarikçilerinin maliyetleri aşağıda tutmak için kestirme yollara sapıp sapmadığını denetlemenin bir yolunu bulmak zorundalar”. Şimdi soru şu, bu denetimi kim yapacak? Hayatı boyunca bürokratik işlerle uğraşan, nükleer santrallerde hiç çalışmamış Türkiye Atom Enerjisi Kurumu (TAEK) çalışanları mı yoksa Rusya’ya gönderilen mühendis adayı öğrenciler mi? TAEK’in nükleer enerji konusundaki becerilerini Gaziemir’deki nükleer atık meselesinde daha yeni sınamadık mı?
Atomik Bilim İnsanları, Erdoğan’ın 2023’ten önce en az bir reaktörü çalıştırma arzusunu da tehlikeli buluyor ve Uluslararası Atom Enerji Ajansı’nın (UAEA), nükleer enerjiye yeni geçecek ülkelere 10-15 yıllık bir hazırlık süresi tavsiye ettiğini anımsatıyor. Bu da ikinci uyarı. Üçüncü uyarının hedefinde ise Enerji Bakanlığı ve TAEK var. UAEA, nükleer enerji konusunda kontrolü ve denetlemeyi sağlayan düzenleyici kurumların, TAEK gibi nükleer enerjinin promosyonunu yapan kurumlardan ayrı ve bağımsız olmasını istiyor. Türkiye’de TAEK’in hem lisans veren, hem denetleyen hem de nükleer enerjiyi özendiren kurum olmasını bu yüzden tehlikeli buluyorlar. TAEK’in finansal ve idari açıdan Başbakanlık tarafından kontrol altında tutulması da ayrı bir dert. Özetle; şeffaflık, denetim eksikliği ve güvenliğin ikinci plana atılıp, işin aceleye getirildiği yönünde kaygıları var. Nobel ödüllü 18 bilim insanının desteklediği bu örgüte Başbakan acilen bir telefon açmalı. İnşa ettiğimizin nükleer santral değil “tüpgaz” olduğunu anlatmalı ve kaygılarını azaltmalı.
Murat Boz ve Greenpeace
Greenpeace kampanyalarında ünlü yüzler kullanmaya devam ediyor. Sonuncusu da Murat Boz oldu. BirGün yazarlarından Bedia Ceylan Güzelce eleştiri işini bana havale edince boynumuzun borcu deyip bir kelam etmek zorunda kaldım. Boz, Kuzey Kutbu’nu kurtarmak için Greenpeace’in yeni yüzü olmuş. Hatırlarsınız, bir önceki yüzü Ayşe Arman’dı. Greenpeace Arman’ı “dört çeker cipiyle” Kuzey Kutbu’na götürmüştü. Arman durumun umutsuz olduğunu görmüş olmalı ki dönünce bir inşaat firmasının reklamlarında oynamaya başladı. Boz’da herhalde yakında otomobil reklamlarına çıkar. Merak edenler için söyleyelim. Kutbu kurtarmak için yapmanız gereken sosyal medyada Greenpeace’i takip etmek, imza vermek. Siz imza veriyorsunuz onlar da size bir sanal ayı veriyorlar. Mesajı yaydıkça da ayı büyüyor sizin de sertifika, bileklik ve tişörtünüz oluyor. Vapurlarda kalem aldığınızda yanında tarak verirlerdi ya, o hesap. Sonra Kuzey Kutbu kurtuluyor, yerinizden kalkmanıza bile gerek yok.
Kimse yanlış anlamasın, Greenpeace’i severim. İki yıl çalışanıydım, gönüllülük yaptım ama son 5-6 yıldır örgüt çok kötü yönetiliyor. Tek dertleri daha fazla bağış almak, sanal alemde takipçi sayısını arttırmak. Facebook’ta binlerce takipçi olunca sanki dünya kurtulacak. Oyuncak ve promosyonla takipçi edinmek kolay ancak eylemci bulmak, bu iş için hayatını veren insanları harekete katmak zor. Kampanya başarıları azaldı, mesajlar yanlış. Enerji Bakanı Taner Yıldız’a “Nükleere hazır mısınız” yazılı tişört verdiklerinde bakanın kendilerine, “hazırız” dediği anı hiç unutmuyorum. Kampanya o an yerle bir olmuştu. En güçlü olduğu yanı kampanya yapmaktı artık en zayıf yönü. Sanal alemde destekçiler çoğaldı ama sokakta yalnızlar. Güncel bir örnek daha: 11 Mayıs’ta iklim değişikliğine dikkat çekmek için yazdıkları yazıda, “Türkiye sera gazı salımlarını 1990'dan beri %95 artırdı” yazmışlar. Halbuki artış yüzde 124. İki yıl önce bile yüzde 98’di. Aynı yazıda, “Türkiye'de 57 kömürlü termik santral planı var” diyor, bir satır aşağıda ise bu rakam 50 oluyor. Böyle yaparsanız size kim inanır? Greenpeace şirketlerden bağış almıyor iyi ama bireylerin verdikleri paralar da boşa gidiyor.
Yaşam ve Çevre Politikaları
TMMOB Çevre Mühendisleri Odası, 1-2 Haziran’da Levent Kültür Merkezi’nde “Yaşam ve Çevre Politikaları” başlıklı bir çalıştay düzenliyor. Çalıştayda çok değerli konuşmacılar var. Sanayi ve enerji politikalarından halk sağlığına kadar birçok ilginç konu başlığı var. Ayrıntılar Oda’nın internet sayfasında. www.cmo.org.tr
Greenpeace ve Ayşe Arman
Yeşilbarış örgütünü neredeyse 20 yıldır izliyorum, bir süre kampanya yürüttüm.
Kampanya başarısından bu kadar uzaklaşıp görünürlüğe bu kadar önem verildiğini
daha önce hiç görmemiştim.
Özgür Gürbüz-BirGün/29 Ekim 2012
Özgür Gürbüz-BirGün/29 Ekim 2012
Yıl 1970. Bob Hunter ve arkadaşları “Dalga
Çıkartmayın” adlı bir komite kurdular. O gün için tek dertleri vardı,
ABD'nin Alaska yakınlarındaki Amçitka Adası'nda yapacakları nükleer
denemeyi durdurmak. Komitenin üyelerinden ekolojist Bill Darnell, barış (peace)
odaklı bu gruba yeşil (green) kelimesini hatırlattı. Böylece, dünyanın en büyük
çevre örgütlerinden biri olacak Greenpeace'in (Yeşilbarış) adı ve mücadele
alanları ortaya çıkmış oldu. Nükleer silahlara karşı duran en kuvvetli kelime barış,
ekolojiyi en iyi anlatan renk ise yeşildi. İki ayrı kelime, grubun
para bulmak amacıyla kullandığı ilk yöntem olan rozetlere sığmayınca
birleştirildi ve Greenpeace (Yeşilbarış) adı ortaya çıktı.
Nükleer silahlara ve savaşa karşı zafer işareti yaparak
'barış' istemek, çiçek çocuklarından geliyor. Vietnam Savaşı sırasında ortaya
çıkmıştı. Çiçek çocuklarının şarkılarıyla ruhlarını tazeleyen grup, 1971
yılında nükleer denemelerin yapılacağı adaya bir tekneyle gidip, denemeyi
durdurmaya karar verdi. Tekne nükleer denemenin olacağı bölgede olursa,
Amerikalılar büyük bir olasılıkla nükleer bombayı patalatamayacaktı. Veya
onları da öldürmek zorunda kalacaklardı. Yaptıkları rozetleri satarak tekne
parasını çıkaramayacaklarını anlayınca bir rock konseri düzenlediler.
Topladıkları 23 bin dolarla tekne satın alındı. Daha adaya varmadan ABD
Donanması tarafından yolları kesilse de kamuoyu ölümü göze alan bu yolculuğu
duymuştu. Nükleer deneme yapıldı ancak daha sonraki denemelerden vazgeçildi.
Amçitka Adası ise kuşlar için koruma alanı ilan edildi. Greenpeace o gün
bugündür şirketlerden bağış, yardım almaz. Gelirler bireylerin verdiği maddi
katkılardan oluşur.
40 YIL SONRA BAŞKA BİR GREENPEACE
Yıl 2012. Bu defa Greenpeace'in gemisiyle yola çıkan gözü
pek eylemciler değil Hürriyet gazetesinin en çok okunan yazarlarından Ayşe
Arman. Amaç Greenpeace'in 'Kuzey Kutbu'nu kurtar' kampanyasını duyurmak.
Ayşe Arman yazacak, Türkiye duyacak. Duyacak ama sonra ne yapacak? Yeşilbarış'a
destek verecek ve böylece örgüt daha çok parayla daha fazla eylem yapacak.
Tahmin edebileceğiniz gibi çevre camiası bu konuyu tartışıyor. Kimileri,
binlerce kişiye ulaşıldığını söyleyip yapılan işi destekliyor kimileri ise
Arman'ın doğru kişi olmadığını söylüyor. Kocasının BP'de üzt düzey yönetici
olması da sıkça dillendiriliyor. Bu eleştirilerin doğru ama yetersiz olduğunu
çünkü çoğu yorumun işin özünü görmekten uzak olduğunu düşünüyorum.
İlk sorun Türkiye'deki birçok sivil toplum örgütünün düştüğü
hataya Yeşilbarış'ın da düşmesi. Kampanya, Yeşilbarış'ı Yeşilbarış yapan Hunter
gibi eylemciler tarafından değil, mücadeleden giderek uzaklaştıklarını
düşündüğüm 'profesyonel' iletişim sorumluları tarafından yapılmış gibi duruyor.
Arman'ın hatırı sayılır okuyucu kitlesine ulaşmak ve onlardan maddi destek
sağlamak hedeflenmiş olabilir. Bugün herhangi bir şirket, medyada adını
duyurmak istese benzer bir yola başvurur. Gazeteciler bir geziye davet edilir,
kendilerine bilgiler verilir ve onlardan daha sonra kendileri hakkında güzel
yazılar yazması beklenir. Ayşe Arman'da bunu yapmış. Üç tane güzel gezi yazısı,
Greenpeace ve gemisi hakkında renkli ve eğlenceli bilgiler vermiş. Arada sırada
kömürden, toplam iki kez de petrolden bahsetmiş. Ellerine sağlık ama unutulan
bir şey var. Greenpeace bir şirket değil.
ARMAN DOĞRU KİŞİ DEĞİLDİ
Arman kutuplara gitti ve geri geldi. Bu süre boyunca planlı
bir kampanya yürütüldü. Kampanya Greenpeace ve Hürriyet gazetesi tarafından
hazırlanan videolarla süslendi. İlk videoda dört çeker cipine atlayan Arman
kutuplara gitmenin mutluluğu içindeydi. Aracınızın motoru ne kadar büyükse
küresel ısınmaya yol açan petrolü o kadar çok yakıyorsunuz. Kuzey Kutbu'nu
kurtarmak için cipe binmek, yangına körükle gitmeye benziyor. Arman Kuzey
Kutbu'na kadar gitmişken Hürriyet için küçük bir reklam filmi bile çekti.
Elinde iki cep telefonu, gazetenin internet sitesine kutuplardan bile erişilebileceğini
gösteren reklam filmini ne yazık ki izledim. Demek bizim telefoncular, oraya
bile baz istasyonlarını dikmeyi başarmışlar. Yeter ki Ayşe Arman internetsiz
kalmasın. Bu işin şakası ama o reklamın bana düşündürttüğü ilk şey buydu.
Greenpeace'in Ayşe Arman kampanyası umarım onlara daha çok
destekçi kazandırmış, kasalarına daha çok para girmesine neden olmuştur. Son
5-6 yıldır örgütün öncelikli derdi zaten bu oldu. Kampanya başarısından çok popülerleşme, ana
akıma yaklaşma ve sanal alemde var olma ön plana çıktı. Kullandıkları dil belki
daha 'neşeli' oldu ama anlamsızlaştı. Ekolojinin özüne aykırı, “seninki kaç
santim” gibi cinsiyetçi bir dil, kampanya sloganı bile yapıldı. Mücadeleden
bihaber birileri, “nükleerle yaşamaya hazır mısınız” gibi bir sloganı,
kampanyacıların başına nasıl dert açacağını düşünmeden piyasaya sürdü. Sonra
bir enerji bakanı geldi ve “hazırız” deyip Yeşilbarış'ı mat etti.
Yeşilbarış örgütünü neredeyse 20 yıldır izliyorum, bir süre kampanya yürüttüm.
Kampanya başarısından bu kadar uzaklaşıp görünürlüğe bu kadar önem verildiğini
daha önce hiç görmemiştim. Greenpeace'e destek vermek yakında 'Vakko' marka
çanta taşımaya benzeyecek. Vakko marka çantaların bu dünyayı kurtaracağını
sanıyorsanız, aldanıyorsunuz.
ÇEVRECİLER SEMPATİK OLMAK ZORUNDA DEĞİL
Greenpeace'in bu kampanyayla yaşadığı asıl sorun ise örgütün
giderek onu var eden unsurlardan uzaklaşması. Arman yazısında, “biz enerjiyi
verimli kullanmıyoruz” diye okuyucularına mesaj veriyor ancak ilk videoda
evindeki gereksiz ışıklandırmalar göze çarpıyor. Ulaşımda verimlilik toplu
taşımadan geçer ama size “verimli olun” diyen kişi, özel ve çok petrol
yakan bir araca biniyor. Elinde iki cep telefonu var vs. Ayşe Arman'ın
evinin bir odası, Bob Hunter, David Mc Taggart gibi daha sonra Greenpeace'in
başkanlığını da yapmış müthiş insanların nükleer denemeleri durdurmak için
okyanusa açıldıkları o tekneden sanırım daha büyük. Bilemeyiz, belki de bu
kutup gezisinden sonra Arman iki odalı bir apartman dairesine taşınır, cipini
az yakıt yakan bir şehir aracıyla değiştirir ve hatta bisiklete binmeye başlar.
Lüks lokantalardan, pahalı elbiselerden vazgeçer. Çünkü Greenpeace'i Greenpeace
yapan sadece söyledikleri değil aynı zamanda yaptıklarıdır. O gemideki
eylemcilerin yaşam biçimidir. Yoksa Yeşilbarış, politikaların değişmesi kadar,
tüketim toplumunun terk edilmesi, yaşam tarzımızın değişmesi gerektiğine artık
inanmıyor mu? Kutuplara kadar götürdüğünüz Arman'ı ikna edemediyseniz kimi ikna
edeceksiniz? Kampanyanın asıl başarısızlığı aslında bu yanlış kişi seçiminde
yatıyor.
Uzun lafın kısası, Greenpeace'in kamuoyuna mesajlarını
iletmesi için seçtiği kişi ya bu mesajları hiç duymamış ya da hiç iplemiyor.
Ayşe Arman'a haksızlık etmek istemiyorum, iyi niyetinden de şüphe etmiyorum.
Sorun, dünyayı kurtarmak için yanlış bir yöntemin seçilmesi. Greenpeace'i moda
yapmak, onu sosyal medyada takip etmeyi cazip kılmak insanları
sorumluluklarından uzaklaştırıyor. Yeşilbarış'ı 'beğen'mekle iş bitmiyor,
kendi yaşam tarzınızı, mevcut politikaları 'beğenmemekle' iş başlıyor.
Yeşilbarış hoşunuza giden değil, hoşunuza gitse de gitmese de doğruları
söyleyerek sizi rahatsız eden bir kurum olmak zorunda. Onu sempatik kılmak, ana
akıma yaklaşmayı da beraberinde getirecekse örgütün etkisini de azaltabilir.
Başbakan Erdoğan'ı bir düşünün, o zaman demek istediğimi daha iyi
anlayacaksınız.
Küresel ısınmayı yavaşlatmak için vaktimiz o kadar az ki,
sadece güzel yazı yazmak veya bir örgüte maddi destek vermek yetmiyor. Yaşam
tarzımızı değiştirmemiz, sokağa çıkıp bağırmamız da gerekiyor.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)