Ne Paris’le oluyor ne de Paris olmadan

Türkiye’nin imza atarken verdiği Ulusal Katkı Niyet Beyanı resmiyet kazandı ve hedefi oldu. Bu hedef, Türkiye’nin seragazı emisyonlarının 2030'da 929 milyon tonun altında kalması gerektiğini söylüyor. 

Özgür Gürbüz-BirGün Pazar/17 Ekim 2021

Paris Anlaşması’nın onaylanmasıyla iklim krizi yine konuşuluyor. Daha önce kopan dev bir buzul, selin vurduğu bir kent, Hollywood’un yaptığı bir film veya iklim değişikliği bizansın oyunudur diyerek sahnede yer bulmaya çalışan kişilerin haberleriyle karşımıza çıkardı. İklim krizini artık Türkiye’nin hedefi, uluslararası müzakereler penceresinden konuşmaya başladık. Elbette kafalar karışık, “seragazı emisyonlarında tarihsel sorumluluğu neredeyse bulunmayan Türkiye”den, nasıl oldu da bir anda “Küresel hiçbir soruna, krize, çağrıya kayıtsız kalmayan Türkiye, iklim değişikliği ve çevrenin korunması hususlarında da üzerine düşenleri yapacaktır” noktasına geldik anlamak zor. Merak edenlere söyleyelim, iki konuşma da Cumhurbaşkanı Erdoğan’a ait; ilki 22 Nisan 2021’deki Dünya İklim Zirvesi’nden, ikincisi ise 21 Eylül 2021’deki Birleşmiş Milletler konuşmasından.

İklim krizindeki bu ani politika değişikliğinin bakanlardan gazetecilere kadar uzanan örneklerini izlemek oldukça keyifli ancak biz Türkiye’nin Paris Anlaşması’na taraf olmasıyla neler değişti ona bakalım. Zaman kıymetli. Öncelikle AKP hükümetinin bu anlaşmaya taraf olma konusunda aslında çok da istekli olmadığını unutmayalım. Zaten tersi olsaydı Türkiye anlaşmaya taraf olmak için beş yıl beklemez, 197 ülke içinde anlaşmayı onaylayan 192. ülke olmazdı.

Türkiye fikrini neden değiştirdi?
Türkiye iklim konusunda elini taşın altına koymak için hep finansal destek şartını öne sürüyordu. Onay kararından kısa bir süre sonra çıkan haberler, Türkiye’ye 3 milyar doları aşan bir kredinin Dünya Bankası, Fransa ve Almanya finansmanıyla verileceğini söylüyor. Bu da muhtemelen Türkiye’yi masaya geri döndüren nedenlerden biri oldu. Halkı kuyrukta, aç durumdayken “refah içindeki” Türkiye’ye kredi veren bu ülkelerin yöneticileri, kendi halklarına nasıl hesap verecek o ayrı bir konu.

AB Yeşil Mutabakat süreci, sınırda karbon vergisi uygulamaları gibi Paris Anlaşması ve iklim kriziyle mücadele sürecinin dışında kalan ülkelere getirilecek ek yükler, başta ihracatçılar olmak üzere herkesi telaşlandırdı. İş dünyası da hükümete anlaşmanın onayı için baskı yapmaya başladı. Halkın yaşanan iklim krizi kaynaklı afetler sonrasında “çözüm için hükümet ne yapıyor” diye sorması, sivil toplum örgütlerinin çağrıları, 25 bin kişi ve 38 kurumun desteklediği imza kampanyası Türkiye’yi anlaşmaya taraf olmaya götüren diğer nedenler olarak sıralanabilir. Glasgow toplantısı sonrası Türkiye’nin müzakere sürecinde gözlemci ülke konumuna düşeceğini de unutmayalım.

Taraf olduk şimdi ne olacak?

Paris Anlaşması’nın ana hedefi belli. Dünyanın ortalama yüzey sıcaklığındaki artışı 1,5 derece ile sınırlamak, bu başarılamazsa 2 dereceyi aşmamak. Sanayi öncesi döneme göre gezegen 1,2 derece daha sıcak. Fazla zaman yok. Anlaşma, bu hedeflere ulaşmak için ülkeleri göreve çağırıyor, onlara ayrı ayrı hedef koymuyor ancak her ülkenin kendi iradeleriyle belirledikleri seragazlarını sınırlama hedeflerinin toplamda 1,5 derecenin altında kalmasını istiyor. Türkiye’nin anlaşmaya imza atarken verdiği Ulusal Katkı Niyet Beyanı da artık resmiyet kazandı ve Türkiye’nin hedefi oldu. Bu hedef bize, Türkiye’nin toplam seragazı emisyonlarının 2030 yılında 929 milyon tonun (CO 2 eşdeğeri) altında kalması gerektiğini söylüyor. 2019 yılında toplam seragazı emisyonumuzun 506 milyon ton olduğu düşünülürse Türkiye’nin iklim için hiçbir şey yapmasa bile bu hedefi tutturacağını söyleyebiliriz. Emisyonları iki kata yakın artırmak gibi absürt bir hedefe ulaşmak pek zor olmasa gerek. Oldukça zayıf bir hedeften, seragazı emisyonunu azaltmaktan değil artırmaktan bahsediyoruz. Elbette bu hedefin iklim krizini durdurmaya bir katkısı yok, güncellenmesi gerekiyor.

Dünya ne durumda?
Diğer ülkelerin hedeflerinin de çok parlak olmadığının altını çizelim. Hepsini toplayınca 2,5; çok iyimser olursak 2,1 dereceye kadar giden bir sıcaklık artışından bahsediyoruz. 1,5 hedefi uzak ama 2 derece için umut var. O yüzden de anlaşmaya taraf her ülkeden beyanlarını güncellemeleri ve iyileştirmeleri isteniyor. Bu zaten Paris Anlaşması’nın koşullarından biri. Ülkeler beş yılda bir bunu yapmak zorunda ve Türkiye de güncelleyeceğini açıkladı. Tahminim, Kasım sonunda Glasgow’da yapılacak 26. Taraflar Toplantısı’yla süreç hızlanacak ve güncellemeler tamamlanacak. Şu ana kadar anlaşmaya taraf 192 ülkeden 113’ü ilk güncellemesini yaptı. İyi haber istiyorsanız onu da verelim. Aralarında ABD, Japonya, Çin, Birleşik Krallık ve AB’nin de bulunduğu birçok ülke eskisine oranla daha güçlü bir hedef verdi ya da vereceğini söyledi.

Evimizdeki buzdolabı değişecek mi?
Ülkeler hedeflerini belirledikten sonra o hedefe nasıl ulaşacakları kendi bilecekleri iş. Kömür santralları gibi adeta birer emisyon fabrikası olan işletmelerden vazgeçmeleri neredeyse zorunluluk. Doğalgazı ısıtmada tutup, ulaşımda yenilenebilir enerjiyle şarj olan elektrikli araçlara yönelmek bir seçenek. Binaların ve sanayinin enerji verimliliğini artırıp, birkaç doğalgaz santralını açık bırakmak da mümkün. Önemli olan bu eylemlerin sonucunda seragazı emisyonunuzu taahhüt ettiğiniz rakamlara getirmek ve elbette orta vadede sıfırlamak veya en aza indirmek. Paris nasıl yaptığınızla değil, sonuçla ilgileniyor. Enerji verimliliğini öne çıkaran bir ülkede, hedeflerin yüksek olması durumunda değişimin evlerdeki beyaz eşyalara kadar uzanacağını, çok yakan araçlara sınırlama getirileceğini, sanayide daha verimli motorların kullanılacağını öngörebiliriz. Çünkü elektrifikasyon gibi önemli değişimler kaçınılmaz görünüyor. Türkiye gibi yapabileceğinden daha azını vaat eden bir taahhüt verilirse hiçbir şey değişmeyebilir. Bu yüzden de Türkiye’nin güncelleyeceği Ulusal Katkı Beyanı’nda değişime zorlayacak bir hedefin belirlenmesi için uğraşmalıyız.

Paris +
Paris Anlaşması küresel bir soruna küresel bir çözüm bulmak için ülkeleri pazarlık masasına oturtan elimizdeki tek araç. Onsuz olmaz, onunla olacağı da kesin değil. Anlaşma bilimle uyumlu ancak adil dönüşüm, zengin ülkelerin sorumlulukları, gezegenin kapasitesi gibi konularda eksik kaldığı nokta çok. Mevcut düzenin bir eleştirisi değil her şeyden önce…

Bu yüzden de her ülkenin hatta işletmelerin, belediyelerin kendi “Paris Anlaşması”nı yaratıp, hedefler belirlemesi, emisyon azaltım hedeflerini sadece teknolojik dönüşüme bağlamadan sosyal ve adaletli bir çözüm üretmeleri çok önemli. Seragazı emisyonlarının azaltımı sadece güneş panellerinden geçmiyor. Çalışma saatlerinin düşürülmesi, lüks tüketimin teşvik edilmemesi, organik tarıma geçiş, et tüketimi ve silahlanma harcamalarının azaltılması gibi eylemler bizi küresel hedeflere çok daha kolay ulaştırabilir. Bir “Paris ve fazlası” akımına (Paris + diyebiliriz) ihtiyaç var. Görünen o ki, sivil topluma yine büyük iş düşecek.

Amerika’dan kaçarken Rusya’ya tutulmak

Dış politikadaki manevraları sürekli yön değiştiren Türkiye’nin, ABD ve Batı’dan uzaklaşmasını Rusya fırsata çeviriyor. Türkiye’nin hem askeri konularda hem de enerji gibi stratejik öneme sahip alanlarda Rusya’ya bağımlılığı artıyor.

Özgür Gürbüz-BirGün/3 Ekim 2021  

2020 yılında Türkiye’nin ithal ettiği doğalgazın yüzde 33,5’i Rusya’dan alındı. Son yıllarda
Azerbaycan’dan daha fazla gaz alınmaya başlasa da Rusya hâlâ Türkiye’nin bir numaralı gaz tedarikçisi. Türkiye’nin tarihinde en çok gaz ithal ettiği 2017 yılında, 55 milyarlık ithalatın yüzde 52’si Rusya’dan yapılmıştı. 2020’de ithalat 48 milyar metreküpe düştü. Doğalgaz kullanımı arttıkça Rusya’dan gelen boru hatlarının kapasitelerinin de müsait olması nedeniyle bu payın yükseleceğini söyleyebiliriz. Doğalgaz ithalatının hepsi boru hatlarıyla yapılmasa da, spot piyasadaki fiyatlar, nakliye ve uzun dönemli kontratlar gibi etkenler Rusya, İran ve Azerbaycan gibi boru hatlarıyla Türkiye’ye gaz gönderen ülkelere avantaj sağlıyor. Kısaca özetlersek, doğalgaz ithalatımızın üçte birini karşılayan Rusya, bu alanda ipleri elinde tutacağa benziyor.

Doğalgaz ve petrolde Rusya faktörü

Sınırlı doğalgaz kaynağına sahip Türkiye, doğalgaz talebinin yüzde 1’inden azını kendi sahalarından karşılayabiliyor. Doğalgazda dışa bağımlılığımız yüzde 99. Petrolde ise dışa bağımlılık yüzde 90’lar civarında. Petrol ithalatı yaptığımız ülkelere baktığımızda Rusya Devlet Başkanı Putin’in hafifçe gülümseyerek bize baktığını görebiliyoruz. Çünkü Irak’tan sonra en çok petrol alımı yaptığımız ülke Rusya. İthal petrolün yüzde 21’i Rusya’dan geliyor. Rusya’nın coğrafi yakınlığı, petrol ve doğalgaz rezervlerinin büyüklüğü Türkiye için onu cazip bir satıcı yapıyor.

İthal kömürde de Rusya

Her gün yerli kömür türküleri söyleyip güne başladığımız için Türkiye’nin çok kullandığı bir başka fosil yakıttan, kömürden iyi haberler bekleyebilirsiniz. Beklemeyin. Kömürden gelen haber de kendisi gibi kara. Türkiye’nin kömür ithalatında birincilik Kolombiya’da olsa da Rusya bu alanda da kürsüye çıkmayı başarıyor. En çok kömür ithal ettiğimiz ikinci ülke Rusya’nın toplam ithalatımızdaki payı yüzde 34,4. Türkiye ithal kömürle çalışan termik santral yapmaya devam ettikçe aralarında Rusya’nın da bulunduğu ülkelerin payı artacak. Düne kadar Paris İklim Anlaşması’nı onaylamayacağını söyleyen Türkiye’nin niyeti de daha fazla kömür santralı yapmaktı. Paris Anlaşması onaylandıktan sonra Türkiye başka bir yola girer mi; onu bekleyip göreceğiz. Girmezse kömürde de Rusya ile ilişkiler devam edecek demektir.

Türkiye’nin enerji sektörünün, fosil yakıt dediğimiz petrol, kömür ve doğalgaza bel bağladığını hatırlatalım. Doğalgaz ve ithal kömürle çalışan santralların elektrik üretimindeki payı 2020’de yüzde 43’tü. Kurulu güç kapasitelerine bakarsak bu oranın elektrik talebinin artması durumunda daha da yukarılara çıkacağını söyleyebiliriz. Kömür ve doğalgaz ithalatında Rusya tartışmasız en önemli tedarikçi. Bir başka deyişle Türkiye’nin elektrik üretiminde kritik bir role sahip.

Akkuyu ile elektrik piyasasında söz sahibi olacaklar

Elektrik enerjisinde Rusya’ya bağımlılık bununla da sınırlı değil. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) bütün uyarılara rağmen inatla yaptırmaya devam ettiği Akkuyu’daki nükleer santral da Rusya’ya ait. Kömür ve doğalgaz ile elektrik piyasasına dolaylı erişim sağlayan Rusya, Akkuyu biter ve çalışırsa doğrudan bir oyuncu olarak da karşımıza çıkacak. TEİAŞ’ın (Türkiye Elektrik İletim A.Ş.) dağıtım şirketlerinin verilerini de ele alarak yaptığı talep tahminlerine bakar ve gerçekçi kabul edersek, 2027 yılında Türkiye 362 milyar kWh elektrik tüketecek. 2027, Akkuyu nükleer santral projesi iptal edilmezse santralın dört reaktörünün de çalışacağı ve tam kapasitede üretim yapacakları yıl. Rus şirketin iddiasına göre yılda 35 milyar kWh elektrik üretilecek. Bu da, TEİAŞ’ın tahmin ettiği talebinin yüzde 10’unun Akkuyu’dan karşılanacağı anlamına geliyor. Elektrikte ithal kömür, doğalgaz üzerinden Rusya’ya bağımlılığımız az gelmiş olacak ki, devlet büyüklerimiz bir de nükleer santral üzerinden bağlanalım demişler.

Bilmeyenler ya da duymak istemeyenler için hatırlatalım. Akkuyu’da yapımı süren santralın hisselerinin yüzde 100’ü Rus devlet şirketi Rosatom’un Türkiye’deki uzantısı. Mevcut iktidarın Rusya ile yaptığı anlaşmada açıkça belirtildiği gibi, Rus tarafı istese de hisselerinin yüzde 49’undan fazlasını satamıyor. Bu yüzden de 60 yıl çalıştırılması planlanan santralda 60 yıl boyunca söz sahibi hep Rusya olacak. Malum, biz gönlü bol bir milletiz. Köprülerde, otoyollarda yaptığımız jestleri Akdeniz’in en güzel kıyılarından birine nükleer santral yapan Rusya’dan da esirgemedik. Rusya’nın santralının üreteceği elektriği, 15 yıl boyunca kilovatsaati 12,35 dolar sentten almak üzere garanti de verdik. İhtiyaç olsun ya da olmasın, santralın ürettiği elektrik alınacak. Köprüden geçsek de geçmesek de ücreti ödüyoruz; aynı hesap.

Nükleer santral elektrik fiyatlarını artıracak

Bu alım garantisi hafife alınacak bir iş değil. Öncelikle, verilen alım garantisi piyasa fiyatının yaklaşık 4 katı. Türkçesi şu, piyasada 3 sente elektrik bulsak da biz 12 sente Akkuyu’dan alacağız. Yeni ihalesi yapılan rüzgar ve güneş santrallarında ortaya çıkan fiyatın da 3 sent civarında olduğunu düşünürsek, güneş santralından alacağımız aynı elektriği nükleerden 4 kat pahalıya alacağımız görülüyor. Bu da haliyle evdeki elektrik faturasından fabrikalara kadar tüm hayatı etkileyecek.

Türkiye, petrolden doğalgaza, kömürden elektriğe enerjide her alanda Rusya’ya bağımlı hale geldi. Siyaseten Batı’dan uzaklaşan AKP iktidarının çareyi Rusya’ya yaklaşmakta bulması, enerji alanında yeni sorunlara da yol açıyor. Soçi’den dönüşte Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, Putin’e iki nükleer santral daha yapma hedefleri olduklarını söyleyerek, bu iki santralı Rusya ile yapmayı teklif etmesi bu sorunlardan sonuncusuydu. Rusya’nın iki yeni nükleer santral yapmak için yeterli finansmanı var mı tartışılır. Eğer bu hatada da ısrar edilirse, Türkiye elektrikte de Rusya’ya yüzde 20-25 oranlarında (o günkü talebe göre değişebilir) bağımlı hale gelecek. Kömür ve gaz üzerinden elektrik piyasasında yaşadığımız dolaylı bağımlılık, nükleerle doğrudan bağımlılığa dönüşüyor.

Enerjide bağımlılıktan kurtulmanın yolu sistem değişikliği

Rusya’ya bağımlılıktan kurtulmak bir dış siyaset meselesinden çok ekonomik sistemde dönüşüm meselesi artık. Batı ile ilişkiler ilerleyince kömürü Avustralya’dan almak veya nükleer santralda ısrar edip onu ABD’ye yaptırtmak bağımlılık sorununu çözmez sadece “kime bağımlı olduğumuzu” değiştirir. Yapmamız gereken, enerjide bağımsızlığı makul seviyerele çekmek olmalı. Sürekli çalışarak piyasayı domine eden baz yük santrallara dayanan, aslında doğalgaz, kömür ve nükleer santralları kurtarma modeline dönüşen bu enerji üretimi sisteminden vazgeçip, üretimi yerelde (evde, okulda, tüketimin olduğu yerlerde) ve küçük santrallarla (kooperatiflerle, kamuyla, belediyelerin ön ayak olduğu girişimlerle) yapmaya başlamazsak, bir şirketin ya da ülkenin elindeki santrallara mahkum oluruz. İthal edilen enerji kaynaklarının fosil yakıtlar, dolayısıyla iklim krizine yol açan kömür petrol ve doğalgaz olduğunu da düşünürsek nihai hedefin hem ekonomi hem de yaşam için ithalatı sıfırlamak olduğunu hepimiz görürüz. İyi haber şu; bu mümkün.

Güneş cumhuriyetnin kurulmasıya birlikte hidrojen enerjisinin kullanımının artması, enerji cimri binaların hayata geçirilmesi, ulaşımda raylı sistem, toplu taşıma ve bisiklet gibi araçların yaygınlaştırılması, çalışma saatlerinin düşürülmesiyle tüketimin azaltılması, bizi Rusya veya başka bir ülkeye enerji alanında bağımlı olmaktan kurtarabilir.

Thor kendini ağaca zincirlerse

Hayal dünyasının özgürlüğüne sığınmaya çalıştığımız şu günlerde, bir Norveç dizisi Ragnarok’ta Thor, çekiciyle çevreye zarar veren insanüstü güçlere sahip bir aileyi durdurmaya çalışıyor. Ortaya, mitoloji ve günümüzün sorunlarının harika bir birleşimi çıkıyor.

Özgür Gürbüz-BirGün Pazar/19 Eylül 2021

Thor’un çekicinden bugüne kadar nasibini almayan kalmadı desek yeridir. Evrendeki birçok canlıdan Kaptan Amerika’nın kalkanına kadar onun kudretli gücüne tanıklık etmeyen adeta yok. Norveç’in gözden ırak bir kasabasında ise Thor’un çekici “Mjolnir” ile yüzleşme sırası, ülkenin en zengin şirketlerinden birinin sahibi Jutul ailesine geliyor. Norveç’in endüstri devi Jutullar, bu gözden ırak kasabada, gözden ırak olmanın keyfini doğaya ve insanlara acı çektirerek çıkarıyor. Kimyasallar kasabanın sularını kirletecek şekilde, yasaları hiçe sayarak doğaya bırakılıyor. Paranın gücü onları kasabanın adeta hakimi yapmış. Filmdeki tek çevre sorunu toksik atıkların doğaya bırakılması değil. İklim krizi de dizi boyunca izlemeye doyamadığımız, bizlere nefes aldıran etkileyici dağ manzarasının bulutlara yakın kısmında gizlenmiş. Dağlardaki buzullar iklim krizi nedeniyle eriyor ve kasabada bunu fark eden ya da umursayan çok az kişi var.

Mitolojiden esinlenerek zekice kurgulanmış

“Doğaya acı çektiren” dediğimiz Jutullar aslında İskandinav Mitolojisi’nin devleri ya da uzun boylu yaratıkları. Norveç’te “jötül” kelimesi, biraz eski olsa da “dev” anlamına geliyor. Mitolojide bazen oldukça garip, tuhaf bazen de olabilidiğince güzel şeklinde tanımlanan bu devleri bizim dünyamızda zaman zaman zengin bir aile ve iş insanı kılığında, zaman zaman da tüm vahşilikleriyle görüyoruz. Bu benzetme bile dizinin zekice planlandığının başlı başına bir göstergesi.

Aynı zeka, Thor ve Loki karakterlerinde de kendini gösteriyor. Annesine bağlı, kendine güvenmeyen, psikolojik sorunlara sahip Magne (Thor), aynı zamanda dürüstlük ve doğruluk konularında olumlu özelliklere sahip. Thor ile cinsel kimliğini anlamaya, aynı zamanda kasabadaki gençler arasında kendine yer edinmeye çalışan Loki (Laurits) arasındaki ilişki her ailede yaşanabilecek bir dramı anlatıyor. Evin yükünü tek başına çeken annenin bu kadar karmaşık sorunlara ayıracak vakti ne yazık ki yok. Loki de Thor da sorunlarını çözmek için aile dışından destek almak zorunda. Thor ile Loki arasındaki çelişki, ayrı babadan dünyaya geldikleri için tek varlıkları annelerine karşı duydukları karmaşık hisler, günümüz dünyasının ve Kuzey Avrupa aile yapısının içinde başarılı bir şekilde anlatılıyor. Söylenecek daha fazla söz var elbette ama izlemek isteyenler için her şeyi de anlatmayalım.

Modern yalnızlıkların ilacı dayanışma

Netflix’teki Ragnarok dizisini, aile ve toplum içindeki ilişkilerin Norveç’e kıyasla Türkiye’de daha “sıcak” ve o nedenle de bir o kadar “yakıcı” olduğunu düşünerek izleyebilirsiniz. Bu biraz da sizin, aileniz ve toplumla kurduğunuz ilişkilere bakarak yapabileceğiniz öznel bir gözlem olur. Dizide Jutul ailesine çevreye verdikleri zarar nedeniyle karşı çıkma cesaretini gösteren Isolde ve onun uzun süren yalnızlığı ise sanırım evrensel bir kabule sahip. Isolde, balıkların ölümünden yola çıkarak, suyun kirlendiğini ve kirleteni bulur. Youtube üzerinden sesini duyurmak isteyen ekolojist Isolde’nin en büyük çelişkisi ise aşık olduğu kadının da Jutull ailesinden olması. Isolde Thor’un kasabaya ısınmasını sağlasa da bir tanrının yalnızlığına son veremeyecek kadar insandır.

İşi tanrılara mı bırakmalı?

Mitolojideki iyi ile kötünün savaşını, günümüz koşullarında ve olabildiğince sadeleştirerek günlük hayatımıza uyarlama fikri nedeniyle hem dizinin yazarlarını hem de yönetmenlerini tebrik etmek gerek. Doğaüstü güçlerin hayattaki yansımaları oldukça düşündürücü. Doğaüstü güçlere sahip bu canlıların mücadelesinde “normal insanın” zayıflığı, kayıtsızlığı ya da çaresizliği ise çevre sorunlarının neden daha etkin bir şekilde çözülemediğinin bir işareti sanki. “Doğaya zarar veren ve korumaya çalışan insanların sıradışı olması ve önderlik özellikleri, mücadelenin kitleselleşmesi engelleniyor mu” sorusu iyi bir tartışma konusu elbette. Gezi direnişi örneğinde olduğu gibi, başarının bir lider yerine herkesin lider olduğu zaman geleceğine inananlar olduğu gibi Greta’nın ardından gitmeyi tercih edenler de var. Thor’un şimşeklerinin gürültüsü haliyle herkesin dikkatini çekiyor ama dizide de olduğu gibi Jutul Ailesi’nin geri adım attığı anların çoğunda kasabanın birlik içinde harekete geçtiğini görüyoruz. Norveç’in dağ kasabasından bize düşünmek üzere bırakılan konulardan biri bu olsa gerek.

Devler sonsuza kadar gizlenemez

Filmde devlerin (jötul ya da giant) ekonomik güçleriyle medya ve siyaseti nasıl manipule etmeye çalıştıklarına da tanıklık ediyoruz. İyilerin, bu oyunlara alet olması, kötülerin içinde de bir iyiliğin bulunması artık kanıksadığımız gerçekler. Günümüz Türkiye’sinde de onlarca dev ile mücadele ettiğimizi biliyoruz. Siyasete ve medyaya uzanan uzun elleriyle, tehlikeye dikkat çeken Isolde ile kendileri arasında kalan kitleyi ikna etmeye ya da daha açık bir deyişle, kandırmaya çalışıyorlar. Doğadaki yıkım evlerinin önüne, musluktan içilen suyun kirlenmesine, evdeki insanların hastalanmasına uzanınca parlak takım elbiseler, lüks arabalar ve kudretli güç arkasına saklanmış yakışıklı ve güzel insanların bir anda dünyanın en karanlık ve çirkin yaratıklarına dönüştüğünü görüyoruz. Bu bazen bir telefon konuşmasında halka küfrederken ortaya çıkıyor bazen açık kalan bir mikrofondan duyuluyor. Bazen ayrı düşmüş bir suç örgütü liderinden bazen de vicdan ile yapılan muhasebeden çıkan bir itiraftan öğreniyoruz. Thor’un bile kafasını karıştıran, onun ailesini bile etkileyen bu devlerin toplumun genelince kınanması ve cezalandırılması kolay bir süreç değil.

Mitolojideki kıyamet iklim krizi mi?

Ragnarok, İskandinav mitolojisinde kıyamet gününü anlatıyor. Kıyamet günü, tanrı ve insanların kötüyle savaşı… Bu savaştan galip çıkan yok aslında, kötülerin iyilerle beraber neredeyse tüm yaşamı yok ettiği ve yeni  bir düzenin kurulduğu bir kıyamet senaryosu bu. Dizide iklim krizi sorununun birçok meseleyi açığa çıkartan veya başka sorunları da tetikleyen bir ana unsur olduğunu düşünürsek, Ragnarok’un kendisinin iklim krizi olduğunu da söyleyebiliriz. İklim krizini durduramazsak, ona neden olan devler ya da jötullar da dahil olmak üzere tanrı ve insanların da yok olduğu, yerine kalanların bambaşka bir düzen kurduğu bir başka gelecekten bahsediyoruz. Thor’un tanrısal güçlerinin bile durduramayacağı fırtınalar bizi bekliyor. Kötü ve iyinin hayal gücünden öte bir felaket Ragnarok. Durdurmak için herkesin elindeki çekici fırlatma, hepimizin Thor olma zamanı geldi.

***

Üçüncü sezon geliyor mu?

Ragnarok dizisini yaratan Emilie Lebech Kaae (hikaye) ve Adam Price’a yönetmenler: Mogens Hagedorn, Jannik Johansen ve Mads Kamp Thulstrup eşlik etmiş. Altışar bölümden 2 sezonu yayınlanan dizide Magne’yi David Stakston, Laurits’I Jonas Strand Gravli, Fjor’u Herman Tommeraas ve Saxa’yı Theresa Frostad Eggesbo oynuyor. 2020’de gösterimine başlanan ve 2021’de son bölümü yayınlanan dizinin 3. sezonu için henüz tarih verilmedi ancak IMDB’de aldığı 7,5 puan ve son aylarda devamının çekileceğine dair yayılan söylentiler yakında tarihin açıklanacağı umudunu güçlendiriyor.

Varsayalım iklim krizi yok

Türkiye ısınmanın en kuvvetli yaşandığı bölgede yer alıyor. Bir hafta sürmesine alıştığınız 40 derecenin üstündeki sıcak hava dalgasının 2-3 hafta ve alışılmışın 4-5 derece üstünde sürdüğünü düşünün.

Özgür Gürbüz-BirGün Pazar/8 Ağustos 2021

İnsanların, fosil yakıt dediğimiz kömür, petrol ve doğalgaz kullanımıyla birlikte son 150 yılda
yürüttükleri “modern toplum” faaliyetleri iklimi krize soktu. Küresel ısınmaya neden olan seragazı emisyonlarından karbondioksiti hapsetme özelliğine sahip ormanlar tarım, hayvancılık ve yerleşim için talan edilirken, kentleşme, endüstriyel faaliyetler, ulaşım ve fosil yakıtlara bağlı enerji tüketimi atmosferdeki seragazı emisyonlarını tarihte hiç görülmediği kadar artırdı. Dünya 1,2 derece ısındı.

Dünyanın ısınmasıyla değişen iklimler aşırı hava olaylarının sıklığı ve şiddetini artırıyor. Yağışlar sertleşiyor, sıcak hava dalgaları uzuyor, hortumlar şiddetleniyor, orman yangınlarının sayısı artıyor. Bildiğimiz her şeyi unutma çağındayız. Felaketler eski felaketleri aratıyor. Kısaca yaşananı ve yaşayacaklarımızı böyle özetleyebiliriz. İçinde bulunduğumuz yaz aylarından bir örnek vereyim. Ortalama yüzey sıcaklığındaki 1,2 dereceyi bulan artış 1,5 dereceyi geçerse, dünya nüfusunun yüzde 14’ü en geç beş yılda bir şu anda yaşadığımız benzeri sıcak hava dalgalarından birine maruz kalacak. İki dereceyi geçerse dünya nüfusunun yüzde 37’si aynı kaderi paylaşacak.

Türkiye kritik bölgede


Türkiye de ısınmanın en kuvvetli yalandığı bölgede yer alıyor. Dünyanın ortalama sıcaklığındaki artış 1,5 dereceyi bulduğunda Türkiye’de bu artış 2 dereceyi bulacak. Her sıcaklık artışını en çok hisseden bölgelerden birinde yaşıyoruz. Yazın bir hafta sürmesine alıştığınız 40 derecenin üstündeki sıcak hava dalgasının 2-3 hafta ve alışılmışın 4-5 derece üstünde sürdüğünü düşünün. Yaşanan benzer sıcak hava dalgalarının geçmişte, başta kronik rahatsızlığı olanlar ve yaşlıların hayatını alıp götürdüğünü biliyoruz. Kuraklıkların, su sorunun artacağını görebiliyoruz. 1,5 derecelik artışta bile, gıda tedariğinde kritik role sahip arı gibi birçok böceğin yüzde 6’sının yaşam alanlarını yarı yarıya daraltıyoruz. 2 derecede böceklerin yüzde 18’i bundan etkileniyor. Gıda üretiminin dar bir alana sıkışması hem gıda üretimini hem de insanların gıdaya erişimini zora sokacak.

Türkiye’de de orman yangınlarının sık sık bu şiddette tekrarlanacağını bilimin verileri ışığında tahmin edebiliyorduk. Bugün Türkiye’yi saran yangınlar tesadüf değil. Bu afetlere hazırlıksız olmamız iklim krizini bahane haline getirmez, onun olmadığı anlamına gelmez. Aksine, iklim krizinin bizi daha fazla etkileyeceği anlamına gelir. Sellerde, orman yangınında yaşanan da bu. Altyapı eksikliğini tartışabiliriz çünkü bu iklim krizinin sonuçlarını artırır ama yanlış sözcükler kullanarak, halka “iklim krizi yok” anlamına gelecek sözler söylersek bilimi inkar etmiş oluruz. Son günlerde bu konuda çok fazla hata yapıldığını gördüğüm için not düşmek istedim.

Krizden çıkış mümkün

Felaket listesi uzun ama artık zaman kendimizi korkutma zamanı değil. Bu krizden çıkmak için harekete geçme zamanı. Belki inanmayacaksınız ama hâlâ şansımız var. 2050 yılına kadar her alanda karbonsuzlaşarak 2 derecenin hatta 1,5 derecenin altında kalmak mümkün ama değişmek gerekiyor. Uluslararası Enerji Ajansı’nın 2050 için önerdiği ve adım adım yapılacakları gösteren bir net sıfır emisyonu var. Bu senaryo hâlâ soruna teknolojik çözümler bulmaya ve mevcut hayat tarzını korumaya çalışıyor. Yapılması gereken tam anlamıyla bu değil ama iklim krizini durdurduğumuz bir dünyayı hayal etmek adına gelin bu senaryoyu gözümüzde canlandıralım.

Yıl 2020. Tüm dünyada yeni petrol, kömür ve gaz sahalarının açılması durdurulmuş. Elektrikli otomobil satışı küresel satışın yüzde 5’ine ulaşmış. Yıl 2025. Gelişmiş ekonomilerde yapılan her yeni ev net sıfır emisyon standardında. Fosil yakıt tüketse de çatısındaki panelle, ısı pompasıyla saldığı emisyon miktarı kadar salınmasını da önlüyor. Bu tarihten itibaren binalar için fosil yakıtlı kazan satışı yasak, yani kombi almak mümkün değil. Yalıtım artacak, elektrikli ısınma öne çıkacak. Aynı yıl küresel elektrik üretiminin yüzde 20’si güneş ve rüzgardan sağlanacak.

Binalar emisyonsuz olacak

2025 yılında televizyonlar son kömür santralının inşaatının bittiğini yayınlayacak. 2030’da tüm dünyada yapılan yeni evler net sıfır emisyon standartına sahip olacak. Faturalara ne kadar zam geldi telaşı da aslında azalacak. Aynı yıl dünyada satılan otomobillerin yüzde 60’ı elektrikli olacak. Ağır sanayide geniş çaplı temiz teknoloji uygulamaları başlayacak, hidrojen enerjisi 850 gigavat kapasiteye ulaşacak (Türkiye’nin elektrik kurulu gücünün yaklaşık 9 katı). 2035’e geldik. Küresel fosil yakıt kullanımı 2020 seviyesinin yarısına düşecek, içten yanmalı motora sahip otomobil satışı olmayacak, muhtemelen trafik kaynaklı hava kirliliği de azalmaya başlayacak bu yıl. Kamyon ve benzeri araçların yarısı da elektrikli olacak ve soğutma sistemi benzeri ekipmanların sadece en yüksek verimlilikte olanları satılacak. Dandik klima dönemi bitiyor, yalıtımın binalarda artmasıyla klima ihtiyacı da azalacak.

Hidrojen ve elektrifikasyon çağı

2040 olduğunda her yerde hidrojen enerjisi görmek kimseyi şaşırtmayacak. Yeni eski demeden, mevcut binaların yarısı net sıfı emisyon standartına sahip yalıtıma kavuşacak. Petrol talebi 2020 seviyesinin yarısına düşecek. Son kömür santralı kapatılacak. Dünyada elektrik üretimi net sıfır emisyon seviyesine ulaşacak. 2045’te ısı pompaları binalardaki ısı ihtiyacının yarısını karşılar hale gelecek. 2050’de ise oturduğumuz binaların yüzde 85’i sıfır karbona hazır hale gelecek (muhtemelen TOKİ binaları hariç), elektriğin büyük bölümü rüzgar, güneş ve hidrojenden elde edilecek ve ağır sanayi üretiminin yüzde 90’ı düşük emisyonlu tesislerden oluşacak. Her yerde elektrik şarj istasyonları, dev akü sahaları görülecek. 10 milyara yakın insanın elektriğe erişimi olacak. Ulaşımda elektrikli araçlar, aydınlatmada LED ampul dışında bir şey görmeyeceksiniz. Trenlerin büyük bölümü de elektrikli olacak. Uçaklarda biyoyakıt kullanımı yüzde 45’lere ulaşacak. Atmosfere bırakılan az miktardaki karbon da tutularak hapsedilecek. Bu da bizi net sıfır emisyona götürecek.

Siyaset teknolojiyi yönlendirmek zorunda


Uluslararası Enerji Ajansı’nın bu senaryosunun, özellikle zengin kuzey ülkelerinde yaşayan ve refahından vazgeçmek istemeyen insanları rahatsız etmeyeceği ortada. Teknoloji açısından tüm bu gelişmelerin yapılabilir olduğunu görmek de bir yere kadar anlamlı. Ancak, dünyanın kaynak sorunu, bu kaynakların adil bir şekilde dağılımı, teknolojiye erişimdeki eşitsizlikler veya senaryo içerisine boca edilen bolca nükleer santralın yaratacağı sorunlar böylesine teknik bir senaryoda görülemez. Biz buradan yola çıkarak başka bir dünya yaratma kabiliyetine sahip olduğumuzu görmeliyiz. Elektrikli araçların kullanıldığı ancak ağırlığın özel araçlara değil toplu taşımaya verildiği bir senaryo bize çok daha fazla elektrik tasarrufu yapma şansı verir. Çalışma günlerinin sayısını dörde çekmek hem sosyal refahı artırır hem de küresel enerji ve kaynak tüketimini azaltır. Lüksün sınırlandırılması, üretimin gerçek ihtiyaçlar doğrultusunda şekillendirilmesi de aynı amaca katkı sağlar. Siyaset bu alanlarda devreye girer ve başarılı olursa hem iklim krizini durdurur hem de yukarıdaki senaryoyu daha çevreci bir hale getirmiş olur. Dünyayı bu krizden kurtarmak mümkün ama sorunu yaratanlardan ve kaynağı kapitalizmden uzak, bir başka dünya yaratma umuduyla yola çıkan, teknolojiyi de gerçek refahı yaratmak için kullanan bir siyasi harekete hiç olmadığı kadar ihtiyacımız var.

II. Bölüm: Varsayalım İklim Krizi yok


Hazır zihnimizi açmışken işe bir de iklim krizini inkar eden, yok sayan veya anlayamayanların tarafından bakalım. Varsayalım iklim krizi yok. İklim krizi çevrecilerin palavrası olsun. Sellerin şiddetlenmesi, kuraklığın uzaması, ormanların günlerce ve ülkenin her yerinde yanmasına da kader diyelim. Hayatımızı hiç değiştirmeyelim. Ne bulursak tüketelim. Petrol, kömür ve doğalgazı bitene kadar yakalım. Uçak bulduk mu atlayalım, otomobil bulduk mu gaza basalım. Otobüsle, bisikletle uğraşmayalım. Karbon ayak izi de başka bir palavra zaten. Alabilen kalmadı herhalde ama bulduğumuz sürece et yemeye devam edelim. Hayvancılık nedeniyle atmosfere daha fazla seragazı emisyonu bırakılıyormuş diyorlar; takmayalım. İklim krizi yok diyelim, keyfimize bakalım.

1,7 Dünya varmış gibi yaşıyoruz

Tüm bunların dünyaya bir faydası olacak mı? Hayır çünkü dünyanın insanların bu bitip tükenmez isteklerini karşılayacak gücü yok. Sudan gıdaya, demirden ağaca bildiğimiz tüm doğal varlıkların bir sınırı var. Gezegenin kendini yenileme kapasitesi sınırlı. Bu kapasitenin üzerinde tükettiğimiz için her yıl temiz su miktarı, ormanlar, temiz hava azalıyor. Bu yıl dünyanın bize bir yıl içinde sunabileceği bu varlıkları 29 Temmuz’da tükettik. Mavi gezegenden bir değil 1,7 tane varmış gibi yaşıyoruz. Geri kalan beş ay boyunca tüketeceklerimiz aslında bir önceki yıla ait rezervler. Gün gelecek gezegenin rezervleri boşalacak, borç alacak su, hava veya gıda kalmayacak. Yok saydığımız, görmezden geldiğimiz iklim krizi aslında bizi başka felaketlerden, çevre sorunlarından da korumaya çalışıyor. Belki de bir başka ve daha kanlı bir paylaşım savaşından.

Enerji ithalatından şikayetçiyiz ama fosil yakıtlardan vazgeçmiyoruz

Gelin dünyanın kalanını karıştırmayalım. Gezegende sadece Türkiye varmış gibi yapalım. Yok saydığımız, her felaketten sonra ilk kez duyuyormuş gibi yaptığımız iklim krizinden çıkmak için yapmamız gerekeni hatırlayalım. Petrol, kömür ve doğalgazdan vazgeçmek. Yine iklim krizinin olmadığını varsayalım. Hani şu yüzde 99’u ithal edilen doğalgazdan vazgeçmek. Yüzde 90’dan fazlası yine ithal edilen, tankerlerle taşınırken yüreğimizi kaldıran petrolden vazgeçmek. Yarısına yakını ithal edilen, yakıldığında hava kirliliğinden asit yağmurlarına kadar çeşitli çevre sorunlarına yol açan, hasta ettiği kişiler nedeniyle yılda 53 milyarı bulan sağlık harcamasına ve 5 bin erken ölüme yol açan kömürden vazgeçmek. Aklı başında biri bana bu üç beladan neden vazgeçemediğimizi söyleyebilir mi? İklim krizini yok saysak bile, hem ithalata ödediğimiz milyar dolarlık fatura hem de yarattıkları sağlık ve çevre sorunlarıyla hayatımızı kabusa çeviren kömür, doğalgaz ve petrolü neden bırakamıyoruz?

Nükleer ve kömür güneşten pahalı

Mesele elektrik üretmekse rüzgar, güneş doğalgazdan da, kömürden de daha ucuza elektrik üretiyor. Türkiye’deki son güneş enerjisi ihalelerinde, en düşük teklif kilovatsaat başına 2 dolar sente kadar geriledi. Kömür ve doğalgazda bu fiyatlara erişmek mümkün değil, nükleerde Akkuyu için verilenin fiyatın ise güneşten altı kat pahalı, 12,35 dolar sent olduğunu zaten biliyoruz. Elektriğe daha az para ödemek mi istemiyoruz, o yüzden mi iklim krizi yok diyoruz?

Daha az tüketerek de aynı işi yapmak mümkün. Almanya’nın ekonomisi büyümeye devam ediyor ama daha az enerji harcıyor. Ülkedeki birincil enerji tüketimi 1990 ila 2019 arasında yüzde 15 azaldı. Aynı dönemde ekonomi yüzde 53 büyüdü. Üretim yöntemlerini daha verimli kılmak mı bizi rahatsız ediyor, o yüzden mi iklim krizi başka ülkelerin sorunuymuş gibi davranıyoruz?

Çevreciler bizi kandırmışsa ne kaybederiz?

Diyelim ki biz iklim krizi olmamasına rağmen hataya düştük, fonlanmış çevreci ajanlar bizi kandırdı ve harekete geçtik. Yukarıdaki tedbirleri alarak kömürden, petrolden kaçtık. Hava kirliliği azalsın, ithal enerjiye ödediğimiz, zaman zaman 50 milyar dolarları bulan fatura azaldı. Madenlerde ölüm tehlikesiyle çalışan işçilere güneş paneli, rüzgar türbini fabrikalarında istihdam sağladık. Sınırlı kaynaklarla yaşadığımızı kabul ettik, herkesin otomobili olmadı ama binebileceği trenleri, otobüsleri oldu. Üretim süreçlerini ihtiyaca göre düzenledik, çalışma saatlerini düşürdük, haftada dört gün çalışmaya yılda bir ay tatil yapmaya başladık. Evlerimiz üst düzey yalıtım standartlarıyla inşa ettik, enerjimiz klimalara harcanmadı, faturalar düştü. Enerji kooperatifleri kurduk, çatılarımızdaki güneş panellerle üreten de tüketen de biz olduk. Aracı şirketlerle al ya da öde anlaşmaları yapmadık. Rusya’nın nükleer firmalarına değil yerli panel, türbin üreten firmalara destek verdik. Tarım, sanayi, kentleşme politikalarımızı hep iklim krizi varmış gibi belirledik. Yani, insanı boğan, yeşile hasret kentler yerine yeşili bol, toplu ulaşımı sağlam, alt yapısı afetlere dayanıklı kentler kurduk. Organik tarımla, doğal gübreyle hem seragazı emisyonlarını azalttık hem de sağlıklı ürün yetiştirdik. Sanayide geri dönüşüm ve yeniden kullanımı hammaddelerin verimli kullanılmasıyla birlikte öne çıkardık, fabrikaları yenilenebilir enerjiyle, hidrojenle çalıştırdık. Arıtma tesislerini ihmal etmedik, Ergene’yi Gediz’i yüzülür hale getirdik. Denizlerimiz müsilajsız, derelerimiz zehirsiz oldu. Ve tüm bunları biz iklim krizini durdurmak için yaptıktan sonra biri bize geldi ve “Ey eblehler, iklim krizi yok, yemiş sizi çevreciler” dedi. Kandırıldık diye üzülür müsünüz yoksa sevinir misiniz?

Değişimden kim korkuyor, kim istemiyor?
Türkiye bir petrol ülkesi mi ki korkuyoruz? Bize otomobil, kömür, doğalgaz, petrol satanlar; yalıtımsız binaları, verimsiz fabrikaları, zehirleyen tarlaları pazarlayanlar korksun iklim krizinin getireceği değişimden, biz niye korkuyoruz? Yoksa bizi yönetenler mi korkuyor bu değişimden? Beşi bir yerde şirketleri mi rahatsız, ormanları maden sahasına çevirecek olanlar mı, otoyol ve havalimanı ihalelerinde Deli Dumrul kesilenler mi? Yoksa biz, bizi yönetenlerle aynı gemide değil miyiz?

Yeni hükümetin enerji politikası nasıl olmalı

Öyle ya da böyle iktidarın değişeceği herkes tarafından kabul edilir bir hale geldi. En azından iktidar dahi bunu kabul etti. AKP’nin gidişinin ardından yönetime talip olanların 19 yıldır yapılan hataları düzeltmek ve yeni bir enerji politikasını hayata geçirmesi şart. Peki, yeni enerji politikası nasıl olmalı? 

Özgür Gürbüz-BirGün Pazar/11 Temmuz 2021

Her sabah posta kutuma düşen epostaların hatırı sayılı bir bölümü başka ülkelerden gelen enerji haberlerinden oluşuyor. Yunanistan’da 600 bin evin çatılarının elektrik üreten güneş fotovoltaik panellerle kaplanacağı haberini okuyup arşive atıyorum. Portekiz’in yılın ilk çeyreğinde elektrik üretiminin yüzde 80’inin yenilenebilir enerjiden sağladığı haberini ilgili arkadaşların olduğu gruba gönderiyorum. Özel sektör ve girişimcilik örnekleriyle karşımıza çıkan ABD’de bile elektrik üretiminin yüzde 5’inin kooperatifler aracılığıyla yapıldığını öğrenince tahminen sizin gibi ben de şaşırıyorum. Enerji dönüşümü artık çevrecilerin, yeşillerin, sosyalistlerin bir sloganı değil. Enerji dönüşümü, yeni dünyanın ekonomik ve sosyal hayatını şekillendiren ana lokomotiflerden biri.

ENERJİ DÖNÜŞÜMÜ BİR İHTİYAÇ

Türkiye’nin acilen bir iktidar değişikliğine ihtiyaç duyduğunu biliyoruz. İktidar değişimi kadar enerjide dönüşüm de bir ihtiyaç. Düşünce özgürlüğünden yolsuzlukların önlenmesine, adalet ve hukuk sisteminin yeniden işler hale getirilmesinden eğitime kadar onlarca alanda kanayan yaralara sahip bir ülkede yaşıyoruz. Medeniyetlerin binalarla, yapılarla, para harcayarak kurulmadığını, öncelikle iyi fikirler üzerinde inşa edildiğini unuttuk. Bu yüzden de iktidar değişikliğinin fikri altyapısını bugün daha fazla konuşmaya ihtiyacımız var. Her alan, her sektör için tartışmalar sürdürmek ve iktidar değişikliği sonrası ayağa kalkacak Türkiye’nin izleyeceği yol haritasını belirlemek zorundayız. Yanlışları göstererek doğrunun sadece bir kısmını hayata geçirebiliriz. Doğruları kalıcı kılmak ise onları inşa etmekle mümkündür.

Türkiye’nin enerji sektörü son 19 yılda dünyadaki değişime ayak uyduramadı. Elektrik üretiminde kömür ve doğalgaz gibi dışa bağımlı, iklim krizine yol açan kaynaklarla bağlar koparılamadı. Yerli ve kirli kömüre destek vereceğiz derken, çevrenin göz ardı edilmesi ithal kömüre göz kırptı. İthal kömürün payı hiç olmadığı kadar arttı. Hidroelektrik ve jeotermal enerji santralları gibi yenilenebilir kaynaklar da teşvik modelleri ve rantın öne çıkması nedeniyle çevre tahribatını artırdı. Güneş ve rüzgâr enerjisi kaynakları ise halkın katılımına izin vermeyen modellerle sadece şirketlerin kâr edeceği iş alanlarına dönüştürüldü. Almanya, Danimarka gibi ülkelerde enerji kooperatifleri öne çıkarken Türkiye’de nükleer ve kömüre verilen destek çatısına güneş paneli koymak isteyenlere verilmedi. Almanya’da kurulu yenilenebilir enerji santrallarının yüzde 40’ının bireylerin ve kooperatiflerin elinde olduğu pek bilinmez. Biyogaz santrallarının yüzde 73’ü ise çiftçilerin elindedir.

PETROL VE OTOMOBİL BAĞIMLILIĞI ARTIRILDI

Ulaşım, rant ve kısa vadede oy alma potansiyelleri nedeniyle havayolu ve karayoluna bağımlı hale getirildi. Petrol ve otomobile, dolayısıyla da bu kirli teknolojileri pazarlayan endüstrilere bağımlı hale gelindi. Ülkenin ulaşım politikalarını bile bu iki güç belirler hale geldi. Marmaray bitmeden, üçüncü köprü ve Avrasya Tüneli gibi otomobil ulaşımını garanti eden iki projenin devreye girmesi sağlanarak, Türkiye’nin otomobil ve petrole bağımlılığı garanti altına alındı. Hızlı tren ağı ülkenin üç büyük şehrini bile birbirine bağlayamazken, neredeyse her ile bölünmüş yol ve havaalanı yapılarak petrol tüketimi ile otomobil satışının geleceği konusunda lobilere göz kırpıldı. Osmangazi Köprüsü’nden geçecek bir demiryolu hattı, İstanbul’u Bursa, Balıkesir ve İzmir’e rahatlıkla bağlayacak bir demiryolu projesine ön ayak olacaktı. Proje değiştirildi ve demiryolu planları iptal edildi.

Özetle söylersek, Türkiye’de enerjide dönüşümü sağlayacak planlı bir yol haritası ortaya konmadı, biraz ondan biraz bundan diyerek ihale ve şirketlere para aktarma amaçlı tercihler yapıldı. Bu da ekonomideki köklü değişimi, istihdam politikalarını ve ülkenin doğasının korunmasına neden olacak bir dönüşüm sürecine evrilmedi. Kaynaklar israf edildi.

KARARLI VE KORKUSUZ OLUNMALI


Yeni iktidarın enerji alanında işleri yoluna koymak için yapacağı ilk iş cesur olmak. Akkuyu’da yapımı süren nükleer santral inşaatını durdurmaktan, kömürden çıkış için tarih belirlemeye kadar tereddüt etmeden atılması gereken adımlar var. Planlama ve ölçülebilir hedef koymak işin en başı. Bugüne kadar AKP hükümeti birçok hedef belirledi. Örneğin 2023 için güneş kurulu gücünün 3 bin, daha sonra 5 bin megavat olması hedeflenmiş, bu iki hedef de 2023’e gelmeden geçilince, Enerji Bakanlığı 2019-2023 yıllarını kapsayan Stratejik Plan’da 2023 için güneş kurulu gücünün 10 bin megavat olarak belirlemişti. Rakamlar bir hedefmiş gibi görünebilir ama aslında hedefsizliğin bir göstergesi. Hedef belirlemeden önce şu sorunun yanıtının verilmesi gerekir. Neden 2023’te 10 bin megavat, neden 20 bin değil? İklim için mi, enerji talebi artacak onu karşılamak için mi, güneş daha ucuz olduğu için mi bu hedefi koyduk? Kimse bu soruların yanıtını bilmiyor.

Rüzgâr ve hidroelektrik için de benzer hedefler havada uçuşuyor. Sadece yenilenebilir için rakamlar ortaya atılsa ve Türkiye’nin iklim krizine yol açan sera gazı emisyonlarını azaltmak için bir taahhüdü olsa bu rakamlara biraz daha iyimser yaklaşabiliriz ama biliyoruz ki iklim krizi Türkiye’nin umurunda bile değil. Paris Anlaşması’nı dünyada onaylamayan altı ülkeden biri Türkiye. Kaldı ki nükleer santral kurma, yerli kömür potansiyelini 4 bin MW artırma gibi hedefleri de var. Bir ülke hem doğaya zarar veren hem de onu korumaya çalışan enerji kaynaklarının her ikisini birden neden aynı anda artırmak istesin ki? Amaçsızlık dediğimiz tam da bu. Özetle söylersek, Türkiye’nin öncelikle kendisine bir iklim hedefi belirlemesi daha sonra o hedefe ulaşmak için hangi kaynaklara başvuracağını belirlemesi gerekir. AKP ise yıllardır eldeki tüm enerji kaynaklarından daha fazla kurmaya çalışıyor. Bu da hem elektrik piyasasını çıkmaza sokuyor (elma ile armutları aynı sepete koyup fiyatlamaya çalışıyorsunuz) hem de atıl bir kapasite oluşturuyor.

Bu yazının amacı bir parti ya da hükümet programı yazmak değil elbette. Amaç, yapılması gereken değişimler hakkında size fikir vermek ve bir tartışma başlatmak. İş başına gelen yeni hükümetin ilk aylarda yapmasını beklediğim birkaç icraatı sıralayarak işe yazıyı sonlandıralım, tartışmayı başlatalım.

Türkiye’de yeni santral yapımı dondurulmalı, gerçekçi talep tahminleri ve enerji verimliliği potansiyeliyle tasarruf edilecek enerji miktarı belirlendikten sonra, ileriki yıllarda ortaya çıkabilecek ihtiyaç ve enerji dönüşümü için gereken yenilenebilir enerji yatırımları kamu eliyle planlanmalı.

Akkuyu’daki nükleer santral projesi bir kazaya neden olmadan ve binlerce yıl başımıza bela olacak nükleer atıkları üretmeden iptal edilmeli. Türkiye nükleer santral yapmamayı devlet politikası kabul etmeli ve tüm projeler sonlandırılmalı.

Paris İklim Anlaşması imzalanarak Türkiye kendine bir iklim hedefi koymalı. Bu doğrultuda kömürden çıkış için tarih belirlemeli, adil bir geçiş için işçilerin diğer sektörlerde istihdamını içeren bir yol haritası hazırlamalı.

Ulaşımda yeni havalimanı ve otoyol yapılmamalı. Türkiye’nin büyük şehirlerini birbirine bağlayacak orta hızlı bir demiryolu şebekesi acilen kurulmalı.

Enerjide yeni yatırımların ölçeği küçültülmeli, büyük santrallar yerine yerel talebi karşılayacak küçük ve yenilenebilir enerji santrallarının kurulmasına öncelik verilmeli.

Türkiye’de yeni yenilenebilir enerji santralların mülkiyetinin kooperatiflerin ve bireylerin elinde olması için mevzuatlardaki engeller kaldırılmalı. Bu yapılırsa, birçok çevre sorunu doğmadan önlenir çünkü kimse kendi yaşadığı yere zarar verecek bir projeye girişmez.

Kentlerde toplu ulaşımın geliştirilmesi için çok sayıda çalışanı olan büyük şirketlerden özel bir vergi alınmalı ve metro, tramvay gibi yatırımlar bu vergiyle finans edilmeli. Bisiklet yolları artırılmalı ve bisikletle işe, okula gidiş maddi teşviklerle desteklenmeli.

Bireylerin çatılarına güneş paneli kurmaları için uygun kredi koşulları sağlanmalı.

Belediyeler yeni binalarda su ısıtan ve elektrik üreten panellerin kurulmasını zorunlu hale getiren düzenleme ve teşvik yöntemlerini hayata geçirmeli. Binalar enerji üretimine uygun tasarlanmalı.

Tüm Türkiye’de yalıtım standartları özellikle yeni binalarda artırılarak kışın doğalgaz, yazın klima kaynaklı elektrik tüketimi azaltılmalı.

100 milyar dolar nerede

G7 Zirvesi’nde az gelişmiş ülkelerin iklim kriziyle mücadele etmelerine yardım etmek amacıyla ayrılacak 100 milyar dolar tekrar gündeme geldi. İklim krizinin etkisini her geçen gün daha fazla hisseden ülkeler söz verilen 100 milyar doların peşinde.

Özgür Gürbüz-BirGün Pazar/20 Haziran 2021

Bir varmış bir yokmuş. Gezegenlerden birinde ekonomisi “büyük” yedi ülke yaşarmış. Kanada, Fransa, Almanya, İtalya, Japonya, Birleşik Krallık ve ABD’den oluşan bu yedi ülkeye G7 denirmiş. Yaşadıkları gezegendeki insanların 10’da biri bu yedi ülkede yaşar, küresel gayri safi hasılanın 10’da dördü bu yedi ülkede toplanırmış.

G7 ülkeleri birkaç gün önce yanlarına Avrupa Birliği temsilcilerini, Avustralya, Güney Kore ve Hindistan gibi dostlarını da alarak Birleşik Krallık’ta toplanmış. G7 toplantısının amacı, bir süredir gezegeni kasıp kavuran salgınından çıkışı ve yaraların nasıl sarılacağını konuşmak, öte yandan da giderek büyüyen iklim krizini konuşmakmış. G7 ülkeleri, iklim krizini durdurmak için yoksul ülkelere her yıl 100 milyar doları bulan finansal destekte bulunacağını açıkladı. Daha doğrusu, ilk kez Kopenhag’da, 2009 yılında verilen bu taahhüdü, güçlendirerek 2025’e kadar sürdüreceklerini söylediler. Siz masal yazının başında başladı sandınız ama asıl tam burada başlıyor.

Söz çok icraat yok

2009’dan beri, iklimi değiştiren seragazı emisyonlarından daha fazla sorumlu olan zengin ülkelerin, iklim krizinden büyük zarar görecek ama sorumluluğu çok daha az olan yoksul ülkelere destek olmasını ve “iklim adaletine” bir parça da olsa katkıda bulunmasını bekliyoruz. Bekliyoruz ama o 100 milyar dolara bir türlü ulaşılamıyor. Yol yaptık, salgında harcadık diyen yok ama rakamlar da pek net değil. İlk günden beri, 100 milyar doların özel ya da kamu kaynaklarından sağlanacağı söyleniyor. Oranı ise belli değil. Ne kadarı hibe ne kadarı kredi olacak o da belli değil. G7’nin gönlünden ne koparsa, nasıl koparsa diyebiliriz.

Paris Anlaşması malumunuz dünyadaki 191 ülkeyi dünyanın yüzey sıcaklığındaki artışı 1,5 derecenin altında tutma amacıyla bir araya getirmiş yegâne anlaşma. 197 imzacı ülkeden 191’i anlaşmaya taraf oldu. Eksiğiyle gediğiyle 1,5 derece; olmadı 2 derece hedefini kabul etti. Paris Anlaşması’nın bir hedefi de G7’de gündeme gelen yoksul ülkelere verilecek destekti. Rakam yine yılda 100 milyar dolar, başlangıç tarihi ise 2020 idi. 2021’de G7 Zirvesi’nde yine 100 milyar doları konuşuyorsak belli ki ters giden bir şeyler var. Geciktikçe iklim krizinin verdiği hasar büyüyor, hasar büyüdükçe maddi destek ihtiyacı artıyor. Çünkü bu para hem krizi durdurmak hem de hasarı azaltmak için harcanacak. Can kayıplarını da azaltacak.

Kanada ve Almanya taahhütlerini artırdı

Şu ana kadar verilen taahhütlerin toplamının 100 milyar doların altında kaldığı konusunda bir tereddüt yok. Bu yüzden G7 Zirvesi’nde bazı ülkeler taahhüt ettikleri rakamları artırdı. Gayri Safi Yurtiçi Hasılası’nı oluşturan üçüncü en büyük kalemi madenler, petrol ve gaz olan Kanada taahhüdünü iki katına çıkararak 4,4 milyar dolar yaptı. Almanya ise katkısını 2 milyar avrodan 6 milyar avroya yükseltti. 100’e yaklaştık diye düşünebilirsiniz ama toplama işlemi o kadar basit değil.

İşe yarar finans OECD’nin hesabının yarısı

İklim finansı için şu ana kadar ne kadar taahhüt edildiği karışık bir konu. OECD’ye göre 2018 yılında bu rakam 78,9 milyar dolara ulaşmıştı. Küresel yoksullukla mücadele eden sivil toplum kuruluşlarından Oxfam ise OECD ile aynı fikirde değil. Raporlanan iklim finansmanının sadece yüzde 20’sinin hibe, kalanın ise kredi ya da benzeri finansal enstrümanlardan oluştuğuna dikkat çekiyor. İklim finansmanı kapsamındaki 80 milyar dolar civarındaki finansal desteğin yüzde 40’ını “imtiyassız krediler” oluşturuyor diyor. Bu kredi türünü IMF’den tanıyoruz ve faiz işletildiğini biliyoruz. Oxfam faiz giderlerini, kredilerin geri ödemelerini hesaplayınca iklim finansmanının net finansal değerinin aslında söylenenin yarısı olduğuna dikkat çekiyor. Sorun rakamla da bitmiyor. İtiraz edilen bir noktada finansal destek verilen bazı projelerin iklim bağının abartılmış olmasından dolayı, ikili finansal anlaşmaların sadece üçte birinin gerçekten amaca uygun kabul edilebileceğini belirtiyor.

Finansmanın nereye harcanmalı tartışması

İşin diğer bir boyutu da finansal desteğin nerede kullanıldığı. Bilim insanları bize 1,5 dereceyi geçmeyin diyor. Biz halihazırda 1,2 derecelik sıcaklık artışına ulaştık. Önümüzdeki 8-9 yıl içinde seragazı emisyonlarını ciddi oranda azaltmazsak bir sonraki hedef 2 derece olacak. Bu durumda iklim krizinin yavaşlatmak için kömür, petrol ve doğalgaz kullanımını azaltmanın yanı sıra, verdiği hasarı onarmaya, aşırı hava olaylarından korunmak için önlem almaya da kalacağız. Birçok yerde yükselen deniz seviyesinden korunmak için setler inşa etmek gerekecek örneğin. Söz konusu, taahhüt edilmiş iklim finansmanının ise sadece yüzde 25’i “uyum” adı verdiğimiz bu çalışmalara ayrılmış. Kalan payın büyük bir bölümü seragazı azaltımı amacı taşıyan projeleri finanse ediyor. İklim konusunda çalışan ve bu dağılımdan memnun olmayanlar da var.

Türkiye de fonlardan yararlanmak istiyor

Bahsettiğimiz finansal destekse, desteğin kime ulaştığı da oldukça önemli. Yine Oxfam’ın raporundan öğreniyoruz ki, iklim finansmanının yüzde 20,5’i az gelişmiş ülkelere, yüzde 3’ü ise gelişen küçük ada devletlerine ayrılmış. Türkiye’nin de bu fonlardan yararlanmak istediğini de hatırlatmakta fayda var. Okyanusta ayağını basacak toprağı kalmayan ada devletiyle Türkiye gibi hacmen büyük bir ekonomiye sahip ülkeleri aynı kapsamda değerlendirmek mümkün değil elbette. Paris Anlaşması’na imza atarken verdiği niyet beyanında seragazı emisyonlarını azaltma hedefi belirlemese de finansal desteğe ihtiyacı olduğunu iddia eden Türkiye’nin, anlaşmaya taraf olmadığını da hatırlatalım. Türkiye, anlaşmanın dışında kalan altı ülkeden (Libya, Irak, İran, Eritre, Yemen ve Türkiye) biri. Geçen hafta Libya’nın da anlaşmayı onaylayacağına dair sinyaller geldi[1]. Bu sınırlı kaynaklardan Türkiye gibi G20 ülkeleri faydalanmalı mı başlı başına bir tartışma konusu, kaldı ki Türkiye başka birçok iklim fonundan ciddi miktarlarda destek alıyor.

Şeffaflık uyarısı

İklim finansmanının özel finans kuruluşlarından karşılanan miktarıyla ilgili verilerinin şeffafça paylaşılmaması da yine sıkça dile getirilen bir konu. Mesele sadece 100 milyar dolara ulaşılıp ulaşılmaması değil. 100 milyar dolarlık iklim finansmanının izini sürmek de oldukça zor.

İklim adaleti, sorunun çözümünde en çok tartışılan konulardan biri. Uluslararası müzakerelerde yıllardır ülkelerin sorumluluğu birbirlerinin üzerine attıklarını görüyoruz. ABD Çin’i son yıllarda küresel emisyonlardan daha fazla sorumlu olmakla, Çin ise ABD’yi tarihsel ve kişi başına düşen emisyonlarının fazla olmasıyla suçluyor. Müzakereleri takip edenler, süreci yavaşlatan ve zaman zaman tıkayan bu tartışmalara alıştı. Orta noktayı bulmak da oldukça zor, bu yüzden Paris Anlaşması gibi kırmızı çizgileri olmayan bir anlaşmaya bile herkes şükreder hale geldi.

Tüm bu zorlu müzakere süreci içerisinde, az gelişmiş ve yoksul ülkelere zengin ülkelerin finansal destek sağlaması konusunda sınırlı bir alanda da olsa anlaşılması oldukça sevindiriciydi. Buna rağmen 100 milyar dolarlık hedefe aradan geçen 11 yıla rağmen hâlâ ulaşılamaması tüm müzakere sürecini etkiliyor. G7 ülkelerinin konuyu gündeme getirmekten öte sonuca bağlamaları gerek. Zirve’de pekiştirdikleri, en geç 2050’ye kadar net sıfır seragazı emisyon hedefi sözünü de yine bahsettikleri gibi daha erken bir zamanda gerçekleştirmeleri de önemli; atlamamalıyız her şey başka ülkelere yapılacak yardımlara bağlı değil. Gerçek şu ki, gezegenin ve güney ülkelerinin daha fazla tahammülü kalmadı. Kaldı ki, zengin ülkelerden beklenti sadece maddi destek vermeleri değil, daha az tüketen bir toplum kurmaları. Kapitalizmi kömür yerine güneşle finanse etmenin uzun vadede başka çevre sorunlarına yol açacağını görmek zorundalar. G7 kesenin ağzını açmakta zorlana dursun, işin zor kısmını konuşmaya henüz başlayamadık bile.


[1] Türkiye’nin Paris Anlaşması’nı onaylaması için 48 sivil toplum örgütü bir imza kampanyası düzenliyor. https://www.change.org/parisionayla