Dünya yanıyor Türkiye fon peşinde

Dünya küresel ısınmayı nasıl 1,5 derecede tutacağını konuşurken, enerji politikasını kömüre bağlayan Türkiye’nin iklim fonlarından daha fazla yararlanmak için müzakere statüsünü değiştirmeye çalıştığı ortaya çıktı.

Özgür Gürbüz-BirGün/10 Ekim 2018

Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) tarafından dün açıklanan “Küresel Isınma 1,5 Derece Özel Raporu”, gezegenin ortalama yüzey sıcaklığını 1,5 derecenin altında tutmak için 12 yılımız kaldığını açıkladı. İklim değişikliğinin bir felakete dönüşmemesi için acil ve eşi benzeri görülmemiş tedbirlerin alınmasını söyleyen rapor tüm dünyada konuşulurken, BirGün’ün ulaştığı bilgiler, Türkiye’nin iklim müzakereleriyle ilgili radikal bir değişikliğe hazırlandığını ortaya çıkardı. Türkiye, Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nde yer aldığı EK-1 listesinden çıkmak için ilgili BM Sekretaryası’na başvurdu. Türkiye’nin başvurusu, bu yıl sonunda Polonya’nın Katoviçe kentinde düzenlenecek 24. Taraflar Toplantısı’nda (COP24) gündeme alınabilir.

Türkiye’nin bu isteğinin ardında yatan nedenlerin başında, gelişen ülkelere iklim değişikliğini durdurmak için finansman sağlayan Yeşil İklim Fonu’ndan yararlanmak olduğu tahmin ediliyor. Türkiye, daha önceki yıllarda Yeşil İklim Fonu’ndan para almak istediğini dile getirmiş, EK-1 ülkesi olmasının bunun önüne geçtiğini belirtmişti. İlgili bakanlıkların, kalkınma bankalarından gelecek maddi desteğin ve teknoloji transferinin de azalacağı endişesi taşıdığı ve bu nedenle EK-1’den çıkmak için başvurma kararı aldığı da kulislerde konuşuluyor. Türkiye’nin talebinin kabul edilmesi için Çerçeve Sözleşmesi’ne imza atmış ülkelerin oy birliğiyle karar alması gerekiyor.

Türkiye’nin girişimi olumlu sonuçlanmayabilir
Marmara Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Semra Cerit Mazlum, Türkiye’nin daha önce benzer bir girişimde bulunduğunu ve başarılı olamadığını hatırlatarak bu girişimin de sonuçsuz kalabileceğini belirtiyor. Mazlum, Türkiye’nin en büyük kaygısının, ileride EK-1 ülkelerinin de finansman sağlayıcı konumuna düşmesi olduğunu tahmin ediyor. Benzer ülkelerin raporlarını incelediğini belirten Mazlum, bizimle aynı konumdaki ülkeler için böyle bir durumun henüz gerçekleşmediğine de dikkat çekiyor. Bazı kurumların da EK-1 listesinde kaldığı sürece Türkiye’nin iklim rejimi dışında yer alan fonlara (Avrupa Yatırım Bankası gibi) erişiminin kısıtlanacağı fikrinde olduğunu söyleyen Mazlum, “Bütün bunlar birleştiğinde EK-1’de kalmak Türkiye açısından dezavantajlı gözüküyor, belki de bu yüzden bir kez daha çıkmayı denemek istediler” diyor.

Kutup ayısı: "Bozuk paraya değil değişime ihtiyacım var"
Semra Cerit Mazlum, Türkiye’nin iklim politikalarındaki sorunun başka bir yerde olduğunu düşünüyor. “Türkiye’nin iklim fonlarına erişememeyi ya da EK-1’de kalmayı, iklim değişikliğini önleme ve iklim değişikliğinin etkilerine uyum sağlama konusunda harekete geçmemenin gerekçesi olarak kullanması yanlış bir politika. Uluslararası düzeyde istediği sonuçları elde edemeyince ulusal düzeyde de gerekli iklim politikaları geliştirilmiyor. Ulusal düzeyde alınacak önlemlerin fonlara erişim koşuluna bağlanmaması lazım” diyen Mazlum, Türkiye’nin ulusal düzeydeki çabayı güçlendirecekse rejim içindeki fonlardan yararlanmasının sorun olmadığını, bu olmazsa da rejim dışında da çok sayıda iklim finansmanı fırsatı olduğunu belirtiyor. Mazlum’un bu yorumu Akla hemen AB’nin iklim fonlarını getiriyor. Türkiye, Ukrayna ile birlikte bu fonlardan en çok yararlanan ülke.

Gündem kömürü hayatımızdan çıkarmak
Avrupa İklim Eylem Ağı (CAN Europe) Türkiye temsilcisi Elif Gündüzyeli ise OECD üyesi Türkiye'nin EK-1’den çekilme isteğinin uluslararası iklim müzakerelerinin tartışma gündemine uymadığına dikkat çekiyor. Mevcut gündem, Paris Anlaşması'nın etkili bir biçimde uygulanması için kuralları ortaya koyma odaklı diyen Gündüzyeli, “Dün yayımlanan IPCC, 1,5C derece özel raporu dünyada kömürlü termik santrallerin 2050'ye kadar kapatılması gerektiğini söylüyor. Bu çerçevede yapılan pek çok modelleme, bunun en adil yolunun 2030'a kadar AB ve OECD üye ülkelerinin, 2040'a kadar Çin’in ve 2050’ye kadar da daha yoksul ülkelerin tüm kömür kaynaklı enerji üretimini bitirmesi olduğunu söylüyor. Yani artık hangi ülke karbonunu ne kadar artırsın konusu masada olamaz. O yüzden esas önemli olan devletlerin çerçeve sözleşme kapsamında hangi ekte oldukları değil; dünyanın insanlık yaşamına elverişli bir halde kalabilmesi için sorumluluk almaları.

***
EK-1 nedir?
İklim müzakerelerinin temelini oluşturan EK-1, EK-2 ve Ek Dışı Ülkeler listeleri, ülkelerin gelişmişlik ve zenginlik seviyelerine göre sorumluluklarını belirliyor. OECD ve AB üyesi ülkelerin ağırlıkla yer aldığı EK-1 listesinden, seragazı emisyonlarını sınırlandırmaları bekleniyor. 23 ülke ve AB’nin yer aldığı EK-2 grubundan ise bu yükümlülüklere ilaveten, diğer ülkelere finansman ve teknik destek sağlamaları da bekleniyor. Ek Dışı Ülkeler’in ise seragazı emisyonu azaltma sorumluluğu bulunmuyor. Türkiye sürece EK-1 ve EK-2 ülkesi olarak başlamış, 2001 yılında Marakeş’te düzenlenen Taraflar Konferansı’nda (COP7) EK-2 listesinden çıkmıştı. 2010 yılında Cancun da gerçekleşen toplantıda ise EK-1 ülkelerinden farklı bir konumda olduğunu kabul ettirmiş, finansman, kapasite geliştirme ve teknoloji transferi almanın yolunu açmıştı.

Kaç derecelik bir dünya istersiniz

Özgür Gürbüz-BirGün/9 Ekim 2018

Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) dün merakla beklenen, “1,5 Küresel Isınma Özel Raporu”nu açıkladı. Dünyanın ortalama yüzey sıcaklığındaki artışın, sanayileşmeden önceki döneme göre 1 dereceyi bulduğuna dikkat çeken rapor, sıcaklık artışının kritik eşik kabul edilen 1,5 derecenin altında tutulması için az da olsa hâlâ umut var diyor. Umut var ama eylem yok çünkü mevcut ekonomik ve enerji politikaları sürdürülürse 3 derecelerin üstü bile görülebilir. Aradaki fark 1,5 derece ama kaybedeceklerimizi anlatacak kelimeleri bulmak zor.

Kaç derecelik bir dünyada yaşamak istediğimiz aslında bize bağlı. Petrol, kömür ve doğalgaz yakarak, çok tüketen bir dünyada ısrar edersek daha fazla ısınacağımız kesin. Hesap ortada. Sıcaklık artışını 1,5 derecenin altında tutmak için (%67 olasılıkla) atmosfere bırakabileceğimiz seragazı (karbondioksit eşdeğeri-CO2e) miktarı 570 gigaton civarında. Mevcut durumda yılda 52 gigaton seragazını atmosfere bıraktığımız düşünülürse, bütçemizi 12 yıl gibi bir sürede tüketeceğimiz görülebilir. Ondan sonrası tufan… Yapmamız gereken 2030’a geldiğimizde atmosfere bıraktığımız yıllık seragazı miktarını 25-30 gigatona, 2050’de ise sıfıra düşürmek. O yüzden de tüm ülkelere, şirketlere ve haliyle hayat tarzını değiştirmek zorunda olan herkese görev düşüyor. Bunun gönüllülükle olamayacağı açık, karbonsuz bir hayat için katı kurallar konması gerek. Hükümetleri eyleme geçmeye zorlamalıyız.

Olur da sıcaklık artışını 1,5 derecede durduramazsak başımıza ne gelecek, onu da söz konusu rapor söylüyor. İklim değişikliğinin halihazırda etkilerini gösterdiğine dikkat çeken IPCC bilim insanları, yarım derecelik farkın bile ortaya çıkacak hasar ve can kaybını önlemede büyük fark yaratacağına dikkat çekiyor. Örneğin, 1,5 derecenin altında kalırsak, insan nüfusunun sadece yüzde 14’ü her beş yılda bir sıcak hava dalgalarından etkilenecek. 2 dereceye çıkarsak bu oran yüzde 37’e çıkıyor. 2003 yılında Avrupa’da binlerce insanın aşırı sıcaklar yüzünden öldüğünü düşünürsek, on binlerce insanın hayatının risk altında olduğunu görebiliriz. 

1,5 derecelik ısınmada 1,5 milyon ton daha az balık avlanacakken 2 derecede sorun ikiye katlanıyor ve 3 milyon tona çıkıyor. Yarım derecelik artış iki kat daha büyük sorun yaratıyor. Dünyadaki bitkilerin yüzde 8’i yaşam alanlarının yarısını 1,5 derecelik artışta kaybediyor. Bu oran 2 derecede yüzde 16’ya çıkıyor. Su sıkıntısı yaşayacak insan sayısı da aynı şekilde, yarım derecelik artışla ikiye katlanıyor.

İşin hesap kitap bölümü böyle. Politikası ise farklı çalışıyor. İki ay sonra Polonya’da gerçekleşecek BM’in iklim zirvesinde (COP24) taraflar yine masaya oturacak ve önlerinde bilimin onlara sunduğu bu veriler olacak. Buna rağmen masadan dünyadaki tüm canlıların lehine bir anlaşma umuduyla mı kalkacaklar yoksa birkaç şirketi ve devletin istediğini mi yapacaklar göreceğiz. İklim değişikliği sorunu bilimsel raporlarla hiç olmadığı kadar net bir şekilde önümüze konmuş durumda. Sorunu ve yaratacağı yıkımı biliyoruz. İnsanın hırsının önüne geçebilecek miyiz, onu ise bilmiyoruz.

Ekonomik krizin faturası doğaya kesilmesin

Özgür Gürbüz-BirGün/8 Ekim 2018

Forbes, 13 Ağustos 2013
l 2011. Fukuşima nükleer kazasından sonra Almanya enerji dönüşümünü hızlandırdı. Elektrik üretiminde üzeri çizilecek santrallar listesine, kömürün yanına nükleeri de ekledi. 2011’de 17 nükleer reaktöre sahip Almanya bugüne kadar 10 tanesini kapattı ve kalan yedisi de 31 Aralık 2022’ye kadar kapatılacak.

Birkaç haftadır, Almanya’daki Hambach Ormanı’nda linyit kömürü çıkarmak için ağaçları kesmek isteyen RWE firmasına direnen çevreci, yeşil ve anarşistlerin eylemlerini izliyoruz. Eylemlerden de anlaşıldığı üzere, kömür tarafında işler nükleerden çıkışta olduğu kadar hızlı gitmiyor. 2013 yılında taş kömüründen 120 milyar kilovatsaat civarı elektrik üreten Almanya bugün bunu 92 milyar üretiyor. Linyitte de üretim160’dan 147 milyar kWs’e gerilemiş. Gerileme var ama kamuoyu daha fazlasını istiyor. İklimi korumak için bu şart. Enerji dönüşümü Almanya’da ciddi tartışmalara yol açıyor. Almanya’daki enerji dönüşümü sadece orayı değil bizi de etkiliyor. 2013 yılının Ağustos ayında basına yansıyan bir bilgi Türkiye’de gündem olmadı ama aslında tarihi bir belge niteliğinde.

Almanya’ya Türkiye’ye taşınırım tehdidi
Fransız Basın Ajansı (AFP) kaynaklı bu haber, dünyanın en büyük medya kuruluşlarından Forbes’ta yer aldı. Bir enerji şirketinin, dünyanın en güçlü ekonomilerinden birini nasıl tehdit ettiğini görmüş olduk. Avrupa’nın en büyük enerji şirketlerinden E.ON, Almanya’da yenilenebilir enerjinin ön plana çıkmasıyla nükleer, kömür ve gazdan elde ettikleri kârın azaldığına dikkat çekmiş, Almanya hükümetini, bu politikaların devam etmesi halinde santrallarını Türkiye’ye taşımakla tehdit etmişti[1]. Bizim için daha trajik olansa, Türkiye’nin Almanya’nın istemediği kömür ve nükleer gibi kirli teknolojilerin rahatlıkla getirilebileceği bir ülke olduğunu görmekti.

E.ON’un tehditinin ciddiye alınması gerektiğini herkes biliyordu çünkü bu haberden dört ay önce E.ON, EnerjiSA’nın hisselerinin yüzde 50’sini satın almıştı. Bu ortaklıktan sonra, 2016 yılında, Bandırma’da doğalgaz, Adana Tufanbeyli’de ise bir kömür santralı açtılar. E.ON’un Türkiye pazarını diledikleri gibi yatırım yapabilecekleri bir yer olarak görmesi ve bunun bir şekilde medyaya sızması bir uyarı kabul edilmeli. Böyle düşünüp bunu ağzından kaçırmayan onlarca şirket daha var. Son zamanlarda sayıları giderek artan maden şirketleri buna bir örnek. Gelirlerinin sadece yüzde 2 kadarını Türkiye’de bırakarak, istedikleri yerde ormanları yerinden edebiliyor, toprağın altını üstünü getirebiliyorlar. Soran olursa onlar vatana hizmet ediyor, karşı çıkan çevreciler ise ajan!
  
Herkes kaptanın yalan söylediğinin farkında
Ekonomik kriz, işsizlik, sendikasızlaştırma ve örgütsüzlük, bu şirketlerin daha rahat hareket edeceği fırsatlar yaratıyor. Bu yüzden de ülkeyi yöneten hükümetlerin yukarıdaki koşulları hazırlayacak türden olması en büyük istekleri. İklim hedefi olmayan Türkiye’nin istedikleri yerine termik santral kurabiliyor, Çanakkale’nin incisi Balaban Tepesi’ne kentin içme suyunu riske atma pahasına maden açabiliyorlar. Turistlere ucuz tatil cenneti olmak adına Karadeniz’in yaşlı ormanları yola, Akdeniz’in koyları otele kurban edilebiliyor. Leonard Cohen’in şarkısında söylediği gibi, herkes kaptanın yalan söylediğinin farkında ama sorun bizim nasıl karşı koyacağımız, Türkiye’nin doğasını ve yaşamı koruyacak kuralları koydurtmayı nasıl başaracağımız. Aynı gemideyiz ama yolcular güvertede çıplak yatarken, kaptan kamarasında altın kaplı yatağında uyuyor.

Dünyanın dev şirketlerinin yaşadığımız ekonomik krizi kendileri adına fırsata çevirmeye hazır olduğunu biliyoruz. Doğal varlıklarını satarak hiçbir ülkenin kalkınamadığını da… Gine’de toplam ihracat gelirleri içerisinde madenlerin payı yüzde 71’i buluyor ama ülke nüfusunun yüzde 40’ı yoksulluk seviyesinin altında yaşamaya devam ediyor. Dağını taşını satarak ülke kurtulmuyor. Herkesin yanıtlaması gereken soru aslında çok basit. “Şüheda fışkıracak” dediğin toprağı gerçekten koruyacak mısın yoksa “yerli ve milli” masalları anlatarak ceplerini dolduranların yanında mı yer alacaksın?


[1] German Utility Revolts Against Renewable Energy, Threatens To Relocate In Turkey, 19 Ağustos 2013, Forbes, https://bit.ly/2E41cjg

Bir savaş uçağı 10 milyon insanı doyurabilir

Özgür Gürbüz-BirGün/1 Ekim 2018

Dünyadaki aç insan sayısı üç yıldır artıyor. Birleşmiş Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) verilerine göre 2017’de yaşadığımız gezegende yetersiz beslenen insan sayısı 821 milyona ulaştı. Bir yıl öncesinde bu sayı 804 milyondu. Gezegendeki her dokuz kişiden biri, “bugün ne yiyeceğim” diyerek uyanıyor. Daha çok tüketiyoruz ama paylaşım cephesinde adalet adına bir gelişme yok.

Beni yeniden açlık konusunda yazmaya iten nedenlerden biri geçen hafta yabancı bir kanalda izlediğim Yemen görüntüleriydi. Ağaçlardan topladıkları yaprakları kaynatıp çocuklarını beslemeye çalışan bir aileyi izledim. Suudi Arabistan’ın başını çektiği, Birleşik Arap Emirlikleri, Kuveyt, Bahreyn, Katar, Fas, Sudan, Ürdün ve Mısır’ın desteklediği askeri güçlerle Şii Husilerin arasında kalan Arap Yarımadası’nın en fakir halkı 2015’ten bu yana daha da ağır koşullarda yaşıyor. ABD ve Birleşik Krallık (İngiltere) da Sünni Suudileri destekliyor.

Yemen’de 18 milyon insan yeterli gıda bulamıyor. Bunların 8 milyonu ciddi açlık sorunuyla karşı karşıya. Hamile kadınlar ve beş yaş altındaki çocuklardan oluşan üç milyon insan yetersiz besleniyor. BM Dünya Gıda Programı (WFP) açlık çeken insanların yarısına Şubat 2019’a kadar yeterli desteği sağlamak için 91 milyon dolar bulmaya çalışıyor. Elbette, savaşın sona ermesi asıl çözüm ama yardım kuruluşları mevcut krizi çözebilmek adına ilk planda maddi yardım arıyor. Yaklaşık 10 milyon insanın Şubat ayına kadar ayakta kalabilmelerini sağlamak için 91 milyon dolar bulamayan bir dünyada yaşıyoruz. ABD’nin, bir F-35 uçağı karşılığında Lockheed firmasına ödediği paradan bahsediyoruz. Bir savaş uçağı az alınsa, 10 milyon insan aç kalmayacak. Savaş uçağına para vermeyi tercih ettiğimiz gibi, o uçaklarla aç insanların üzerine bomba yağdırıyoruz.

Birleşmiş Milletler, 15 yıl boyunca her yıl 267 milyar doların açlıkla mücadele için harcanması durumunda, açlık sorununa 2030 yılında kalıcı bir çözüm üreteceğimizi söylüyor. 15 yıl içinde dünyadaki herkesin açlıktan ölme korkusu yaşamadan güne başlayacağı bir dünya yaratabilmek elimizde. Çocuklarını açlık yüzünden emziremeyen tek bir annenin bile kalmadığı, her çocuğun karnının tok olduğu bir gezegen hayal değil. Bundan daha ulvi bir uğraş, ideal düşünebiliyor musunuz? O günü gördüğümde herhalde mutluluktan ölebilirim. Laf olsun diye söylemiyorum…

Dünyanın böyle bir kaynağı var mı? Elbette var. Gelişmişliğiyle övündüğümüz şu yalan dünya, her yıl silah harcamalarına 1 trilyon 739 milyar dolar bulabiliyor. Türkiye’nin dünyada silaha en çok para harcayan 15. ülke olduğunu (18 milyar 200 milyon dolar) hatırlatalım.

Başka bir hesap daha yapalım. ABD, 2016 yılında askeri harcamalara 611 milyar dolar harcadı. İkinci en büyük harcamayı yapan Çin’in silahlanma faturası ise 215 milyar dolar. Sadece bu iki ülke silahlanma harcamalarını yaklaşık yüzde 30 oranında azaltsa ve bu parayı 15 yıl süreyle açlıkla mücadeleye ayırsa, soruna kökten bir çözüm bulabiliyoruz. İki ülkenin savaş bütçelerinden yapacakları yüzde 30’luk bir kesintinin onları diğer ülkelerden “güçsüz” yapmayacağı da ortada. Eğer dertleri buysa. Silaha en çok para harcayan üçüncü ülke Rusya’nın yıllık harcaması 69 milyar dolar. Yüzde 30’luk kesinti bile onların diğerlerine oranla daha fazla silahlanacağını gösteriyor.  

Aç insanları doyurmak için üstlerine bomba atan bir dünyayı, silah değil herkese gıda üreten bir dünyaya çevirmek isteyen 60’ların çiçek çocuklarına bugün her şeyden daha çok ihtiyacımız var. Tankla, tüfekle, jeopolitik masallarla beyni yıkanmış nesillere inat, savaşma seviş deme zamanı.

Çimento cenneti Türkiye

Özgür Gürbüz-BirGün/24 Eylül 2018

Dünyada çimento üretimi, iklimi değiştiren küresel seragazı emisyonlarının yüzde 8’inden sorumlu (2015). Bütün çimento fabrikalarını bir bayrak altında toplasak, Çimento Cumhuriyeti, Çin ve ABD’den sonra atmosfere en çok seragazı bırakan üçüncü ülke olurdu. Chatham House’un düşük karbonlu çimento ve beton üretimini mercek altına alan raporu durumu böyle özetliyor.

Dünyanın başına bela olan çimento kaynaklı emisyonların azalmasında Türkiye’nin sorumluluğu da büyük çünkü Türkiye, dünyanın en büyük beş üreticisi arasında. İhracatta ise dünya üçüncüsü; ürettiği çimentonun yaklaşık 8 milyon tonunu ihraç ediyor. Dünya üçüncülüğüne rağmen ithalattan gelen para ise 2017’de 531 milyon dolar.

Türkiye’nin sattığı çimentonun en büyük alıcısı Suriye, onu ABD ve İsrail izliyor. Ne kadar “düşmanca” tavır sergilediğimiz ülke varsa onlara çimento sattığımıızı da belirtelim. ABD’yi boykot etmek için Washington portakalı kesmeyi düşünenler varsa, çimento ihracatını kesmek daha iyi bir seçenek olabilir. ABD’yi betonsuz bırakabilir, medeniyetten uzaklaştırabiliriz...

Üretiminde oldukça fazla enerji harcanan çimento hammaddesi klinkeri de üretip ihraç ediyoruz. Yılda 5 mlyon ton klinker ihraç eden Türkiye, çevre konusundaki duyarsızlığından dolayı dağını, taşını gemilere koyup 90 farklı ülkeye gönderebiliyor. Şirketlerin kasasına girenin 531 milyon dolar olduğunu düşünürsek ülkenin kasasına kalanın kaybedilen doğaya ve iklim krizini desteklemeye değer olup olmadığını oturup düşünmekte fayda var. Brezilya, Kanada, Gana ve Haiti gibi ülkelerin neden bu üretimi kendi ülkelerinde yapmayıp bizden satın almayı tercih ettiğini iyi düşünmeliyiz.

Çimento sektörü de aynı kömür santralları gibi, Türkiye’nin bir iklim hedefi olmamasından, Paris Anlaşması’nı onaylamamasından faydalanıyor. Çimento fabrikaları ülkenin ihtiyacından fazlasını üretiyor. Türkiye çimento fabrikaları için bir cennete dönmüş. Her yer fabrika, bütün tepeler taş ocağı olmuş. Dünyada üretimde ilk sıralarda olunmasına rağmen kapasite kullanımının 2017’de yüzde 62’de kaldığını da hatırlatalım. Enerjide yüzde 75’lere varan dışa bağımlılığı, çimento sektörünün çevreye verdiği zararı düşünmeden Türkiye’yi, dünyanın çimento üreticisi yapmak nasıl bir planlama veya öngörünün sonucu, anlamak mümkün değil.

İçinde bulunduğumuz iklim krizinin ne kadar ciddi olduğunu artık erik büyüklüğündeki dolulardan, sellerden biliyoruz. Onu durdrumak için de her sektörün kendini karbonsuzlaştırması yani üretim süreçlerinden petrol, kömür ve doğalgazı çıkarmaları gerekiyor. Çimento gibi enerji yoğun bir sektörün hiçbir şey yapmaması da beklenemez. Türkiye’de çimento sektörünün büyüklüğüne bakarsak, iklim konusunda  başımızı sadece kuma değil betona da gömdüğümüzü söyleyebiliriz.

Sadece, “çimento kötüdür” demek yeterli değil, çözümü de konuşalım. Türkiye’nin ihracatı değil ihtiyacı düşünerek çimento üretmesi, inşaat sektöründe yeniden kullanımı artırması, gereksiz çimento kullanımının önüne geçmesi, üretimin de iklime daha az zarar verecek şekilde yapılmasını sağlayacak kuralların hayata geçirmesi gerek. Mikro çözümler de önerilebilir. Apartmanların etrafını duvarlarla çevirmek yerine çalılar dikmeli, her boş gördüğümüz yere beton dökmekten vazgeçmeliyiz.

Üretim sürecinde emisyonların azaltılamsında ise anahtar kelime “klinker”. Klinker çimentonun ham maddesi ve çimento kaynaklı emisyonların yarısından sorumlu. Klinker yerine alternatif hammaddeler kullanılabilir, enerji kaynağı seçiminde de fosil yakıtlardan kaçınılabilir. Dünyada örnekleri var. İnşaat sektöründe yaşanan kriz tüm bu politikaları hayata geçirmek için bir fırsat yaratıyor. Hazır işler durmuşken iş yapış tarzımızı değiştirelim. Radikal önlemler almaktan değil, iklim krizinden korkmalıyız.

Balık az mazot pahalı*

Dolar kuru nedeniyle artan mazot fiyatları balıkçıyı da vurdu. Balık sezonu durgun başladı.

Özgür Gürbüz-BirGün/17 Eylül 2018

Trol gemileri-Foto: O. Gurbuz
Geçen hafta WWF-Türkiye’nin küçük ölçekli balıkçılığı yaşatmak için bir yıldır sürdürdüğü çalışmaları yerinde izlemek üzere Foça’daydım. Düzenlenen çalıştayda, bakanlık temsilcileri, altı ayrı üniversiteden akademisyenler ve balıkçıların sorunlarını ve çözüm önerilerini dinleme şansım oldu. Foça Belediyesi’nin düzenlediği Kültür, Sanat ve Balıkçılık Festivali kapsamında düzenlenen bir başka panelde de Mersin (Erdemli), Antalya (Kaş) ve İzmir’den gelen balıkçıları dinledim. Dertleri çok; anlatmak, gündeme getirmek de bize düşüyor.

Sayıları 14 bini bulan küçük balıkçıların iki büyük sorunu var. Birisi, “şebeke” denen, yasaya, doğaya aldırış etmeden kaçak avcılık yapan balıkçılar. Cuma günü BirGün’de, “Denizde şebeke var” başlığıyla haberleştirdik. Okumadıysanız lütfen okuyun. Öyle bir şebekeden bahsediyoruz ki, sahil güvenliğin botunu takip etmek için limanı gören yerde ev tuttukları, içine diğer teknelere haber vermesi için adam koydurttukları bile söyleniyor.

Bakanlık durumu biliyor ama yaptırımlar yetersiz. Yasadışı avcılık yapan tekneyi yakalasa bile ceza kesip bırakıyor, tekne sahibi akşama kalmadan yeniden denize açılıyor. Yakalanan teknelerin imhası için yasal değişiklik hazır. Bu madde yasalaşırsa herkes etkili olacağından emin ancak daha önceki iki değişiklik taslağı geri dönmüş. Gizli bir güç, yasaya uyup, emeğiyle para kazanmaya ve aynı zamanda denizleri korumaya çalışan balıkçıyı rahatlatacak bu değişikliği istemiyor sanki. Tarım ve Orman Bakanlığı üstüne giderse önemli bir sorun ortadan kalkacak, biz bir kez daha yazıp ortak aklın isteğini iletelim.

İkinci sorun ise mazot fiyatları. Dolarla birlikte artmış. Sadece mazot mu? Kasa fiyatı, tekneden çalışan işçilerin ücreti… Foça Limanı’na gittiğinizde sezonun yeni başlamasına rağmen denize açılmamış onlarca tekne görüyorsunuz. Tekne sayısının çok, balığın az olduğunu söyleyen 35 yıllık balıkçı Latif Turgut Tekin, bir teknenin günlük mazot maliyetinin 2-3 bin lira arasında olduğuna dikkat çekiyor.

Balık halinde fiyatlar el yakıyor
Burçin Tekin-Foto: O. Gurbuz
Fotoğrafın tamamını görmek için Foça Balık Hali’ne de gittim. Balıkçı Burçin Tekin, bir ay önce 18 TL’ye aldığı balığı 26-28 TL’ya aldığından yakınıyor. Yemlerin ithal olması nedeniyle çiftlik balıklarının bile fiyatları artmış. Misafirlerine balık almaya çalışan Tuba Urhan da, “Bir hafta önce deniz levreğini 35 TL’ye aldım şimdi 50 TL. Fiyat böyle olunca ne yapacağımı şaşırdım” diye yakınıyor. İş sadece yem, mazot gibi maliyet kalemlerindeki artışla da bitmiyor. Balıkçının kilosu 20 TL’den sattığı barbun, aracılardan sonra tezgaha 50 TL’den çıkıyor. Küçük balıkçı, kendi ürününü satmanın yollarını arıyor.

Balık sezonu Foça’da açıldığı gibi kapanmışa benziyor. Balık fiyatları artmadıkça teknelerin denize açılması zor. Fiyatlar artarsa da alıcı bulmak iyice zorlaşacak. Görüldüğü üzere ekonomik krizin denize yansıması da farklı değil. Dalgalar üstümüze üstümüze geliyor. 

* Gazetedeki iki konulu yazının ilk konusu

Çöp toplamak iyi mi kötü mü?*

Özgür Gürbüz-BirGün/17 Eylül 2018

İki gün önce Türkiye’de binlerce insan çöp topladı. Çöp toplama meselesi yıllardır tartışılır. İnsanların zaman ayırıp çöp toplaması, durumun vahametini görmesi elbette kötü değil. Sorun, çevreciliğin, çözümün bu tip eylemlerden geçtiği fikrinin yayılmasında. Yanıbaşındaki termik santrala itiraz etmeyen ama çöp toplayan çevrecileri yaratmak için az uğraşmıyor devletler. Atıklar gibi kangrene dönmüş sistemsel bir sorunu çöp toplayarak değil, çöp üretmeyerek, üretileni geri dönüştürerek çözebilirsiniz. Plastik şişe, karton kutu gibi ürünleri üreten şirketlere bunları geri toplamaları için depozito koymalarını sağlayamazsanız, onlar üretir, birileri atar ve siz de toplamaya devam edersiniz. Bizim her zaman balık tutmayı öğretmemiz gerek, çöp toplamanın “pansuman tedbir” olduğunu unutmayalım.

Avrupa’da belediye atıklarının geri dönüşümünde en başarılı ülke Almanya. Dünya lideri de desek abartmış olmayız. Almanya’da atıkların yüzde 64’ü ya kompost tesislerine gidiyor ya da geri dönüştürülüyor. Türkiye’de bu oran yüzde 10. Başarının ardında depozito uygulaması gibi katı kurallar yatıyor. Almanya’da camdan, pet şişeye aldığınız her ürün için depozito ödüyorsunuz. Hem de öyle birkaç kuruş değil; 25 avro sentten (yaklaşık 2 TL) bahsediyoruz. Kimse bir pet şişe su içip iki lirasını çöpe atmak istemiyor. Atan olursa da onları toplayıp para kazanalar, yere düşmeden bu atıkları topluyor.

Madem ülkede seferberlik ilan edip, herkesi çöp toplamaya çağıracak kadar kritik bir durumdayız, hükümetin elini kim tutuyor? Her türlü ambalaja depozito eklensin, doğaya bırakılan çöp miktarının ne kadar azaldığını birlikte izleyelim. Yetmedi mi? Sokağa çöp atana, atığını ayırmayana ceza kesilsin. Yurt dışındaki iyi örneklerin hepsinde bunlar var. Sadece bilinçlendirmeyle sorun çözülseydi, İngiltere, Fransa gibi çevre duyarlılığının bizden önce başladığı yerlerde böyle cezalar uygulanmaz, sadece çöp toplama etkinliğiyle sorunu çözülürdü. Öyle olmuyor, devlet doğayı korumakla görevli ve bunun için ne gerekiyorsa yapmalı. Çevrecilerin görevi de çöpleri toplamak değil, ürettirmemek, attırmamak olmalı. Hadi, hemen depozito uygulamasına geçelim. Şirketlerin değil doğanın isteğini hayata geçirelim.

* Gazetedeki iki konulu yazının ikinci konusu.

Denizde ‘şebeke’ sorunu var

Denetim ve cezaların yeterli olmaması nedeniyle son yıllarda sayıları giderek artan ve adına “şebeke” denen yasadışı ve kaçak avcılar, işi yasalara uygun yapmak isteyen balıkçılara deniz bırakmadı. 

Özgür Gürbüz-BirGün/14 Eylül 2018
Artan mazot fiyatı, azalan balık sayısı nedeniyle zor günler yaşayan küçük ölçekli balıkçılar, denizde bir de “şebeke” sorunuyla karşı karşıya. Sayıları giderek artan kaçak ve yasadışı avcılık yapan teknelere verilen bu ad, kayıtlı iş yapan, balık neslinin tükenmemesi için yasaklara uyan balıkçıların adeta kâbusu oldu. Yaptırım ve denetimlerin yeterli olmamasından faydalanan şebeke tekneleri ise hem deniz canlılarının neslini hem de balıkçılık sektörünün geleceğini tehdit ediyor.

10 yılda yol alınamadı
Foça-Foto: O.Gurbuz
WWF-Türkiye tarafından Foça’da düzenlenen, “Küçük Ölçekli Balıkçılığın Bugünü ve Yarını” adlı çalıştayda, Tarım ve Orman Bakanlığı yetkilileri, balıkçılar, akademisyenler ve Erdemli, Foça, Güzelbahçe ile Kaş’tan gelen su ürünleri kooperatiflerinin yöneticileri güncel sorunları tartıştı. 12 metreden küçük tekneleriyle, Türkiye’nin balıkçılık filosunun yüzde 90’ınıoluşturan küçük ölçekli balıkçılar, artan mazot fiyatı ve yasadışı avcılık nedeniyle zor durumda olduklarını söyledi. Toplantıda bir konuşma yapan Su Ürünleri Kooperatifleri Merkez Birliği (SÜRKOOP) Başkanı Ramazan Özkaya, sorunlarını “Şebeke geldi başımıza, kimse durduramıyor. İstanbul’da Boğaz’ın ortasında şebeke çalışıyor. Ceza kesilen teknenin cezası siyasetçi tarafından kaldırılıyor. Küçük balıkçıların kullanacağı kıyıların büyük teknelere açılması bir akıl tutulması” şeklinde özetledi. Son 10 yılda sorunun çözümü açısından yol alınmadığını söyleyen Özkaya, “Yasaklar devlet destekli olmalı ki küçük balıkçı zarar görmesin. Yasadışı ve kaçak avcılık yapan teknelere el koyulması hayata geçerse büyük caydırıcılık olacak” dedi ve balıkçılara verilen desteklerin de kooperatifler üzerinden verilmesini istedi.

Melih Er-Foto: O.Gurbuz
Yasadışı avcılık yapan tekne imha edilecek
Çalıştayda balıkçıların sorunlarını dinleyen Tarım ve Orman Bakanlığı Balıkçılık ve Su Ürünleri Genel Müdürlüğü Avcılık ve Kontrol Daire Başkanı Melih Er ise yaptığı konuşmada şebeke sorununu çözmek için özel bir kanun maddesi hazırladıklarını, yasalaşması halinde kaçak balıkçıların gemilerine el koyup, imha edeceklerini söyledi. Melih Er, “Kontrol ve denetimle ilgili şikayetler olduğunu biliyoruz. 2017 yılında 10 bine yakın cezamız var. Özverili çalışıyoruz ama yeterli değil. Sekiz kontrol teknesi daha aldık, üçü denize indi” derken mevcut durumda kayıtlı balıkçılara yaptırımlarının daha fazla olduğunu da belirtiyor. Yasadışı avcılık yapan bir tekne yakalandığında 1300 TL gibi bir para cezası kesilirken, kayıtlı bir teknenin kaçak avcılık yapmakta ısrar etmesi durumunda ruhsatı iptal edilebiliyor. 2017 yılında 14 teknenin ruhsatı yasadışı avcılık nedeniyle iptal edilmiş.

Kooperatifler yetkilendirilsin
Foça-Foto: O.Gurbuz
Foça Su Ürünleri Kooperatifi Başkanı Ceyhan Çetin sorunun çözümü için kooperatiflerin yetkilendirilmesi gerektiğini söylüyor. Yasaklar uygulansa, av alanları doğru kişilere açık hale getirilse balıkçılığın turizm kadar cazip bir meslek olabileceğini söyleyen Çetin, “Ticari amaçlı balıkçılık yapanlar bile artık yasadışı avcılara özenmeye başladı. Boy yasağına uymayan trol teknesinin bir ay ruhsatına el konuluyor. Yasadışı yapan ise para cezasıyla kurtuluyor. O yüzden herkes bu işi nasıl amatör yaparım, ticariden daha fazla nasıl para kazanırım diye düşünmeye başladı” diyor. Sorunun çözümü için kooperatifler yetkilendirilmesini isteyen Çetin, “Sportif ve amatör avcılık yapanlar gelsin kooperatiften pul alsın. Miktar cüzi olsun ama kayıtlı olsun. Her yıl 500 kişi Foça’da balıkçılık yapıyor, 5 TL verse ben en güzel botu alır, su ürünleri mühendisi tutar denetim yaparım. Şu anda 30 TL’ye iki yıl geçerli amatör balıkçı belgesi alınıyor, iki yıl boyunca da denize aşırı baskı yapılıyor. Tuttuğu balığı halde satan da var” şeklinde konuşuyor. Özel teknelerin para karşılığı balık turları yaptırdığını ve tutulan balığın satılmasına göz yumduğunu belirten Çetin, Foça’da 70 tekne tespit ettiklerini ve kaymakamlığa ilettiklerini söylüyor ama ilgilenen olmadığından yakınıyor. Sonuçta devlet de vergiden kaybediyor, balıkçılığın geleceği tehlikeye düşüyor diyen Çetin soruyor: “Devletin bir gücü var. Çok mu zor şebekeyi yok etmek” diye soruyor.

Üçte biri masraflarını karşılayamıyor
Ege Üniversitesi Su Ürünleri Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Vahdet Ünal ise yaşanan sorunlar nedeniyle balıkçıların yüzde 32’sinin işletme masraflarını bile karşılayamadığını, ek iş yapmak zorunda kaldıklarına dikkat çekiyor. Ünal, yasadışı avlanmış ürünün karada satışının engellenmesinde yetersiz kalındığını vurgulayarak sorunların aşılması için karar almadan uygulamaya kadar olan tüm süreçlerde ortak yönetim anlayışının benimsenmesi gerektiğini söylüyor. WWF-Türkiye Balıkçılık Sorumlusu Timuçin Dinçer ise yürüttükleri, projenin Türkiye’de Erdemli, Foça ve Kaş gibi üç farklı yerde devam ettiğini, avlanan türler farklı olsa da kaçak avcılık ve balık yığınlarındaki azalmanın gibi ortak sorunlar olduğunu belirtiyor. Projenin asıl amacının çözüm üretmek değil, ortak bir akılla çözümlerin üretilmesine katkı sağlamak olduğuna dikkat çekiyor. 

***
Genç balıkçı kalmadı
XI. Uluslararası Foça Kültür Sanat ve Balıkçılık Festivali kapsamında düzenlenen, Kıyı Balıkçılığının Dünü ve Bugünü adlı panelde bir araya gelen Erdemli, Kaş ve Foça su ürünleri kooperatifleri başkanları gençlerin balıkçılığa ilgi duymadığından yakındı. Erdemli Su Ürünleri Kooperatifi Başkanı Yalçın Sakın, “oğlumun balıkçılığa devam etmesini isterim elbette, balığa da gidiyor ama ben durduruyorum çünkü gelecek görmüyorum diyor. 15 yıldır Foça’da balıkçılık yapan Şevki Avcı ise yeni nesil balıkçı olmadığını, tekneyi satıp faize yatırmanın daha karlı hale geldiğini söylüyor.

***
Dokuz ülkede aynı anda çalışma yapılıyor
WWF-Türkiye Deniz Koruma Uzmanı Yaprak Arda
Projemizin amacı küçük ölçekli balıkçılığın sürdürülebilir hale gelmesi. Bunun için de balıkçının geçimini daha iyi sağlayabilmesi, koruma alanları ve balık stoklarının korunması gerekiyor. Balıkçılara Pesca Turizm (balıkçı turizmi) gibi, balık stokları üzerindeki baskıyı azaltacak ama daha fazla gelir getirecek alternatif geçim kaynakları yaratılmalı. Bu proje şu zamana kadar Akdeniz’de küçük ölçekli balıkçılık üzerine yapılan en kapsamlı projelerden biri. Aralarında Yunanistan, İspanya, Fransa, İtalya ve Kuzey Afrika ülkelerini de bulunduğu dokuz ülkede, 20’den fazla pilot alanda yürütülüyor. Dört yıl daha sürecek bu projeden çıkacak sonuçları hem Türkiye’de hem de Akdeniz genelinde yaygınlaştırmak istiyoruz. Küçük ölçekli balıkçılık Akdeniz’de bir miras ancak yeni kuşakların balıkçılık yapmak istemediğini görüyoruz çünkü ekonomik açıdan cazip gelmiyor. Halihazırda balıkçılık yapanlar bile ikinci meslek bakıyor.

***
“Bir balıkla herkese bayramlık alırdık”
Foça Su Ürünleri Kooperatifi Başkanı Ceyhan Çetin
Ceyhan Çetin
11-12 yaşlarındaydım. Büyüklerimiz balıkçı değildi, turizm ve hayvancılıkla uğraşırlardı. Fakirlik vardı, manava gidip bir elma, portakala alamazdık. Balıkçılıkta ise güzel para vardı. Bir gün Kıbrıslı Ahmet Amca’nın teknesindeydim. Büyük balık kalın misinayla tutulur deyip levrek için şansımı denedim. 11 kiloluk bir levrek tuttum. Kimse almasın diye sarılıp, eve götürdüm. Öyle sarılmışım ki dikenleri batmış vücuduma. İki gün sonrası Kurban Bayramı’ydı. Levreği satıp evdeki iki üç kişiye bayramlık almıştık. O zaman dedim ki balıkçılıkta para var. Şimdi de bu kadar büyük levrek tutmak mümkün, yumurtlama zamanı buralara gelir ama sportif amaçlı balıkçılar avlanmaması gereken zamanda balığı tuttukları için sayıları azalıyor. Aynı balığı satsak bugün herkesi giydiremeyiz ama bir kişiyi giydiririz.