Enerji Bakanı Taner Yıldız'ın "Akkuyu'ya kurulacak nükleer santral fay hattı üzerinde değil" açıklamasına nükleer karşıtları basın açıklamasıyla yanıt verdi. Aşağıda bu açıklamanın tam metnini bulabilirsiniz.
***
KAMUOYUNA DUYURUMUZDUR.
Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız’ın dün fay hatlarıyla
ilgili yaptığı açıklamayı şaşkınlıkla karşıladık. Taner Yıldız dün,
“Akkuyu’da kurulacak nükleer santral herhangi bir fay hattı üzerinde
bulunmuyor. Allah vermesin Türkiye’de 9 büyüklüğünde deprem olmamıştır
ama Akkuyu, 9 büyüklüğünde bir deprem olacakmış gibi dizayn edilecektir” açıklamasını yapmıştı.
Bakan Yıldız’ın açıklaması hükümetin nükleer enerji konusundaki
bilgisinin oldukça sınırlı olduğunu bir kez daha gösterdi. Taner Yıldız
nükleer santrallerde meydana gelen kaza ve sızıntıların sadece deprem
kaynaklı olmadığını bilmiyor mu? Tarihin en büyük nükleer
felaketlerinden birinin yaşandığı Fukuşima nükleer santralinin fay hattı
üzerinde olamadığından haberi yok mu? Bir nükleer santralin depremden
etkilenmesi için mutlaka fay hattı üzerine yapılmış olması gerektiğini
mi düşünüyor? Bıraksak herhalde onu da yapacaklar.
Bu vesileyle, deprem ve nükleer enerji konusundaki kaygılarımızı kamuoyuyla tekrar paylaşmakta fayda görüyoruz:
* 1999 depreminde İstanbul'da da diri fay yoktu ama kentte çok sayıda
ev yıkıldı ve insanlar öldü. Depremler sadece fay hattı üzerindeki
yapılarda hasara neden olmaz.
* Zemin etütleri yeni başlamış
bir yer için "fay hattı üzerinde değil" yorumunun yapılması işlerin
aceleye getirildiğinin bir başka kanıtıdır.
* Kıbrıs dalma
batma alanında oluşacak büyük bir depremin, buraya etkisi ve
oluşturabileceği tsunaminin yol açacağı tehlikeler hakkında hükümetin
bir çalışması var mı, merak ediyoruz.
* Bazı bilim insanların
ölçümlerinde, Anadolu'nun hemen dibinde bir ters fayın varlığı
saptanmıştı. Akkuyu'ya çok yakın olan bu hattan neden hiç söz edilmiyor?
* Bakan Yıldız’ın nükleer santrali 9 büyüklüğünde depreme dayanıklı
yapacağız sözü hiçbir şey ifade etmiyor. Bu nasıl ispatlanacak, hangi
bağımsız kuruluşlar inşaatı denetleyecek? Halk nükleer enerjiyi
savunmayı kendine iş edinen bu hükümete nasıl güvenecek?
Türkiye’nin elektrik talebini karşılamak için nükleer santrallere
ihtiyacı olmadığını defalarca hem de bilimsel verilerle kanıtladık.
Enerji verimliğinden, doğaya zarar vermeyen enerji üretim biçimlerine
kadar onlarca farklı üretim seçeneği olduğunu biliyoruz. Fukuşima
kazası, nükleer santrallerin tehlikeleri konusunda yaptığımız uyarıların
ne kadar yerinde olduğunu ne yazık ki acı bir örnekle herkese gösterdi.
Nükleer enerjinin ucuz olduğunu artık hükümet bile iddia edemiyor.
Güvenlik kültürünün yerleşmemesi nedeniyle metrobüslerin bile kaza
yaptığı Türkiye’de, nükleer santralde ısrar etmek ateşle oynamaya
benziyor.
Türkiye nükleer oyuna gelmemeli, dışa bağımlı ve tehlikeli bu girişimden bir an önce vazgeçmelidir.
Özgür Gürbüz tarafından kaleme alınan makale, analiz ve haberlere bu adresten ulaşabilirsiniz. Yazıları başka bir yerde yayımlamak için izin almalısınız. E-posta: ozgurgurbuzblog(at)gmail.com
Yeşiller Partisi neden başarısız oldu?
Özgür Gürbüz-Birgün/17 Haziran 2012
Türkiye'nin doğal ve kültürel çevresi büyük bir
saldırı altında. Adalet ve Kalkınma Partisi'nin eski, insan merkezli kalkınma
anlayışı cumhuriyet tarihinin en büyük yıkımını da beraberinde getiriyor.
Sayıları binleri bulan tartışmalı hidroelektrik santral projeleri, sayıları
onlarla ifade edilen iklim katili termik santraller, sucuğumuzdan hayvan yemine
kadar uzanan, çokuluslu şirketlerin baskısıyla besin zincirine sokulan genetiği
değiştirilmiş organizmalar, madencilik şirketleri kâr etsin diye delik deşik
edilen dağ ve tepeler, bizleri hem sağlık hem de ekonomik açıdan felakete
sürükleyecek nükleer santraller, rant için çarpık kentleşmeye feda edilen ucube
kentler ve açgözlü şirketlerin ellerine teslim edilen kültürel varlıklarımız...
Hepsi tehlike altında, hepimiz tehlikedeyiz. Hasankeyf, Allianoi, Sulukule,
Bartın, Akkuyu, Gerze, Sinop, Pierre Loti, Kaz Dağları, Eşme, Tortum, Kütahya,
Rize, Tozkoparan, Artvin, Munzur ve İstanbul... Liste uzayıp gidiyor.
Yazının başlığındaki soruyu yanıtlamak, yeşil politikayı yakından izlemeyenler için zor olabilir. Kültürel ve doğal çevre bu kadar büyük tehdit altındayken Yeşiller Partisi'nin büyümesi, önemli muhalif güçlerden birisi olması gerekmez miydi? Evet gerekirdi. Dünyada yeşil partiler oylarını arttırırken ya da politik yelpazedeki konumlarını pekiştirirken Türkiye'de neden tersi oldu? Siz bu satırları okuduğunuzda Türkiye'nin siyasi tarihindeki ikinci 'yeşil parti' de politik arenadan silinmiş olacak. Benim de kurucuları arasında bulunduğum ama şimdilerde tanımakta zorlandığım Yeşiller Partisi'nin mevcut yönetimi, Eşitlik ve Demokrasi Partisi'ne (EDP) katılma kararını resmen ilan edecek. Politika propagandasız olmaz. Partideki arkadaşlar bu 'katılma' işini birleşme adıyla anarak ve olayı Yeşiller ile Sosyalistlerin birleşmesi gibi lanse ederek propaganda çalışması yapıyorlar. Kazın ayağı öyle değil tabi, dost acı söylermiş; söyleyelim. İşin doğrusunu, neredelerde hata yapıldığını özetlemeye çalışayım. Bunları konuşalım ki, ileride bir başka yeşil siyasi hareket filizlendiğinde bu hataları tekrarlamayalım.
ROTASYON İLKESİ LAFTA KALDI
Dört yıl önce 50'ye yakın kişi tarafından kurulan Yeşiller Partisi, bu dört yıl boyunca üye sayısını ancak 300'lere getirebildi. Bu üyelerin çoğu aktif değil. Gözlemim, üyeliklerin birçoğunun partinin büyümesinden çok parti içi seçim aritmetiğinin istenildiği gibi çalışması için, arkadaş çevresinden gerçekleştirildiği yönünde. Partiye üye olan birinin partide hiç gözükmemesi, parti içi tartışmalara e-postayla bile katılmaması başka nasıl yorumlanabilir bilemiyorum. Öyle ki, partinin EDP'ye katılması konusunda yapılan kritik oylamaya bile sadece 63 kişi katıldı. Muhalifler oylamaya gelmedi çünkü yeşiller için olmazsa olmaz bir kural olan parti içi demokrasi çoktan rafa kaldırılmıştı. Partinin kendini feshedip başka bir partiye katılması konusunda konsensüs (uzlaşma) aranmadı. Bahsettiğimiz 1.000 kişi olsa bu iş zor ama 50-60 kişiden bahsediyoruz. Yeşiller, konsensüs ilkesini uygulamayı bile düşünmezse, dillerinden düşürmedikleri doğrudan demokrasi kavramına kim inanır, kim bu yüzden Yeşiller Partisi'ne oy verir? Aslında beni, kurucusu olduğum partiden soğutan ilk hadise, partinin kurulmasından birkaç gün önce bir eş sözcü adayı tarafından başlatılan kulis çalışmasıydı. 50 kişinin oy vereceği seçimler için kulis yapmak, rotasyon ve eş sözcü gibi 'tek adamcılığı' önleyecek kavramların politik hayata geçmesinde önemli bir rol üstlenen yeşil hareket için tehlike çanlarının çaldığı ilk andı. Rotasyon ilkesinin daha sonra bir tüzük değişikliğiyle delinmesi bu nedenle beni şaşırtmadı ama üzdü tabii.
GİZLİ "YETMEZ AMA EVET"ÇİLER
Bunlar Yeşiller Partisi'nin sonunu hazırlayan, kendi söylemleriyle çeliştiği ilkesel hatalarından birkaçı. Üzerine pratikte yapılan bazı hatalar da eklendi. Karısının başından aşağı dışkısını boşaltan Sevan Nişanyan'ın yazılarına son verilmesi için kadın örgütlerinin baskılarını yanıtsız bırakan Agos'tan bu olaydan hemen sonra partiye konuşmacı çağrılması ve 'yeşil kadınların' buna sessiz kalması korkunçtu. Kyoto Protokolü'nün imzalanması halinde Türkiye'nin otoyol dahi yapamayacağı savı (Türkiye Kyoto'yu imzaladı ve binlerce km. uzunluğunda otoyol yapıyor), nükleer enerji konusunda yapılan yanlış açıklamalar, pratikte yapılan hatalara iyi birer örnek. Bu hatalar Yeşiller Partisi'ni şekillendirecek kadın, çevre ve ekoloji hareketlerinin partiye mesafeli durmasına yol açtı. Halk oylaması (referandum) sürecinde partinin “hayır” diyememesi de bir başka kırılma noktası oldu. Halk oylamasında değiştirilmesi istenen tüm maddelere karşı çıkılmasına rağmen, parti içindeki yetmez ama evetçilerin hissedilir baskısıyla, “hepsine hayır ama boykot” gibi garip bir karar alan Yeşiller Partisi, bir yandan da eş sözcüleri vasıtasıyla evetçi kanadın etkinliklerinde boy gösterdi. Halk oylamasından önce, başta HES'ler olmak üzere, onlarca çevreyle ilgili davanın Danıştay'dan döndüğü, yargının çevre konusunda verdiği birçok kararın doğa lehine sonuçlandığı gerçeği Yeşiller tarafından görmezden gelindi. Halk oylaması sonrasında yaşanan değişikliklerden sonra, Anayasa Mahkemesi Başkanı, “Nükleer santral projesinin yürütmesi durdurulur mu” sorusuna, “Durdur, durdur nereye kadar. Durduruyorsun da ne oluyor” diye yanıt veriyorsa bunda halk oylamasında 'evet' tercihini kullananların payı büyüktür. O gün 'evet' deyip bugün pişman olmadıklarını söyleyenlerinse çok daha büyük. Yeşiller Partisi'nin hata yaptığını belirten bir basın açıklaması yapması gerekirdi. Yargıdaki bu değişimden etkilenen yüzlerce çevre davası olduğunu düşünürsek, bugün EDP'ye katılma kararı veren ve son dört yıl Yeşiller Partisi'nin yönetiminde görev almış bu ekibin; Türkiye'de deresine, dağına, ovasına ve ormanlarına sahip çıkmaya çalışan çevreciler tarafından pek sevilmeyeceğini tahmin etmek zor değil. O yüzden de kurulacak yeni partinin artık yeşil hareketi temsil etme şansının çok zor olduğunu düşünüyorum. En fazla adı ve logosu yeşil olabilir.
YÖNETİM BAŞARISIZLIĞINI GİZLİYOR
Yeşiller Partisi böylece ikinci kez Türkiye'de siyaset sahnesine veda ediyor. Bugün partiyi EDP'ye katılmaya iten nedenin bir büyüme isteği değil, yönetimin başarısızlığını örtme girişimi olarak algılanması çok daha doğru olur. Türkiye'nin dört bir yanında onlarca çevre mücadelesi sürerken Yeşiller Partisi'nin bu mücadelelerin neredeyse hiçbiriyle kalıcı bir bağ kuramaması üzücü. Bırakın itici güç olmayı, bir birleştiren rolü bile üstlenemedi. 1988 yılında kurulan ilk Yeşiller Partisi tam tersi bir örgütlenme süreci yürütmüştü. Hep üstten, bilen kişi edasıyla halka bu işin nasıl olacağını anlatmaya çalışmak yerine, Anadolu'nun dört bir köşesinde süren ekoloji mücadelelerini dinlemek, onlardan ve onlarla beraber bu işi öğrenmek lazım. Yedi yaşına kadar gördüğü doğayı bir ömür boyu anlatan Âşık Veysel'in hissettiği gibi hissetmek gerekiyor. Yaşam hakkını savunmak, mücadelesini vermek bir hobi ya da iş değil, hayatın ta kendisi. İşte biz buna yeşil politika diyoruz.
Yazının başlığındaki soruyu yanıtlamak, yeşil politikayı yakından izlemeyenler için zor olabilir. Kültürel ve doğal çevre bu kadar büyük tehdit altındayken Yeşiller Partisi'nin büyümesi, önemli muhalif güçlerden birisi olması gerekmez miydi? Evet gerekirdi. Dünyada yeşil partiler oylarını arttırırken ya da politik yelpazedeki konumlarını pekiştirirken Türkiye'de neden tersi oldu? Siz bu satırları okuduğunuzda Türkiye'nin siyasi tarihindeki ikinci 'yeşil parti' de politik arenadan silinmiş olacak. Benim de kurucuları arasında bulunduğum ama şimdilerde tanımakta zorlandığım Yeşiller Partisi'nin mevcut yönetimi, Eşitlik ve Demokrasi Partisi'ne (EDP) katılma kararını resmen ilan edecek. Politika propagandasız olmaz. Partideki arkadaşlar bu 'katılma' işini birleşme adıyla anarak ve olayı Yeşiller ile Sosyalistlerin birleşmesi gibi lanse ederek propaganda çalışması yapıyorlar. Kazın ayağı öyle değil tabi, dost acı söylermiş; söyleyelim. İşin doğrusunu, neredelerde hata yapıldığını özetlemeye çalışayım. Bunları konuşalım ki, ileride bir başka yeşil siyasi hareket filizlendiğinde bu hataları tekrarlamayalım.
ROTASYON İLKESİ LAFTA KALDI
Dört yıl önce 50'ye yakın kişi tarafından kurulan Yeşiller Partisi, bu dört yıl boyunca üye sayısını ancak 300'lere getirebildi. Bu üyelerin çoğu aktif değil. Gözlemim, üyeliklerin birçoğunun partinin büyümesinden çok parti içi seçim aritmetiğinin istenildiği gibi çalışması için, arkadaş çevresinden gerçekleştirildiği yönünde. Partiye üye olan birinin partide hiç gözükmemesi, parti içi tartışmalara e-postayla bile katılmaması başka nasıl yorumlanabilir bilemiyorum. Öyle ki, partinin EDP'ye katılması konusunda yapılan kritik oylamaya bile sadece 63 kişi katıldı. Muhalifler oylamaya gelmedi çünkü yeşiller için olmazsa olmaz bir kural olan parti içi demokrasi çoktan rafa kaldırılmıştı. Partinin kendini feshedip başka bir partiye katılması konusunda konsensüs (uzlaşma) aranmadı. Bahsettiğimiz 1.000 kişi olsa bu iş zor ama 50-60 kişiden bahsediyoruz. Yeşiller, konsensüs ilkesini uygulamayı bile düşünmezse, dillerinden düşürmedikleri doğrudan demokrasi kavramına kim inanır, kim bu yüzden Yeşiller Partisi'ne oy verir? Aslında beni, kurucusu olduğum partiden soğutan ilk hadise, partinin kurulmasından birkaç gün önce bir eş sözcü adayı tarafından başlatılan kulis çalışmasıydı. 50 kişinin oy vereceği seçimler için kulis yapmak, rotasyon ve eş sözcü gibi 'tek adamcılığı' önleyecek kavramların politik hayata geçmesinde önemli bir rol üstlenen yeşil hareket için tehlike çanlarının çaldığı ilk andı. Rotasyon ilkesinin daha sonra bir tüzük değişikliğiyle delinmesi bu nedenle beni şaşırtmadı ama üzdü tabii.
GİZLİ "YETMEZ AMA EVET"ÇİLER
Bunlar Yeşiller Partisi'nin sonunu hazırlayan, kendi söylemleriyle çeliştiği ilkesel hatalarından birkaçı. Üzerine pratikte yapılan bazı hatalar da eklendi. Karısının başından aşağı dışkısını boşaltan Sevan Nişanyan'ın yazılarına son verilmesi için kadın örgütlerinin baskılarını yanıtsız bırakan Agos'tan bu olaydan hemen sonra partiye konuşmacı çağrılması ve 'yeşil kadınların' buna sessiz kalması korkunçtu. Kyoto Protokolü'nün imzalanması halinde Türkiye'nin otoyol dahi yapamayacağı savı (Türkiye Kyoto'yu imzaladı ve binlerce km. uzunluğunda otoyol yapıyor), nükleer enerji konusunda yapılan yanlış açıklamalar, pratikte yapılan hatalara iyi birer örnek. Bu hatalar Yeşiller Partisi'ni şekillendirecek kadın, çevre ve ekoloji hareketlerinin partiye mesafeli durmasına yol açtı. Halk oylaması (referandum) sürecinde partinin “hayır” diyememesi de bir başka kırılma noktası oldu. Halk oylamasında değiştirilmesi istenen tüm maddelere karşı çıkılmasına rağmen, parti içindeki yetmez ama evetçilerin hissedilir baskısıyla, “hepsine hayır ama boykot” gibi garip bir karar alan Yeşiller Partisi, bir yandan da eş sözcüleri vasıtasıyla evetçi kanadın etkinliklerinde boy gösterdi. Halk oylamasından önce, başta HES'ler olmak üzere, onlarca çevreyle ilgili davanın Danıştay'dan döndüğü, yargının çevre konusunda verdiği birçok kararın doğa lehine sonuçlandığı gerçeği Yeşiller tarafından görmezden gelindi. Halk oylaması sonrasında yaşanan değişikliklerden sonra, Anayasa Mahkemesi Başkanı, “Nükleer santral projesinin yürütmesi durdurulur mu” sorusuna, “Durdur, durdur nereye kadar. Durduruyorsun da ne oluyor” diye yanıt veriyorsa bunda halk oylamasında 'evet' tercihini kullananların payı büyüktür. O gün 'evet' deyip bugün pişman olmadıklarını söyleyenlerinse çok daha büyük. Yeşiller Partisi'nin hata yaptığını belirten bir basın açıklaması yapması gerekirdi. Yargıdaki bu değişimden etkilenen yüzlerce çevre davası olduğunu düşünürsek, bugün EDP'ye katılma kararı veren ve son dört yıl Yeşiller Partisi'nin yönetiminde görev almış bu ekibin; Türkiye'de deresine, dağına, ovasına ve ormanlarına sahip çıkmaya çalışan çevreciler tarafından pek sevilmeyeceğini tahmin etmek zor değil. O yüzden de kurulacak yeni partinin artık yeşil hareketi temsil etme şansının çok zor olduğunu düşünüyorum. En fazla adı ve logosu yeşil olabilir.
YÖNETİM BAŞARISIZLIĞINI GİZLİYOR
Yeşiller Partisi böylece ikinci kez Türkiye'de siyaset sahnesine veda ediyor. Bugün partiyi EDP'ye katılmaya iten nedenin bir büyüme isteği değil, yönetimin başarısızlığını örtme girişimi olarak algılanması çok daha doğru olur. Türkiye'nin dört bir yanında onlarca çevre mücadelesi sürerken Yeşiller Partisi'nin bu mücadelelerin neredeyse hiçbiriyle kalıcı bir bağ kuramaması üzücü. Bırakın itici güç olmayı, bir birleştiren rolü bile üstlenemedi. 1988 yılında kurulan ilk Yeşiller Partisi tam tersi bir örgütlenme süreci yürütmüştü. Hep üstten, bilen kişi edasıyla halka bu işin nasıl olacağını anlatmaya çalışmak yerine, Anadolu'nun dört bir köşesinde süren ekoloji mücadelelerini dinlemek, onlardan ve onlarla beraber bu işi öğrenmek lazım. Yedi yaşına kadar gördüğü doğayı bir ömür boyu anlatan Âşık Veysel'in hissettiği gibi hissetmek gerekiyor. Yaşam hakkını savunmak, mücadelesini vermek bir hobi ya da iş değil, hayatın ta kendisi. İşte biz buna yeşil politika diyoruz.
Çöpten eski parçaları toplayıp nükleer santrale yeniymiş gibi sattılar
Özgür Gürbüz-Birgün/10 Haziran 2011
Nükleer santralin tehlikeleri denince herkesin
aklına büyük kazalar gelir. Aslında Çernobil, Üç Mil Adası ve Fukuşima kazaları
nükleer tehlikeyi anlatmaya yetmez, asıl risk detaylarda gizlidir. Nükleer
enerjinin kirli tarihine baktığınızda, onlarca minik 'kaza'yla ya da
'hadise'yle karşılaşırsınız. Nükleer lobi bu hadiseleri pek önemsemez ama
dikkatli bakıldığında her biri, nükleer enerji santrallerinin iddia edildiği
gibi dünyanın en ileri güvenlik önlemlerine sahip fabrikaları olmadığını bize
anlatır. İşlerin anlatıldığı gibi tıkır tıkır yürümediğini görürsünüz.
Karşılaşılan teknik sorunlar, insan hataları ve güvenlik zaafları hayatlarımız
üzerine nasıl bir kumar oynandığını olanca çıplaklığıyla ortaya koyar.
Greenpeace Kori Nükleer Santrali'ndeki tehlikeyi işaret ediyor |
Dünyada nükleer enerjide ısrar eden sayılı
ülkelerden Güney Kore'de birkaç hafta önce yaşananlar atomspor taraftarlarının
görmek istemediği, basında yer almaması için ellerinden geleni yaptığı
hadiselerden biri. Olay, ülkenin en eski nükleer santrali Kori'de geçiyor.
Skandal, kayıtlara adı “Hwang” diye geçen Güney Kore'li işadamının Kori nükleer
santraline kusurlu parça satması. Üç yıl hapse mahkum edilen Hwang, 2008
yılından bugüne dek tam üç kez kullanılmış parçaları temizleyip boyadıktan
sonra nükleer santrale yeniden satmış. Bu işten 2 milyon 600 bin ABD Doları
kazanmış. İşin daha da ilginç tarafı, Hwang'ın bu parçaları nükleer santralin
çöplüğünden, santral çalışanı bir işçi aracılığıyla alıyor olması. Santralde
eskiyen parça çöpe gidiyor, çöpe giden parçaları işçi Hwang'a getiriyor ve
Hwang o parçaları boyuyor, cilalıyor ve yeniymiş gibi santrale geri satıyor.
Dört yılda üç kez nükleer santralin tüm güvenlik denetimlerini geçmeyi
başarmış! Parçaları çalan kişi de bu işin ortaya çıkmasıyla yakayı ele vermiş,
ona da üç yıl ceza vermişler. Hakim, bu olayın santralin güvenliği konusunda
ciddi endişe duyulmasına neden olacağını söylemiş. Hatırlayın, benzer bir
skandal Mersin'e nükleer santral kurmak isteyen Rosatom firması'nın alt şirketi
Zio-Podolsk'ta da yaşanmıştı. 4 Mart 2012 tarihinde Birgün'de, “Mersin’e
yapılmak istenen nükleer santral “dandik” olabilir mi?” başlığıyla onu da
yazmıştık.
Tahmin edersiniz, bu Güney Kore'deki ilk
'hadise' değil. Yaklaşık bir buçuk ay önce yine Kori'de bir başka skandal
ortaya çıktı. Santralde yapılan incelemede, bir Güney Kore firması tarafından
üretilen parçaların, yasadışı yollardan elde edilmiş Fransız teknolojisi temel
alınarak üretildiği ortaya çıktı. Merdiven altı üretim diyeceğim nükleerci
dostlar kızacak. Bu defa kızdırmayalım 'atomsporu' sonra yazının devamını
okumuyorlar. Halbuki yazının devamında Şubat ayında Kore'de meydana gelen bir
başka 'hadise' var; bitmiyor yani.
GÜNEY KORE'DE TEHLİKE ÇANLARI
Tarih 9 Şubat, saat sabah 8:30. Kori'deki 1
numaralı reaktör bakım için kapatılmış. Çoğu kimse bilmez ama nükleer
reaktörler dışarıdan aldıkları elektrikle çalıştırılır, bir anlamda dışa
bağımlıdır. Kori-1 reaktörü de elektrik almak için üç ayrı noktadan şebekeye
bağlıymış ancak beslendiği iki noktada bakım çalışmaları olduğundan kazanın
olduğu sırada tek kaynaktan elektrik alıyormuş. Çalışanlardan birinin hatasıyla
son şebeke bağlantısından alınan elektrik de kesilmiş. Reaktör, güvenlik
fonksiyonları ve soğutma sistemini çalıştıracak elektrik olmadan tam 12 dakika
boyunca öyle kalakalmış. Bu gibi acil durumlarda nükleer reaktörlerde dizel
jeneratörlerin devreye girmesi beklenir. Kori santralinde de aynen öyle yapmışlar;
beklemişler. Beklemişler ama dizel jeneratör de çalışmamış. İşçilerin
gayretiyle 12 dakika sonra şebeke bağlantısı yeniden sağlanmış ve büyük bir
kazanın ucundan dönülmüş. Soğutma suyu sıcaklığı bu süre içerisinde 36
dereceden 58'e çıkmış. Atık havuzunda ise 21 derecelik ısı artışı yaşanmış.
Reaktör bakımda olmasaydı bu 12 dakika, bir başka nükleer felaketle
sonuçlanabilirdi. Santralin yöneticisi olayı ülkedeki düzenleyici kuruluşa bir
ay sonra, 12 Mart 2012'de bildirmiş. Zahmet etmiş tabi. O saatten sonra
santrale giden denetçilerin bir şey bulamayacağı ortada. Santralin sahibi Kore
Hidroelektrik ve Nükleer Enerji şirketi, KEPCO adlı Güney Kore'li nükleer devin
bir alt kuruluşu. KEPCO mu kim? KEPCO da bizim hükümetin Sinop'a nükleer
santral yapması için adeta yalvardığı firma!
DEMOKRASİ MESELESİ
Şu kısacık ömrümde duyduğum, okuduğum bu ve
benzeri nükleer kazaları anlatmaya kalksam herhalde ömrüm yetmez. Anlat anlat
bitmez. En iyisi ben size bu öykülerden çıkarılacak hisseyi, dersi anlatayım.
Ders şu: Ne kadar çok demokrasiniz varsa o kadar az nükleer santraliniz olur.
Bugün nükleer santral yapımında ciddi bir şekilde ısrar eden ülkelerin sayısı
iki elin parmağını geçmez. Rusya, Çin, Hindistan, Pakistan, Ukrayna ve Güney
Kore. Hepsinin ortak özelliği, şeffaflığın, halkın katılımının ve sivil
toplumun hükümeti denetleyecek mekanizmalara erişiminin sınırlı olması. Nükleer
enerji şirketlerinin devlet elinde olması, kontrolün de yine devlete bağlı
kuruluşlarca yapılması halkın hiçbir şeyden haberi olmamasına neden oluyor. Bu
ülkelerde halk kolay kolay sokağa çıkamaz, medya denetim altındadır. Nükleer
endüstrinin medyayı Japonya'da nasıl kontrol altında tuttuğu Fukuşima sonrası
ortaya çıktı. Eski başbakan Naoto Kan bile Fukuşima'daki santrali yöneten
şirketi hükümetine bilgi vermemekle suçlamadı mı?
AYILANA NÜKLEER BAYILANA GAZOZ
Türkiye'de demokrasinin ne kadar geri olduğu
AKP hükümetinin nükleer enerji konusundaki tutumundan anlaşılabilir. Dört
yıllığına iktidara getirilen bir hükümetin halkın 240 bin yıllık geleceğine
(nükleer atıklardan bazılarının radyoaktif kalma süresi) ipotek koyacak
kararlar alıyor. Enerji Bakanı Taner Yıldız'ın son açıklaması ise müthiş.
2023'e kadar 23 nükleer reaktör yapmak istediklerini söylemiş. Kusura bakmayın
ama 11 yılda 23 reaktör yapamazsınız. Yer lisanslarını, zemin etütlerini hesaba
katmasanız bile bir reaktörün inşası en iyi ihtimalle 6-8 yıl sürer. Her
birinin gücü 1000 MW olsa, ABD Enerji Enformasyon İdaresi'nin iyimser
tahminiyle bile yine bir reaktör 5-6 milyar dolara mal olur. Peşin paranız
varsa tabi. Bunun bir de faizi var. 200 milyar dolar civarı bir paradan
bahsediyoruz. Ne o miktarda kredi, ne de aynı anda 23 reaktörü inşa edecek
kapasiteye sahip firmaları bulabilirsiniz. Hükümet nükleer santral kurmayı
gazoz fabrikası inşa etmek sanıyor herhalde. Ayılana bir tane, bayılana bir
tane. Sinop'a üç tane, Mersin'e dört tane. Aman efendim Yozgat da gelmiş, bir
de oraya kuralım...
***
Nükleer Karşıtı Platform 16 Haziran'da
Mersin'de büyük bir kongre düzenliyor. Nükleere dur demek için herkesi kongreye
katılmaya çağırıyor. Ayrıntılı bilgi: www.nukleerkarsitiplatform.org
Başbakanın gündeminden bize ne?
Özgür Gürbüz-Birgün/3 Haziran 2012
Bir ülkede halkın gündemiyle
o ülkeyi yönetenlerin gündemi birbirinden bu kadar farklı olur mu? Normalde
olmaz ama burası normal bir ülke değil. Bu ülkede yaşayan herkes bu gerçeğin
artık farkında. Poşu taktığı için 11 yıl hapis cezasına çarptırılan Cihan’dan,
kitap yazdığı, haber yaptığı için hapse atılan gazetecilerden dolayı bu ülkenin
normal olmadığını artık herkes biliyor. Bu nedenle birinci amacımız ülkenin
'normalleşmesini' sağlamak olmalı. Normalin tanımını yapmak zor. Kabaca ve
kısaca söylersek, çoğunluğun azınlığı ezmediği, adil bir gelir dağılımının
sağlandığı, doğrudan demokrasinin hakim kılındığı, bireysel özgürlüklerin ve
ekolojik dengenin gözetildiği bir demokrasi benim için normal kabul edilebilir.
Bunu kim yapacak? Hükümet, yani iktidar. Peki, ya o da 'normal' değilse ve buna
yanaşmazsa ne olur?
Halk, ülkenin
normalleşmesinin önündeki en büyük engelin mevcut hükümet olduğunun farkında.
Referandum oyunuyla kandırıldığının, demokrasi söylemiyle otoriter bir rejimin
her gün yerleştiğini görüyor. Seçim barajının yüksekliğinden, “kaldıracağız”
deyip sahip çıkılan YÖK’ten, biber gazından ve özel yetkili mahkemelerinden bu
memleketin 'özel' bir yer olduğu ortada. Özel ama normal değil. Bu anormalliğin
sürdürülmesi için, elindeki siyasi gücü sonuna kadar kullanan bir iktidar,
hükümet var. Bu politik taktiğin ve anormalleşme ideolojisinin sözcülüğünü de
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan yapıyor. Bir ülkenin normalleşmesinin, diğer
birçok normal ülkede olduğu gibi geçim derdini, çevre sorunlarını, kadın
sorunlarını, işsizliği, yolsuzluğu, trafiği, sağlık ve eğitim gibi konuları
gündeme getireceğini bilen hükümet, gündemi değiştirmek için elinden geleni
yapıyor. Bunu da Başbakan’ın eliyle gerçekleştiriyor.
Roboski (Uludere) diyorsun,
kürtaj diyor.
HES istemiyoruz diyorsun,
eşkıya oluyorsun.
Ekrana çık tartışalım
diyecek olsan, usta çırak aynı yerde tartışmaz diyor.
Öğretmenler işsiz diyorsun,
“ah o kredi kuruluşları yok mu” diye yanıtlıyor.
Çiftçinin hali ne olacak
diye soruyorsun, ananı da alıp gitmen emrediliyor.
Nükleer, termik olmasın,
hepimiz kanser olduk diyorsun, Başbakan bir şey demiyor çünkü o sıralarda
Libya’yı ve Suriye’yi kurtarmakla(!) meşgul, muhtemelen yurt dışında.
Gezi dönüşü toptan söylüyor
söyleyeceğini...
Durum bu. Durum bu ama çözüm
ne? Çözüm basit, hükümeti ve sözcüsünü dinlememek. Bırakın istediği kadar
konuşsun, yapacak bir şey yok. Benim artık Başbakan’ın normalleşeceğine dair bir
inancım kalmadı. İlk iş “twitter”da kendisini izlemekten vazgeçtim, televizyon
ve radyolarda da karşıma çıkarsa kanalı çeviriveriyorum. Hayatımdan çıktı mı,
hayır çıkmadı tabi. Başında olduğu hükümet yaptığı yasalarla özgürlükleri
kısıtlamaya devam ediyor ve edecek. Asıl sorun bu değil. Başbakan’ı
dinlerseniz, ona ulaşmaya çalışır, mesajlarınızı iletmek için gayret
gösterirseniz bir şeyin değişeceğine inanıyor musunuz? Değiştiğine dair
elinizde kaç örnek var? Bir, sıfır?
Ortada bir diyalog yok,
monolog var. Ben de bu monologu dinlemekten vazgeçtim artık. Sorunları Erdoğan
ve onun etkisinden kurtulamadığı sürece AKP üzerinden çözme şansı kalmadı.
Kürtler için de, dindarlar için de, memur ve öğretmenler, çevreciler ve
kadınlar için de durum aynı. Başbakan artık başka bir gezegende yaşıyor,
halktan uzaklaştı. Stadlarda ona sevgi gösterisinde bulunanlara aldanmayın, bu
ülke Cem Uzan’ı, Menderes’i, Demirel’i ve Özal’ı da “ölümüne” sevmişti.
Ayaklarına gelen otobüslere binip mitinglere gitmek hiçbir şeyin göstergesi
değil. Menderes asılırken sokaklarda kimse yoktu, Cem Uzan sürgünde yaşıyor.
Özal ve Demirel’i hatırlayanların sayısı gün geçtikçe azalıyor.
Anormalleşen bir ülkenin
başbakanına normal ülkelerde kullandığınız iletişim kanallarıyla ulaşamazsınız.
Onu güçsüzleştirmek istiyorsanız, onu dinlemeyi, konuşmayı ve eleştirmeyi
bırakmanız gerekir. Bir politikacı için bu an ölümünün ilanıdır. Kontrolünde
isterse tüm medya kanaları olsun, kanallar o konuşmaya başlayınca bir bir
kapanıyorsa etki gücü de sıfıra iner. Onun haberlerini yapan gazeteler
alınmazsa bütün nutuklar boşa gider. Ne zaman o sizin gündeminize, sorduğunuz
sorulara yanıt verir, o zaman dinlersiniz. Ne zaman kaybettiği politik
cesaretini kazanır, muhalefetin karşısına, açık oturumlara, televizyonlara,
gerçek gazetecilerin karşısına çıkar, soruları yanıtlar; o zaman kendisine
kulak verirsiniz. Karşıda rakip olmayınca kürsüden atıp tutmak kolay. Sizin,
yani halkın gündemini kendi gündemi olarak kabul etmiyorsa, tek çözüm meclis
aritmetiğini değiştirmektir. Sizin sorduğunuz sorulara hükümet yanıt verene,
hükümet yetkilileri sizinle eşit şartlarda tartışmayı kabul edene kadar bu
böyle sürmek zorunda.
Tarif ettiğim boykot hayata
geçirilebilirse sonuç verir. Kontrolünde olmayan medya bunu hep birlikte
yapabilir mi; emin değilim. Birçok yazarın kendi gündemi, ütopyası, hayal
ettiği bir dünyası yok. Çoğu, hükümetten biri bir şey söylese de üzerine bir
yazı yazsam diye bekliyor. Yazdıkları konular sınırlı ama her gün yazmak
zorundalar. Böyle olunca tekrarlara ve polemiklere muhtaçlar. Bu medyanın
sorunu. Okuyucu tarafı da kendini aşmak zorunda. Birçoğu iradesini alım gücüyle
birleştiremiyor. Medyadan şikayet ediyor ama parasını yine gidip ana akım
gazetelere veriyor, malum kanalları izliyor. Termik santral yapan şirkete
kızıyor ama iki sokak ötede, o şirketin mallarını satmayan bakkala gitmeye
üşeniyor. Konuşarak dünya değişseydi keşke ama olmuyor. Konformist yanımız
ideallerimizin hep önüne geçiyor.
Organik kitaba buyrun!
Özgür Gürbüz/30 Mayıs 2012
Ekolojik bir pazardan daha iyisi ne olabilir? Organik domates, salatalık veya çileğin yanında en iyi ne gider? Tabi ki 'organik kitap'ların satıldığı bir pazar. Organik kitap kavramı da nereden çıktı demeyin, işimizin bir bölümü de yeni kavramlar yaratmak (uydurmak demeye dilim varmıyor) sayılır. Nasıl organik gıdaların içinde kirletici, sizi hasta eden hiçbir şeyin olmaması gerekiyorsa, organik kitapların içinde de sizi, düşüncelerinizi hasta eden hiçbir fikir bulunmamalı. 'Organik kitap', nefret söyleminden, ayrımcılıktan uzak, insan merkezli bakıştan kaçar olmalı. Ekolojiyle ilgili kitaplar bu sınıfa giriyor dersem, sanırım hata yapmış olmam.
Buğday Ekolojik Yaşamı
Destekleme Derneği ile Yeni İnsan Yayınevi, 2-3 Haziran tarihlerinde, Şişli ve Kartal %100 Ekolojik pazarlarında Ekoloji Kitap Günleri düzenliyor, sizleri "organik kitaplarla" tanıştırmaya hazırlanıyor.
2 Haziran’da Şişli %100 Ekolojik Pazarı’nda, 3 Haziran’da Kartal %100 Ekolojik Pazarı’nda 9:00-16:00 saatleri arasında gerçekleşecek 'Ekoloji Kitap Günleri',
ekolojiyle ilgili bilginin ve ekolojik yaşam alışkanlıklarının
yaygınlaşmasını amaçlıyor. Etkinlik çerçevesinde ekolojiyle ilgili
konularda yayınlar yapan yayınevleri kitaplarını sergileyecek, yazarlar
okuyucularıyla buluşma ve kitaplarını imzalama fırsatı bulacaklar.
EkolojiKitap Günleri’nde Victor Ananias’ın 'Yaşam Dönüşümdür' kitabı ile Buğday dergisinin eski sayıları da set
olarak satışa sunulacak. Buğday Derneği üyeleri, Ekoloji Kitap Günleri’nde yüzde 20 indirimle alışveriş yapabilecek.
Biz cam şişeyi unuttuk onlar bebek bezlerinin peşinde
Özgür Gürbüz-Birgün/27 Mayıs 2012
Geçen haftaki yazımda “Okul Sütü Zeka Küpü” projesinin nasıl çevre düşmanı bir proje olduğunu uzun uzadıya anlatmıştım. Okuyucularımızın bazıları bana ulaşıp görüşlerini belirtti. Karadeniz’deki yaylaların tetrapak kutularla dolu olduğundan, plastik torba kullanımının kontrolden çıktığından şikayet eden çok sayıda ileti aldım. Hepsi çok yerinde tespitler içeriyor ve şuna işaret ediyor: Geri dönüşüm, yeniden kullanım ve daha az atık üretme konusunda sınıfta kalmışız!
Tekrar yazıyorum, “Okul Sütü” kampanyası 10 ay sürecek olsa fazladan 1 milyar 440 milyon adet tetrapak kutu üretilmiş olacak. Bu kutuların geri dönüştürülmesi zor ve ne kadarı geri dönüştürülüyor bilinmiyor. Halbuki, sütler cam şişede dağıtılsa örnek bir geri dönüşüm kampanyası başlatılabilir, ilkokul çağındaki binlerce çocuk geri dönüşümü öğrenebilir demiştim. Sütünü içen çocuk boş cam şişeyi sınıftaki kasaya koyar, ertesi gün süt getiren araç boş kasayı alır, dolusunu bırakır. Araçlar zaten okula geldiği için fazladan enerji harcanmaz, çöp çıkmaz. UHT tartışmaları da cam şişedeki süt günlük tüketileceği için son bulur. Biz çocukluğumuzda cam şişeden süt içerdik, tek tük de olsa bazı bakkallarda hâlâ var. Şimdi neden yok? Zekamız ilerlesin diye süt içiyoruz ama pek işe yaramıyor galiba?
AVRUPA MERSİN’E TÜRKİYE TERSİNE
Ne yazık ki ülkemizde fikir üretme konusunda gazetecilere, yazarlara getirilen kısıtlamanın bir benzeri çöp üretenlere getirilmiyor. Her sabah aynı filmi izliyorum. Bir adet simit, sandviç için bile plastik torba isteyen insanlar var. Kağıt amabalajın üstüne bir de plastik torba isteyen bu kişiler, acaba 100-150 yıllık bir günaha imza attıklarının farkında mı? Madem o kadar çok seviyorsunuz bu plastik torbaları, atın çantanıza bir tane, aynıtorbayı kullanın. Çoğunun, alıp aynı gün çöpe attıkları o plastik torbanın yok olduğunu görmeye ömrü bile yetmez. Bunu her gün 2-3 defa yaptığınızı düşünün, dağ kadar plastik torbanın bilfiil sorumlusu olursunuz. Size ülkemizin halini anlatan bir rakam vereyim. 1990-2010 yılları arasında Türkiye'de atıklardan kaynaklanan seragazı emisyonları üç kattan daha fazla artarken Avrupa'da 1990-2010 arasında yüzde 20 civarında azalmış. Avrupa'nın tüketmekten vazgeçmediği düşünülürse sorunun daha ziyade atık yönetimiyle ilgili olduğu; kompost, depozito, geri dönüşüm ve benzeri uygulamaların yeterince hayata geçirilmediği ortada. Avrupalı bunu keyfinden yapmıyor, öğretiliyor ve kurallarla uygulatılıyor. Onlar daha az atık çıkarmaya çalışıyor biz ise adeta daha çok üretmek için yarışıyoruz. Sonra da soruyoruz, kanserli hasta sayısı neden bu kadar arttı diye?
YAPTIRIM OLMALI
Hayatımın bir bölümünü Oxford’ta geçirdim, izninizle orada bu iş nasıl yapılıyor anlatayım. İngiltere’nin hemen hemen her kentinde olduğu gibi Oxford’ta da, geri dönüşüm kurallarına uymak zorundasınız. Belediye size üç farklı geri dönüşüm kutusu ve bir de örülmüş plastikten yapılmış, çok uzun süre kullanabileceğiniz bir bahçe atıkları torbası verir. Bundan sonra sorumluluk sizde. Çöplerinizi ayrıştırmak zorundasınız. Yeşil kutuya en çevreci atıklar konur; gazeteler, kağıtlar, camşişe ve kavanozlar. Mavi kutuya ise kartonları, alüminyum, plastik ve metalden yapılmış ambalajları atarsınız. Bahçe torbası bitki atıkları ve çimler içindir. Evinizin bahçesi varsa kompost, yani bitki atıklarını çürüterek gübre yapmanıza da izin verilir. Ayaklı yeşil çöp kutusu ise geri dönüştürülmesi ekonomik olmayan ya da zor olan, çöp depolama alanlarına götürülecek atıkları içerir. Bugün okullarda çocuklara dağıtılan sütün ambalajlandığı tetrapak kutular, yoğurt kapları, plastik torbalar, deodrant kutuları ve mutfaklarda sıkça kullanmaya başladığımız folyolar bu gruba girer. Bırakın geri dönüştürülebilecek malzemeyi yanlış kutuya atmayı, bu kutuları temiz tutmaz, aşırı doldurursanız cezayı yersiniz; sanıyorum şimdilerde bu rakam 80 pound, yaklaşık 240 Türk Lirası. Yaptırım olmazsa kimse başlamaz ama başlarsa gerisi gelir.
NERDE O ESKİ BEBEK BEZLERİ?
Daha bitmedi, en çarpıcı örneği, bebek bezlerini en sona sakladım. Biliyorum bazılarınız “işin suyunu çıkarma” (argoda konuya uygun bir başka söz daha var) diyecek ama kalemimin kemiği yok, tutamıyorum. İngiltere’de her yıl 3 milyar bebek bezi çöpe atılıyor ve bunun için de 7 milyon ağaç kesiliyor. Oxford'ta bu rakam günde 100 bin. Evden çıkan çöplerin yüzde 4’ü bebek bezi. Çocuğu olanlar, bebeklerin bu konuda ne kadar sıkıçalıştıklarını iyi bilirler. Belediye hesap yapmış, tek çocuklu bir aile, 'kullan-at' bebek bezleri yerine bizim annelerimizin kullandığı klasik bezleri kullansa, bezleri evde yıkasa yılda 600 pound (1700 TL) tasarruf ediyormuş. “Hayatında bebek bezi yıkamış olsan bunları yazmazdın” ya da “bu iş hep kadınların başına kalıyor, erkekler için konuşması kolay” diyenleri duyar gibiyim. Demokrasilerde çare tükenmez. Oxford ve İngiltere’nin birçok yerinde evinize kadar gelip kullanılmışbebek bezlerini toplayan, yıkadıktan sonra da size getiren firmalar var. Haftada 8-10 pounda bu işi yapıyorlar. İster kendiniz yıkayın ister yıkatın, maddi açıdan tasarruf ettiğiniz gibi çevreyi de korumuş oluyorsunuz. İngiltere’de belediyeler gerçek bez kullanmaları için ailelere bedava örnek bile gönderiyor. İlerleme dediğimiz şeyin dönüp dolaşıp eski yaptıklarımızıhatırlamak olması çok manidar. Annemizin sözünden hiç çıkmamalıydık belki de.
Şimdi sormak lazım, başta Karadeniz olmak üzere, orman alanlarını,dere yataklarını çöp depolama alanı ilan eden belediyelerin kaç tanesi o bölgede yaşayan insanların daha az çöp çıkarmalarıiçin bu ve benzeri yöntemler geliştiriyor? “Yerimiz yok” deyip doğaya çöpleri dökmek kolay ama “yerimiz yok” deyip, daha az çöp üretin demek neden bu kadar zor? Oy kaygısı, şirketlerin baskısı, nedir elinizi kolunuzu bağlayan?
Geçen haftaki yazımda “Okul Sütü Zeka Küpü” projesinin nasıl çevre düşmanı bir proje olduğunu uzun uzadıya anlatmıştım. Okuyucularımızın bazıları bana ulaşıp görüşlerini belirtti. Karadeniz’deki yaylaların tetrapak kutularla dolu olduğundan, plastik torba kullanımının kontrolden çıktığından şikayet eden çok sayıda ileti aldım. Hepsi çok yerinde tespitler içeriyor ve şuna işaret ediyor: Geri dönüşüm, yeniden kullanım ve daha az atık üretme konusunda sınıfta kalmışız!
Tekrar yazıyorum, “Okul Sütü” kampanyası 10 ay sürecek olsa fazladan 1 milyar 440 milyon adet tetrapak kutu üretilmiş olacak. Bu kutuların geri dönüştürülmesi zor ve ne kadarı geri dönüştürülüyor bilinmiyor. Halbuki, sütler cam şişede dağıtılsa örnek bir geri dönüşüm kampanyası başlatılabilir, ilkokul çağındaki binlerce çocuk geri dönüşümü öğrenebilir demiştim. Sütünü içen çocuk boş cam şişeyi sınıftaki kasaya koyar, ertesi gün süt getiren araç boş kasayı alır, dolusunu bırakır. Araçlar zaten okula geldiği için fazladan enerji harcanmaz, çöp çıkmaz. UHT tartışmaları da cam şişedeki süt günlük tüketileceği için son bulur. Biz çocukluğumuzda cam şişeden süt içerdik, tek tük de olsa bazı bakkallarda hâlâ var. Şimdi neden yok? Zekamız ilerlesin diye süt içiyoruz ama pek işe yaramıyor galiba?
AVRUPA MERSİN’E TÜRKİYE TERSİNE
Ne yazık ki ülkemizde fikir üretme konusunda gazetecilere, yazarlara getirilen kısıtlamanın bir benzeri çöp üretenlere getirilmiyor. Her sabah aynı filmi izliyorum. Bir adet simit, sandviç için bile plastik torba isteyen insanlar var. Kağıt amabalajın üstüne bir de plastik torba isteyen bu kişiler, acaba 100-150 yıllık bir günaha imza attıklarının farkında mı? Madem o kadar çok seviyorsunuz bu plastik torbaları, atın çantanıza bir tane, aynıtorbayı kullanın. Çoğunun, alıp aynı gün çöpe attıkları o plastik torbanın yok olduğunu görmeye ömrü bile yetmez. Bunu her gün 2-3 defa yaptığınızı düşünün, dağ kadar plastik torbanın bilfiil sorumlusu olursunuz. Size ülkemizin halini anlatan bir rakam vereyim. 1990-2010 yılları arasında Türkiye'de atıklardan kaynaklanan seragazı emisyonları üç kattan daha fazla artarken Avrupa'da 1990-2010 arasında yüzde 20 civarında azalmış. Avrupa'nın tüketmekten vazgeçmediği düşünülürse sorunun daha ziyade atık yönetimiyle ilgili olduğu; kompost, depozito, geri dönüşüm ve benzeri uygulamaların yeterince hayata geçirilmediği ortada. Avrupalı bunu keyfinden yapmıyor, öğretiliyor ve kurallarla uygulatılıyor. Onlar daha az atık çıkarmaya çalışıyor biz ise adeta daha çok üretmek için yarışıyoruz. Sonra da soruyoruz, kanserli hasta sayısı neden bu kadar arttı diye?
YAPTIRIM OLMALI
Hayatımın bir bölümünü Oxford’ta geçirdim, izninizle orada bu iş nasıl yapılıyor anlatayım. İngiltere’nin hemen hemen her kentinde olduğu gibi Oxford’ta da, geri dönüşüm kurallarına uymak zorundasınız. Belediye size üç farklı geri dönüşüm kutusu ve bir de örülmüş plastikten yapılmış, çok uzun süre kullanabileceğiniz bir bahçe atıkları torbası verir. Bundan sonra sorumluluk sizde. Çöplerinizi ayrıştırmak zorundasınız. Yeşil kutuya en çevreci atıklar konur; gazeteler, kağıtlar, camşişe ve kavanozlar. Mavi kutuya ise kartonları, alüminyum, plastik ve metalden yapılmış ambalajları atarsınız. Bahçe torbası bitki atıkları ve çimler içindir. Evinizin bahçesi varsa kompost, yani bitki atıklarını çürüterek gübre yapmanıza da izin verilir. Ayaklı yeşil çöp kutusu ise geri dönüştürülmesi ekonomik olmayan ya da zor olan, çöp depolama alanlarına götürülecek atıkları içerir. Bugün okullarda çocuklara dağıtılan sütün ambalajlandığı tetrapak kutular, yoğurt kapları, plastik torbalar, deodrant kutuları ve mutfaklarda sıkça kullanmaya başladığımız folyolar bu gruba girer. Bırakın geri dönüştürülebilecek malzemeyi yanlış kutuya atmayı, bu kutuları temiz tutmaz, aşırı doldurursanız cezayı yersiniz; sanıyorum şimdilerde bu rakam 80 pound, yaklaşık 240 Türk Lirası. Yaptırım olmazsa kimse başlamaz ama başlarsa gerisi gelir.
NERDE O ESKİ BEBEK BEZLERİ?
Daha bitmedi, en çarpıcı örneği, bebek bezlerini en sona sakladım. Biliyorum bazılarınız “işin suyunu çıkarma” (argoda konuya uygun bir başka söz daha var) diyecek ama kalemimin kemiği yok, tutamıyorum. İngiltere’de her yıl 3 milyar bebek bezi çöpe atılıyor ve bunun için de 7 milyon ağaç kesiliyor. Oxford'ta bu rakam günde 100 bin. Evden çıkan çöplerin yüzde 4’ü bebek bezi. Çocuğu olanlar, bebeklerin bu konuda ne kadar sıkıçalıştıklarını iyi bilirler. Belediye hesap yapmış, tek çocuklu bir aile, 'kullan-at' bebek bezleri yerine bizim annelerimizin kullandığı klasik bezleri kullansa, bezleri evde yıkasa yılda 600 pound (1700 TL) tasarruf ediyormuş. “Hayatında bebek bezi yıkamış olsan bunları yazmazdın” ya da “bu iş hep kadınların başına kalıyor, erkekler için konuşması kolay” diyenleri duyar gibiyim. Demokrasilerde çare tükenmez. Oxford ve İngiltere’nin birçok yerinde evinize kadar gelip kullanılmışbebek bezlerini toplayan, yıkadıktan sonra da size getiren firmalar var. Haftada 8-10 pounda bu işi yapıyorlar. İster kendiniz yıkayın ister yıkatın, maddi açıdan tasarruf ettiğiniz gibi çevreyi de korumuş oluyorsunuz. İngiltere’de belediyeler gerçek bez kullanmaları için ailelere bedava örnek bile gönderiyor. İlerleme dediğimiz şeyin dönüp dolaşıp eski yaptıklarımızıhatırlamak olması çok manidar. Annemizin sözünden hiç çıkmamalıydık belki de.
Şimdi sormak lazım, başta Karadeniz olmak üzere, orman alanlarını,dere yataklarını çöp depolama alanı ilan eden belediyelerin kaç tanesi o bölgede yaşayan insanların daha az çöp çıkarmalarıiçin bu ve benzeri yöntemler geliştiriyor? “Yerimiz yok” deyip doğaya çöpleri dökmek kolay ama “yerimiz yok” deyip, daha az çöp üretin demek neden bu kadar zor? Oy kaygısı, şirketlerin baskısı, nedir elinizi kolunuzu bağlayan?
Avcılar'da nükleer santraller tartışılacak
Danıştay kararına, halkın tepkisine ve ÇED raporu için düzenlenen halkın katılımı toplantısının protestolar nedeniyle yapılamamasına rağmen nükleerde ısrar edilmesi tepki topluyor. Geçtiğimiz ay birçok kentte hükümetin nükleer santral kurma planları protesto edilmişti. Peki, nükleer karşıtları neden nükleer enerjiye hayır diyor? Neden karşılar? Nükleer Karşıtı Platform ile Özgürlük ve Dayanışma Partisi (ÖDP) bu ve benzeri soruların masaya yatıralacağı, 'Nükleer Santraller' başlıklı bir panel düzenliyor. Panel, 25 Mayıs 2012 Cuma günü saat: 19:30'da Avcılar ÖDP İlçe binasında (Avcılar Belediyesi yanı) düzenlenecek. Ben de konuşmacılar arasındayım ve özellikle ekonomi ve demokrasi açısından nükleer santral konusunu ele almaya çalışacağım. Dünyada nükleer enerjinin son durumunu da rakamlarla, tarafsızca anlatmayı planlıyorum.
Avrupa ve Türkiye'nin iklim politikaları ne kadar farklı?
Özgür Gürbüz-Yeşil Ekonomi/21 Mayıs 2012
Durban'daki Taraflar Toplantısı'nın üzerinden altı ay geçti. Küresel iklim değişikliğini durdurma niyetindeki ülkeler Almanya'nın Bonn kentinde toplandı. 25 Mayıs'a kadar sürecek toplantılardan çıkacak kararlar, Katar'da yapılacak 18. Taraflar Toplantısı'na (COP 18) dair umutları arttıracak veya azaltacak. Bonn'daki toplantı kritik çünkü bu yıl sonunda Kyoto'nun ilk yükümlülük dönemi bitiyor. İkinci yükümlülük dönemi 2013'te başlıyor. Bonn'daki toplantıda ikinci dönemin beş mi yoksa sekiz yıl mı süreceğine dair bir karar alınması ve yeni anlaşmayla ilgili yol haritasının belirlenmesine çalışılacak.
Her şey toz pembe değil. İkinci dönem yükümlülük alacak ülkelerin sayısında azalma var. ABD yine ortada yok, daha önce elini taşın altına koyan Kanada, Avustralya ve Japonya bu defa sorumluluk almaktan kaçıyor. Bu durumda Rusya, Çin, Hindistan ve Brezilya'nın kendilerine azaltım hedefi belirlemeleri de sürpriz olur. Avrupa Birliği'nin (AB) tek umudu 2015 yılına kadar masadan kaçan ülkeleri yeniden biraraya getirecek yeni bir formül, anlaşma metni bulmak. Protokolün Ek-1 listesinde yer almalarına rağmen sorumluluktan kaçan bu ülkeler ikna edilinceye kadar da mevcut mekanizma (Kyoto Protokolü) sürdürülmek zorunda.
Peki, hedefi AB'ye tam üyelik olan Türkiye ne yapıyor? Bugüne kadar izlediği iklim politikası AB ile ne kadar uyumlu? Bu noktada geçmişe bakıp, politik mücadelenin lideri AB ile Türkiye'nin seragazı emisyonlarının kısa bir analizini yapmak faydalı olabilir. İşin özeti ve temel farklılık şu: AB seragazı emisyonlarını azaltarak Kyoto hedefini yakalarken Türkiye hedef almamanın verdiği rahatlıkla seragazı emisyonlarını hızla arttırıyor.
Bildiğiniz gibi AB-15, Kyoto Protokolü'nde ortak bir hedef aldı; 2012 sonuna kadar 1990 yılındaki emisyonlarını yüzde 8 oranında azaltma hedefi. 15 ülke, kendi içinde farklı sorumluluklar alarak ortalamada yüzde 8'i tutturma sözü verdi. 2010 sonu verilerine göre AB 1990 yılına göre emisyonlarını yüzde 11 oranında azaltmış. Yüzde 8'den daha fazla. AB-15 içerisinde bazı ülkeler hedeflerine ulaşamasa da Fransa, Almanya, İsveç ve Büyük Britanya'nın hedeflenenden daha fazla azaltım yapması ortalamayı kurtarıyor. Türkiye ise 1990-2010 yılları arasında yüzde 115'lik bir artışa imza attı. Buradan çıkan sonuç şu: Hedef olmayınca durum kontrolden çıkıyor. AB ile Türkiye'nin arasındaki en büyük fark bu.
Sektör bazında ele aldığımızda hem benzerliklere hem de farklılıklara rastlıyoruz. AB-15'de enerji sektörü 1990 yılında 3 bin 278 teragram (Tg) seragazı emisyonuna (CO2 eşdeğeri) neden olurken 2010'da bu rakam 3 bin 42 Tg olmuş; yaklaşık yüzde 10 azalmış. Türkiye'de ise azalma değil, iki kattan daha fazla (132'den 285 milyon tona çıkmış) bir artış var. Avrupa enerji sektörünü karbonsuzlaştırırken biz tersini yapmışız.
Endüstriyel işlemler sonucu ortaya çıkan seragazı miktarı AB-15'de yüzde 25 civarında azalırken bizde üç kattan fazla artmış. İki enerji yoğun sektörün payı büyük, demir-çelik ve çimento. Örneğin, Türkiye'de çimento sektörü güçlenirken Avrupa'da güç kaybetmiş. İki tarafta da tarımsal faaliyetlerden kaynaklanan seragazı miktarı azalmış, bu da herhalde AB'nin tarım sektörünü küçültme politikalarının Türkiye'de de uygulanıyor olmasından kaynaklanıyor.
Çok fazla konuşulmayan ama oldukça önemli olduğunu düşündüğüm bir zıtlık ise atıklarla ilgili. Türkiye'de atıklardan kaynaklanan seragazı emisyonları üç kattan fazla artarken Avrupa'da 1990-2010 arasında yüzde 20'lere yaklaşan bir azalma eğilimi var. Avrupa'nın tüketmekten vazgeçmediği düşünülürse sorunun daha ziyade atık yönetimiyle ilgili olduğu; kompost, depozito, geri dönüşüm ve benzeri uygulamaların yeterince hayata geçirilmediği söylenebilir. Türkiye'nin mevcut iklim politikalarının AB'nin aksine olumsuz sonuçlar doğurduğu ve ters yönde bir eğilime sahip olduğu ortada.
Türkiye'nin dikkat etmesi gereken bir başka başlık da ulaşım. Türkiye'nin enerjide dışa bağımlılığı çok konuşuluyor ama otomobil reklamlarının medya kuruluşları için yarattığı cazibeden mi bilinmez, bu bağımlılıkta petrolün payı 'nedense' hiç konuşulmuyor. Karayolu ulaşımı Türkiye'nin ulaşım kaynaklı seragazı emisyonlarının yüzde 88'ini oluşturuyor. Havacılık hızlı artışıyla tehlike sinyali veriyor, şimdiden payı ulaşım içinde yüzde 6,75'e ulaştı.
Bu hızlı artış bir altyapı ve beraberinde yaratılan bir kültürün (duble yollar, havaalanları) sonucu olduğu için ciddi tehlike arz ediyor. Enerji santrallerini daha az karbon üretenlerle değiştirmeniz tüketiciyi rahatsız etmez, onların ilgilendiği ihtiyaç duydukları elektriğe kavuşup kavuşmamaktır. Otomobile, uçağa alıştırılan tüketiciye trene veya bisiklete bin dediğinizde ise buna direnebilir; alışamayabilir. Dikte edilen otomobil kültürünü reddetmek zor. ABD'nin Kyoto konusundaki en büyük tereddütü, emisyonları azaltmak için alınacak tedbirlerin aslında hızlı tüketime dayalı yaşam biçimini değiştirmeye zorlayacak olmasıdır. Avrupa ise bu tüketim kültürüne daha mesafelidir. Bu yüzden de uyum sürecinin ilk aşaması daha az sancılı geçiyor.
AB ile Türkiye aynı yolda yürüdüğünü iddia ediyor ama birçok konuda olduğu gibi iklim politikalarında da farklı şarkılar söylüyor.
Durban'daki Taraflar Toplantısı'nın üzerinden altı ay geçti. Küresel iklim değişikliğini durdurma niyetindeki ülkeler Almanya'nın Bonn kentinde toplandı. 25 Mayıs'a kadar sürecek toplantılardan çıkacak kararlar, Katar'da yapılacak 18. Taraflar Toplantısı'na (COP 18) dair umutları arttıracak veya azaltacak. Bonn'daki toplantı kritik çünkü bu yıl sonunda Kyoto'nun ilk yükümlülük dönemi bitiyor. İkinci yükümlülük dönemi 2013'te başlıyor. Bonn'daki toplantıda ikinci dönemin beş mi yoksa sekiz yıl mı süreceğine dair bir karar alınması ve yeni anlaşmayla ilgili yol haritasının belirlenmesine çalışılacak.
Her şey toz pembe değil. İkinci dönem yükümlülük alacak ülkelerin sayısında azalma var. ABD yine ortada yok, daha önce elini taşın altına koyan Kanada, Avustralya ve Japonya bu defa sorumluluk almaktan kaçıyor. Bu durumda Rusya, Çin, Hindistan ve Brezilya'nın kendilerine azaltım hedefi belirlemeleri de sürpriz olur. Avrupa Birliği'nin (AB) tek umudu 2015 yılına kadar masadan kaçan ülkeleri yeniden biraraya getirecek yeni bir formül, anlaşma metni bulmak. Protokolün Ek-1 listesinde yer almalarına rağmen sorumluluktan kaçan bu ülkeler ikna edilinceye kadar da mevcut mekanizma (Kyoto Protokolü) sürdürülmek zorunda.
Peki, hedefi AB'ye tam üyelik olan Türkiye ne yapıyor? Bugüne kadar izlediği iklim politikası AB ile ne kadar uyumlu? Bu noktada geçmişe bakıp, politik mücadelenin lideri AB ile Türkiye'nin seragazı emisyonlarının kısa bir analizini yapmak faydalı olabilir. İşin özeti ve temel farklılık şu: AB seragazı emisyonlarını azaltarak Kyoto hedefini yakalarken Türkiye hedef almamanın verdiği rahatlıkla seragazı emisyonlarını hızla arttırıyor.
Bildiğiniz gibi AB-15, Kyoto Protokolü'nde ortak bir hedef aldı; 2012 sonuna kadar 1990 yılındaki emisyonlarını yüzde 8 oranında azaltma hedefi. 15 ülke, kendi içinde farklı sorumluluklar alarak ortalamada yüzde 8'i tutturma sözü verdi. 2010 sonu verilerine göre AB 1990 yılına göre emisyonlarını yüzde 11 oranında azaltmış. Yüzde 8'den daha fazla. AB-15 içerisinde bazı ülkeler hedeflerine ulaşamasa da Fransa, Almanya, İsveç ve Büyük Britanya'nın hedeflenenden daha fazla azaltım yapması ortalamayı kurtarıyor. Türkiye ise 1990-2010 yılları arasında yüzde 115'lik bir artışa imza attı. Buradan çıkan sonuç şu: Hedef olmayınca durum kontrolden çıkıyor. AB ile Türkiye'nin arasındaki en büyük fark bu.
Sektör bazında ele aldığımızda hem benzerliklere hem de farklılıklara rastlıyoruz. AB-15'de enerji sektörü 1990 yılında 3 bin 278 teragram (Tg) seragazı emisyonuna (CO2 eşdeğeri) neden olurken 2010'da bu rakam 3 bin 42 Tg olmuş; yaklaşık yüzde 10 azalmış. Türkiye'de ise azalma değil, iki kattan daha fazla (132'den 285 milyon tona çıkmış) bir artış var. Avrupa enerji sektörünü karbonsuzlaştırırken biz tersini yapmışız.
Endüstriyel işlemler sonucu ortaya çıkan seragazı miktarı AB-15'de yüzde 25 civarında azalırken bizde üç kattan fazla artmış. İki enerji yoğun sektörün payı büyük, demir-çelik ve çimento. Örneğin, Türkiye'de çimento sektörü güçlenirken Avrupa'da güç kaybetmiş. İki tarafta da tarımsal faaliyetlerden kaynaklanan seragazı miktarı azalmış, bu da herhalde AB'nin tarım sektörünü küçültme politikalarının Türkiye'de de uygulanıyor olmasından kaynaklanıyor.
Çok fazla konuşulmayan ama oldukça önemli olduğunu düşündüğüm bir zıtlık ise atıklarla ilgili. Türkiye'de atıklardan kaynaklanan seragazı emisyonları üç kattan fazla artarken Avrupa'da 1990-2010 arasında yüzde 20'lere yaklaşan bir azalma eğilimi var. Avrupa'nın tüketmekten vazgeçmediği düşünülürse sorunun daha ziyade atık yönetimiyle ilgili olduğu; kompost, depozito, geri dönüşüm ve benzeri uygulamaların yeterince hayata geçirilmediği söylenebilir. Türkiye'nin mevcut iklim politikalarının AB'nin aksine olumsuz sonuçlar doğurduğu ve ters yönde bir eğilime sahip olduğu ortada.
Türkiye'nin dikkat etmesi gereken bir başka başlık da ulaşım. Türkiye'nin enerjide dışa bağımlılığı çok konuşuluyor ama otomobil reklamlarının medya kuruluşları için yarattığı cazibeden mi bilinmez, bu bağımlılıkta petrolün payı 'nedense' hiç konuşulmuyor. Karayolu ulaşımı Türkiye'nin ulaşım kaynaklı seragazı emisyonlarının yüzde 88'ini oluşturuyor. Havacılık hızlı artışıyla tehlike sinyali veriyor, şimdiden payı ulaşım içinde yüzde 6,75'e ulaştı.
Bu hızlı artış bir altyapı ve beraberinde yaratılan bir kültürün (duble yollar, havaalanları) sonucu olduğu için ciddi tehlike arz ediyor. Enerji santrallerini daha az karbon üretenlerle değiştirmeniz tüketiciyi rahatsız etmez, onların ilgilendiği ihtiyaç duydukları elektriğe kavuşup kavuşmamaktır. Otomobile, uçağa alıştırılan tüketiciye trene veya bisiklete bin dediğinizde ise buna direnebilir; alışamayabilir. Dikte edilen otomobil kültürünü reddetmek zor. ABD'nin Kyoto konusundaki en büyük tereddütü, emisyonları azaltmak için alınacak tedbirlerin aslında hızlı tüketime dayalı yaşam biçimini değiştirmeye zorlayacak olmasıdır. Avrupa ise bu tüketim kültürüne daha mesafelidir. Bu yüzden de uyum sürecinin ilk aşaması daha az sancılı geçiyor.
AB ile Türkiye aynı yolda yürüdüğünü iddia ediyor ama birçok konuda olduğu gibi iklim politikalarında da farklı şarkılar söylüyor.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)