Çevre ve Şehircilik Bakanlığı kapatılsın

Özgür Gürbüz-BirGün/30 Kasım 2014

Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, geçen hafta Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) Yönetmeliği’nde değişiklik yaptı. Golf sahalarından küçük termik ve hidroelektrik santrallere,  50 bin metrekarenin altındaki AVM’lerden kentsel dönüşüm alanlarına kadar birçok ticari faaliyete ÇED muafiyeti getirdi.

ÇED raporları doğru dürüst yapılsa birçok soruna çözüm olabilirdi. Bizde ise uzun zamandır formaliteden öteye geçmiyor. 1993-2012 yılları arasında değerlendirilip ÇED olumlu kararı verilen proje sayısı 2 bin 797. ÇED gerekli değildir kararı verilen proje sayısı da 39 bin 649. ÇED olumsuz kararı verile proje sayısı ise sadece 32.

Formalite diyorum çünkü ÇED raporları artık sahibinin isteğine göre hazırlanıyor, denetimi yapan kuruluşlar da sesini çıkartmıyor. Akkuyu Nükleer Santrali’nin ÇED’ini hazırlayan şirket o raporda nükleeri kömür santraline karşı avantajlı bulurken, aynı şirket Sinop Gerze’deki termik santral için hazırladığı raporda kömürü övüp nükleeri, güneşi ve rüzgarı beğenmiyor. Mersin’e kurulmak istenen nükleer santralin ÇED raporunu açın okuyun. Lise dönem ödevi gibi, sağdan soldan aldıkları bilgiler bilimsel veriymiş gibi derlenmiş.

1993’te hayatımıza giren ÇED raporları, bir endüstri tesisi veya ticari işletme açmadan önce onun çevreyi nasıl etkileyeceğini yazdığınız, bu etkileri önlemek için nelere dikkat edilmesi gerektiğini belirttiğiniz ve alternatif yöntemlerle karşılaştırma yaptığınız bir plan aslında. Buraya termik santral kurarsak yandaki tarlalar zarar görür, havaalanı kurduğunuz yerde önemli bir kuş konaklama alanı var, bu da uçakların düşme tehlikesini arttırır dediğiniz bir belge. Elinizde böyle bir belge varsa hata yapma şansınız azalır, zarar en aza indirilebilir. Şimdi ise durum daha da kötüleşti.

·         100 odanın altında otel yapıyorsanız ÇED’e gerek yok!
·         Yıllık 30 bin tondan az üretim yapan balık çiftliğiniz varsa ÇED’e gerek yok!
·         İki kilometreden küçük havaalanı, 100 kilometreden kısa demiryolu için ÇED’e gerek yok!
·         Tuz çıkarıyorsanız, orman ürünlerini işliyorsanız ÇED’e gerek yok!
·         Isıl gücü 300 megavattan az termik santral, kurulu gücü 10 megavattan az HES yapıyorsanız ÇED’e yine gerek yok!

Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nı tebrik etmeli. İş dünyasını büyük bir formaliteden kurtardılar. Bilmeyen bizim, golf sahalarını Belek’teki gibi ormanın içine yaptığımızı sanır; halbuki hepsi uzayda!

Balık çiftliklerine ÇED istenirse çevreye zarar verdiği düşünülebilir. Oysa ki, çiftliklerin etrafındaki suda meydana gelen renk değişimi, balıkların neşe içinde oynaşmasındandır.

Termik santral kötüdür diyen cahildir. Yatağan ve Elbistan’da çiftçinin termik santral yüzünden ürün kaybı yaşayıp tazminat alması da mahkemenin iş bilmezliği değil midir?

HES’lerin doğaya zarar verdiği bir söylenti. Yapılan iş, doğru dürüst akmasını bilmeyen nehirlerin terbiye edilmesidir. Bunun, çevreye etkisi mi olur?

Memlekette oteller orman alanına yapılmaz ki değerlendirmesi olsun? Demiryolu, uçak pisti dediğin uzadıkça çevreye zarar verir. Kısa olursa en güzel tarım arazisinin, ormanın üzerinden bile geçebilir. Toprağın ruhu duymaz.

Orman, ağaç dediğin zaten işlendikçe güzelleşir. Orman ürünlerinin kesilip biçilmesinin bir planı, raporu mu olur? Ağaçlar kesiliyorsa o ÇED raporları için harcanan kâğıtlar yüzünden.

Madem öyle, siz en iyisi Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nı kapatın. Kentleri zaten müteahhitler yapıyor. Çevreye zarar veren projelere sesinizi çıkartmıyorsunuz. Bu değişiklikten sonra belli ki denetlemeyeceksiniz bile. Denetleme yapacak yeterli personel var mı o da şüpheli. Atama bekleyen çevre mühendisleri aylardır bu konuya dikkat çekiyor. Kısacası; ormanları, nehirleri, havayı ve suyu korumayacaksanız size de gerek yok.

Atıkların kontrolü, kaydı, kimyasalların doğaya salınması gibi konuları da dert etmeyin. Bizim kapı gibi esnafımız var. Onlar hem jandarma, hem polis, hem hakim hem de çevre uzmanıdır. Salın esnafı doğaya, bakın çevre sorunu kalıyor mu?

Yoksulluğun fotoğrafı

Özgür Gürbüz-BirGün/23 Kasım 2014

Bu ülkede mutluluğun resmini yapabildik mi bilmiyorum ama yoksulluğun fotoğrafını çektik. Hem de yaratılan yalan dünyayı koruma gayretleri, medyada doruğa çıkmış olmasına rağmen.

İçlerinde Birgün’ün de olduğu birkaçı dışında diğer gazeteler hükümetin kontrolü altında. Televizyonlar, internet siteleri ve radyolar da öyle. Twitter dahil, sosyal medyada bile sansür ve manipülasyon işbaşında. Muhalefet, medyanın gücünü küçümsemenin ve elini taşın altına koymamanın bedelini ağır ödüyor. Bir avuç gazeteci yıllardır söylüyorduk ama Gezi’ye kadar kimse o bir avuç gazeteciye inanmadı. Tüm bu baskı ve kontrole rağmen Ermenek’te oğlunu yitiren Recep Gökçe’nin fotoğrafını tüm Türkiye gördü. Soma’da ölen işçileri, asansör faciasında yitirilen canları bültenlerine, sayfalarına almak zorunda kaldılar. Malum medyanın değiştiğinden değil, ölümlerin ardı arkası kesilmediğinden. Mızrak çuvala sığamaz halde artık.

Bu ülkede onlarca gazete ve ekonomi sayfası var. Hangi sıradan günde, Recep Gökçelerin dertlerinin haber olduğunu gördünüz? Hangisi Torun Center’daki asansör kazasında ölen Hıdır Ali Genç’in ailesinin şirket aleyhine açtığı 1,5 milyon TL’lik davayı sonuna kadar takip edecek. İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi verilerine göre AKP’nin 12 yılında en az 14 bin 455 işçi yaşamını yitirmiş. Kaç tanesinin haberini okudunuz, ölümlerden sorumlu şirketlerden kaç tanesinin adı o sayfalarda yazıldı? Gazeteleri siz alıyorsunuz ama onlar reklam verenlerin haberlerini yapıyorlar. O sayfalarda ölen işçilerin dertleri değil, sorumluların başarı öyküleri yer alıyor. Varsılların hikayelerini her gün okuyorsunuz ama yoksulların haberleri sadece kara günlerde yayınlanıyor. Sizce ekonomi sadece varsıllarla, parası çok olanlarla mı ilgilenir? Ekonomi kanallarına dikkatle bakın, anlattıkları hep parası olanın nasıl daha çok para kazanacağıdır. Borsa, altın ve döviz fiyatlarından bahsedince, falanca şirket filanca miktar yatırım yaptı deyince ekonomi haberciliği yapmış olur muyuz? Asgari ücret, sendikal haklar, iş güvenliği ve sosyal güvenceler ekonomi programlarında konuşulmayacak da nerede konuşulacak? Evlilik programlarında mı?

Bağımsız medya işte bu yüzden önemli. Dünyanın en büyük 17. ekonomisi diye masallar anlatılan Türkiye’de Recep Gökçe’nin fotoğrafını gördüğünüzde şaşırmamamız için bağımsız medya var. Kömür madenlerinde, o şartlarda ekmek parasına çıkaranlar olduğunu kaza olmadan önce duymamız için var. Ülkede hükümet eliyle yaratılan büyüme tanrısını mutlu etmek için her gün işçiler, köylüler kurban edilmesin diye bu inat.

Bizlere düşen, gözümüze pembe gözlükleri takmak isteyenlere değil, gerçekleri anlatanlara destek olmak. Keyfimiz kaçsa da, haberler canımızı sıksa da, aldığımız gazetede renkli fotoğraflar, son dakika haberleri olmasa da, inatla bağımsız medyaya destek olmalıyız. Türkiye’deki 10 bin kişinin şatafatlı hayatını değil milyonların derdini anlatan televizyon kanallarına bakmalıyız. Görüntü kalitesi, spikerin acemiliği beklentilerimiz karşılamasa da sabretmeliyiz. Elinizde tuttuğunuz şu gazete en iyi örnek. 5 binlerden 26 binlere yükselen tirajı, değişen baskı kalitesi ve sayfa düzeniyle Birgün bugün medyanın yüz aklarından biri. O beş bin okur, ellerine bulaşan mürekkep, imla hataları ve yetersiz habercilik yüzünden Birgün’den vazgeçseydi, bugün daha az kişi yolsuzluklardan haberdar olacak, tapeleri okuyacaktı. 

Çağrım sadece okuyuculara, izleyicilere değil. Mesleğe yeni adım atan gençlere de sesleniyorum. Size gazeteciliği, gücü elinde tutanlara mikrofon tutmak, bildik soruları sormak diye anlatanlara inanmayın. Gazetecilik, ayakkabı alacak parası olmayanları oğlunun cenazesinde görmeden önce yazmaktır. Gerçekleri herkes kabullendikten sonra yazmak kolay ama asıl gazetecilik gerçeği kimsenin duymak istemediği zamanda yazmaktır. Bugüne kadar nasıl yaşıyorsak bundan sonra da öyle yaşayamayız. Biz değişmeden hiçbir şey değişmeyecek. Böyle gelecek bahar.

Kömür ve dışa bağımlılık

Özgür Gürbüz-BirGün/16 Kasım 2014

Yırca'da yeni zeytin fidanları dikildi. Foto: Greenpeace
Yırca’da altı bin zeytin ağacının termik santral için kesilmesinin ardından konu yine enerji ihtiyacı ve dışa bağımlılığa geldi. Türkiye’nin elektrik talebinin hükümetin umduğu ve istediği gibi artmadığını, yenilenebilir enerji ve enerji verimliliği potansiyelinin ihtiyaca yeteceğini defalarca yazdık. Kömürü savunanlar da durumun farkında. Şimdi ellerindeki tek kozu, dışa bağımlılığı bahane ederek yerli kömürü savunmaya çalışıyorlar. 60 milyar dolarları bulan enerji ithalatını işaret ederek, deyim yerindeyse aba altından sopa gösteriyorlar.

AKP iktidara geldiği ilk günden beri enerjide dışa bağımlılığı azaltmaktan bahsediyor. Bu amaca ulaşmak için de Türkiye’deki tüm hidroelektrik ve yerli kömür potansiyelini kullanmak gibi ‘çılgın’ bir hedef belirledi. Her dereye HES kuruldu,  her kömür madenine işçiler indi.  Peki ya, sonuç? AKP iktidara gelmeden önce, 2001 yılında Türkiye’nin enerjide dışa bağımlılık oranı yüzde 65’di. Şimdi yüzde 73’ü geçti.

Başarısız oldular çünkü enerjide izledikleri politikalar neredeyse benim kadar eski. Asıl sorunun talebi yönetmek olduğunu göremediler. Enerji ithalatı faturasının bel kemiğini oluşturan petrolü konuşmadılar bile. İnşaat ve otomobil endüstrisiyle sürdürdükleri yakın ilişki nedeniyle petrol kullanımını teşvik ettiler. Toplu taşıma yerine otomobilleri, demiryolları yerine otoyolları desteklediler. Her yer köprü oldu, her yere köprülü kavşak kuruldu.

Şu 60 milyar dolarlık enerji ithalatı meselesine de açıklık getirelim. 2012’deki 60 milyar dolarlık ithalat faturasının yarısından fazlası (31,5 milyar dolar) ham petrol ve petrol ürünlerine ait. Petrolden artık elektrik üretilmiyor veya ısınmada kullanılmıyor. İstediğiniz kadar kömür çıkarın petrolü kömürle ikame edemezsiniz İkinci büyük kalem ise doğalgaz. 23 milyar dolarlık bu faturanın neredeyse yarısı sanayi ve konutlara ait. Buradaki ithalatı azaltmak için kentlerde doğalgaz yerine kömür yakılmalı. İnsanları hava kirliliğinden ölmeye ve binlerce lira harcayarak kurdukları doğalgaz sistemlerini söküp, kömür sobası kurmaya ikna ederseniz tabi. Geriye 23 milyar doların diğer yarısı kalıyor; doğalgaz santralleri. Bunları kapatıp elektriği yerli kömürden üretebiliriz. Asit yağmurlarını, külü ve iklim değişikliğini sevmek kaydıyla. Bir de bu santral sahiplerini kapatma konusunda ikna edeceksiniz. Ellerinde, çoğu bu hükümet tarafından verilmiş üretim lisansları olan dev şirketlerden bahsediyoruz.

Yerli kömürü teşvik politikaları da işe yaramadı. 2001-2011 arasında taşkömürü üretimi aynı kaldı. Linyit üretimi sadece 10 milyon ton arttı ama aynı dönemde kömür ithalatı 7 milyon tondan 24 milyon tona çıktı. Çünkü Türkiye’yi kömür cennetine çevirdiler. Termik santrallerin üzerindeki çevre baskısını kaldırdılar. Filtreymiş, tozmuş umursamadılar. İklim değişikliği rafa kalktı, dünyanın bütün kömürcülerine davetiye çıktı. Bu ülkede doğalgazın, LPG’nin, motorinin ÖTV’si var, ithal Sibirya kömürünün yok. Kömürün önünü açmak için attıkları her politik adım ithal kömüre de davetiye çıkardı. Sonuç ortada. Türkiye’nin en güzel kıyılarında, orada kömür olmamasına rağmen santral kuruluyor. AKP’nin kömüre verdiği açık çek, bu ülkenin zeytinini, denizini ve ormanını bitirecek.

Doğalgazdan şikayet edip aslında doğalgaz kullanımını teşvik ettiler. Merkezi ısıtma sistemlerinden kombilere geçtik. TOKİ 12 yılda 700 bine yakın konut yaptı. TOKİ’nin yaptığı bu konutların kaç tanesi iyi yalıtımlı bir evden bile neredeyse 10 kat daha az enerji harcayan ‘pasif ev’ acaba? Pasifi bıraktım, kaç tanesi doğru dürüst bir yalıtıma, çatısında güneşten elektrik üreten panellere, su ısıtıcılarına sahip. TOKİ’nin yüreği çimentodan değilse açıklasın. Sadece TOKİ mi? Standartları düşük tutarak özel sektöre benzer enerji canavarı evleri kurma özgürlüğünü bu hükümet vermiyor mu? İşte bu yüzden enerjide dışa bağımlılık son 12 yılda azalmadı, arttı.

Enerjide devir hesap devri

Özgür Gürbüz-Biamag/15 Kasım 2014

Doğalgaz ve elektriğe yapılan, yüzde 9 oranındaki son zamlar enerji faturalarımızı kabarttı. Elektrik Mühendisleri Odası’nın yaptığı hesaba göre ayda 83 TL elektrik faturası ödeyen bir aile bundan sonra aynı elektrik tüketimi için 90 TL ödeyecek. Aynı ailenin aylık doğalgaz faturasının da ortalama 15 TL fazla gelmesi bekleniyor. Zamlar cebinizi yakıyor ama madalyonun bir de öteki yüzü var. Doğalgaz ve kömür kullanımı küresel iklim değişikliğine neden oluyor. Daha fazla elektrik talep etmek daha fazla santral yapılması demek. Termik santrallerin yerelde yarattığı sorunları artık saymaya bile gerek yok; Yırca’da olan bitene bakmak yeterli. Hem faturaların yükünü azaltmak hem de doğaya daha az zarar vermek için siyasetten, günlük yaşamımıza dek yapacak çok iş var. Enerjiyi verimli kullanmak da bunlardan biri. İlk adımı evinizde atabilirsiniz.  

Evlerde enerjiyi elektrikli aletleri çalıştırmak, aydınlatmak ve ısınmak için kullanıyoruz. Isınmak için doğalgaz veya kömür yakılırken, aydınlatma ve elektronik aletler için elektrik enerjisi tüketiyoruz. Basit tedbirlerle tüketimi azaltmak mümkün. Önce cebinizden para harcamadan yapabileceklerimize bakalım. İşe buzdolabından başlamakta fayda var çünkü elektrik faturanızın yaklaşık üçte biri buzdolabınıza ait.

Hedef elektrik faturası
  • Buzdolabınızı güneş alan bir yere veya radyatör, fırın gibi ısı kaynaklarının yanına koymayın. Buzdolabı dışarıdan ısı aldıkça içini soğutması zorlaşır ve elektrik tüketimi artar.
  • Dolabınız 24 saat boyunca içini hep belli bir soğuklukta tutmaya çalışır. Bu yüzden buzdolabının kapağını mümkün olduğunca az açıp kapayın. Örneğin, kahvaltılıkları tek tek değil, mutfakta biriktirip hepsini beraber yerleştirin.
  • Elektrik faturalarınızın üçte birine yakını da aydınlatma için yapılan harcamadan kaynaklanır. Evde gereksiz, dekoratif amaçlı aydınlatmadan kaçının. Tavanda yaşayan örümcekler geceleri kitap okumuyor, buraları aydınlatmanız gerekmez. Odalarda önünde buzlu cam olmayan bir lamba yeter, avize ve benzerlerinden uzak durun. Ne eviniz bir mağaza vitrini ne de elektrik bir süs aracı.
  • Edison’un bulduğu akkor ampüller artık satılmadığı için işler kolaylaştı. Verimli ampul de denen “kompakt floresan”lar eski ampullerin beşte biri kadar elektrik harcıyor ve aynı işi görüyor. Yine de evdeki her ampulü verimli olanla değiştirmek yeterli değil. Kullandığınız yere göre, uygun güçte ampul seçmelisiniz. Antre ve koridorlardaki ampullerin gücünü azaltın. Koridorda yürürken gazete okuma alışkanlığınız yoksa buralara duvara çarpmanızı engelleyecek güçte ampul koymak yeterli olur. Verimli ampul alırken merdiven altı markalardan uzak durun.
  • Banyoda çok güçlü ampullere gerek olmayabilir ama çalışma odanızda, ışığın açısını da düşünerek daha kuvvetli ampuller seçebilirsiniz. Fiyat performans karşılaştırması kişiden kişiye değişiyor. LED ampuller en tasarruflusu, onları kompakt floresanlar ve eko halojen ampuller izliyor. LED ampuller daha pahalı ancak kompakt floresanların iki katı ömre sahip. Hangisini seçerseniz seçin, gücü ve sayısı konusunda ihtiyacı esas alın.   
  • Gelelim bekleme (standby) konumunda bırakılan elektrikli aletlere. Televizyonlar, modemler, kahve makinaları… Liste uzayıp gidiyor. Dünyada bu ve benzeri aletlerin her yıl Kanada’nın elektrik tüketimi kadar enerji harcadığını biliyor muydunuz? Uykudayken interneti kapatmak, ağa bağlı bilgisayarları, bellekleri elektriksiz bırakmak gerekiyor. Televizyonu kapattığınızda prizden çıkartmalı, çay makinasını devamlı açık bırakmamalıyız. Kullanım süresine göre değişse de, bu önlemlerle aletlerin tükettiği elektriği yüzde 60 oranında azaltabilirsiniz. Tek tek uğraşamam diyorsanız benim gibi yapın. Kullandığınız çoklu prizleri düğmeli/anahtarlı seçin. Gece yatmadan tek düğmeye basarak televizyon, DVD çalar ve modemi aynı anda kapatabilirsiniz.
  • Ütü yapmayın. Şaka yapmıyorum, elektrik faturanızın yüzde 5’i ütü kaynaklı. Hayatımda gördüğüm en gereksiz eylemlerden biri ütü yapmak. Biliyorum, aranızda iç çamaşırı, çorap, çarşaf, atlet ve tişört ütüleyenleriniz bile var. Siz ütüledikçe fatura kabarıyor, ona göre!
  • Bulaşık makinenizin ‘çevreci’ programı varsa kullanın. Bulaşık biraz daha uzun sürer ama az enerji harcar. Bulaşık ve çamaşır makinasını doldurmadan çalıştırmayın. Hastaneden tıbbi atık getirip evde yıkamıyorsanız 60 derecenin üstüne de çıkmayın.
  • Çamaşır kurutma makinasını değil eve, mahalleye bile sokmayın. Kutuplarda değil, ılıman iklim kuşağındaki bir ülkede yaşadığınızı unutmayın. Aynı şekilde klimalardan da uzak durun. Pencerelerinizi açın, kalın perdeyle güneşi önleyin. 10-20 yıl önce anne babanız klimasızlıktan ölmediyse siz de ölmezsiniz. Aynı genler sizde de var. Değişen konfor anlayışınız.
  • Bilgisayarları en sona bıraktım. Son zamanlarda elektrik faturalarının artmasında bilgisayarların büyük rolü var. Özellikle de oyun oynanan, güçlü video kartlarına sahip bilgisayarlar başa bela. Bir de bilgisayarların devamlı açık tutulması elektrik tüketimini arttırıyor. Onların da bir kapatma tuşu var, işiniz bitince o tuşa basın. Çalışırken ara ara bilgisayar başından kalkıyorsanız, denetim masasındaki güç seçeneklerinden (Windows kullanıcıları için) kendinize bir “güç planı” oluşturun. Bilgisayarınızı belli bir süre kullanmadığınızda uykuya yatacak şekilde ayarlayabilirsiniz.
  • Son önerim ise şu: Büyüklerinizin sözünü dinleyin, ışıkları açık bırakmayın. Elektrikleri açmak için kullandığınız düğmeler kapatmaya da yarıyor. Onları iki amaç için de kullanın. Tembellik değil tasarruf yapın.
Buraya kadar sadece alışkanlıklarınızı değiştirerek yapabileceğiniz enerji tasarrufu seçeneklerinden birkaç örnek verdim. Eğer evinize yeni elektrikli eşya alıyorsanız seçimlerinizi enerji verimli (A+ ve üstü) olanlarından yaparak daha fazla tasarruf yapabilirsiniz. Buzdolabı ve televizyonla yola çıkmanızı öneririm. Buzdolabında mümkünse A+++’a kadar gidin. Emin olun zaman içerisinde verdiğiniz parayı geri çıkartacaksınız. Bu seçimle buzdolabının aylık tüketimini yarı yarıya azaltabilirsiniz. Televizyonda ise plazmadan uzak durun ve LED televizyonları seçin.

Hedef doğalgaz/kömür faturası
Türkiye’de harcanan toplam enerjinin yüzde 26’sı binaları ısıtmak için kullanılıyor. Elektrik faturası kadar doğalgaz veya kömür faturası da can yakıyor. Faturaları azaltmak için alabileceğiniz ilk önlem eve bir termometre almak. Daha sonra da üzerinize bir hırka alıp evin ısısını 20 hatta 19 dereceye düşürmek. Unutmayın ev içi sıcaklığı bir derece düşürürseniz doğalgaz faturanızı yüzde 6 oranında azaltırsınız.

  • Bina yalıtımı ısınma faturalarını azaltan en önemli etkenlerden biri. Yalıtım maliyetli bir iş ve mutlaka işi bilen birileri tarafından yapılmalı. Eline yalıtım malzemesi alan herkese güvenmeyin. Camyünü ve taşyünü pahalı ama ilk tercih etmeniz gereken ürünler. Uygulama iyi yapılırsa eski binalarda bile yüzde 50’ye varan tasarruf sağlanabilir ve harcana para kısa sürede azalan faturalarla geri kazanılır. Bu işi bir kere yapacağınızı düşünerek, mesleki birliklere üye firmalarla çalışmanızı öneririm. Yalıtım sadece ısıyı içeride tutmaz, yazın da binanızı serin tutar. Klima gibi fantezilerden sizi korur.
  • Çift cam tasarrufun olmazsa olmazıdır. Değiştiremiyorsanız, çerçevelerdeki ısı kayıplarını önlemek için bakım yapmalısınız. Isı kaybının yüzde 20’si camlarda meydana gelir. Çift cama geçerseniz, bu kaybı yarı yarıya azaltabilirsiniz.
  • Radyatörlerin duvarı, oradan da sokağı ısıtmasına izin vermeyin. 5-10 TL’ye alabileceğiniz alüminyum folyo kaplı yalıtım levhalarını radyatör arkalarına yerleştirin. Radyatörlerin önüne eşya koymayın.
  • Evi havalandırırken, kombi ve sobanız yanmasın. Camları açıkken evi ısıtmayın.
  • Uzun süre boyunca evde olmayacaksınız kombinizi kapatın. Gün içinde evde yoksanız, iyice kısın.
  • Güneşli günlerde perdelerinizi kapalı tutmayın, güneş evinizi ısıtsın.
  • Yattığınız odalar çok sıcak olmak zorunda değil. Geceleri kaloriferleri/kombiyi kısabilirsiniz.
  • Balkonunuz varsa kışın çamaşırları orada kurutun.          
Tüm bu tedbirleri alırsanız ne kadar tasarruf edeceğinizi merak ettiğinizi biliyorum. Bu evden eve ve sizin tüketim alışkanlıklarınıza göre değiştiği için net bir rakam vermek yanıltıcı olur. 200 TL doğalgaz faturası ödeyen bir ailenin, evini 23 yerine 20 dereceye kadar ısıtırsa ayda yaklaşık 40 TL tasarruf edeceğini söyleyebiliriz. Yalıtım gibi ek tedbirlerle çok daha yüksek rakamlara ulaşabilirsiniz. Elektrik Mühendisleri Odası, yukarıda bir bölümüne değindiğim tasarruf tedbirlerini alırsanız elektrik faturanızı yarı yarıya azalabileceğini söylüyor.

Bizim evde ayda 35 TL elektrik faturası ve kışın en soğuk zamanında 200 TL doğalgaz faturası ödendiği için bu tedbirlerin işe yaradığını rahatlıkla söyleyebilirim. Bundan sonrası size kalmış. Konforunuzdan biraz ödün verip, ucu Yırca’daki zeytinliklere kadar uzanacak anlamlı bir eyleme destek olabilirsiniz. Ne kadar az enerji tüketirsek o kadar az çevre sorunu yaşayacağız. Yapacaklarımız evimizle sınırlı değil. Enerji tüketiminin her alanda azaltılması ve enerji verimliliğinin yaygınlaştırılması gerekiyor ve bu alanlar içerisinde bizim yaşam alanlarımızın bulunduğunu da unutmamalıyız. Kendimizi değiştiremiyorsak başkasının değişmesini de istememeliyiz.  

Not: Bu yazı hazırlanırken Elektrik Mühendisleri Odası ve Yenilenebilir Enerji Genel Müdürlüğü’nün verilerinden yararlanılmıştır.
Dün dünyanın gözü "67P" adlı kuyruklu yıldıza yapılan tarihi yolculuktayken, Çin'in başkenti Pekin’de daha yakını, atmosferi ilgilendiren önemli bir karar alındı.

Özgür Gürbüz-BBC Türkçe/13 Kasım 2014

İklim değişikliğini durdurma konusunda şu ana kadar çekingen davranan ABD ve Çin ilk kez birlikte sera gazı salımlarını azaltacaklarını taahhüt edip, tarih verdi.

Dünyanın atmosfere en fazla sera gazı salan iki ülkesinin kararı, önümüzdeki yıl Aralık ayında Paris'te yapılacak Birleşmiş Milletler (BM) İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi 21. Taraflar Toplantısı (COP 21) öncesi umutsuzluğa kapılanlara moral verdi.

ABD, 2025'e kadar sera gazı salımlarını 2005'e göre yüzde 26 ile 28 oranında azaltmayı taahhüt etti. Daha önceki belirlediği hedef ise salımlarını 2020'ye dek yüzde 17 azaltmaktı.

Çin ise salımları 2030 yılından itibaren azaltacağını açıkladı ancak bir oran vermedi.

Ama tabii ki karbon salımlarının yüzde 45’inden sorumlu iki ülkenin birlikte yaptığı açıklama önemli.

Kamuoyunda bu hedeflerin yeterliliği tartışılsa da, sera gazı salımlarının bağlayıcı hedeflerle azaltılmasını şart koyan Kyoto Protokolü'nü imzalamayan ABD'nin ilk kez sorumluluk alması gözardı edilemez.

Pekin'in de sorumluluk alacağını açıklaması da bir dönüm noktası sayılır. Zira Çin 2005'te atmosfere en fazla sera gazı salan ülkeydi.

İklim değişikliği ile mücadelede artık sadece gelişmiş ülkeler değil, gelişmekte olan ülkeler de sahnede.

ABD ve Çin'in kararının, özellikle onların tavrını bahane ederek müzakerelerden kaçan ülkeleri zorda bırakacağı kesin.

Türkiye'yi zor günler bekleyecek
Sera gaz salımları sırasında bu iki ülkeyi takip eden Avrupa Birliği (AB) de 2030'a dek salımları en az yüzde 40 azaltacak.

Bu durumu da düşünürsek, salımların yüzde 55'inden sorumlu ülkelerin ellerini taşın altına koyduğunu söyleyebiliriz.

Tüm bunlar, Paris'teki zirvede Kyoto'nun yerini alacak yeni bir küresel anlaşmanın imzalanması beklentileriyle örtüşüyor.

Paris'te bir sürpriz olmazsa, iklim değişikliği yeni bir anlaşmayla tekrar dünya gündeminin ilk sıralarına taşınacak.

Bugüne dek küresel bir anlaşma sağlanamayacağına umut bağlayıp, gerekli hazırlıkları yapmayan ülkeleri de zor günler bekleyecek. Türkiye de bunlardan biri.

Bağlayıcı hedef konmadı
Türkiye'nin sera gazı salımları 1990'dan bu yana yüzde 133,4 oranında arttı. Ancak Ankara şu ana kadar kendisine bağlayıcı ve ölçülebilir bir hedef koymadı.

Kyoto Protokolü'ne yürürlüğe girdikten sonra imza atan ve hedef koymayan Türkiye’nin sürecin içinde yer aldığını düşünürsek, Paris'ten çıkacak yeni bir anlaşmanın dışında kalması zor.

Kömür, petrol ve doğalgaz gibi fosil yakıtların kullanımının hızla artması, Türkiye'nin Ankara'nın işini zorlaştırıyor.

Türkiye'nin sera gazı salımlarının yüzde 70'den fazlasından enerji sektörü sorumlu.

Türkiye, Çin veya ABD kadar sera gazı salmasa da, kişi başına düşen emisyon miktarı (Yılda 5,9 ton) dünya ortalamasının üstünde. Üstelik artış hızı yavaşlamazsa, Paris'te imzalanması beklenen yeni anlaşmanın yürürlüğe gireceği 2020'de bu rakam 7 tonu geçecek.

2012'de 28 AB ülkesinde bir kişinin yıllık sera gazı salımı ortalama 8,9 tondu.

AB’nin indirim hedefleri nedeniyle bu rakam sürekli azalıyor ve 2020'de Türkiye'nin AB ortalamasını yakalayacağını söylemek falcılık olmaz.

Bu da Türkiye'nin en önemli bahanelerinden birinin daha geçerliliğini yitirmesi anlamına gelecek.

"Sonuç çıkmaz" stratejisi değersiz
Sadece gelişmiş ülkeler değil, gelişmekte olan ülkeler de sera gazı salımlarını azaltmayı taahhüt ediyor.

23 Eylül’de New York’ta yapılan zirvede 2020'ye dek salımlarını emisyonlarını Endonezya yüzde 26, Malezya ise yüzde 40 oranında azaltmayı taahhüt etti. Bu oran Uruguay için ise 2030’a kadar yüzde 85.

Türkiye'nin şu ana kadar yürüttüğü, "İklim görüşmelerinden sonuç çıkmaz ve kimse bizim kapımızı çalmaz" stratejisinin artık bir değeri yok.

Acilen yeni ve gerçekçi bir eylem planı hazırlanmalı.

Kömürü zeytine yeğleyen bir enerji-çevre politikasının bu önemli sorumluluğun altından kalkıp kalkamayacağını hep birlikte göreceğiz.

Onlar hepimizin gözyaşları

Özgür Gürbüz-BirGün/9 Kasım 2014

Soma’nın Yırca köyünde kesilen 6 bin civarındaki zeytin ağacı için ne yazsak boş. Hiçbiri Yırca Köyü Muhtarı Mustafa Akın’ın CNN Türk canlı yayınındaki gözyaşları kadar etkili olmayacak ama yazmak, hatırlatmak, sorgulamak ve Yırcalıların hakkını aramak zorundayız.


Ağlatılan da sadece Yırca köylüleri değil.
Danıştay’ın kararını beklemeden zeytin ağaçlarını keserek aslında bu ülkede hukuku ağlattılar.
Kararmayı bekleyen zeytini, ağacın dalına konan kuşu ağlattılar.
Zeytinlerine güvenerek gelecek yıl evde pişirecek aşı olacağını düşünen kadınları ağlattılar.
İş ve aş bulamayacakları için göç etmek zorunda kalacak çocukları ağlattılar.
Yokluk içinde vara şükreden köylüyü ağlattılar.

Birkaç yıl sonra, aynı Soma’da, Ermenek’te olduğu gibi, tarım toprakları işgal edildiği için can yoldaşlarını madenlere yollamak zorunda kalacak eşleri ağlatacaklar. Babalarını kömür ocağına veren çocukları, yer altında kuru ekmeği paylaştıkları işçi arkadaşını ve tüm Türkiye’yi ağlatacaklar.

40-50 yıl çalışacak, çalışırken de toprağı, havayı, iklimi karartacak bir termik santral için yüzlerce yıl hayatta kalan ve tüm yaşamı boyunca zeytin veren ağaçları feda etmekten çekinmediler. Daha zengin olmak için kömür madenlerinde, inşaatlarda onlarca işçinin hayatını riske atmaktan da çekinmeyecekler. Dur demek, doğrunun bu olmadığını anlatmak zorundayız. Televizyonlarda, gazetelerde her gün ağlayan insanlar görmek içinizi acıtmıyor mu? Mayıs’ta Soma’da madenci yakınları, Eylül’de İstanbul’da asansör kazasında ölen işçilerin yakınları, Ekim’de Ermenek’te yine madenci yakınları, Isparta’da tarım işçilerinin yakınları gözyaşlarıyla acılarını dindirmeye çalışıyordu. Liste uzayıp gidiyor. 

Yapılan ne basit bir ağaç kıyımı ne de zorunlu bir kalkınma hamlesi. Elektrik ve termik santral da bahane. Türkiye’nin elektrik talebi, ekonominin de yavaşlamasıyla umulduğu gibi artmıyor. TEİAŞ’ın 2012’de yaptığı en düşük tahminde elektrik talebinin her yıl en az yüzde 6,5 oranında artacağı söyleniyordu. 2012’de artış yüzde 5,1’de kaldı. 2013’te ise sadece yüzde 1,3 oldu. İşin garibi, aynı raporda artacağı beklenen talebi karşılanması için ülkedeki santrallerin kurulu gücünün 2014 sonunda 64 bin megavatı bulması gerektiği belirtiliyordu. Şu anda bu hedefin çok üzerindeyiz, 69 bine yaklaştık. Santral çok, talep yok. Türkiye’de elektrik açığı da yok. Buna rağmen santral yapımı hız kesmiyor.

Demem o ki, Soma’da Danıştay’ın kararı bile beklenmeden ağaç kesiliyorsa bilin ki bunun ülke menfaatiyle, elektrik talebiyle bir ilgisi yok. Zeytinler Kolin Şirketler Grubu’nun kâr hırsına kurban gitti. Talep önümüzdeki yıllarda beklenmedik bir şekilde artsa bile, o santralin üreteceği elektriği daha ucuza ve temize üretecek onlarca seçenek var. Türkiye’nin resmi belgelerde belirtilen elektrik tasarruf potansiyelinin yüzde 4’ü değerlendirilse o santrale gerek kalmaz. Yazın bunu bir kenara. Dengesizin biri çıkar da, “elektrik lazım, büyümemiz lazım” derse tek tek okursunuz.

Ağaçlar kesildi ama toprak orada. Şimdi, o topraklara yeniden fidan dikmeliyiz. Kömür tozunun, külün toprağı işgaline izin vermeden harekete geçmeliyiz. Zeytin ağacı beş, bilemedin 10 yılda ürün verir. O zamana kadar köylülerin ihtiyacını da, bu yasadışı kesime izin veren devlet karşılamalı. Para var, Cumhurbaşkanı’na yeni alınan uçağı satar köylülere maaş bağlarız. Olmadı, kaçak sarayın bin odasından yüzünü kiraya veririz. Milletin malı bu kara günler için var. Köylüsü, üreteni açıkta yatarken, “devletin büyüğü” zaten sarayda yatmaz. Ben umudumu kaybetmedim. Ne bu ülkeden, ne de AKP’ye oy veren dostların yüzünü bir gün saraya değil, o sarayı inşa eden emekçiye çevireceğinden.

Daha güçlü bir çevre hareketi için notlar-1

Özgür Gürbüz/4 Kasım 2014

Bugün Türkiye'nin dört bir yanında çevre mücadelesi veren onlarca grup var. Herkesin ağacına, kentine, deresine ve ormanına sahip çıkması sevindirici. Bu yerel, küçük eylemler çevre hareketinin yayılması, yeni insanların katılmasına da yol açıyorsa elbette ileride daha güçlü bir çevre/yeşil hareketten söz etmemiz mümkün. 

Artık biliyoruz ki Munzur'da ve Alakır'da verilen mücadeleler birbirinden farklı değil. Validebağ ile Edirne, Bergama ile Kazdağları, İstanbul ile Ankara aynı sorunlarla ve o sorunları yaratan aynı zihniyetle mücadele ediyor. Konuşulmamış, kağıda dökülmemiş bir birliktelikten bahsediyoruz. O halde, bu hareketlerin yerelde olduğu kadar merkezi politikaları değiştirme adına da güçlerini birleştirmeleri gerekir. Bu birleşmenin merkezinde bir siyasi parti de olabilir, bir platform da. Mevcut partilerin bunu yapamayacağını az çok hepimiz biliyoruz. Hem bileşenler hem de partiler tarafında, bir çatı altında birleşmede, çevre dışındaki konularda ortaklaşmada sorunlar var. O yüzden mutlaka bir siyasi parti formatına ihtiyaç olduğunu düşünmüyorum (olsa daha iyi ama...).

Çevre hareketinin bir politika birlikteliğine, aynı anda aynı sesi çıkartmasının gerekliliğine vurgu yapmak istiyorum. Farklılıkları ve renklerin keskinliğini de unutmuş değilim. Türkiye'deki grupların birbirine bir o kadar yakın ama bir o kadar da uzak durduğunu da biliyorum. Yine de ortak noktalar, ortak söylemler var. Birlikte büyük mitingler, şenlikler düzenleyebilriz. Tüm Türkiye'yi bir baştan bir başa dolaşabiliriz.

Demem o ki, çevre hareketi her zaman Gezi'yi hatırlamalı. Oradaki gücün, farklı çiçeklerin aynı şarkıyı aynı anda söylemesinden geldiğini unutmamalı.

Çocuklar koruda oynarsa

Özgür Gürbüz-BirGün/2 Kasım 2014

Validebağ Korusu’nda kepçeler toprağı kazdıkça Soma’da zeytin ağaçları sökülecek. Soma’da zeytinler söküldükçe Ermenek’te, Elbistan’da ve Zonguldak’ta maden işçileri ocağa inecek. Hükümetin görmek ya da göstermek istemediği, birçoğumuzun da göremediği gerçek bu. Hepsi birbirine bağlı. Validebağ ne kadar direnirse, Karaman’da analar o kadar az ağlayacak. Soma’nın Yırca köyünde zeytin ağaçları termik santrale feda edilmezse, Ermenek’te babalar, “Gitti mi benim oğlan, saklamayın” diye gazetecilere sormak zorunda kalmayacak. Cinayet sadece madenlerde işlenmiyor. Şebekenin işbirlikçileri de kentlerde çalışıyor. Bir başka deyişle, İstanbul’daki cinayeti durduramazsak, Anadolu’daki şebekeyi de çökertemeyiz.

İstanbul’da tanıdığım iki küçük Mahir var. Biri Şişli’de oturuyor. Şişli’deki Mahir kalkar kalkmaz ışıkları açıyor. Oturduğu apartman dairesi binalarla çevirili olduğu için evin odaları güneş görmüyor. Mahir oynamak için sokağa da çıkamıyor. Ara sokaklara kadar her yer otomobil, top sektirecek boş bir alan yok. O yüzden bilgisayarı devamlı açık. Tüm oyunları ve arkadaşları orada. Babası spor yapsın, sağlıklı büyüsün diye paraya kıyıp onu yakındaki bir spor salonuna yazdırmış. Salona gitmek için ya arabaya ya da metroya biniyorlar. Salonda yüzme havuzu da var. Havuz suyu hep sıcak, elektrikle 24 saat ısıtılıyor. Mahir ne yapsa, enerji harcıyor. Ağaç görmek istiyor, annesi Mahir’e televizyonda belgesel kanalı açıyor. Mahir’in her adımında Yırca’da zeytinliklerden bir dal kopuyor. Termik santrale bir tuğla taşınıyor, santralde yakılacak kömürü çıkarmak için Ermenek’te bir işçi madene iniyor. Mahir’in hiç suçu yok, kimse ona sormamış, seçme hakkı vermemiş.

İstanbul’da tanıdığım diğer Mahir Üsküdar’da oturuyor. Mahir her sabah oyun oynamak için Validebağ Korusu’na gidiyor. Koşuyor, ağaçlara dokunuyor, zıplıyor arada bir de düşüyor ama yer toprak, hiçbir şey olmuyor. Kalkıp yeniden koşuyor. Tüm bu koşuşturma sonucu harcadığı tek enerji annesinin yaptığı yemeklerden aldığı kaloriler.

Mahirler, Zeynepler, Mehmetler ve Kübralar parkta oynadıkça, kent betona boğulmadıkça Yırca’daki zeytin ağaçları köklenmeyecek. Soma’da termik santral kurulmayacak ve maden ocaklarında dayıbaşı, “hadi” diye işçinin omuzuna vurmayacak. Çocuklar eğlenmek için enerji ve para değil zaman harcayacak. Ne bu kadar kömüre ihtiyaç olacak ne de yeraltında çalışan işçilere. Merkezinde enerjinin olduğu sistem yavaşladıkça, talep düştükçe enerji üretim yöntemleri de değişecek. Kömür imparatorluğunun yerini güneş uygarlığı alacak.

Tablet bilgisayarını evde bırakan çocuklar koruda eşitlenecek. Varsıl ve yoksul çocuklar aynı ağaçlara dokunacak. Hepsinin cebine eşit miktarda toprak kaçacak. Mutluluk ucuza gelecek. Birlikte oynayan çocuklar birbirlerini daha iyi anlayacak ve belki de birçok sosyal sorunumuzu da geride bırakacağız.

Çocuklar Koru’da oynarsa harcanan enerji, tüketilen eşya, yoktan var edilen ihtiyaçlar üzerinden para kazanma devri bitecek. Çocuklar birlik olacak, birbirini kollayacak. Validebağ’ı rantçılara vermeyecek. Hükümetin, işverenin sevdiği sendikaya girdi diye işten kovulan oyun arkadaşına sahip çıkacak. Koru’da çocuklar birlikte oynayabilirse bu kâbus bitecek. O yüzden Gezi’yi sevmediler ve yine o yine o yüzden Validebağ’dan korkuyorlar.

Bu yazıyı yazmam için bana ilham veren, Validebağ’da annesine, “Polisler ağaç sevmiyor mu” diye soran Mahir’i gözlerinden öpüyorum.