Spor etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Spor etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Erman Kunter Farkı

Sıfırdan takım yaratması mucize diye nitelenirken Erman Kunter bize Avrupa basketbolunun zirvesi Euroleague’de dişe diş mücadele eden, ligde başa oynayan bir kadro yarattı.

Özgür Gürbüz-Beyaz forma siyah şort/20 Kasım 2012

Bu yazıyı arka akaya alınan iki mağlubiyetin öncesinde yazmıştım. O iki maçı basit pas hataları yaparak, kolay basketleri kaçırarak kaybettik. Tekrarlanmaz diye umuyorum o yüzden de yazıyı değiştirmedim. Bakalım pişman olacak mıyım?

Beşiktaş Erkek Basketbol takımı şu ana kadar Spor-Toto Türkiye Kupası’nda üç maça çıktı, üçünü de kazandı. İlk kez katıldığı Euroleague’de altı maça çıktı yine üçünü kazandı. Yenildiği rakipleri Barcelona Regal ve CSKA Moskova, ikisini birden son dörtte (final four) görürsek şaşırmayız. Beko Basketbol Ligi’nde ise altı maç geride kaldı. Beşiktaş, Fenerbahçe, Pınar Karşıyaka ve Banvit’e yenildi geri kalan üç maçı ise kazandı. Bir de Cumhurbaşkanlığı Kupası finali var ki, Erman Kunter‘in talebeleri Anadolu Efes gibi güçlü bir rakibi yenerek taraftarlara kupayı hediye etti. 2012 sezonunda kazanılan kupa sayısı dört oldu. Dile kolay!

Erman Kunter takımın başına geldiğinde geçen yılın efsane takımından geriye neredeyse oyuncu kalmamıştı. İlk beşte yer alan dört oyuncu; Erwin Dudley veya Ersin Dağlı, Zoran Erceg, Carlos Arroyo ve David Hawkins takıma veda etmişti. Sponsor bulunamadı, para ve bence yönetimin basketbola ilgisi de çok yoktu. 2012′de üç kupayı almış, Euroleague’de oynayacak bir takıma sponsor bulunamaması başka nasıl açıklanabilir? Yine de yönetimin hakkını yemeyelim, yılın basketboldaki en iyi transferini yaparak Erman Kunter’i takımın başına getirdiler ve gerisi geldi. Kısıtlı bütçesine rağmen, takım oyunu oynamaya yatkın, mücadele eden oyuncuları bir araya getiren Kunter, kısa zamanda dirençli basketbol oynayan bir ekip yaratmayı başardı. Süreklilik sorunu sürüyor ama henüz yolun başındalar.

Birçok kişiye göre jübile zamanı gelen iki yaşlı kurt Tutku ve Muratcan’ı takıma alan Kunter, herkesin dilinde olmayan ama bildiği oyuncularla yola çıktı. Her şey dört dörtlük değil ama bu takım benim zevkime uygun. Yıldızlarla dolu bir takımın kaybettiğini izlemek yerine, daha az ünlü oyunculardan oluşan bir takımın, takım halinde kazanma gayretini seyretmeyi yeğlerim. Takımın şu ana kadar öne çıkan bir yıldızı var demek biraz zor. Evet, Curtis Jerrels çok sayı atıyor ve kritik sayılarla takımı sırtlıyor ama pota altında tek başına herkese meydan okuyan Gasper Vidmar‘ı da unutmamak lazım. Tutku ve Muratcan’ın katkısı büyük. Tutku’nun oyun sıkıştığında attığı paslar kritik öneme sahip. Muratcan savunmada ve hücumda oyun sıkıştığında risk alabiliyor. Serhat Çetin sanki giderek daha iyi bir şutör oluyor. Patrick Christopher, Damir Markota ve yavaş yavaş Beşiktaş’a ısınmaya başlayan Vladimir Dasic sayı üretme rolünü aralarında sıraya koymuş gibiler. Üçünden ikisi iyi oynasa Beşiktaş’ın maç kazanma şansı oldukça artıyor. Şimdilik bu üçlü çok verimli değil ama beklemek lazım.

Dediğim gibi, her şey dört dörtlük değil. Pota altı hâlâ Beşiktaş’ın en sorunlu yeri. Beko Basketbol Ligi’nde Randal Falker‘ın yabancı kontenjanı nedeniyle kadroya alınmadığı zamanlar Vidmar’ın işi iyice zorlaşıyor. Fenerbahçe ve Karşıyaka maçlarının sonunda Vidmar sanırım yorgunluk nedeniyle oynatılmadı. Bu da sorun yarattı. Falker defansta gayretli ancak hücumda eksiği var. Bir başka eksiklik elde Carlos Arroyo gibi, kritik anlarda maçın kaderini değiştirebilecek oyuncu sayısının fazla olmaması. Beşiktaş’ın ne yapacağını tahmin etmek zor değil, bu da sayı üretme konusunda takımın işini giderek zorlaştırıyor. Jerrels top getirdiğinde pas dağıtımında sorun yaşanıyor. Tutku bu işi yaptığında Jerrels sayı üretiyor ama ikisinin birlikte oynaması da hem takımı kısaltıyor hem de iki oyun kurucuyu da yorma riski taşıyor. Takımın en azından yerli bir pivota, Christopher’ın yokluğunda ikinci bir şutöre ihtiyacı var. Var ama çok da dert değil hani. Mücadele eden, basketbolun takım oyunu olduğunu hatırlatan bir takım var sahada. Bunda en büyük pay da kuşkusuz Erman Kunter’in. Sıfırdan takım yaratması mucize diye nitelenirken o bize Avrupa basketbolunun zirvesi Euroleague’de dişe diş mücadele eden, ligde başa oynayan bir kadro yarattı. Kısaca izlemesi zevkli. Kaldı ki, takımın iddiasız olduğu da söylenemez. Fenerbahçe ve Efes’in ‘zengin’ kadrosuna aldanmayın. Maçlarda da Erman Hoca’yı yalnız bırakmayın derim.

Beşiktaş'ın eksiği ne?

Özgür Gürbüz-BFSŞ/26 Ağustos 2012

Finansal sorunlar nedeniyle basketbol ve hentboldaki sportif başarıların konuşulmadığı bir yılı arkada bırakan Beşiktaş, futbolla birlikte hareketlenmeye başlayan yeni spor sezonuna adeta tüm branşlarda çoktan havlu atmış gibi başladı. Bu havanın yaratılmasında en büyük pay kuşkusuz kulübü çok zor bir duruma düşüren Yıldırım Demirören ve dönemin yöneticilerinin. Demirören sonrası sürecin de iyi yönetilmediği ortada. Bir analize ihtiyaç var ama bu yazı onu yapmayacak. Bu yazı sadece dün akşam oynanan Beşiktaş Galatasaray maçına ve Beşiktaş’ın eksikliklerine odaklanacak.
 
Ligde iki maçı geride bırakan futbol takımının hangi mevkilerde oyuncuya ihtiyaç olduğu dünkü maçtan sonra daha iyi görülmeye başladı. Beşiktaş’ın artık kangrenleşen kaleci sorununa bir çözüm şart. Allan McGregor bu açığı kapatır diye her Beşiktaşlı gibi ben de umuyorum ama bu durumda bile bir yedek kaleciye ihtiyaç var. Rüştü’yü çok arıyoruz ve bu yönetim de çok arayacak. Keşke Fikret Orman daha fazla gecikmeden Rüştü’den özür dilese ve kendisini oyuncu-kaleci antrenör olarak Beşiktaş’a geri çağırsa. Çok geç olmadan.
 
Defans hattında sorun yok
Beşiktaş’ın yıllardır sağ beki yok. Hilbert gerçekten iyi bir iş çıkarıyor ama onun asıl yeri orta saha, hatta sağ açık. Stuttgart’ın Bundesliga’yı şampiyon bitirdiği 2007 yılında Hilbert’in atılan 61 golün 7’sine imza attığını unutmamak lazım. Hilbert’i orta sahaya çıkaracak bir sağ bek önemli bir katkı olur ama kasada para yoksa bu transfer bekleyebilir ne de olsa önde Holosko var. Royston Drenthe haberi doğruysa ve bu oyuncu beklenen performansı ortaya koyabilirse Beşiktaş’ın sol kanadı için iyi şeyler söyleyebiliriz. İsmail savunma özelliklerini geliştirmek zorunda ama Uğur Boral ve Drenthe ile bu kanat için idare edecek bir formülün bulunacağını düşünüyorum. Orta sahanın solunda oynayabilecek Olcay ve Veli’yi de unutmamak lazım. Defansın ortası içinse bir şey yazmıyorum. Toraman, Escude, Sivok ve Adem Gülüm’den iyi bir ikili çıkacağını düşünüyorum.
 
Orta sahada geçtiğimiz yıldan kalan sorun devam ediyor. Bir de buna Ernst’in yokluğunda top kapıp o topları olumlu kullanacak oyuncu eksiği eklendi. Fernandes baskı altındayken oyun kuracak bir başka orta saha oyuncusuna ihtiyaç var. İbrahim Toraman’ı orta sahada kesici göreviyle oynatmak bence doğru değil. Onun yeri defansın ortası, tabi şu sinirli hareketlerine, hakeme bağırıp çağırmalara bir son verirse. Veli ve Necip’in de kazandıkları topları çok iyi kullanamadıkları ortada. İş Fernandes’in üzerine kalırsa Beşiktaş zorlanır, Fernandes de isyan eder. Muhammed Demirci ve Oğuzhan hakkında bir şey söylemek için çok erken. Ya onlar bu rolü üstlenecek ya da Beşiktaş Fernandes ayarında olmasa da ayağında top tutabilen bir oyuncuyu transfer edecek. Galatasaray maçında Beşiktaş’ın topa sahip olma istatistiği yüzde 42’ydi.
 
Batuhan çözüm olabilir mi?
Mustafa Pektemek’in sakatlığı hem herkesi üzdü hem de hücum hattına bir transferi gündeme getirdi. Almeida iyi bir hücum oyuncusu ama onun da sık sık sakatlandığı unutulmamalı. Hem hava toplarında hem son vuruşlarda iyi bir ikinci adam gerekiyor. Bobo gibi biri yani. İlk 11’de olmasa bile kulübede böyle birine ihtiyaç var.
 
Beşiktaş’ın bu yıl başarılı olması için takım içinde düzen kurması, herkesin üzerine düşeni yapması gerekiyor. Yukarıda yazdığımız transferler yapılırsa Beşiktaş “kesin şampiyon olur” diyemeyiz ancak takım oyunu oynamak için gereken, “her mevkinin o mevkinin oyuncusuyla doldurulması” şartı en azından yerine getirilmiş olur. Gordon Milne’in başarısının ardında da bu vardı. Yaratıcı oyuncu azdı ama oynadığı yerin sahibi oyuncu vardı.

Beş halka yirmi beş

Özgür Gürbüz-BirGün/12 Ağustos 2012

İçkim, kumarım, sigaram, iddiam ya da lüks takıntım yok ama 'spor tutkum var. Güreşten basketbola her daldaki müsabakaları izlerim. “Ok buldu mu atılır, yerde raket görülse öpüp başa konulur” cinsinden. Beşiktaş'ın maçına gidilir, devre arasında politika, çevre meseleleri konuşulur. Öyle bir şey bizimkisi. Bu nedenle şartları zorladık, kendimizi Londra'ya attık. Bulduğumuz bir voleybol maçı biletine, maç sonrası adlarını herhalde hiç öğrenemeyeceğim tatlı bir İngiliz çiftin hediye ettiği bir başkasını da ekleyerek, topu filede görmeyi başardık. Elimizde barış bayrağı, sokak sokak dolandık.

Memlekete dönünce gördük ki Londra'da atletler madalya için ter dökerken bizimkiler 2020 olimpiyatlarını İstanbul alır mı almaz mı onun tartışmasını yapmaya başlamış. Bence alıp almamasını değil, altından kalkabilir miyiz onu tartışmalı. Parayı verirseniz her tesis yapılır ancak başarılı bir olimpiyat düzenlemek için üç şeye ihtiyaç var: İyi bir organizasyon, çok sayıda spor sever ve haliyle ev sahibi ülkenin sportif başarısı. Londra'da bunlar vardı. Kentin dört bir yanına dağılmış gönüllüler, Hyde Park gibi önemli yeşil alanlara kurulmuş dev ekranlar ve metro ağı boyunca müsabaka salonlarını gösteren işaretler sayesinde Londra'nın olimpiyatlar için kurulmuş bir şehir olduğunu bile düşünebilirdiniz. Kentin tüm turistik alanlarında olimpiyatların izleri görülüyordu. Her köşe başında karşınıza çıkan ve yaşları 20 ile 70 arasında değişen gönüllüler size yardımcı oluyordu. Binlerce kişi iki hafta boyunca ücret almadan çalıştı. İngiltere ekonomik krize rağmen olimpiyatları ülke gündeminin en üst sırasına taşımayı başardı. Futbolun beşiğinde en az gözüme çarpan olimpik sporlardan biri futbol oldu. Bizde ise medya olimpiyat süresince bile futbolla yatıp futbolla kalktı. Bir de, “nerede bu olimpiyat madalyaları” diye kızıyorlar.

BİZİM BİLETLER KİME GİTTİ?
Spora ilgi tamamdı. Bilet bulmadaki zorlukları ve sponsor firmalara verilen biletlerin kullanılmaması nedeniyle ilk günlerde görülen boş koltukları saymazsak İngiltere yukarıda belirttiğimiz üç konuda da sınıfı geçti. Halk tepki gösterince biletler geri çağrıldı ve satışa sunuldu. Bizde Türkiye Milli Olimpiyat Komitesi'ne tahsis edilen biletlerin kimlere verildiğini bilen var mı? Neden böyle bir liste Komite'nin internet sayfasında yok? Türkiyeli seyircilere ait biletleri kimler aldı?

İngiltere, Çin ve ABD'nin ardından en çok altın madalya alan ülke oldu. Aynı 2008 Olimpiyatları'nı düzenleyen Çin'in yaptığı gibi, kendi evlerindeki oyunlara iyi hazırlandılar ve madalya sayısını bir önceki olimpiyatlara göre artırmayı başardılar. Resmi adıyla söylersek Büyük Britanya Krallığı ve Kuzey İrlanda, 2004 Atina Olimpiyat Oyunları'nda dokuzu altın toplamda 30 madalya almıştı. Bu tarihte 2012 olimpiyat oyunlarının Londra'da yapılacağı belli oldu ve hazırlıklar başladı. Londra'dan bir önceki yaz oyunları Pekin'deydi ve Birleşik Krallık'ın altın madalya sayısı orada 19'a çıktı. Ben bu yazıyı yazarken 25'i altın, 52 madalyayı ceplerine koymuşlardı. Olimpiyatlarda başarılı olmak için yıllar öncesinden sporcu yetiştirmeye başlamalısınız.

Ev sahibi ülkelerin madalya gelişimi
Çin Halk Cumhuriyeti
Sidney 2000
Atina 2004
Pekin 2008
28 A-16 G-14 B
32 A-17 G-14 B
51 A-21 G-28 B

Birleşik Krallık
Atina 2004
Pekin 2008
Londra 2012*
9 A-9 G-12 B
19 A-13 G-15 B
25 A-13 G-14 B

Avustralya
Barselona 1992
Atlanta 1996
Sidney 2000
7 A-9 G-11 B
9 A-9 G-23 B
16 A-25 G-17 B
*9 Ağustos 2012 itibariyle
A: Altın, G: Gümüş, B: Bronz

KADINLAR ÖN PLANDAYDI
Türkiye'nin bu yılki olimpiyatlara çok sayıda sporcuyla katılması iyiye işaret. Daha önce varlık gösteremediğimiz hatta yarışmadığımız birçok spor dalında yer aldık. Badminton'da Neslihan Yiğit bu dalda olimpiyatlara katılan ilk sporcumuz oldu. Yüksek atlamada Burcu Ayhan olimpiyatlarda finale kaldı. 100 metre engellide Nevin Yanıt olimpiyat beşincisi oldu. Artistik jimnastikte Göksu Uçtaş bu dalda yarışan ilk Türkiyeli sporcu oldu. Yol bisikletinde üç atlet vardı. Takım sporlarında kadın voleybol ve basketbol takımları ilk kez olimpiyatlara katılmayı başardı. Tüm bunlar Türkiye'de sporun geliştiğini gösteriyor ancak olimpiyatlara laf olsun diye ev sahipliği yapmak istemiyorsanız daha fazlası gerekir. Çoğunluğu Sünni Müslüman olan Türkiye'den bu kadar çok başarılı kadın sporcu çıkmasının nedeninin de tehdit altındaki laiklikte olduğu unutulmamalı. Anlayana sivrisinek saz misali, not düşelim.

512 TL OLİMPİYAT DESTEĞİ
Sporcu yetiştirmek ve ilgiyi artırmak için her şeyden önce spor medyasını baştan aşağı yenilemeli. “Minderde yere yapıştık”, “havuzda boğulduk” başlıklarını atmaktan çekinmeyen ve sporu futboldan ibaret sanan medyamızın Dünya Kupası ve Avrupa Şampiyonası'nı ıskalayan futbolcular için hâlâ sayfalar ayırdığını hatırlayalım. Bu yıl Beşiktaş'a transfer olan 19 yaşındaki Oğuzhan Özyakup'un yıllık ücreti 400 bin avro. Çıktığı her maç başına da 7 bin 500 avro ek ücret alacak. Peki umut vaat eden atletlere ne veriyoruz? Gençlik ve Spor Bakanı Suat Kılıç'ın 2012 yılı bütçe konuşmasından aktarıyorum. 14 Nisan 2009 tarihinde çıkan “2012 Olimpiyat Oyunlarına Hazırlanmak Amacıyla Yetiştirilecek Sporcuların Tespiti, Harçlıklarının Belirlenmesi, İaşe, İbate ve Yol Giderlerinin Karşılanmasına Dair Yönetmelik”le, Olimpiyat oyunlarına hazırlamak amacıyla yetiştirilecek sporculara, 16 yaşını doldurmamış kişiler için tespit edilen asgari ücretin net karşılığı 512 TL tutarında olimpiyat harçlığı ödenmesi... 512 liraya bırakın her ay bir ayakkabı almayı, antrenmana gidecek yol parasını karşılayamazsınız. Atletin şansı yaver gitse ve kendisine düzenli maaş ödeyecek bir kulüp bulsa bile futbolcuların kazanacağı paraları alması mucizelere bağlı. Bütün bunlar ortadayken, atletleri başarısızlıkla suçlamak veya onlardan daha fazlasını beklemek ya nankörlükle ya da spordan anlamamakla açıklanabilir. 

Bilet bulamayanlar soluğu Hyde Park'taki dev ekranların karşısında aldı
Organizasyon yeteneğimiz de zayıf. Bu yıl İstanbul'da yapılan Dünya Atletizm Şampiyonası'nda yaşananları görmeliydiniz. Başbakan Tayyip Erdoğan açılışa geldi diye arama noktalarında izleyicilerin kalemleri bile toplatıldı. Atletizm kalem kağıtsız izlenir mi? Dereceleri not almak, yazmak gerekir. Daha sonra polisler başbakan yuhalanmasın veya saldırılmasın diye izleyicilerin önüne dizildi, ortalık gerildi. Herhalde başbakanı kimse alkışlamaz diye okullardan çocuklar getirildi. Erdoğan konuşmasını bitirince de salondaki öğrenciler geri götürüldü. Öğretmenlerine, “Buraya kadar gelmişler, bari atletizm izleseler” dedim ama emir böyle türünden, boynu bükük yanıtlar aldım. Böyle mi sporcu yetiştireceksiniz, seyirci atletizmi böyle mi öğrenecek? Bakırköy'deki kapalı salonun yollarını son anda bitirenler müteahhitlere iş sağlamak için olimpiyat rüyası kurmasınlar. Önce sporcu yetiştirmeli, sporun diğer dallarını sevmeli ve öğrenmeliyiz ki olimpiyatlara ev sahipliğini hak edelim. Yaz oyunları sporu geliştirmek için bir fırsat olsun. Gençlik ve Spor Bakanı Suat Kılıç'ın kendisi söylüyor, gelişmiş ülkelerde spor yapma oranı toplam nüfusun yarısına yakınken bizde sadece yüzde iki. Olimpiyat halkası ile eski lunaparklarda sigara paketine atılan halkaları birbirine karıştırmayalım.

Sahadaki şiddet ve ırkçılık sürpriz mi?

Özgür Gürbüz-Birgün/22 Nisan 2012
Granada-Real Sociedad maçından bir görüntü. Foto: E. Aslan

Fenerbahçeli Emre Belezoğlu, Trabzonspor’la oynadıkları maçta rakibi Didier Zokora’ya hakaret ettiği gerekçesiyle iki maç ceza aldı. Trabzonspor ise Emre’nin sözlerinin ırkçı söylem olduğunu iddia ediyor ve yargıya başvuruyor. Video görüntülerinde her şey açık diyor. Söylendiği iddia edilen kelimeleri yazmak bile zor. İşin doğrusu eninde sonunda ortaya çıkar. Kararı alan yedi üyeden üçünün Emre’nin sözlerini ırkçı söylem şeklinde yorumladıklarını da anımsatalım.

İki gün sonra, Beşiktaş-Galatasaray maçında yaşananlar da bu olayın üzerine tuz-biber ekti. Galatasaray’da oynayan zenci futbolcu Ebuoe, bazı Beşiktaşlı taraftarların ırkçı hakaretlerine maruz kaldı. Maçtaydım, Ebuoe’ye ‘maymun’ diye bağırıldığını kulaklarımla duydum. Arkama dönüp o kişileri bulmayı denedim ama bir türlü yakalayamadım. Bu ırkçı hakaretin az sayıda kişi tarafından tekrarlanmış olması suçu hafifletmez. O taraftarları susturamayan herkes benim gibi suça ortak oldu. Maçta neredeyse 90 dakika boyunca edilen küfürler ise bir başka dertti. Sahadaki futbolcu ve hakemlere saldıranlar ise bence potansiyel katil kabul edilmeli. “Pardon, saatiniz kaç?” diye sormak için sahaya inmedikleri ortada. 

DİLDE AYRIMCILIK VE ÖTEKİLEŞTİRME
Sporda ırkçılık ve şiddet tabi ki bu hafta ortaya çıkmadı. Beşiktaşlı Les Ferdinand’a tüküren futbolcuları hatırlayın. Toplumun ötekileştirmeyi, ırkçılığı nasıl kanıksadığını da unutmayalım. Zencilere ‘gündüz feneri’ diyerek espri yaptığını düşünenlerin çoğunlukta olduğu bir yerdeyiz. Bu ülke Ermeni kelimesini hakaret niyetine kullananlarla dolu. İstanbul’dan Bitlis’e gidenlere ‘taşındı’, Bitlis’ten İstanbul’a yerleşenlere ise ‘göçtü’ deniyor. Dilde ayrımcılığın başka örnekleri de var. Çingenelere Romen, Yahudilere Musevi diyoruz; azınlıkların gerçek kimliklerini söyleyemeyerek, farklı ırk ve dine mensup olmanın hakaret kabul edilmesinin yolunu açıyoruz.

Futbolda, basketbolda ırkçılığın ve şiddetin görünür hale gelmesi kimseyi yanıltmasın, sokağın spor salonunu ziyaret etmesinden başka bir şey değil yaşanan. Futbolda bugün yaşananlara şaşırmak için Türkiye’de ırkçılığın ve şiddetin olağanlaşmadığını söylemek gerekir; söyleyebilir misiniz?

15 BİN KOLTUĞA BEŞ MAÇ CEZA
Durum tespiti yapmak bir işe yaramıyor, çözüm de üretmek gerekli. Sporda şiddet ve ırkçılığın önüne geçmek için kısa vadede yapılacaklar arasında cezaları ağırlaştırmak bir seçenek. Maçta olay çıkaranlar, sahaya inenler, oyunculara tükürenler veya sahaya yabancı madde atanlar için cezalar arttırılabilir. İngiltere’de kameralar saha içinde ve dışında bu kişileri tespit ediyor, onları uzun süre hatta ömür boyu spor karşılaşmalarından men edilebiliyor. Hiç unutmuyorum, 2007 yılındaki Galatasaray-Fenerbahçe maçında tribünlerdeki koltukların neredeyse tamamı (bazı gazetelerde 15 bin koltuk deniyor) sahaya atılmıştı. Hakem, oyuncular hayati tehlike altında olmasına rağmen maçı bile iptal etmedi. Sahanın kenarları koltukla doldu. Galatasaraylı seyircilerden çok azı bu eylemden dolayı ceza aldı. Bu olay holiganlarından yakındığımız İngiltere’de olsa Galatasaray’ın küme düşürülmesi veya bir sezon seyircisiz oynaması bile gündeme gelebilirdi. Galatasaray’a beş maç seyircisiz oynama cezası verildi. 2009 yılında Bursa ile Diyarbakırspor arasında oynana maçta Bursa taraftarı, “PKK dışarı”, “Apo’nun …leri” diye bağırdı. Bursaspor’a sadece 100 bin lira para cezası verildi. Bu komik cezalar bile başlı başına ırkçılığa, şiddete verilmiş bir ödül değil mi? Cezaların yetersizliği işin bir boyutu.

Ülkede ırkçılık ve şiddetle mücadelede ceza sışında eğitimin rolü de çok önemli. Bu ülkede insanlar, ‘bankada, postanede sıraya nasıl girilir onu bilmeden’ liseyi bitiriyor. Matematik, fizik kadar bu konuların da okullarda anlatılması lazım. Oturmuş haftalardır dini eğitimi tartışıyoruz. Dini eğitimin şu anda yüzleştiğimiz onlarca soruna çözüm getirmeyeceği ortada. Beşiktaş’ın son maçında sahaya sandalye atanların, tüm maç ağza alınmayacak küfürleri edenlerin maçta birkaç kez de ‘tekbir’ getirdiklerini hatırlatalım. Dinin bireylerin ahlaklarına etkisi artık çok sınırlı. Deniz Feneri meselesinden sokakta küfür eden, kavga eden dindar insanlara kadar bu konuda bin tane örnek var. Dindar olduğunu iddia eden politikacıların nutuklarında bile ayrımcılık, ötekileştirme içeren unsurlara rastlanıyor. Güzel ahlaklı insanın değil, zengin olanın iyi kabul edildiği bir düzen bu.  

Granada-Real Sociedad maçında bir çocuk. Foto: E. Aslan
TÜM KÖTÜLÜKLERİN KAYNAĞI
Bundan birkaç hafta önce İspanya’da Granada-Real Sociedad futbol maçını, Zagreb’de ise Cibona Zagreb-Cedevita basketbol maçını izledim. İki maçta da kadın ve çocuk seyircilerin sayısı gözle görülür derecede fazlaydı. İki maçta da bira satışı serbestti (demek ki içki tüm kötülüklerin kaynağı değilmiş). Taraftarlar her iki maçta da yan yana oturuyordu. Zagreb maçında sonuç üçüncü uzatmadan sonra belli oldu. Hayatımda izlediğim en çekişmeli basketbol maçlarından biriydi ama taraftarlar arasında en ufak bir itişme bile yaşanmadı. Granada maçı bol gollü ve gerilimliydi. Ev sahibi 4-1 kazandı, Sociedad’dan bir oyuncu kırmızı kart gördü ve teknik direktörü de hakeme itirazı nedeniyle oyundan atıldı. Bir de tartışmalı penaltı pozisyonu vardı. Maç bitti, iki takımın taraftarları yan yana stadı terk etti. Hakemin kafasına sandalye, bıçak veya su bidonu atılmadı. Bir stat dolusu insan içki içiyor ve en ufak kavga bile çıkmıyorsa, trafikte, statta ve evde alkolsüz olmalarına rağmen dakika başı birbirine saldıran insanların ülkesinde bir şeyler yanlış gidiyor demektir. Şiddeti ve ırkçılığı normalleştiren her söylemi ortadan kaldırmalıyız.

HAKEMLER BASKI ALTINDA
Son sözüm de hakem sorunuyla ilgili. Türkiye’de hakemlerin bu kadar kötü olmasının ardında medyanın da rolü büyük. Televizyonlarda her önüne gelen, maçtan sonra hakemler veya futbolcular hakkında ileri geri konuşuyor. Hakem maça, ‘Acaba 20 milyon insan maçtan sonra benim hakkımda neler duyacak’ korkusuyla çıkıyor. Bu durumda sağlıklı karar vermesi zor. İngiltere’de maç özetleri normal kanallarda 3-4 dakika sürer. Bizde bütün gece devam ediyor. Önerim maç sonrası programlarının özet görüntülerle sınırlandırılması. Eleştirmeyi ve eleştirinin hakaret ve ithamlardan arındırılmasını öğrenene kadar bu uygulama devam etmeli. 

Tüm bu önlemlerin alınmasını engelleyen tek şey sporun kapitalizme teslim edilmiş olması. Bahislerden, TV gelirlerinden vazgeçemeyen spor endüstrisi, gelir kaybına uğramamak için oyunun ne olursa olsun devam etmesini istiyor. Bu nedenle sahada futbolcuların ölmesine, ırkçı ve şiddet dolu saldırıların sıklaşmasına göz yumuluyor. Maçı kaybetmek üzereyiz, uzatmaları oynuyoruz kimse oralı değil.

Vah İsmail, Şah İsmail

Özgür Gürbüz-Beyaz Forma Siyah Şort/31 Ocak 2012

Bu yıl Beşiktaş’ın kadrosuna bakıp ‘neresi eksik’ diye bakındığınızda ilk akla gelen yer sol bek. “Orada İsmail yok mu, neden eksik olsun” demeyin. Sezon başından beri maçları izleyenler bilirler, bugün Beşiktaş’ın en zayıf noktası İsmail Köybaşı’nın olduğu yer. Büyük ümitlerle Beşiktaş’a transfer edilen İsmail beklenen ilerlemeyi ne yazık ki gösteremedi. Savunmada zoraki sağ bek oynayan Hilbert bile İsmail’e göre daha fazla güven veriyor. Bunun arkasında ise Türkiye’ye özgün bir sorun yatıyor. Futbolcular altyapıdan en basit futbol bilgilerini öğrenmeden çıkıyorlar. İsmail’de sık sık gördüğümüz zamanlama, markaj ve yer tutma hataları hep bu temel bilgilerin eksikliğinden kaynaklanıyor.

Benim gözüme çarpan ve İsmail’in sık sık tekrarladığı ilk yanlışı topu kapmak için yaptığı, karşı oyuncuya yönelik hamlelerindeki zamanlama hatası. İsmail rakip karşısına geldikten bir süre sonra, (sabırsızlıktan mıdır bilinmez) topu almak için zamansız bir hamle yapıyor ve genelde de çalımı yiyor. Türkiye’de savunma oyuncularının işinin topu kapmak olduğu yönünde, mahalle maçlarından kalma bir fikir var. Yanlış! Savunma oyuncuları en gerideki oyuncular oldukları için her şeyden önce rakibi savunma bloğunun ardına sarkıtmamaya çalışırlar. Öncelikleri atağı yavaşlatmak, topu kullandırmamak ve alan daraltmaktır. Yani, rakibin üzerine gidip onu yavaşlatarak oyunu dondurmakla savunmacı kendisinden beklenen işin büyük bir bölümünü gerçekleştirmiş olur. Savunma yerleşir, destek gelir. Kanat oyuncuları için bu daha da önemlidir. Sıfıra inmiş bile olsa rakibinizin önünü kapattığınızda ortayı önler, rakibin topu geriye çıkarmasına neden olursunuz. Görev büyük ölçüde tamamlanmıştır. İsmail gereksiz yere top kapmaya çalışarak risk alıyor ve takımı sık sık zorda bırakıyor. Eğitim kaynaklı ilk hatası bu.

İkinci hatası ise rakibi nerede karşılayacağını bilmemek. Rakip hücum yaparken İsmail çoğu zaman karşı takımın kanat oyuncusuyla aynı çizgide bekliyor, arkasında değil. Hızına güveniyor, top rakibe gelmeden kesmek istiyor olabilir. Messi gibi bir oyuncuyu savunurken topu aldırmamaya çalışmak mantıklı olabilir. İyi ama dünyada kaç tane Messi var? Halbuki daha garantili olan rakibin arkasında beklemek. Unutmadan hatırlatalım, en garantili oyunu oynamak zorunda olan oyuncular savunmacılardır. Daha sonra orta saha ve ileri uç oyuncuları gelir. Sol bekin arkada kaldığı durumlarda, rakip topu alsa ve beki geçmeye kalksa bile, bek hızıyla onu yakalayabilir. İsmail’in hızı buna uygun. Bu yüzden riske girmesine gerek yok. İsmail ise tam tersini yapıyor, rakibi orta saha çizgisine yakın bir yerde ve paralelinde bekliyor. Bu da açık alan yaratıyor. Beşiktaş Gaziantep maçında İsmail’in cezası nedeniyle aynı mevkide oynayan Tanju bu konuda İsmail’den çok daha iyiydi ve Beşiktaş o maçta sol kanattan hemen hemen hiç açık vermedi.

İsmail, yer tutma ve markaj konusunda basit hatalar yapıyor ve kendisinden umutlu olanları üzüyor. Hücuma çıkma isteği de belli ki İsmail’in kafasını karıştırıyor. Ben olsam önce savunma yeteneklerimi ve temel bilgilerimi olabilecek en üst düzeye getirir sonra hücum varyasyonlarında nasıl bir rol alabileceğimi düşünürdüm. Şu anda iki arada bir derede, garip bir oyuncu izliyoruz. İsmail daha 22 yaşında ve bu temel bilgileri öğrenmek için zamanı var. Çok zamanı yok ama var. Bunu başarırsa ‘Şah İsmail’, başaramazsa ‘Vah İsmail’ olur ve birçok isim gibi başka kulüplerin yolunu tutmak zorunda kalabilir.