''Rüzgarcı PMUM'da zorlanıyor, yerli katkı için yönetmelik bekliyor''

Özgür Gürbüz-Yeşil Ekonomi / 15 Mayıs 2012

Türkiye'de ilk rüzgar santrali bundan 12 yıl önce faaliyete geçti. Avrupa'nın en büyük potansiyellerinden birine sahip Türkiye'de rüzgar kurulu gücü bugün 1800 megavatı geçti. Potansiyele bakınca Avrupa'daki diğer ülkelerin gerisinde kalındığı söylenebilir ama durumun 18 Mayıs 2005'den daha iyi olduğu da ortada. 18 Mayıs 2005, Türkiye'nin kısaca Yenilenebilir Enerji Yasası (YE) dediğimiz, yenilenebilir enerji kaynaklarına alım garantisi veren kanunla ilk kez tanıştığı tarih. Daha sonra değişikliklere uğrayan kanunun yeterliliği konusunda, özellikle güneş enerjisiyle uğraşanların hâlâ ciddi kaygıları var. Türkiye Rüzgar Enerjisi Birliği Yönetim Kurulu Başkanı Mustafa Serdar Ataseven Yeşil Ekonomi için sektörün bugünkü durumunu, sorunlarını ve önündeki fırsatları değerlendirdi.


-Türkiye’de kurulu rüzgar santrallerinin kaç tanesi Yenilenebilir Enerji yasasından yani 7,3 sentlik alım garantisinden  yararlanıyor?


M. Serdar Ataseven
Türkiye’de kurulu gücümüz 1800 megavat. Bunların 687 megavatı yani, yaklaşık  yüzde 40’ı garanti fiyattan faydalanıyor. Geçtiğimiz yıllara kadar kimse bu sabit fiyattan yararlanmak istemiyordu. Çünkü Piyasa Mali Uzlaştırma Merkezi'ndeki (PMUM) fiyatlar daha kazançlıydı. Şu anda da bakarsanız aslında PMUM’da fiyat 7,3’ün üzerinde. Ama gün öncesi piyasasında yatırımcılar bir gün sonraki üretimini bir gün önceden bildirmek zorunda. Ülkemizdeki tahmin sistemleri henüz gelişmediği için, bu bildirim bazı zamanlar riskli olabiliyor. Bu nedenle yatırımcı garanti fiyata gidiyor. Başka enerji üretim sistemlerine sahip olan yatırımcılar biraz daha risk alabiliyor ve gün öncesi fiyatından yararlanıyor. Sadece rüzgar üretimi ile ilgilenen yatırımcılar ise risk almak istemediklerinden garanti fiyatı tercih ediyorlar. Avrupa’daki sistem üç saat öncesinden bildirim esasına dayanıyor. Oysa Türkiye’de, bir gün öncesinden hatta 36 saat öncesinden bildirim yapmanız gerekiyor. Bu da yatırımcıyı zor durumda bırakıyor. Çünkü rüzgar hafif yön değiştirip rüzgar türbinlerini pas geçtiğinde, 36 saat öncesinden yapılan tahminler tutmayabiliyor. Kısacası şu an enerji üretim tahminlerini sağlıklı yapamıyoruz. Kendi içinde dengelemesini yapabilen yatırımcılar PMUM’dan yararlanıyor. Yapamayanlar ise garanti fiyatı tercih ediyorlar.

-Rüzgar türbinleri için ilk yatırım maliyetleri nedir?

Avrupa'dan gelen rüzgar türbinlerinde, projeden projeye değişmekle birlikte, tüm yatırımlar (yol, inşaat, iletim hattı) dahil, yaklaşık kilovat kurulu güç başına 1100-1300 Avro arasında bir maliyet olduğunu söyleyebiliriz. Çin’den geldiğinde yaklaşık  yüzde 30 civarında indirim olabileceği tahmin ediliyor. Piyasada Çin üreticileriyle ön sözleşme imzalayan bazı firmalar var. Ama şu ana kadar hiçbir rüzgar türbininde Çin malı türbin kullanılmadı. Çinliler şimdilik Türkiye pazarında yok fakat pazara girmeye çalışıyorlar. Çünkü Türkiye karasal rüzgar pazarında en büyük ülke. TEİAŞ tarafından onaylanmış lisanslı veya lisanslanacak 11 bin megavatlık projemiz var.  2023 yılı hedefi 20 bin megavat. Bu veriler tüm Avrupa’nın ve özellikle de Çinli türbin üreticilerin iştahını kabartıyor.

-Daha önceki bir röportajınızda rüzgar türbinlerindeki çalışma kapasitesinin 3500 saat olduğundan bahsetmiştiniz. Bu da oransal olarak yüzde 40'lara denk bir kapasite faktörü demek. Bu durumda Türkiye için kilovatsaat başı üretim maliyetleri nedir?

Türkiye’deki rüzgar potansiyeli Avrupa’ya göre yüzde 25-30 oranında daha yüksek. Avrupa’da bir rüzgar türbini 2000-2500 saat çalışıyor. Türkiye’de ise 3000-3500 saat çalışıyor. 3500 saatin üzerinde çalışan santraller de var. Bunlar birincil rüzgar sahaları. İkincil rüzgar sahaları da olacak. Fiyat olarak Avrupa’ya göre daha düşük bir enerji alım fiyatımız var. Avrupa’da 9 Avro sentlere varan rüzgar fiyatları var. Ülkemizde 7,3 Avro sent. Bu fiyatın yerli katkı ile desteklenmesi gerektiğine inanıyoruz. Rüzgar projelerinin daha rahat finanse edilebilmesi için elektrik fiyatlarını garanti alım fiyatından daha yukarı çekmek lazım.

-48 bin megavatlık ekonomik teknik potansiyelin ne kadarı hayata geçirilecek?

Belirtilen 48 bin megavatlık teknik kapasite, Yenilenebilir Enerji Müdürlüğü'nün, ülkemizdeki rüzgar enerjisi potansiyelini belirleme çalışmalarına göre verdiği rakamdır. Kıyılarımızdaki rüzgar enerjisinin de dahil olduğu teknik potansiyeldir. Türkiye’de tüm yatırımları hayata geçirdiğimizde çıkabileceğimiz maksimum potansiyeldir. Bununla birlikte rüzgar potansiyelinin var olması yeterli değil. Bunun yanısıra rüzgardan üretilen elektriğin bağlanacağı trafo merkezlerinin olması, bağlantı ve üretim şebekelerinin güçlü olması gerekir.

TEİAŞ’ın 2013 sonuna kadar verdiği 11 bin megavatlık kapasite var. 2023 yılı hedefimiz 20 bin megavat. Ayrıca ülkedeki enerji ihtiyacına ve enerji üretim tesislerinin üretimine bağlı olarak her yıl 1000 megavat kapasite arttırımı yapılacak. Bu sektör adına sevindirici bir durum. Ülkemizde sürdürülebilir bir rüzgar sektörünün olduğunun göstergesi.  Bu, hedefin altının boş olmadığının, TEİAŞ tarafından destekleneceğinin kanıtıdır. Artık rüzgar için enerji sektöründeki iyi oyunculardan biridir diyebiliriz.

-Rüzgar enerjisinin sorunları geçtiğimiz Ocak ayında Enerji Bakanlığın’da yapılan bir toplantıda dile getirilmişti. O zamandan bu yana sorunlarla ilgili olumlu gelişmeler var mı?

17 Ocak’ta yaptığımız toplantıda dört ana konu üzerinde sorunlarımızı toplamıştık. Enerji Bakanlığın’dan yönetmelik değişikliği ile yerli katkı payının uygulanabilirliğinin sağlanmasını istemiştik. Enerji Bakanlığı'ndaki çalışmalar sürüyor, henüz yayımlanmadı. Yayımlandığında uygulanabilir bir yönetmeliğin çıkacağını umuyoruz. Parçalar yurtdışından getirilse bile, Türkiye’de montajı yapıldığında, yerli sayılması ve teşvik kapsamına alınması sektörün hızla gelişmesine büyük katkı sağlayacak ve yerli katkı payı uygulaması sadece kağıt üstünde kalmayıp, hayata geçmiş olacak. Yan sanayimizin gelişmesinden sonra yüzde 100 yerli olsun diyebiliriz. Bu şekilde yapılacak bir düzenlemenin sektörün önünü açacağını ve yerli kullanımına yönlendireceğini düşünüyoruz. Böylece yan sanayi de kısa sürede gelişecektir. İkinci sorun ise yerli teşvikten faydalanma süresinin 2015 yılı ile sınırlandırılmış olmasıydı. 2012 yılının ortasına geliyoruz. Yabancı bir yatırımcının Türkiye’de yatırım kararı alıp, üretime başlaması ve uygulamaya geçmesi arasındaki süre 2015’ten daha uzun sürüyor. Bu nedenle bu sürenin 2020 yılına kadar uzatılması gerektiğini ilettik. 2023 yılına kadar uzatılsa daha da uygun olur. Çalışmalar var ama sonuca ulaşmış değiliz. Enerji komisyonundan sonucu bekliyoruz. Ayrıca radarla ilgili EPDK’dan bir talebimiz olmuştu. Henüz somut bir adım yok. Yatırımların yapılması için bu tür sorunların bir an önce çözüme kavuşturulmasını bekliyoruz. TEİAŞ’tan havza planlaması yapılmasını talep etmiştik. TEİAŞ’tan somut bir adım geldi. 2013 yılına kadar açıkladığı kapasiteden sonra, gerekli havza planlaması çalışmalarının yapılarak, ülkemizdeki gelişmeye paralel, her yıl 1000 megavatlık kapasite ayıracaklarını açıkladılar. Sektör açısından sevindirici bir durum. 

Bu söyleşi 15 Mayıs 2012 tarihinde Yeşil Ekonomi haber portalında yayımlanmıştır.

Çıralı’da neler oluyor?

Özgür Gürbüz-Birgün/13 Mayıs 2012

Antalya’nın Kemer ilçesi sınırlarındaki Çıralı kumsalında geçen hafta alışılmadık ziyaretçiler vardı. Dozerler, oraya denize girmek için gelmedikleri belli olan çevik kuvvet ile jandarma birlikleri ve Antalya Orman Bölge Müdürlüğü’ne bağlı ekipler gibi...

Çıralı'da yıkım protesto ediliyor.
Güvenlik kuvvetlerinin eşliğindeki dozerler Çıralı’daki dört pansiyonu yıktı. Yaşanan arbedede 25 kişi gözaltına alındı. Çıralı, sadece zenginlere hizmet eden, kumsalları halka kapatan otellere henüz boyun eğmemiş Türkiye’deki birkaç sahilden biri. Çok katlı yapılaşmaya kurban gitmemiş, çok uluslu şirketlerin eline geçmemiş turizm köylünün geçimini sağlar olmuş. Sorumlu ya da sürdürülebilir turizmin nadir örneklerinden, üniversitelerde ders niyetine okutulacak türden. Sosyal sorumluluk naraları atan dev şirketlerin hiçe saydığı değerleri köylü benimsemiş, kumsala yumurta bırakan deniz kaplumbağalarına (Caretta Caretta) bile sahip çıkmış.

Peki sahilde, Çıralı’da bu dozerlerin işi ne? Sahi, Çıralı’da neler oluyor?

Çıralı’da olan biteni yorum yapmadan anlatayım. Hukukun ‘guguk’ olduğu ülkemde kendime ve gazeteciliğe saygım bunu gerektiriyor. Öncelikle Çıralı’daki yıkımın arkasında bir mahkeme kararı olduğunu ve bu işlemin hukuken doğru olduğunu söyleyerek işe başlamalıyız. İşlem hukuka aykırı değil ancak akla, vicdana ve mantığa aykırı. Çıralı devletin adeta papatya falına kurban gitmiş bir yer. Burası için bir bakıyorsun devlet ‘orman’ diyor, bir bakıyorsun ‘orman değil’. 1941 yılında bölgedeki bir parsel, orman alanı dışına çıkarılıyor ve Ulupınar köyünde yaşayanlar burada tarım ve hayvancılık yapmaya başlıyor. Sonrası yaz-boz tahtası gibi. 1976’da orman oluyor, 1989’da ise tekrar kadastro çalışması yapılıyor ve 2B arazisi olarak kabul görüyor. 1989’da bölgenin 2B olmasıyla köylüler pansiyonculuğa başlıyor, turizm ön plana çıkıyor. Öyle oteller, lüks restoran saçmalıkları falan değil; çoğu kendi halinde alçakgönüllü ev işletmeleri. Bu ülkenin koşulları içerisinde örnek sayılabilecek bir model kendiliğinden şekilleniveriyor. Devletin karşı çıktığı falan da yok. Pansiyonlara elektrik, su veriliyor. Daha da ilginci, birkaç yıl önce köylüler 5 bin TL karşılığında işletme ruhsatlarını bile alıyor. Yazar kasaları var, okul var, cami var, vergi ödüyorlar.

Yapı ruhsatı yok ama işletme ruhsatı var. Maliye bir süre önce köylülere 2B listesinde isminiz var, başvuru yapın hakkınız kaybolmasın diyor. Orman Bakanlığı ise tam tersini söyleyip, yıllarca 2B dediği yere bir anda ‘ormandır’ damgası vuruyor. Nisan ayında söz konusu arazinin 2B olmadığı iddiasıyla dava açıyor ve kazanıyor. Ardından dört pansiyon için yıkım kararı çıkıyor. Mahkemesi süren 90-100 pansiyon daha var. Çıralı’da evi yıkılan Mehmet Çetin 1940 doğumlu. Doğduğu, 72 yıldır oturduğu ev şimdi bir moloz yığını. Diğer pansiyonlar da yıkılırsa yüzlerce kişi sokakta kalacak. Köylüler nereye gidecek, nerede yaşayacak ve ne iş yapacak belli değil.

Bu ülkede orman ve kırsal alan üzerinde çalışan onlarca STK ‘2B Yasası’ olarak bilinen Orman Arazileri Kanunu’na çok sert tepki gösteriyor. Tema Vakfı, Doğa Derneği gibi sivil toplum örgütleri, Bakanlık’ın orman vasfını yitirmiş dediği birçok yerin basbayağı orman olduğunu söylüyor. 2B arazileri orman vasfını yitirmemiştir deyince kızanlar şimdi üzerinde 100-200 pansiyon olan araziye ormandır diyor. Ormandır diyor hem de yıllar sonra! Afyon’da istediği kadar içkiyi yasaklasınlar, ‘kafayı bulmak’ için memlekette malzeme çok. Hükümetin icraatları, gençleri alkole teşvik ettiği gerekçesiyle yasaklansa kimse itiraz edemez bence.

Şimdi sormak lazım, Üçüncü Köprü için ormanların yok edilmesine ses çıkarmayanlar Çıralı’da ormanı neden hatırladı?

Kiminle konuşsam aynı şeyi söylüyor. Ortak fikir, buradaki pansiyonlar yıkılıp, köylü göçe zorladıktan sonra bölgenin turizm alanı ilan edileceği ve 49 yıllığına kiraya verileceği yönünde. Hükümete yakınlığıyla bilinen Rixos’a söz verildi söylentileri ortalıkta dolaşıyor. Birkaç ay önce yine Çıralı’da 397 numaralı parselin bir bölümünün Ormanspor üzerinden bir şahsa kiralanması da bu şüpheleri arttırıyor. Parçalar birleştirilince insan bu önemli kumsal için ranta dayalı planlar mı yapılıyor diye sormadan edemiyor.

Antalya Barosu Çevre Komisyonu Başkanı Avukat Tuncay Koç da Çıralı’nın turizme açılmasına giden yolda çalışmalar yapıldığına inanıyor. “Geçen ay 2B davaları açılmamış olsa bunu söylemezdim” diyen Tuncay Koç, “Acil yıkım kararlarına, ek süre vermeden jandarmanın köylüyle karşı karşıya bırakılmasına anlam veremiyoruz. Doğal Hayatı Koruma Vakfı’nın (WWF) yaptığı bir plan var. O plana ve Çıralı’daki doğal yapıyı, köylüyü koruyacak yeni bir modele göre bir çözüm üretilebilir. Mevcut yapı korunarak mülkiyet sorunları halledilmeli” diyor.

***
2B SORUNU SANILDIĞINDAN DAHA BÜYÜK
Yeri gelmişken 2B yasası ile ilgili bazı tespitlere de yer vermek isterim. Tasarının tamamının yasallaşması ve uygulanması halinde Türkiye’de ilk etapta 410 bin hektarlık orman alanı satışa çıkacak. KKTC’nin 1,5 katı büyüklüğünde bir alandan bahsediyoruz. Doğa Derneği Genel Müdürü Engin Yılmaz, “Bu Meclis’ten çıkan ‘yararlı olmayan orman’ kavramı gelecekte ibretlik bir söz olarak hafızalara kazınacaktır. Doğa ve biyoçeşitlilik üzerinde geri dönülemez tahribatlara neden olacağı açık bir gerçek olan bu yasayı ve yasalaştıranları tarih unutmayacaktır” diyor.

Bu işin bir boyutu. İkinci boyutu ise rantla ilgili. Dönümü 20-30 bin TL eden arazilere 100-130 bin TL rayiç bedel biçiliyor. Köylü şaşkın, alma şansı yok. O alamazsa başta inşaat şirketleri olmak üzere malum rantçılar devreye girecek. Köylünün tarım, gecekondu yaparak işgal ettiği orman arazileri bu defa oteller ve toplu konutlarca hem de ‘yasal’ bir işgale maruz kalacak.

Tarih ve bu ülkenin çocukları gerçekten de bu yapılanları unutmayacak. Bu beton yığını ülkede olan biteni hatırlayacak kadar uzun yaşarlarsa tabi.

Çıralı'yı kurtarmak için bir dilekçe de sen yaz!

Çıralı'da işletme ruhsatına sahip, elektrik ve suyu bağlı, yıllardır turizme hizmet veren pansiyonların yıkılmak istenmesi çevrecilerin tepkisine neden oldu. Köylülerle güvenlik güçleri arasında arbade yaşandı, gözaltılar var. Türkiye'deki çevre örgütleri ise bölgenin yapılaşmaya açılacağı kaygısını taşıyor. Bu kaygının nedeni de yaklaşık üç ay önce Çıralı'da yaşananlar. Lütfen hatırlayın: 

2B arazileri orman vasfını yitirmemiştir deyince kızdılar. Şimdi de üzerinde pansiyon olan araziye ormandır diyorlar. Ne garip bir ülkede yaşıyoruz!
Çevreciler, Çıralı'daki yıkımı durdurmak için bir dilekçe kampanyası başlattı. Kampanyaya katılmak istiyorsanız aşağıdaki dilekçeyi imzalayıp Antalya Valiliği'ne fakslayabilir veya e-posta ile gönderebilirsiniz.

Faks
0 242 248 93 95

Dilekçe örneği aşağıdaki gibidir:

                   İVEDİ İŞTİR

ANTALYA VALİLİĞİ’NE
KONU:  Çıralı’daki yıkımın derhal durdurulması hakkında.

Kemer kaymakamlığına bağlı Çıralı sahilinde ve çevresinde bugün yaşanan yıkım olaylarını endişe ile izliyoruz. Turizm sezonunun açıldığı bu günlerde, bölgenin en önemli geçim kaynağı olan turizmin, pansiyonların yıkılması nedeniyle adeta çökertilmesini doğru bulmuyoruz. Ayrıca bölgedeki pansiyonlardaki yerli ve yabancı turistler yaka paça pansiyonlardan çıkartılmıştır. Bu durum, bölgenin yerli ve yabancı turistler nezdindeki vizyonunu yok eden bir gelişmedir. Türkiye’nin en önemli ekolojik alanlarından biri olan Çıralı sahilinin bütün medyanın gözü önünde göz göre yıkılmasını içimize sindiremiyoruz. Bizler, Çıralı’yı, ekolojik yaşamı, dogayı, çevreyi seven insanlar olarak, bu yıkımın derhal durdurulmasını talep ediyoruz.

Ayrıca bir yandan işletme ruhsatı verilen pansiyonlar hakkında, diğer yandan yasal olmadığı gerekçesi ile yıkım kararı verilmesini çelişkili buluyor ve idarenin birliği ve sürekliliği ilkesi ile bağdaşmaz görüyoruz.

Diğer yandan unutulmamalıdır ki: her yasal olan, meşru değildir. Bu yıkım kararı halkın nezdinde meşru değildir ve derhal durdurulmalıdır.

08.05.2012
isim:

imza:

Bir Gerze masalı

Özgür Gürbüz-Birgün / 6 Mayıs 2012 

Gerze Yaykıl Köyü - Foto: O. Gurbuz
Geçen hafta Sinop'ta Sinop Nükleer Karşıtı Platform’un düzenlediği panele katıldım. Bir otelin düğün salonunda düzenlenen panelde 500’e yakın dinleyici vardı. Kentte nükleer santrale karşı duranların sayısı ve direnci görülmeye değerdi. Panelden önce Gerze’nin Yaykıl Köyü’nü ziyaret etme fırsatım oldu. Köyde bir ağaç gördüm, yanında bir tane daha, onun yanında on daha... Yemyeşil bir yamaç ve yine yemyeşil tarlalar gördüm. Sis indi köye, sisin seyreldiği yerde deniz gördüm; masmavi ve hafifinden dalgalı. İstanbul'a geldim hepsi yok oldu. Bin yeşil var idi, bir yeşil kalmadı. Kötü bir masal gibi.

Köyün bir tarafı deniz diğer tarafı alabildiğine yeşillik. Vaat edilen cennet, hadi daha mütevazi olalım, filmlerdeki özlem duyulan köy sanki. Sinop’tan İstanbul’a dönünce Gerze’nin değerini daha iyi anlıyorsunuz. Başka bir dünyadan ödünç alınmış bir hayat gibi yaşadıklarınız; bir varmış, bir yokmuş.

BİR VARDILAR TEZ YOK OLDULAR
Herhalde biliyorsunuz; Efes Pilsen, Komili, Mc Donald’s ve Coca Cola gibi birçok markasını tanıdığınız (ve umarım boykot ettiğiniz) Anadolu Grubu, dört yıldır Gerzelilerin korkulu rüyası oldu. İstanbul'un Gulyabanisi neyse Gerze için de Anadolu Grubu o. Yaykıllılar termik santral istemedikleri için aylardır köy girişinde nöbet tutuyorlar. Nasıl tutmasınlar? 22 Ağustos 2011 tarihinde Anadolu Grubu’na bağlı ekipler gece yarısı köyde sondaj yapmaya gelmişlerdi. Köylüler bir gözü açık uyumanın ödülünü, sondaj ekiplerini geri püskürterek aldılar. Canlarını siper ettiler. 70-80 yaşında dede ve nineler panzerlerin, jandarmanın ve polisin karşısına çıktı. Canları yandı, gözleri biber gazından görmez oldu, gözaltına alındılar, tutuklandılar ama Yaykıl’ı ise ve kömüre boğmak isteyen firmaya geçit vermediler. “Korkunç şeyler gördüm” başlıklı yazımda o saldırıyı, insanlık faciasını yazmıştım. Hatırladıkça yüreğim sızlıyor. Köylü direndi. Jandarma, polis ve sondaj ekipleri bir daha köyün yakınında gözükmedi. Bir vardılar, tez yok oldular.

Gerze Yaykıl Köyü, nöbetteki köylüler - Foto: O. Gurbuz
Yaykıl Köyü girişindeki eylem çadırının kenarında, Şükrü Amca nöbette. Şükrü Akgöz, 82 yaşında. Geceleri eylem çadırına gelemediğinden yakınıyor ama gündüzleri elde baston o da nöbet bekliyor. Panzerleriniz korksun, Şükrü Amca nöbette. Sakalı yok ama masallardaki ermiş dedeler gibi kendisi. Bir geliyor, bir söylüyor, tüm masal aydınlanıyor. Nöbet çadırının ışığıydı Şükrü Amca, beni kendine çekiverdi, içimi aydınlattı.

KÖYE CANAVAR GELMİŞ
Ahmet Tiryaki, köyün muhtarı. Başta köyde termiğe karşı çıkanlar yarı yarıyaydı diyor. İş vereceğiz vaatleri ilk başta pirim yapmış ama sonra köydekiler Elbistan’daki, Adana Sugözü’ndeki termik santralleri gitmiş görmüş. Temiz kömürün masal olduğunu anlamışlar. 6 Ağustos’tan beri nöbette olduklarını söylüyor. Tiryaki, baskının yapıldığı geceyi anlatıyor. O gece Yeşil Gerze Çevre Platformu (YEGEP) şirketin halkı yanına çekebilmek için düzenlediği sünnet törenine misilleme yapmış, iki çocuğu sünnet ettirmiş. Şirket de sünnet düğününe elde sondaj makinesiyle gelmiş. Çocuklar korkmuş tabi ama cesaretlerini toplayıp birlik olarak makineyi de sahte sünnetçiyi de kovmuşlar. Sünnet dediğin ucundan azcık olur, bunlar tüm köyü, köydeki tüm ağaçları kesmeye niyetliymiş. Köye canavar kükreyerek gelmiş, gelmiş ama inleyerek köyü terk etmiş.

Gerze Yaykıl Köyü - Foto: O. Gurbuz
Öykünün bir de kadın kahramanları var. Masallardaki periler gibi göz açıp kapayıncaya kadar Gerze'den Yaykıl'a uçuveriyorlar. Bir bakıyorsunuz eylemdeler, bir bakıyorsunuz dertlerini türkü yapmış söylüyorlar. Sinop'un bu modern amazonları 30 Nisan'da ÇED raporuna itirazlarını sunmak için Ankara'ya gittiler. İller Bankası önünde yeri göğü inlettiler. Uzmanlar ÇED raporunda 57 farklı konuda yanlışlıklar tespit ettiler, 8 binin üzerinde dilekçe verildi. Toplantıda, Karadeniz Sahil Yolu nedeniyle Gerze’nin sağından solundan otoyolların geçeceği, bölgenin doğal özeliğini yitireceği ve ilçede zaten denize bile girilemediği gibi bir sürü asılsız iddia ortaya atılmış. Gerzeliler ise bunların hepsine yanıt vermiş. Sinop Orman Genel Müdürlüğü, DSİ İl Müdürlüğü, Gerze ve Sinop Belediyesi olumsuz görüş bildirmiş. Orman ve su kaynaklarına zarar verir denmiş. Resmi kurumların yarısına yakını ise mazeret belirterek toplantıya katılmamış. Toplantı, şirkete eksik belgelerini tamamlamak için süre verilmesiyle son bulmuş. İki belediye başkanından da detaylı rapor istenmiş. Sürenin ne zaman biteceği de belli değil. Aynı masallardaki gibi, belgeleri üç vakte kadar getir demişler, şirketi azat etmişler.

KÖYLÜLERİN YEMİNİ İSTANBUL'DAN DUYULMUŞ
Gerzeliler termik santrale karşı dayanışma içinde -Foto: O. Gurbuz
Gerzeliler Ankara'ya kadar gitmiş, köye, memlekete boş dönecek değiller. Dönüş yolunda Çatalağzı termik santraline uğramışlar. Termik santral savunucuları öve öve bitiremiyormuş santrali. Gerzeliler santrali görünce gözleri faltaşı gibi açılmış, sinirden elleri kolları zangır zangır titremiş. Çatalağzı'ndaki termik santrali gördükten sonra hep birlikte yemin etmişler. “Biz santrali istemiyorduk ama şimdi ölümüne istemiyoruz” demişler. İçlerinden biri, “Bu uğurda birkaç ceset vermek gerekirse o cesetlerden biri benimki olsun” demiş. Diğerleri de tekrar etmiş, “o ceset benimki olsun!”. Gerzelilerin yemini ta İstanbul'dan Anadolu Grubu'ndan duyulmuş. Ortalığı buz kesmiş. Ankara'da Enerji Bakanlığı'nda bu yemin kulaktan kulağa konuşulur olmuş. Bakan 'Gerze' kelimesinin bakanlıkta konuşulmasını yasak etmiş.

Gökten üç yeşil elma düşmüş. Biri Yaykıl Köyü'ne, biri Gerze'ye diğeri de memleketin tüm yayla, ova, dere ve akarsularına.

Deprem nükleer sevdalılarını uyardı

Özgür Gürbüz/4 Mayıs 2012

Türkiye'nin bir deprem ülkesi olduğu sadece depremler meydana geldiğinde hatırlandığı için bugün bu ülkede hâlâ nükleer santraller konuşuluyor. 3 Mayıs 2012 Perşembe günü, saat 09:24'te Mersin ili sınırları içerisindeki Yeşilovacık beldesinde meydana gelen 4,0 büyüklüğündeki deprem yine akla nükleer santralleri getirdi. Yeşilovacık, nükleer santral yapılmak istenen Büyükeceli'ye 15 km uzaklıkta, Akkuyu mevkine ise 17-18 km. Bölgede ve özelikle santralin kıyısına kurulacağı Akdeniz'de ciddi bir sismik araştırma yapılmamış olmasına rağmen nükleer santralde ısrar eden hükümet, bölgenin deprem riski taşımadığını iddia ediyordu. Dün sabah (3 Mayıs) meydana gelen deprem ise tam tersini söylüyor, depremi hisseden Büyükeceli ve Gülnarlılar da.

Tehlikeye karşı tüm Türkiye'yi uyarmak isteyen Mersin Nükleer Karşıtı Platform (NKP) bugün yaptığı basın açıklamasında hükümeti göz göre göre geliyorum diyen tehlikeye karşı bir kez daha uyardı. Mersin NKP açıklamasında bilim insanlarının Akkuyu'yu etkileyebilecek depremlere daha önce de dikkat çektiğini hatırlattı. Yapılan açıklamada, başta Ecemiş Fayı olmak üzere, Kıbrıs Dalma Batma Kuşağı, Ölü Deniz Kırığı, Güney Ege Dalma Batma Kuşağı ve Doğu Anadolu kırıklarının hareketli olduklarına ve tarihte meydana getirdikleri 7,9 büyüklüğünde depremlerin ve tsunamilerin binlerce kişiyi öldürdüklerinin belgelendiğinin bizzat bilim insanlarınca açıklanmış olduğuna dikkat çekildi.

Mersin NKP açıklamasında, "Akkuyu'da kurulması planlanan nükleer santralde uygulanması düşünülen VVER1200 reaktör modeli dünyada denenmemiş bir teknolojidir. İşletmeye alınmayan bir teknolojinin yaratacağı riskler hakkındaki bilgi ve deneyim yetersizlikleri ortada iken deprem kuşağında olan ülkemizde kurulacak Akkuyu nükleer santrali başta ülkemiz olmak üzere tüm dünya için büyük bir felaket olacaktır. Japonya'da bulunan tüm nükleer santraller 9 büyüklüğündeki depreme dayanıklı olarak yapılmasına rağmen geçen yıl Mart ayında meydana gelen deprem sonrasında meydana gelen Fukuşima Nükleer Santral felaketi, nükleer santrallerin güvensizliğini, kaza riskinin yüksek olduğunu göstermiştir" denildi.

Mersin NKP, Japonya'da kaza sonrası sağlam kalan 50 reaktörden sadece bir tanesinin çalışır durumda olduğuna da değindi. Bu bilgi doğru. Son anda bir değişiklik olmazsa, yarın bu son reaktörde bakıma alınacak ve 1966 yılından sonra ilk kez Japonya'da nükleer santral kaynaklı elektrik üretimi 'sıfıra' inecek.

Bu haberi Mersin Nükleer Karşıtı Platform'un sözleriyle noktalayalım: "Deprem kuşağında olan ülkemizde, güvenlik kültürünün yerleşmediği, siyasal iktidarların, bilim insanlarını ve meslek odalarını hiçe sayan politikalarla günü kurtarmaya çalıştığı bir ülkede, nükleer santraller tehlike kaynağı olacaktır. Çakma sütlerle çocuklarını zehirleyen,‏ insanların güvenli yaşamaları için önlem alamayan bir anlayışla Türkiye’de Nükleer santral kurulamaz. Planlanan tüm nükleer santral projelerinden derhal vazgeçilmesini talep ediyoruz".

Çernobil'i unutmamızı neden istiyorlar?

Özgür Gürbüz-Birgün/29 Nisan 2012

26 Nisan 2012 Taksim. Foto: O. Gurbuz
ABD'deki Üç Mil Adası santralindeki nükleer kazadan sonra bir daha böyle bir kaza olmayacağını söylemişlerdi; yıl 1979. Yedi yıl sonra sonuçları başka bir endüstriyel kazayla kıyaslanamayacak derecede büyük, dünya tarihinde görülmemiş bir başka nükleer santral kazası yaşandı. Bundan tam 26 yıl, üç gün önce; 26 Nisan 1986'da Çernobil nükleer santralindeki dört numaralı reaktör patladı. Nükleeri savunanlar ‘patlama’ kelimesini sevmiyorlar ama işin doğrusu bu. Reaktör kontrolden çıktı ve büyük bir patlama sonrasında doğaya çok ciddi miktarda radyasyon sızdı. Sayılarının 600 ile 800 bin arasında olduğu belirtilen tasfiyeciler (temizlik işçileri) günlerce yangını ve sızıntıyı kontrol altına almaya çalıştılar. Binlerce işçi hâlâ Çernobil'de çalışıyor. 400 bin kişi evlerini bir daha geri dönmemek üzere terk etti. Ölü sayısının neden olacağı kanser vakaları nedeniyle 1 milyonu bulacağını iddia eden araştırmalar bile var. Nükleer endüstri bu kazadan sonra da aynı masalı anlattı. Bunun bir daha tekrarlanmayacağını, insan hatasından kaynaklandığını söyleyip durdu. Hatta daha da ileri giderek, kazadan ölenlerin sadece 37 itfaiyeci olduğunu uzun süre iddia ettiler. Çernobil kazası ister istemez yeni santral siparişlerinin azalmasına, birçok ülkede nükleer enerji karşıtı politikaların kuvvetlenmesine neden oldu. Nükleer santral pazarlayıcıları bir süre ortadan kaybolmaya karar verdiler. Kazayı unutturmanın bir yolu nükleer enerji özendirmelerine ve lobi faaliyetlerine ara vermekti.

DOĞALGAZ VE RÜZGAR NÜKLEERİ ZORLUYOR
2011 yılında ise Japonya'daki büyük depremden sonra Fukuşima Nükleer Santrali’ndeki dört reaktörde aynı anda kaza oldu. Kullanılmış yakıtların geçici bir süre bekletildiği atık havuzunda da soğutma suyunun azalması nedeniyle ciddi sorunlar yaşandı. Nükleer endüstrinin bu kazadan sonra artık uyduracak bahanesi kalmadı ancak Çernobil sonrası yaptıklarını yapıp bir başka kış uykusuna yatma şansları da yok. Hiçbir şey olmamış gibi yola devam etmek zorundalar fakat kimse sandıkları kadar aptal değil. Nükleer endüstrinin ya da lobinin bu acelesi ve çaresizliğinin nedeni var. Enerji pazarında artık eskisinden çok daha fazla oyuncu yer alıyor. Nükleerin en büyük rakibi yenilenebilir enerji kaynakları ucuz ve sorunsuz elektrik üretebiliyor. Bunu yaparken halkın tepkisiyle karşılaşmıyor, istihdam yaratıyor ve gelişme yönündeki ülkeler için teknoloji transferine daha fazla fırsat sağlıyor. Yenilenebilir enerjilerin yerli kaynak olmaları ve petrol fiyatlarından etkilenmemeleri de bir başka avantaj. Doğalgaz da nükleere karşı avantajlı. Yenilenebilir enerji kaynakları gibi çevreci bir üretim yöntemi değil ancak nükleeri birçok alanda alt edebilecek özelliklere sahip. Güvenlik ve nükleer atık gibi sorunları yok. Yapımı hızlı ve sorunsuz, fiyat ve sürekli elektrik üretebilme konularında da nükleerle çok rahat rekabet edebiliyorlar. Birçok ülkede fosil ve nükleer yakıtlardan temiz enerjilere geçişte doğalgazın köprü görevini üstlenmesi planlanıyor. Doğalgazın önünde iki ciddi engel var; dışa bağımlılık ve varsa, ülkelerin ciddi iklim politikaları. Türkiye’de bu iki konuda da edilen laf çok ama icraat yok. O yüzden doğalgaz santrallerinin sayısı giderek artıyor ve artmaya da devam edecek. Bakanlık doğalgazdan yakınıyormuş gibi gözüküyor ama bir yandan da yeni santrallere lisans dağıtıyor. Şu anda Türkiye’de 14 bin megavatın üstünde lisans almış doğalgaz santrali var. Yeni başvurularla bu rakam 19 bine yaklaşıyor. Mevcut kurulun gücün üçte birinden biraz fazla! Rüzgarda bu rakam 8 bin 500, güneşte ise 'sıfır'.

NÜKLEER ENDÜSTRİ NEDEN TÜRKİYE'DE ISRARCI?
26 Nisan 2012 Taksim. Foto: O. Gurbuz
Enerji talebinin hızla arttığı dünyamızda, nükleer santrallere ayrılacak milyarlarca doların diğer enerji kaynaklarına özellikle de yenilenebilir kaynaklara (rüzgar, güneş ve hidrojen gibi) gitmesi nükleer endüstriyi bir daha geri dönemeyeceği bir bataklığa gönderebilir. Bütün kavga da bu zaten. Nükleer enerjinin Çernobil sonrası gözden düşmesi genç mühendisleri başka konularda çalışmaya itti. Şu anda ABD’deki nükleer santrallerde çalışanların üçte biri dört yıl sonra emekliliğe hak kazanacak. Almanya’da yıllardır nükleer enerji alanında çalışan Siemens firması bu bölümünü kapattı. Türkiye’de olduğu gibi birçok ülkede nükleer mühendislik bölümlerinin sayısı azaldı. Sadece bu da değil. 2011 yılında Avrupa’da yeni kurulan santrallerin yüzde 47’si güneş fotovoltaik, yüzde 22’si doğalgaz ve yüzde 21’i de rüzgardı. Nükleerin payı ise yüzde 1’de kaldı. Nükleer enerji ayakta kalabilmek istiyorsa yeni santraller inşa etmek ve yeni çalışanlar yetiştirmek zorunda. O nedenle Çernobil sonrasında olduğu gibi 10-15 yılı boş geçirme şansları yok. Fukuşima’yı unutturmak, Batı’daki nükleer karşıtlığın Doğu’ya yayılmasını önlemek zorundalar. Türkiye'de hükümetin nükleer enerji konusundaki ısrarcı tavrını, endüstrinin hırsından ayrı düşünmek işte bu yüzden mümkün değil. Türkiye pazarı sadece buradaki siparişler açısından değil, Türkiye’yi yakından izleyen diğer gelişme yönündeki ülkelere yön gösterme açısından da önemli. İran’da Almanya’nın yarım bıraktığı reaktörü tamamlayan Ruslar, bunun Ortadoğu’da bir nükleer yarışa neden olacağını eminim hesaplamışlardı. Nükleer santral sahibi olmanın, kısmen yanlış bir algı da olsa, nükleer silah ve güce sahip olma anlamına geldiğini düşünenler Ortadoğu’da çok. Ürdün, Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan ve Mısır gibi ülkelerin son yıllarda nükleer santral kurmayı dillendirmesi bu planın işlediğini gösteriyor.

Nükleer endüstri ateşle oynama pahasına kendisine yeni bir pazar açmak için ilk adımı attı. Şimdi, Türkiye pazarına girerek ikinci adımı atmak istiyor. Temiz enerji cenneti bu ülkeyi de ele geçirirlerse yeni pazarların önü açılacak, yenilenebilir enerji kaynaklarının gelişimine sekte vurulacak. Enerji verimliliği gibi bir kavram hiç gündeme gelmeyecek. Böylece kendi kalemize gol atmış olacağız. Halk elektrik zamlarından yakınacak ama kendi elektriğini üretemediği için dev nükleer firmalarla göbek bağını bir türlü kesemeyecek. Şirketlerin oyuncağı olacak. Tüm bunlar hükümetin umurunda değil. Kamuoyu araştırmaları halkın büyük bir bölümünün nükleere karşı olduğunu gösteriyor ama hükümet artık kendisine oy verenleri bile dinlemiyor. Hal böyle olunca tek seçenek deneyerek öğrenmek. Daha önceki santral kurma girişimleri gibi bu nükleer macera da AKP hükümetine ciddi bir ders vereceğe benziyor. Olan halkın sağlığına ve parasına olmasa dert değil ama... Uyarması bizden!

***
Gerzeliler ilçelerine yapılması istenen termik santralin 30 Nisan sabahı gerçekleşecek ÇED toplantısına katılmak için günlerdir yollarda. Sinop'tan Ankara'daki İller Bankası'na kadar yürüyecekler. Ankaralı doğa dostlarına duyurulur.

Çernobil'in 26. yıldönümünde nükleer karşıtları eylemde

Çernobil'in 26. yıldönümünde Türkiye'deki nükleer karşıtları hemen hemen her kentte etkinlikler düzenliyor ve Türkiye'nin nükleer santral kurma planlarına karşı çıkıyor. Bu etkinliklerin birçoğunu sizler için derlemeye çalıştım.

İstanbul

Karadeniz İsyandadır Platformu 26 Nisan'da Taksim tramvay durağından Tünel'e kadar yürüyor. Saat 19:00'da başlayacak yürüyüşe İstanbul Nükleer Karşıtı Platform da destek veriyor.

TMMOB Makine Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi'nde 'Çernobil Unutulmayacak' filmi saat 20:00'de gösteriliyor. Ardından Özgür Gürbüz ile “Nükleer yalanlar” başlıklı bir söyleşi yapılacak.

28 Nisan günü Göztepe Özgürlük Parkı'nda nükleer karşıtı konser düzenleniyor. Gökkuşağı Şenliği adındaki bu etkinlikte Moğollar, Marsis, Serap Yağız ve Taner Öngür, Teneke Trampet, Karagüneş, Kül, Meluses, Nejat Yavaşoğulları sahne alacak. Konser saat 14:00'de başlıyor.

Kentin birçok noktasında yaklaşık bir haftadır imza masaları açılıyor.

Mersin

Çernobil'in 26. yılında nükleer enerjiye dur demek için alanlardayız mesajıyla etkinlikler düzenleyen Mersin Nükleer Karşıtı Platform ise 26 Nisan saat 12:30'da Mersin Büyükşehir Belediyesi önünde basın açıklaması yapıyor.

Sinop

26 Nisan 2012 tarihinde 'Çernobil Unutulmayacak' filmi saat 20:00'de Sinop Eğitim Araçları Merkezi'nde gösteriliyor.

'Çernobil'den Fukuşima'ya Nükleer Tehlike-Çevre ve Sağlık' başlıklı panel 28 Nisan'da Melia Kasım Hotel'de saat 13:30'da başlıyor.

Panelistler:
Cengiz Göltaş-EMO Yön. Kur. Başkanı,
Özgür Gürbüz-Gazeteci/Enerji Analisti,
Prof. Dr. Fatma Evyapan-Pamukkale Üni. Göğ. Hast. Ana Bil. Dalı,
Dr. Derman Boztok-Halk Sağ.Uzmanı/NÜSED.

Ankara

İmza Standı: 24- 26 Nisan / Yüksel Caddesi

AFSAD 'İklimler' Fotoraf Sergisi
24- 26 Nisan / Yüksel Caddesi

26 Nisan Yüksel Caddesi 'ndeki diğer etkinlikler:

Çernobil Fotoğraf Sergisi: (Özgür Gürbüz ve İbrahim Günel'in fotoğraflarıyla)
Baraka Sanat Atölyeleri: Stencil, Pankart Boyama, Kil Atölyesi
ASSA ( Ankara Sokak Sanatları Atölyesi): Canlı Heykel, Pandomim
Özgür Tiyatro: Sokak Tiyatrosu

Etkinlikler 26 Nisan saat:18:30'da Yüksel Caddesi'nde yapılacak basın açıklaması ve horon gösterisiyle sona erecek.

Film Gösterimi: 'Çernobil Unutulmayacak'
26 Nisan, 19:30 EMO Konferans Salonu, Ihlamur Sokak No: 10

Antalya

'Çernobil'i Unutma Nükleere Bulaşma' başlıklı söyleşi saat 17:00'de Bahçe Kafe'de.

Katılımcılar:
Şükrü Erbaş
Hasan Kıyafet
Zekiye Yüksel
Betül Tarıman

Antalya Nükleer Karşıtı Platform saat 18:15'de ise Attalos Heykeli önünde basın açıklaması yapıyor.

İzmir

İzmir Nükleer Karşıtı Platform 26 Nisan 2012 tarihinde Dominik Caddesi'nde saat 12:30'da bir basın açıklaması yapacak.

Saat 19:30'da ise Gündoğdu Meydanı'nda Çernobil felaketinde hayatını yitirenler anısına denize karanfil bırakılacak.

Tüm gün boyunca Dominik Caddesi'nde (Alsancak, Gazi İlkokulu arkası) imza masası açılıyor.

Adana

Adana Nükleer Karşıtı Platform bir basın açıklaması yapacak.

Yer: Çukurova Gazeteciler Cemiyeti Adana (Atatürk Caddesi Civarı)
Tarih: 26 Nisan 2012 Perşembe
Saat: 12:30

Sahadaki şiddet ve ırkçılık sürpriz mi?

Özgür Gürbüz-Birgün/22 Nisan 2012
Granada-Real Sociedad maçından bir görüntü. Foto: E. Aslan

Fenerbahçeli Emre Belezoğlu, Trabzonspor’la oynadıkları maçta rakibi Didier Zokora’ya hakaret ettiği gerekçesiyle iki maç ceza aldı. Trabzonspor ise Emre’nin sözlerinin ırkçı söylem olduğunu iddia ediyor ve yargıya başvuruyor. Video görüntülerinde her şey açık diyor. Söylendiği iddia edilen kelimeleri yazmak bile zor. İşin doğrusu eninde sonunda ortaya çıkar. Kararı alan yedi üyeden üçünün Emre’nin sözlerini ırkçı söylem şeklinde yorumladıklarını da anımsatalım.

İki gün sonra, Beşiktaş-Galatasaray maçında yaşananlar da bu olayın üzerine tuz-biber ekti. Galatasaray’da oynayan zenci futbolcu Ebuoe, bazı Beşiktaşlı taraftarların ırkçı hakaretlerine maruz kaldı. Maçtaydım, Ebuoe’ye ‘maymun’ diye bağırıldığını kulaklarımla duydum. Arkama dönüp o kişileri bulmayı denedim ama bir türlü yakalayamadım. Bu ırkçı hakaretin az sayıda kişi tarafından tekrarlanmış olması suçu hafifletmez. O taraftarları susturamayan herkes benim gibi suça ortak oldu. Maçta neredeyse 90 dakika boyunca edilen küfürler ise bir başka dertti. Sahadaki futbolcu ve hakemlere saldıranlar ise bence potansiyel katil kabul edilmeli. “Pardon, saatiniz kaç?” diye sormak için sahaya inmedikleri ortada. 

DİLDE AYRIMCILIK VE ÖTEKİLEŞTİRME
Sporda ırkçılık ve şiddet tabi ki bu hafta ortaya çıkmadı. Beşiktaşlı Les Ferdinand’a tüküren futbolcuları hatırlayın. Toplumun ötekileştirmeyi, ırkçılığı nasıl kanıksadığını da unutmayalım. Zencilere ‘gündüz feneri’ diyerek espri yaptığını düşünenlerin çoğunlukta olduğu bir yerdeyiz. Bu ülke Ermeni kelimesini hakaret niyetine kullananlarla dolu. İstanbul’dan Bitlis’e gidenlere ‘taşındı’, Bitlis’ten İstanbul’a yerleşenlere ise ‘göçtü’ deniyor. Dilde ayrımcılığın başka örnekleri de var. Çingenelere Romen, Yahudilere Musevi diyoruz; azınlıkların gerçek kimliklerini söyleyemeyerek, farklı ırk ve dine mensup olmanın hakaret kabul edilmesinin yolunu açıyoruz.

Futbolda, basketbolda ırkçılığın ve şiddetin görünür hale gelmesi kimseyi yanıltmasın, sokağın spor salonunu ziyaret etmesinden başka bir şey değil yaşanan. Futbolda bugün yaşananlara şaşırmak için Türkiye’de ırkçılığın ve şiddetin olağanlaşmadığını söylemek gerekir; söyleyebilir misiniz?

15 BİN KOLTUĞA BEŞ MAÇ CEZA
Durum tespiti yapmak bir işe yaramıyor, çözüm de üretmek gerekli. Sporda şiddet ve ırkçılığın önüne geçmek için kısa vadede yapılacaklar arasında cezaları ağırlaştırmak bir seçenek. Maçta olay çıkaranlar, sahaya inenler, oyunculara tükürenler veya sahaya yabancı madde atanlar için cezalar arttırılabilir. İngiltere’de kameralar saha içinde ve dışında bu kişileri tespit ediyor, onları uzun süre hatta ömür boyu spor karşılaşmalarından men edilebiliyor. Hiç unutmuyorum, 2007 yılındaki Galatasaray-Fenerbahçe maçında tribünlerdeki koltukların neredeyse tamamı (bazı gazetelerde 15 bin koltuk deniyor) sahaya atılmıştı. Hakem, oyuncular hayati tehlike altında olmasına rağmen maçı bile iptal etmedi. Sahanın kenarları koltukla doldu. Galatasaraylı seyircilerden çok azı bu eylemden dolayı ceza aldı. Bu olay holiganlarından yakındığımız İngiltere’de olsa Galatasaray’ın küme düşürülmesi veya bir sezon seyircisiz oynaması bile gündeme gelebilirdi. Galatasaray’a beş maç seyircisiz oynama cezası verildi. 2009 yılında Bursa ile Diyarbakırspor arasında oynana maçta Bursa taraftarı, “PKK dışarı”, “Apo’nun …leri” diye bağırdı. Bursaspor’a sadece 100 bin lira para cezası verildi. Bu komik cezalar bile başlı başına ırkçılığa, şiddete verilmiş bir ödül değil mi? Cezaların yetersizliği işin bir boyutu.

Ülkede ırkçılık ve şiddetle mücadelede ceza sışında eğitimin rolü de çok önemli. Bu ülkede insanlar, ‘bankada, postanede sıraya nasıl girilir onu bilmeden’ liseyi bitiriyor. Matematik, fizik kadar bu konuların da okullarda anlatılması lazım. Oturmuş haftalardır dini eğitimi tartışıyoruz. Dini eğitimin şu anda yüzleştiğimiz onlarca soruna çözüm getirmeyeceği ortada. Beşiktaş’ın son maçında sahaya sandalye atanların, tüm maç ağza alınmayacak küfürleri edenlerin maçta birkaç kez de ‘tekbir’ getirdiklerini hatırlatalım. Dinin bireylerin ahlaklarına etkisi artık çok sınırlı. Deniz Feneri meselesinden sokakta küfür eden, kavga eden dindar insanlara kadar bu konuda bin tane örnek var. Dindar olduğunu iddia eden politikacıların nutuklarında bile ayrımcılık, ötekileştirme içeren unsurlara rastlanıyor. Güzel ahlaklı insanın değil, zengin olanın iyi kabul edildiği bir düzen bu.  

Granada-Real Sociedad maçında bir çocuk. Foto: E. Aslan
TÜM KÖTÜLÜKLERİN KAYNAĞI
Bundan birkaç hafta önce İspanya’da Granada-Real Sociedad futbol maçını, Zagreb’de ise Cibona Zagreb-Cedevita basketbol maçını izledim. İki maçta da kadın ve çocuk seyircilerin sayısı gözle görülür derecede fazlaydı. İki maçta da bira satışı serbestti (demek ki içki tüm kötülüklerin kaynağı değilmiş). Taraftarlar her iki maçta da yan yana oturuyordu. Zagreb maçında sonuç üçüncü uzatmadan sonra belli oldu. Hayatımda izlediğim en çekişmeli basketbol maçlarından biriydi ama taraftarlar arasında en ufak bir itişme bile yaşanmadı. Granada maçı bol gollü ve gerilimliydi. Ev sahibi 4-1 kazandı, Sociedad’dan bir oyuncu kırmızı kart gördü ve teknik direktörü de hakeme itirazı nedeniyle oyundan atıldı. Bir de tartışmalı penaltı pozisyonu vardı. Maç bitti, iki takımın taraftarları yan yana stadı terk etti. Hakemin kafasına sandalye, bıçak veya su bidonu atılmadı. Bir stat dolusu insan içki içiyor ve en ufak kavga bile çıkmıyorsa, trafikte, statta ve evde alkolsüz olmalarına rağmen dakika başı birbirine saldıran insanların ülkesinde bir şeyler yanlış gidiyor demektir. Şiddeti ve ırkçılığı normalleştiren her söylemi ortadan kaldırmalıyız.

HAKEMLER BASKI ALTINDA
Son sözüm de hakem sorunuyla ilgili. Türkiye’de hakemlerin bu kadar kötü olmasının ardında medyanın da rolü büyük. Televizyonlarda her önüne gelen, maçtan sonra hakemler veya futbolcular hakkında ileri geri konuşuyor. Hakem maça, ‘Acaba 20 milyon insan maçtan sonra benim hakkımda neler duyacak’ korkusuyla çıkıyor. Bu durumda sağlıklı karar vermesi zor. İngiltere’de maç özetleri normal kanallarda 3-4 dakika sürer. Bizde bütün gece devam ediyor. Önerim maç sonrası programlarının özet görüntülerle sınırlandırılması. Eleştirmeyi ve eleştirinin hakaret ve ithamlardan arındırılmasını öğrenene kadar bu uygulama devam etmeli. 

Tüm bu önlemlerin alınmasını engelleyen tek şey sporun kapitalizme teslim edilmiş olması. Bahislerden, TV gelirlerinden vazgeçemeyen spor endüstrisi, gelir kaybına uğramamak için oyunun ne olursa olsun devam etmesini istiyor. Bu nedenle sahada futbolcuların ölmesine, ırkçı ve şiddet dolu saldırıların sıklaşmasına göz yumuluyor. Maçı kaybetmek üzereyiz, uzatmaları oynuyoruz kimse oralı değil.