Antalya’nın Manavgat İlçesi’ndeki domuz çiftliğine gelen, ‘domuzları kesin tebligatı’, işyeri sahipleriyle Manavgat Kaymakamlığı’nı davalık etti. Tropical Domuz Çiftliği’nin sahipleri, domuz ürettikleri için kendilerine izin verilmediğini belirtirken, Tarım Bakanlığı işletmeye diğer hayvan üreticilerinden farklı bir muamele yapılmadığını, işletmenin ruhsat sorunu olduğunu söylüyor.
Özgür Gürbüz / 19 Haziran 2009
Türkiye’de sayıları çok olmasa da bazı marketlerde domuz eti satışı yapılıyor. Domuz eti ayrıca Türkiye’ye konaklamaya gelen turistler tarafından da tercih ediliyor. Ancak Tarım ve Köyişleri Bakanlığı tarafından ülkede ruhsat verilmiş bir domuz üretim çiftliği yok. Bir ara sayıları 80’i bulan domuz çiftliklerinin sayısı 3’e düşmüş durumda. Hiçbiri ruhsatlı değil. Antalya’nın Manavgat ilçesindeki Tropical Turizm’e ait çiftlik bunlardan biri ve Manavgat Kaymakamlığı’nca yapılan tebligatla çiftlikteki 501 domuzun kesilmesi isteniyor.
Kesim kararı askıda
Tropical Domuz Çiftliği’nin sahibi Mustafa Kaya, 2001 yılından beri faaliyette olan çiftlikleri için mezbaha ve Gayri Sıhhi Müessese (GSM) ruhsatları aldıklarını, 2006 yılında yönetmelik değişmesi sonucu işletme ruhsatı için yeniden başvurduklarını ancak bu sırada kesim tebligatının kendilerine geldiğini söylüyor. Tarım Bakanlığı yetkilileriyse, söz konusu çiftliğin işletme ruhsatı için başvurusunun, çiftliğin bulunduğu yerin alternatif turizm bölgesi olması nedeniyle onay alamadığını belirtiyor ve 155 erkek, 296 dişi ve 50 yavrudan oluşan domuzların günde 30 kesim yapılarak öldürülmesi gerektiğini söylüyor. Karara itiraz eden işletme olayı mahkemeye götürmüş. Antalya 2. İdare Mahkemesi ise dava görülene kadar kesim kararını askıya almış.
“Maliyeti 3, ithal edersem 75 lira”
Domuz çiftliği’nin yanında bir lokantası olan ve kesilen etleri Side’deki 5 otelindeki yabancı turistlere sunan Mustafa Kaya, “Türkiye yılda 17-18 milyon dolarlık domuz eti ithal ediyor. Rodos’tan, Bulgaristan’dan kaçak getirildiğini bile duyuyoruz. Biz, ruhsatlıi, kontrollü olarak yetiştirelim istiyoruz ama izin alamıyoruz” diyor. Çiftlik kurulduğunda Oymapınar Belediyesi’nden GSM ruhsatı aldıklarını, daha sonra kendilerinden GSM ruhsatını Özel İdare’den almaları istendiğini ve bunu da yaptıklarını belirten Kaya, bu ruhsat içerisinde yetiştirme izninin de yer aldığını belirtiyor. “2006’daki değişiklikten sonra yetiştirme izni almak için Tarım İlçe Müdürlüğü’ne başvurmamız istendi. Kesimhane olmazsa izin veremeyiz dediler. Biz de kesimhane kurup 10 Şubat’ta onun ruhsatını da aldık. Tüm belgeleri tamamladık bu sefer de domuz gribi çıktı ve bize kesim tebligatı geldi” diyen Kaya, dışarıdan alınan domuz pastırmasına 70-75 lira ödenirken, kendi imalatlarında maliyetin 3 liraya kadar düştüğünü söylüyor. Çiftlikteki domuzlar, otellerdeki artık yemeklerle beslendiği için maliyet düşük kalıyor.
Domuz gribiyle ilgisi yok
Tarım Bakanlığı yetkilileri ilgili tesiste tetkiklerin yapıldığını, domuz gribi ya da başka bir hastalık görülmediğini teyid ediyor. Kapatma kararının ruhsatla ilgili olduğunu, çiftliğin yeriyle ilgili sorun yaşandığını belirtiyor. Adını vermek istemeyen bir yetkili, “Domuz, at, büyükbaş çiftliği olsun, işletme ruhsatı almanız lazım. Bu işletmenin ruhsatı yok” diyor. İşletme ruhsatı almak için de önce hayvanların nerede kesileceğine dair mezbaha ruhsatı almak gerekiyor. İlgililer, domuzların normal mezbahalarda kesilmesine izin verilmediği için mezbaha kurma şartı arandığını, bunun da özel bir durum olmadığını belirtiyor. Gerekli uyarıların 25 Kasım 2008’de yapıldığını ve sorumluluğun işletmede olduğunu öne sürüyor.
Özgür Gürbüz tarafından kaleme alınan makale, analiz ve haberlere bu adresten ulaşabilirsiniz. Yazıları başka bir yerde yayımlamak için izin almalısınız. E-posta: ozgurgurbuzblog(at)gmail.com
GDO için şeytani plan!
ABD Tarım Bakanlığı’nın, TBMM milletvekillerini, GDO’ların önünü açacak Biyogüvenlik Yasası’na onay vermesi için ABD’de ağırlamalarıyla ortaya çıkan lobi faaliyetinin tek olmadığı anlaşıldı. 2005 yılında yazılan rapor, bu gezi dahil yapılacak lobi faaliyetlerini ve geçmişte yapılanları tek tek ortaya koyuyor.
Özgür Gürbüz-Gazete Habertürk / 17 Haziran 2009*
TBMM Tarım, Orman ve Köyişleri komisyonu üyesi milletvekillerinin, Genetiği Değiştirilmiş Organzimaların (GDO) Türkiye’de ekilmesi ve satışının önünü açacak Biyogüvenlik Yasası'na onay vermelerini sağlamak için ABD'de ağırlanmasının münferit bir olay olmadığı ortaya çıktı. Gazete Habertürk’ün ulaştığı ve dönemin ABD Tarım Ataşesi Robert Hanson tarafından kaleme alınan raporda, Türkiye’de genetiği değiştirilmiş (transgenik) ürünlere karşı bir kamuoyu oluştuğunu, bunun da muhtemelen ABD’den GDO’lu ürün ithal etmek isteyen üreticileri ürküttüğü belirtiliyor. Türkiye’nin GDO’lar karşısında Avrupa gibi “karşı” tavır aldığına dikkat çekilerek, söz konusu yasa tasarısının hükümetin aksini söylemesine rağmen GDO’lu ürünlerin Türkiye’ye ithalinde engel teşkil edebileceği belirtiliyor. Yasanın bu haliyle çıkmaması için bu konuda karar vericileri, akademisyen ve üreticileri hedef alan bir dizi lobi çalışması yapılmasını öneriyor.
ABD Tarım Bakanlığı’nın (FAS) raporunda, 2005 yılına kadar yapılmış çalışmalar da yer alıyor. Üniversite, hükümet ve özel sektörden belirli kişilerin seçilerek ABD ve çeşitli ülkelerde seminer ve teknik gezilere götürüldüğü detaylarıyla belirtilmiş. Raporda ayrıca 1998-2000 yılları arasında yasak olmasına rağmen Türkiye’de sınırlı sayıda da olsa GDO’lu patates, mısır ve pamuk ekildiği belirtiliyor. Türkiye’de genleriyle oynanmış tarım ürünleriyle ilgili yasal boşluk nedeniyle, “GDO’lu ürün” etiketi taşıyan ürünlerin, ülkeye sokulmadığı, etiketsiz ürünlerinse girebildiği belirtilerek üreticilere yol gösteriliyor. gönderilmesi gizlice tavsiye edilmiş.
FAS Türkiye’nin yaptığı çalışmalardan bazıları:
Planlanan çalışmalardan bazıları:
Özgür Gürbüz-Gazete Habertürk / 17 Haziran 2009*
TBMM Tarım, Orman ve Köyişleri komisyonu üyesi milletvekillerinin, Genetiği Değiştirilmiş Organzimaların (GDO) Türkiye’de ekilmesi ve satışının önünü açacak Biyogüvenlik Yasası'na onay vermelerini sağlamak için ABD'de ağırlanmasının münferit bir olay olmadığı ortaya çıktı. Gazete Habertürk’ün ulaştığı ve dönemin ABD Tarım Ataşesi Robert Hanson tarafından kaleme alınan raporda, Türkiye’de genetiği değiştirilmiş (transgenik) ürünlere karşı bir kamuoyu oluştuğunu, bunun da muhtemelen ABD’den GDO’lu ürün ithal etmek isteyen üreticileri ürküttüğü belirtiliyor. Türkiye’nin GDO’lar karşısında Avrupa gibi “karşı” tavır aldığına dikkat çekilerek, söz konusu yasa tasarısının hükümetin aksini söylemesine rağmen GDO’lu ürünlerin Türkiye’ye ithalinde engel teşkil edebileceği belirtiliyor. Yasanın bu haliyle çıkmaması için bu konuda karar vericileri, akademisyen ve üreticileri hedef alan bir dizi lobi çalışması yapılmasını öneriyor.
ABD Tarım Bakanlığı’nın (FAS) raporunda, 2005 yılına kadar yapılmış çalışmalar da yer alıyor. Üniversite, hükümet ve özel sektörden belirli kişilerin seçilerek ABD ve çeşitli ülkelerde seminer ve teknik gezilere götürüldüğü detaylarıyla belirtilmiş. Raporda ayrıca 1998-2000 yılları arasında yasak olmasına rağmen Türkiye’de sınırlı sayıda da olsa GDO’lu patates, mısır ve pamuk ekildiği belirtiliyor. Türkiye’de genleriyle oynanmış tarım ürünleriyle ilgili yasal boşluk nedeniyle, “GDO’lu ürün” etiketi taşıyan ürünlerin, ülkeye sokulmadığı, etiketsiz ürünlerinse girebildiği belirtilerek üreticilere yol gösteriliyor. gönderilmesi gizlice tavsiye edilmiş.
FAS Türkiye’nin yaptığı çalışmalardan bazıları:
- 2000 yılından bu yana Cochran Programıyla biyoteknoloji adaylarının ABD’ye gönderilmesi.
- Biyoteknoloji konusundaki bilgilerin tercüme edilip hükümet ve paydaşlara iletilmesi.
- Seçilmiş, gıda güvenliği konusunda çalışan 2 hükümet yetkilisini 2002’de Tunus’taki biyoteknoloji seminerine gönderilmesi.
- Yüksek düzey iki Tarım Bakanlığı uzmanının 2003 yazındaki Amerikan Hububat Konseyi toplantısına katılması için aday gösterilmesi.
- 2003 sonbaharında Ankara’da hükümet yetkililerine (250 kişinin üzerinde katılım olmuş) büyük bir konferans düzenlenmesi.
- 2003 yılı sonbaharında bir üniversitenin biyoteknoloji uzmanının Amerika’daki biyoteknoloji konferansına gönderilmesi.
- 2004, 2005 ve 2006 yıllarında, bakanlığın 5 gıda güvenlik elemanının, devlet fonlarıyla Biyoteknoloji Uluslararası Ziyaret Programı’na katılmasının sağlanması.
- 2004 yılı yazında bakanlık yetkililerinin ve gazetecilerin USGC Biyoteknoloji programlarına katılmasının sağlanması.
- 2005 yılı Nisan ayında bir grup milletvekili ve Tarım Bkanlığı’nın kilit elemanlarının ABD’ye davet edilmesi ve ABD’nin tarımsal biyoteknolojiyi nasıl kullandığının gösterilmesi.
- 2005 yılı Eylül ayında ABD Tarım Bakanlığı’nın yardımıyla bir biyoteknoloji uzmanının Türkiye’deki üç üniversitede ,Bakanlık yetkilileri ve paydaşlara konferans vermesinin sağlanması.
Planlanan çalışmalardan bazıları:
- Karar yetkisine sahip yüksek düzeydeki Tarım Bakanlığı yetkililerinin, seyahat ve eğitim programlarına dahil olmasının garanti edilmesi.
- Basında ve siyasi alanlardaki eleştirileri yanıtlamak için Türkiye’deki yerli endüstri ve ithalatçılar ile eşgüdüm içerisinde olunması.
- Biyoteknolojinin yararlarını göstermek için Türkiye’deki yerel üniversitelerle eşgüdüm içinde olunması.Ankara ve İstanbul’da bakanlıkların dönem dönem değişebilen elemanlarına gıda güvenliği seminerleri verilmesi için konuşmacılar ayarlamak.
- Bu seminerlere FDA’nın (Yiyecek ve İlaç Departmanı) katılımının ve ABD’deki biyotek ürünlerin yararlarını anlatan Amerikalı üreticilerin bu toplantılarda olmasının sağlanması.
- Cooperator, Cochran ve Uluslararası Ziyaretçiler Programı aktivitelerinin devam ettirilmesi. Bu aktiviteler arttırılmalı ve ziyaretler için İngilizce bilmeyen daha yüksek düzeydeki resmi görevlilerin hedeflenmesi.
- Türkiye’nin, biyoteknolojik mısır ve pamuk üretiminden diğer ürünlere nazaran daha karlı çıkacağının üreticinin karının artacağının, resmi görevliler ve yerel üretici birliklerine devamlı olarak anlatılması.
Nazlı, bakan eliyle denizine kavuştu
Dalyan’daki rehabilitasyon merkezinde tedavisi biten Caretta Caretta türü deniz kaplumbağası Nazlı, Çevre ve Orman Bakanı Veysel Eroğlu tarafından denize bırakıldı. Koruma altındaki kaplumbağaların yumurta bırakmaya da başladı. Geçtiğimiz yıl kaplumbağalar 20 bin yumurta bırakmış, yumurtalardan çıkan 7 bin yavru Caretta denize ulaşmıştı.
Özgür Gürbüz-Gazete Habertürk / 14 Haziran 2009 *
Türkiye’deki 14 Özel Çevre Koruma Bölgesi’nden biri olan Dalyan’ın İztuzu sahili, Caretta Caretta olarak bilinen onlarca deniz kaplumbağaları her yıl ev sahipliği yapıyor. Yumurtalarını bırakmak için onlarca kilometre yolu kat ederek İztuzu’na gelen kaplumbağalar gece yumurtalarını bırakıp denize geri dönüyor. Cumartesi sabah erken saatlerde ise yaklaşık bir yıl önce ağzında olta ve başında bir yarayla bulunan Nazlı adlı kaplumbağa, özel hasta havuzundan denize doğru yola çıktı. Dalyan’daki Deniz Kaplumbağaları Araştırma, Kurtarma, Rehabilitasyon ve Bilgilendirme Merkezi’nde tedavi edildikten sonra denize bırakılan ve Nazlı adı verilen kaplumbağayı Merkez’de ziyaret eden Çevre ve Orman Balanı Veysel Eroğlu, Nazlı’nın denize doğru taşınmasına da yardım etti. İztuzu’nda kumsala bırakılan Nazlı, medya ve devlet erkanının ilgisi nedeniyle önce bir nazlandı ama yüzünü vuran ilk küçük dalgayla Akdeniz’in yolunu tuttu. Eroğlu daha sonra, kumsala yumurta bırakan bir kaplumbağayı izledi ve ona kızının adı olan Ayşenur adını verdi.
32 derecede dişi, 26’da erkek oluyorlar
İribaş olarak da bilinen “Caretta caretta”lar dünyada neslini sürdürebilen sekiz deniz kaplumbağası türünden biri. Sadece Akdeniz’de yuvalayan Caretta’lar, sesten ve ışıktan uzak, gerekli iklim koşullarına uygun olduğu için her yıl Mayıs-Ekim ayları arasında İztuzu Plajı’nın yolunu tutuyor. Kumsalın denize yakın ıslak bölümünü geçen kaplumbağalar, daha içerideki sıcak kumları severse, arka ayaklarıyla 50-60 cm derinliğinde bir çukur kazıp pinpon topu büyüklüğünde 50-150 yumurta bırakıyor. Her 2-3 yılda bir buna benzer 3-5 yuva yapan dişi kaplumbağalar daha sonra denize dönüyor. Ortamın sıcaklığı 32 dereceleri bulursa yumurtadan dişi, 26’lara inerse erkek kaplumbağa çıkıyor. 2008 yılında yaklaşık 20 bin yumurta bırakılmış. Bunların 7 bini küçük adımlarla denize ulaşmayı başaran yavru “Caretta”lara dönüşmüş. İstatistiklere göre bu 7 bin yavrudan ergen kaplumbağa olacakların sayısı 30 ile 50 arasında. Yani, oran binde 3 ile 5.
Özel Çevre Koruma Bölgesi görevlileri ve Pamukkale Üniversitesi’nden Biyoloji Bölümü öğretim üyelerinden Doç Dr. Yakup Kaska önderliğinde bir grup öğrenci ise yumurtlama dönemi boyunca geceleri kumsalı dolaşıp, yuvaları tilki ve martılardan korumak için özel kafeslerle koruyor. Rehabilitasyon Merkezi’nde de çalışan gençler, Dalyan Deltası’ndaki Nil kaplumbağaları ve Caretta’ların korunması ile izlenmesi için 2008’de 129 bin YTL bütçe ayrılmış. Bölge bu yatırım ve emeğin karşılığını ise her yıl Dalyan’ı ziyaret eden 500 bin turistten alıyor.
***
“Belediye başkanları hapse düşebilir”
Göçek-Dalyan Özel Çevre Koruma bölgelerini inceleyen Çevre Bakanı Veysel Eroğlu, sahil şeridindeki kaçak yapıların mutlaka yıkılacağını, buna göz yuman belediye başkanlarının da görevden alınacağını söyledi. Muğla bölgesinde uydu aracılığıyla kaçak yapıların tarandığını belirten Eroğlu, “Kaçak yapıya göz yuman, imar planına uygun olmadığı halde izin veren belediye başkanlarını açık bir şekilde uyarayım. Kanuna aykırı işlem yaptıkları için İçişleri Bakanlığı gereğini yapar, görevden alınabilir, hapse de düşebilirler” dedi.
Özgür Gürbüz-Gazete Habertürk / 14 Haziran 2009 *
Türkiye’deki 14 Özel Çevre Koruma Bölgesi’nden biri olan Dalyan’ın İztuzu sahili, Caretta Caretta olarak bilinen onlarca deniz kaplumbağaları her yıl ev sahipliği yapıyor. Yumurtalarını bırakmak için onlarca kilometre yolu kat ederek İztuzu’na gelen kaplumbağalar gece yumurtalarını bırakıp denize geri dönüyor. Cumartesi sabah erken saatlerde ise yaklaşık bir yıl önce ağzında olta ve başında bir yarayla bulunan Nazlı adlı kaplumbağa, özel hasta havuzundan denize doğru yola çıktı. Dalyan’daki Deniz Kaplumbağaları Araştırma, Kurtarma, Rehabilitasyon ve Bilgilendirme Merkezi’nde tedavi edildikten sonra denize bırakılan ve Nazlı adı verilen kaplumbağayı Merkez’de ziyaret eden Çevre ve Orman Balanı Veysel Eroğlu, Nazlı’nın denize doğru taşınmasına da yardım etti. İztuzu’nda kumsala bırakılan Nazlı, medya ve devlet erkanının ilgisi nedeniyle önce bir nazlandı ama yüzünü vuran ilk küçük dalgayla Akdeniz’in yolunu tuttu. Eroğlu daha sonra, kumsala yumurta bırakan bir kaplumbağayı izledi ve ona kızının adı olan Ayşenur adını verdi.
32 derecede dişi, 26’da erkek oluyorlar
İribaş olarak da bilinen “Caretta caretta”lar dünyada neslini sürdürebilen sekiz deniz kaplumbağası türünden biri. Sadece Akdeniz’de yuvalayan Caretta’lar, sesten ve ışıktan uzak, gerekli iklim koşullarına uygun olduğu için her yıl Mayıs-Ekim ayları arasında İztuzu Plajı’nın yolunu tutuyor. Kumsalın denize yakın ıslak bölümünü geçen kaplumbağalar, daha içerideki sıcak kumları severse, arka ayaklarıyla 50-60 cm derinliğinde bir çukur kazıp pinpon topu büyüklüğünde 50-150 yumurta bırakıyor. Her 2-3 yılda bir buna benzer 3-5 yuva yapan dişi kaplumbağalar daha sonra denize dönüyor. Ortamın sıcaklığı 32 dereceleri bulursa yumurtadan dişi, 26’lara inerse erkek kaplumbağa çıkıyor. 2008 yılında yaklaşık 20 bin yumurta bırakılmış. Bunların 7 bini küçük adımlarla denize ulaşmayı başaran yavru “Caretta”lara dönüşmüş. İstatistiklere göre bu 7 bin yavrudan ergen kaplumbağa olacakların sayısı 30 ile 50 arasında. Yani, oran binde 3 ile 5.
Özel Çevre Koruma Bölgesi görevlileri ve Pamukkale Üniversitesi’nden Biyoloji Bölümü öğretim üyelerinden Doç Dr. Yakup Kaska önderliğinde bir grup öğrenci ise yumurtlama dönemi boyunca geceleri kumsalı dolaşıp, yuvaları tilki ve martılardan korumak için özel kafeslerle koruyor. Rehabilitasyon Merkezi’nde de çalışan gençler, Dalyan Deltası’ndaki Nil kaplumbağaları ve Caretta’ların korunması ile izlenmesi için 2008’de 129 bin YTL bütçe ayrılmış. Bölge bu yatırım ve emeğin karşılığını ise her yıl Dalyan’ı ziyaret eden 500 bin turistten alıyor.
***
“Belediye başkanları hapse düşebilir”
Göçek-Dalyan Özel Çevre Koruma bölgelerini inceleyen Çevre Bakanı Veysel Eroğlu, sahil şeridindeki kaçak yapıların mutlaka yıkılacağını, buna göz yuman belediye başkanlarının da görevden alınacağını söyledi. Muğla bölgesinde uydu aracılığıyla kaçak yapıların tarandığını belirten Eroğlu, “Kaçak yapıya göz yuman, imar planına uygun olmadığı halde izin veren belediye başkanlarını açık bir şekilde uyarayım. Kanuna aykırı işlem yaptıkları için İçişleri Bakanlığı gereğini yapar, görevden alınabilir, hapse de düşebilirler” dedi.
Hatasız nükleer olmaz!
Finlandiya’nın nükleer hatası ...
Özgür Gürbüz - Karga Mecmua / Haziran 2009
1978 yılında ABD’de meydana gelen Üç Mil Adası (Three Mile Island) kazası, ardından dünya tarihine adını gelmiş geçmiş en büyük teknoloji felaketi olarak yazdıran Çernobil. Bu iki kaza zaten nükleer atıklar ve yüksek elektrik üretim maliyetleriyle başı iyice dertte olan sektöre adeta öldürücü darbeyi vurmuştu. Çernobil’den bu yana gerileme dönemine giren nükleer enerji, doğalgaz krizlerini, yüksek petrol fiyatlarını bahane ederek yeniden atağa kalktı. Çernobil’i anımsamayan bir kuşak ve eski defterlerin karıştırılmaması tek dilekleriydi. Bu dilek bir ölçüde tuttu, bahsettikleri gibi bir “nükleer rönesans” gerçekleşemedi ama işsizlikten kırılan ve neredeyse Fransa ve birkaç Asya ülkesi dışında sipariş alamayan nükleer endüstri bu sayede iflastan dönmüş oldu.
“Huylu huyundan vazgeçmez” misali, nükleer enerjinin geri dönüşü de altın çağını yaşadığı yıllardaki gibi sorunlu oldu. Koparılan onca gürültüye rağmen Batı Avrupa’da sadece iki nükleer reaktörün inşası sürüyor. Biri, nükleerden yıllardır taviz vermeyen ve nükleer reaktör satmak için bizzat cumhurbaşkanları Sarkozy’yi bir pazarlamacı gibi görevlendiren Fransa. Fransa’daki reaktör inşaatının nasıl gittiği hakkında çok detaylı bilgi almak, yıllardır bu konuda gizliliğini sürdüren devlet kontrolündeki nükleer sektör yüzünden pek mümkün değil. Buna karşın, dünyanın nükleer teknoloji konusunda örnek gösterilen Fransız Areva şirketi tarafından Finlandiya’da inşa edilen 1600 MW kurulu güçteki reaktörü hakkında oldukça fazla bilgiye ulaşmak mümkün. Ülkemizde medyanın ticari ilişkiler nedeniyle neredeyse hiç değinmediği bu haberler, nükleer rönesans masalının, Finlandiya’da nasıl bir kabusa dönüştüğünü gösteriyor.
Elektrik üretemedi ama 4 milyar avro zarar etti
Olkiluoto’daki 3 numaralı reaktörün inşası 2005 yılında başladı. Bittiğinde Avrupa’nın ilk üçüncü kuşak nükleer reaktörü olması bekleniyor. Yalnız inşaatın ne zaman biteceği pek belli değil. Dört yıldır üzerinde çalışılmasına rağmen, Finlandiya otoritelerinin aradığı güvenlik standartları hala sağlanamadı. Bu nedenle inşaat birkaç kez gözden geçirildi, bazı bölümlerin yeniden yapılması istendi. Normal şartlarda reaktörün bu yaza bitmesi gerekiyordu, halbuki şu anda görünen en erken tarih 2012. Bu gecikmenin maliyeti, üretilemeyen elektrik enerjisiyle birlikte 4 milyar avroyu buluyor. Santralin maliyetinin firma tarafından inşaattan önce 3 milyar avro olarak açıklandığını da anımsatmakta fayda var. İşin komik tarafı, gecikme ve yapılan hatalardan dolayı ortaya çıkan 4 milyar avroluk (lütfen bu rakamı tekrar tekrar okuyun) ek maliyet yüzünden reaktörü tasarlayan ve inşa eden Areva-Siemens konsorsiyomu ile Finlandiya’daki reaktörü sipariş eden TVO’nun bu bedeli kimin ödeyeceği üzerine tahkimlik olması. Sonuçta faturanın Finlandiya vatandaşlarına pahalı elektrik yoluyla çıkacağıysa ortada.
Tasarım hatası
Bu işin komik tarafıydı. İşin daha komik tarafı ise dünyanın en iyi nükleer teknolojisine sahip olduğu iddia edilen firmanın, tasarımını yaptığı üçüncü jenerasyon nükleer reaktörlerin tam anlamasıyla çuvallaması. Bu teknolojinin her derde deva olduğunu söyleyen atom mühendislerinden ülkemizde de çok sayıda bulunduğunu anımsatmakta yarar var. Finlandiya Nükleer Güvenlik Otoritesi (STUK), en son yaptığı uyarıda, daha önce de dikkat çektiği ana soğutma borularındaki kaynaklarda yine hatalar tespit etti (Bu borulara daha önce de üç kez kaynak yapıldığı belirtiliyor). Finlandiya’da bir televizyon kanalı, STUK’tan Areva’ya yazılmış bir mektubu kamuoyuna açıkladı. Greenpeace tarafından Türkiye’deki medyaya da gönderilen bu mektupta, STUK, Areva’dan temel nükleer güvenlik ilkelerine uygun bir tasarım beklentisi içerisinde olduğunu söylüyor. Yani, bütün olan biten tasarım hatası diyor. Bu da, Türkiye gibi, nükleer enerjiyi gerçekten tartıp biçmeden baştacı yapmaya çalışan ülkelere önerilen “son model” reaktörlerin ne durumda olduğunu gösteren iyi bir örnek.
Bildiğiniz gibi Mersin’in Akkuyu beldesine yapılmak istenen bir nükleer reaktör var ve ihale tüm olumsuzluklara rağmen garip bir şekilde sonuçlandırılamıyor. İhalede verilen fiyatı pahalı bulan nükleerciler, yukarıdaki tabloyu nasıl yorumluyor bilmiyorum ama Finlandiya’da yaşanan bir istisna değil. Bugün, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın inşası süren santraller listesinde yer alan Attucha-2 reaktörünün 1981 yılından bu yana bitirilemediğini ve bu listede yer aldığını biliyor muydunuz? Arjantin’in zararı, on milyarlarca dolar olarak tahmin ediliyor. Hatalardan ders çıkarmak iyidir ama bazen çok pahalıya mal olabilir. Türkiye’nin ortada alınacak bu kadar ders varken “nükleer hata” yapmasına engel olmak hepimizin görevi olmalı. Eğer bu memlekette yaşamaya niyetliysek...
Özgür Gürbüz - Karga Mecmua / Haziran 2009
1978 yılında ABD’de meydana gelen Üç Mil Adası (Three Mile Island) kazası, ardından dünya tarihine adını gelmiş geçmiş en büyük teknoloji felaketi olarak yazdıran Çernobil. Bu iki kaza zaten nükleer atıklar ve yüksek elektrik üretim maliyetleriyle başı iyice dertte olan sektöre adeta öldürücü darbeyi vurmuştu. Çernobil’den bu yana gerileme dönemine giren nükleer enerji, doğalgaz krizlerini, yüksek petrol fiyatlarını bahane ederek yeniden atağa kalktı. Çernobil’i anımsamayan bir kuşak ve eski defterlerin karıştırılmaması tek dilekleriydi. Bu dilek bir ölçüde tuttu, bahsettikleri gibi bir “nükleer rönesans” gerçekleşemedi ama işsizlikten kırılan ve neredeyse Fransa ve birkaç Asya ülkesi dışında sipariş alamayan nükleer endüstri bu sayede iflastan dönmüş oldu.
“Huylu huyundan vazgeçmez” misali, nükleer enerjinin geri dönüşü de altın çağını yaşadığı yıllardaki gibi sorunlu oldu. Koparılan onca gürültüye rağmen Batı Avrupa’da sadece iki nükleer reaktörün inşası sürüyor. Biri, nükleerden yıllardır taviz vermeyen ve nükleer reaktör satmak için bizzat cumhurbaşkanları Sarkozy’yi bir pazarlamacı gibi görevlendiren Fransa. Fransa’daki reaktör inşaatının nasıl gittiği hakkında çok detaylı bilgi almak, yıllardır bu konuda gizliliğini sürdüren devlet kontrolündeki nükleer sektör yüzünden pek mümkün değil. Buna karşın, dünyanın nükleer teknoloji konusunda örnek gösterilen Fransız Areva şirketi tarafından Finlandiya’da inşa edilen 1600 MW kurulu güçteki reaktörü hakkında oldukça fazla bilgiye ulaşmak mümkün. Ülkemizde medyanın ticari ilişkiler nedeniyle neredeyse hiç değinmediği bu haberler, nükleer rönesans masalının, Finlandiya’da nasıl bir kabusa dönüştüğünü gösteriyor.
Elektrik üretemedi ama 4 milyar avro zarar etti
Olkiluoto’daki 3 numaralı reaktörün inşası 2005 yılında başladı. Bittiğinde Avrupa’nın ilk üçüncü kuşak nükleer reaktörü olması bekleniyor. Yalnız inşaatın ne zaman biteceği pek belli değil. Dört yıldır üzerinde çalışılmasına rağmen, Finlandiya otoritelerinin aradığı güvenlik standartları hala sağlanamadı. Bu nedenle inşaat birkaç kez gözden geçirildi, bazı bölümlerin yeniden yapılması istendi. Normal şartlarda reaktörün bu yaza bitmesi gerekiyordu, halbuki şu anda görünen en erken tarih 2012. Bu gecikmenin maliyeti, üretilemeyen elektrik enerjisiyle birlikte 4 milyar avroyu buluyor. Santralin maliyetinin firma tarafından inşaattan önce 3 milyar avro olarak açıklandığını da anımsatmakta fayda var. İşin komik tarafı, gecikme ve yapılan hatalardan dolayı ortaya çıkan 4 milyar avroluk (lütfen bu rakamı tekrar tekrar okuyun) ek maliyet yüzünden reaktörü tasarlayan ve inşa eden Areva-Siemens konsorsiyomu ile Finlandiya’daki reaktörü sipariş eden TVO’nun bu bedeli kimin ödeyeceği üzerine tahkimlik olması. Sonuçta faturanın Finlandiya vatandaşlarına pahalı elektrik yoluyla çıkacağıysa ortada.
Tasarım hatası
Bu işin komik tarafıydı. İşin daha komik tarafı ise dünyanın en iyi nükleer teknolojisine sahip olduğu iddia edilen firmanın, tasarımını yaptığı üçüncü jenerasyon nükleer reaktörlerin tam anlamasıyla çuvallaması. Bu teknolojinin her derde deva olduğunu söyleyen atom mühendislerinden ülkemizde de çok sayıda bulunduğunu anımsatmakta yarar var. Finlandiya Nükleer Güvenlik Otoritesi (STUK), en son yaptığı uyarıda, daha önce de dikkat çektiği ana soğutma borularındaki kaynaklarda yine hatalar tespit etti (Bu borulara daha önce de üç kez kaynak yapıldığı belirtiliyor). Finlandiya’da bir televizyon kanalı, STUK’tan Areva’ya yazılmış bir mektubu kamuoyuna açıkladı. Greenpeace tarafından Türkiye’deki medyaya da gönderilen bu mektupta, STUK, Areva’dan temel nükleer güvenlik ilkelerine uygun bir tasarım beklentisi içerisinde olduğunu söylüyor. Yani, bütün olan biten tasarım hatası diyor. Bu da, Türkiye gibi, nükleer enerjiyi gerçekten tartıp biçmeden baştacı yapmaya çalışan ülkelere önerilen “son model” reaktörlerin ne durumda olduğunu gösteren iyi bir örnek.
Bildiğiniz gibi Mersin’in Akkuyu beldesine yapılmak istenen bir nükleer reaktör var ve ihale tüm olumsuzluklara rağmen garip bir şekilde sonuçlandırılamıyor. İhalede verilen fiyatı pahalı bulan nükleerciler, yukarıdaki tabloyu nasıl yorumluyor bilmiyorum ama Finlandiya’da yaşanan bir istisna değil. Bugün, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın inşası süren santraller listesinde yer alan Attucha-2 reaktörünün 1981 yılından bu yana bitirilemediğini ve bu listede yer aldığını biliyor muydunuz? Arjantin’in zararı, on milyarlarca dolar olarak tahmin ediliyor. Hatalardan ders çıkarmak iyidir ama bazen çok pahalıya mal olabilir. Türkiye’nin ortada alınacak bu kadar ders varken “nükleer hata” yapmasına engel olmak hepimizin görevi olmalı. Eğer bu memlekette yaşamaya niyetliysek...
Kopenhag zirvesine hazır mıyız?
Kyoto Protokolü’nün yerini alacak yeni anlaşma yıl sonunda şekillenecek ve ülkelerin hangi oranda seragazı indirimi yapacağı belli olacak. Bu konuda ilk net açıklama Avustralya’dan geldi. Avustralya, seragazı salımlarını 2020 yılında 2000 yılının yüzde 25 altına çekmeyi kabul ediyor.
Özgür Gürbüz-Gazete Habertürk/8 Haziran 2009
Danimarka’nın başkenti Kopenhag, yıl sonunda ya tarihi bir anlaşmaya sahne olacak ya da tarihi bir hayal kırıklığına. Kyoto Protokolü’nün yerini alacak yeni anlaşma, ülkelerin küresel ısınmayı durdurmak için 2012 sonrası neler yapması gerektiğini karar bağlayacak. Ülkelerin sorumluluklarının ne olacağı hakkında tartışmalar süredursun, Avustralya, seragazı salımlarını 2020 yılında 2000 yılının yüzde 25 altına çekmeyi önererek hedef önerisini kamuoyuna duyurdu. İklim değişikliği konusu Avustralya’da sert tartışmalara neden olmuş, bir önceki seçimde merkez sağ hükümetin Kyoto karşıtı tutumu, iktidarı elden kaçırmasının nedenlerinden biri olarak yorumlanmıştı.
İklim değişikliği bakanı
Avustralya’nın İklim Değişikliği Bakanı Senator Penny Wong “Avustralya için risk büyük. Gelecekteki refahımız ve eşsiz doğamızın akıbeti uluslararası düzeyde anlaşma yapılmasına bağlı” açıklamasını yapıyor. Çözüm yollarından birinin ormanları korumak olduğunu söyleyen Wong, “Ormanların tahrip edilmesi küresel sera gazı salınımlarının yüzde 18’ini oluşturmakta. Gelişmekte olan ülkelerdeki ormanların yok olmasına yol açan ekonomik zorunluluk yerine, ormanların korunmasını özendirmeliyiz” diyor. Avustralya karbondioksit gazının yakalanıp yeraltına gömülmesine yönelik teknolojilere de önlem paketi içerisinde yer veriyor ve iki milyar Avustralya doları ederinde bir yatırım planlıyor.
Taslak metin tartışılıyor
Öte yandan, ülkelerden gelen önerilerin derlenmesiyle oluşan Kyoto’nun yerini alacak metin de şekillenmeye başladı. Taslak metinde, 2020 yılına kadar seragazı emisyonlarını 1990 yılının yüzde 25 ile 45 oranında aşağı çekilmesini isteyen farklı hedefler var. 2050 yılında ise yine 1990 yılına göre seragazı emisyonlarını en az yüzde 75 azaltmayı hedefleyen öneriler var. Protokole taraf olan ülkeler, 7-18 Aralık tarihlerinde Kopenhag’ta yapılacak büyük buluşma öncesinde bir dizi toplantı yaparak bu farklı hedefler üzerinde bir anlaşmaya varmaya çalışacak. Tek tartışma konusu indirim oranının ne olacağı da değil. İndirimin öncelikli olarak hangi ülkeler tarafından yapılacağı, hedeflerden daha çok tartışılıyor. Üye ülkelerin verdiği önerilerle oluşturulan taslak metinde, sorumluluğun Kyoto’da olduğu gibi sadece “kalkınmış ülkeler” tarafından alınıp alınmayacağı henüz belli değil.
Üzerinde ciddi tartışmaların olacağı bir başka konu da atmosferdeki karbondioksit konsantrasyonunun nerede sınırlandırılacağıyla ilgili. Birçok bilim insanı halihazırda dünyanın ortalama sıcaklığında meydana gelen 0,8 derecelik artışın 2 dereceyi geçmesi halinde geri dönülemez bir noktaya gelineceğini söylüyor. Bunun için de atmosferdeki seragazı konsantrasyonunun 400 ile 450 ppm (CO2 eşdeğeri) arasında sınırlandırılmasını öne sürenler de var. Daha sıkı tedbirler alınmasını isteyen bir başka öneri ise sıcaklığı en fazla 1,5 dereceye kadar arttırmayı, buna bağlı olarak konsantrasyon miktarını da 350 ppm’de sabitlemeyi öneriyor. Yine, Kyoto’dan farklı olarak indirim hedeflerinin, ülkelerin atmosfere bıraktıkları toplam emisyon miktarı yerine kişi başına düşen emisyon miktarından yapılması da öneriler arasında.
Türkiye’nin önerisi metinde yok
Üye ülkelerin önerilerinden oluşan taslakta Türkiye’nin kendisini tanımladığı ve gelişmiş ülkelerden farklı bir hedef verilmesini istediği, “İleri Gelişmiş Ülkeler” grubu yer almıyor. Türkiye’nin bu aşamadan sonra nasıl bir strateji izleyeceği ise merak konusu. Bilindiği gibi Türkiye, en son verilere göre 2007 yılı sonunda seragazı emisyon miktarını 372 milyon tona kadar çıkarmış, böylece 1990 ylına göre yüzde 119 oranında bir artışa imza atmıştı.
Özgür Gürbüz-Gazete Habertürk/8 Haziran 2009
Danimarka’nın başkenti Kopenhag, yıl sonunda ya tarihi bir anlaşmaya sahne olacak ya da tarihi bir hayal kırıklığına. Kyoto Protokolü’nün yerini alacak yeni anlaşma, ülkelerin küresel ısınmayı durdurmak için 2012 sonrası neler yapması gerektiğini karar bağlayacak. Ülkelerin sorumluluklarının ne olacağı hakkında tartışmalar süredursun, Avustralya, seragazı salımlarını 2020 yılında 2000 yılının yüzde 25 altına çekmeyi önererek hedef önerisini kamuoyuna duyurdu. İklim değişikliği konusu Avustralya’da sert tartışmalara neden olmuş, bir önceki seçimde merkez sağ hükümetin Kyoto karşıtı tutumu, iktidarı elden kaçırmasının nedenlerinden biri olarak yorumlanmıştı.
İklim değişikliği bakanı
Avustralya’nın İklim Değişikliği Bakanı Senator Penny Wong “Avustralya için risk büyük. Gelecekteki refahımız ve eşsiz doğamızın akıbeti uluslararası düzeyde anlaşma yapılmasına bağlı” açıklamasını yapıyor. Çözüm yollarından birinin ormanları korumak olduğunu söyleyen Wong, “Ormanların tahrip edilmesi küresel sera gazı salınımlarının yüzde 18’ini oluşturmakta. Gelişmekte olan ülkelerdeki ormanların yok olmasına yol açan ekonomik zorunluluk yerine, ormanların korunmasını özendirmeliyiz” diyor. Avustralya karbondioksit gazının yakalanıp yeraltına gömülmesine yönelik teknolojilere de önlem paketi içerisinde yer veriyor ve iki milyar Avustralya doları ederinde bir yatırım planlıyor.
Taslak metin tartışılıyor
Öte yandan, ülkelerden gelen önerilerin derlenmesiyle oluşan Kyoto’nun yerini alacak metin de şekillenmeye başladı. Taslak metinde, 2020 yılına kadar seragazı emisyonlarını 1990 yılının yüzde 25 ile 45 oranında aşağı çekilmesini isteyen farklı hedefler var. 2050 yılında ise yine 1990 yılına göre seragazı emisyonlarını en az yüzde 75 azaltmayı hedefleyen öneriler var. Protokole taraf olan ülkeler, 7-18 Aralık tarihlerinde Kopenhag’ta yapılacak büyük buluşma öncesinde bir dizi toplantı yaparak bu farklı hedefler üzerinde bir anlaşmaya varmaya çalışacak. Tek tartışma konusu indirim oranının ne olacağı da değil. İndirimin öncelikli olarak hangi ülkeler tarafından yapılacağı, hedeflerden daha çok tartışılıyor. Üye ülkelerin verdiği önerilerle oluşturulan taslak metinde, sorumluluğun Kyoto’da olduğu gibi sadece “kalkınmış ülkeler” tarafından alınıp alınmayacağı henüz belli değil.
Üzerinde ciddi tartışmaların olacağı bir başka konu da atmosferdeki karbondioksit konsantrasyonunun nerede sınırlandırılacağıyla ilgili. Birçok bilim insanı halihazırda dünyanın ortalama sıcaklığında meydana gelen 0,8 derecelik artışın 2 dereceyi geçmesi halinde geri dönülemez bir noktaya gelineceğini söylüyor. Bunun için de atmosferdeki seragazı konsantrasyonunun 400 ile 450 ppm (CO2 eşdeğeri) arasında sınırlandırılmasını öne sürenler de var. Daha sıkı tedbirler alınmasını isteyen bir başka öneri ise sıcaklığı en fazla 1,5 dereceye kadar arttırmayı, buna bağlı olarak konsantrasyon miktarını da 350 ppm’de sabitlemeyi öneriyor. Yine, Kyoto’dan farklı olarak indirim hedeflerinin, ülkelerin atmosfere bıraktıkları toplam emisyon miktarı yerine kişi başına düşen emisyon miktarından yapılması da öneriler arasında.
Türkiye’nin önerisi metinde yok
Üye ülkelerin önerilerinden oluşan taslakta Türkiye’nin kendisini tanımladığı ve gelişmiş ülkelerden farklı bir hedef verilmesini istediği, “İleri Gelişmiş Ülkeler” grubu yer almıyor. Türkiye’nin bu aşamadan sonra nasıl bir strateji izleyeceği ise merak konusu. Bilindiği gibi Türkiye, en son verilere göre 2007 yılı sonunda seragazı emisyon miktarını 372 milyon tona kadar çıkarmış, böylece 1990 ylına göre yüzde 119 oranında bir artışa imza atmıştı.
Hava kirliliği alarm veriyor, uçağa binen sayısı artıyor
Özgür Gürbüz-Gazete Habertürk / 8 Haziran 2009
TMMOB Çevre Mühendisleri Odası (ÇMO), 2009 yılı Çevre Durum Raporu’nu her yıl olduğu gibi yine 5 Haziran Dünya Çevre Günü’nde açıkladı. Raporda artan enerji tüketimi sonucu giderek hızlanan iklim değişikliğinin sonuçlarına özellikle dikkat çekiliyor. Gelişmiş ülkelerde kişi başına fosil yakıt kullanımının arttığına dikkat çeken Çevre Mühendisleri, 1990-2003 yılları arasında uçakla yapılan seyahatlerdeki yüzde 80’e varan artışa dikkat çekiyor. Raporun ana başlıkları şöyle:
Küresel ısınma korkutuyor
Ortalama küresel sıcaklık, 1906’dan beri yaklaşık 0.74°C arttı. Bu yüzyıl içinde öngörülen yükselme ise 1,8°C ile 4°C arasında. Bazı bilim insanları 2°C’lik yükselmenin, büyük ve geri çevrilemez tahribat durumuna gelmeden önceki, eşik değer olduğuna inanıyor. Daha yüksek sıcaklıkların, ishal ve sıtma gibi salgın hastalıkların şiddetini arttıracağı ve küresel anlamda, besin üretimini azalacağı düşünülmekte.
Havada ve mevzuatta sorun var
Geçtiğimiz yıl, hava kirliliğinin önceki yıllara göre daha fazla gündeme gelmesine dikkat çekilen raporda, AB’ye uyum için yapılan mevzuat değişikliğinin de sorunlu olduğunun altı çiziliyor. ÇMO, hava kirliliğini, kentlerimizde hızlı nüfus artışı ve plansız büyüme ile birlikte siyasi iktidarın enerjiden sanayiye, ulaşımdan denetim süreçlerine kadar daha pek çok alanda izlediği yanlış ve eksik politikaların sonuçlarından sadece birisi olarak niteliyor.
Su politikaları değişiyor
Doğal yaşam için en temel ihtiyaçlardan biri olan suyun, artan nüfus ve plansız büyüme ile birlikte tükenmeye başlaması, kullanılabilir-içilebilir temiz suya erişimde yaşanan sorunlar ve suyun “ticari bir meta” olarak görülmeye başlaması su politikalarını değiştiriyor. 20. yüzyılda dünya nüfusu 4 kat artarken su ihtiyacının 9 kat artmış olması ve yine aynı dönemde endüstrinin kullandığı su miktarının 40 kat artmış olması su kıtlığını nüfus artışına bağlayan iddiaları yalanlıyor.
Kentli nüfusu artıyor, kentler çarpıklaşıyor
Türkiye hızlı ancak sağlıksız ve çarpık kentleşiyor. 1960’dan 2000’lere geçen süre içinde, kentli nüfus 7 milyondan 45-50 milyona yükseldi. Böyle büyük bir artış, kentlerde yaşayanların kentlileşmesini değil, daha çok “kırın kente taşınması” sorununu beraberinde getirdi. ÇMO, “Sanayileşme ve kalkınma, kentleşmenin önünde değil, arkasında kalmıştır” tespitini yaparken bu durumun birçok kentsel ve çevresel soruna zemin hazırladığını söylüyor.
TMMOB Çevre Mühendisleri Odası (ÇMO), 2009 yılı Çevre Durum Raporu’nu her yıl olduğu gibi yine 5 Haziran Dünya Çevre Günü’nde açıkladı. Raporda artan enerji tüketimi sonucu giderek hızlanan iklim değişikliğinin sonuçlarına özellikle dikkat çekiliyor. Gelişmiş ülkelerde kişi başına fosil yakıt kullanımının arttığına dikkat çeken Çevre Mühendisleri, 1990-2003 yılları arasında uçakla yapılan seyahatlerdeki yüzde 80’e varan artışa dikkat çekiyor. Raporun ana başlıkları şöyle:
Küresel ısınma korkutuyor
Ortalama küresel sıcaklık, 1906’dan beri yaklaşık 0.74°C arttı. Bu yüzyıl içinde öngörülen yükselme ise 1,8°C ile 4°C arasında. Bazı bilim insanları 2°C’lik yükselmenin, büyük ve geri çevrilemez tahribat durumuna gelmeden önceki, eşik değer olduğuna inanıyor. Daha yüksek sıcaklıkların, ishal ve sıtma gibi salgın hastalıkların şiddetini arttıracağı ve küresel anlamda, besin üretimini azalacağı düşünülmekte.
Havada ve mevzuatta sorun var
Geçtiğimiz yıl, hava kirliliğinin önceki yıllara göre daha fazla gündeme gelmesine dikkat çekilen raporda, AB’ye uyum için yapılan mevzuat değişikliğinin de sorunlu olduğunun altı çiziliyor. ÇMO, hava kirliliğini, kentlerimizde hızlı nüfus artışı ve plansız büyüme ile birlikte siyasi iktidarın enerjiden sanayiye, ulaşımdan denetim süreçlerine kadar daha pek çok alanda izlediği yanlış ve eksik politikaların sonuçlarından sadece birisi olarak niteliyor.
Su politikaları değişiyor
Doğal yaşam için en temel ihtiyaçlardan biri olan suyun, artan nüfus ve plansız büyüme ile birlikte tükenmeye başlaması, kullanılabilir-içilebilir temiz suya erişimde yaşanan sorunlar ve suyun “ticari bir meta” olarak görülmeye başlaması su politikalarını değiştiriyor. 20. yüzyılda dünya nüfusu 4 kat artarken su ihtiyacının 9 kat artmış olması ve yine aynı dönemde endüstrinin kullandığı su miktarının 40 kat artmış olması su kıtlığını nüfus artışına bağlayan iddiaları yalanlıyor.
Kentli nüfusu artıyor, kentler çarpıklaşıyor
Türkiye hızlı ancak sağlıksız ve çarpık kentleşiyor. 1960’dan 2000’lere geçen süre içinde, kentli nüfus 7 milyondan 45-50 milyona yükseldi. Böyle büyük bir artış, kentlerde yaşayanların kentlileşmesini değil, daha çok “kırın kente taşınması” sorununu beraberinde getirdi. ÇMO, “Sanayileşme ve kalkınma, kentleşmenin önünde değil, arkasında kalmıştır” tespitini yaparken bu durumun birçok kentsel ve çevresel soruna zemin hazırladığını söylüyor.
Enerji sahası diye SİT alanını sattılar
Başbakan’ın çocuklarını ABD’de okutmasıyla gündeme gelen Gürmen Grup’un (Ramsey) sahibi Remzi Gür’ün şirketi, ihalesini kazandığı jeotermal enerji sahasının SİT alanı çıkması üzerine MTA ile mahkemelik oldu. Gür’ün verdiği 450 bin dolarlık tazminata MTA el koydu.
Özgür Gürbüz-Gazete Habertürk / 7 Haziran 2009 *
Jeotermal enerji sahalarının özelleştirilmesi kapsamında geçtiğimiz Kasım ayında yapılan ihalede Aydın-Sultanhisar sahasını İşadamı Remzi Gür'ün şirketi Gökkale Tarım Gıda Enerji Madencilik Ltd. Şirketi kazandı. Gökkale firması, Başbakan Erdoğan’ın çocuklarını Amerika’da okutmasıyla da bilinen Remzi Gür’e ait. Gür, ihaleyi kazanmasına rağmen bölgenin SİT alanı olması nedeniyle kuyu açamayacağını öğrenince şok yaşadı. 3 Kasım 2008 tarihinde açık arttırmayla yapılan ihaleyi kazanan firma, 450 bin dolar tutarındaki tazminatı yatırdı ve çalışmalara başladı. İlk incelemelerde söz konusu sahanın Maden Tetkik ve Arama Genel Müdürlüğü’nün (MTA) belirttiği gibi 20 megavat (MW) kurulu güce değil 10 MW’lık bir kurulu güç potansiyeline sahip olduğu anlaşıldı.
Kuyu açılamaz
Firma, ikinci şoku, Sultanhisar’da bulunan iki kuyu ile sonradan açılması planlanan kuyuların birinci, ikinci ve üçüncü dereceden SİT alanları içerisinde kaldığının anlaşılmasıyla yaşadı. Gökkale Ltd. Operasyon Direktörü Dr.Hakan Berooğlu, “Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu onay vermezse bu sahalarda çalışma yapılması ve kuyu açılması için mümkün değil” diyor. Kapasite ve SİT alanıyla ilgili sorunlar nedeniyle ileri tetkikler yapmaya karar veren firma, MTA’ya sözleşme yapma süresinin uzatılması için başvurdu. Başvuruya olumlu yanıt vermeyen MTA, 450 bin dolarlık teminata da el koydu. Bunun üzerine Gökkale Ltd. ve MTA davalık oldu.
Enerjiden vazgeçmiyor
Basın bildirisi ile ihale günü arasındaki zaman diliminin çok kısa olması nedeniyle projenin rantabilite hesabını, basın bildirisinde belirtilen “minimum 20 MW” tabirine göre yaptıklarını belirten Beroğlu, “MTA'nın teminatımıza el koyması üzerine dava açtık” diyor. Berooğlu, jeotermal enerji ihalelerindeki mevcut şartların değiştirilip, hidroelektrik santraller için benimsenen katkı payı yöntemine geçilmesinin daha doğru olacağını belirtiyor. Katkı payı yönteminde ihaleyi, üretilen elektriğin satışından devlete en büyük payı bırakmayı taahhüt eden firma kazanıyor. “Bu yöntemde jeotermal alanların ihalesindeki gibi ihalenin kazanılması ile milyonlarca dolarlık ruhsat bedeli ödenmemekte. Özel sektör kaynakları, çok yüksek maliyet içeren santralin kurulmasına aktarılabilmektedir” diyen Berooğlu, “Jeotermal alanların özel sektör tarafından daha iyi kullanılabilmesi için bünyesinde çok iyi uzmanlar bulunduran MTA'nın ihale edeceği alanları çok daha iyi incelemeli” açıklamasını yapıyor. Firma yetkilileri tüm bu olanlara rağmen enerji alanındaki yatırımlardan vazgeçmediklerini de belirtiyor.
*tam metin
Özgür Gürbüz-Gazete Habertürk / 7 Haziran 2009 *
Jeotermal enerji sahalarının özelleştirilmesi kapsamında geçtiğimiz Kasım ayında yapılan ihalede Aydın-Sultanhisar sahasını İşadamı Remzi Gür'ün şirketi Gökkale Tarım Gıda Enerji Madencilik Ltd. Şirketi kazandı. Gökkale firması, Başbakan Erdoğan’ın çocuklarını Amerika’da okutmasıyla da bilinen Remzi Gür’e ait. Gür, ihaleyi kazanmasına rağmen bölgenin SİT alanı olması nedeniyle kuyu açamayacağını öğrenince şok yaşadı. 3 Kasım 2008 tarihinde açık arttırmayla yapılan ihaleyi kazanan firma, 450 bin dolar tutarındaki tazminatı yatırdı ve çalışmalara başladı. İlk incelemelerde söz konusu sahanın Maden Tetkik ve Arama Genel Müdürlüğü’nün (MTA) belirttiği gibi 20 megavat (MW) kurulu güce değil 10 MW’lık bir kurulu güç potansiyeline sahip olduğu anlaşıldı.
Kuyu açılamaz
Firma, ikinci şoku, Sultanhisar’da bulunan iki kuyu ile sonradan açılması planlanan kuyuların birinci, ikinci ve üçüncü dereceden SİT alanları içerisinde kaldığının anlaşılmasıyla yaşadı. Gökkale Ltd. Operasyon Direktörü Dr.Hakan Berooğlu, “Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu onay vermezse bu sahalarda çalışma yapılması ve kuyu açılması için mümkün değil” diyor. Kapasite ve SİT alanıyla ilgili sorunlar nedeniyle ileri tetkikler yapmaya karar veren firma, MTA’ya sözleşme yapma süresinin uzatılması için başvurdu. Başvuruya olumlu yanıt vermeyen MTA, 450 bin dolarlık teminata da el koydu. Bunun üzerine Gökkale Ltd. ve MTA davalık oldu.
Enerjiden vazgeçmiyor
Basın bildirisi ile ihale günü arasındaki zaman diliminin çok kısa olması nedeniyle projenin rantabilite hesabını, basın bildirisinde belirtilen “minimum 20 MW” tabirine göre yaptıklarını belirten Beroğlu, “MTA'nın teminatımıza el koyması üzerine dava açtık” diyor. Berooğlu, jeotermal enerji ihalelerindeki mevcut şartların değiştirilip, hidroelektrik santraller için benimsenen katkı payı yöntemine geçilmesinin daha doğru olacağını belirtiyor. Katkı payı yönteminde ihaleyi, üretilen elektriğin satışından devlete en büyük payı bırakmayı taahhüt eden firma kazanıyor. “Bu yöntemde jeotermal alanların ihalesindeki gibi ihalenin kazanılması ile milyonlarca dolarlık ruhsat bedeli ödenmemekte. Özel sektör kaynakları, çok yüksek maliyet içeren santralin kurulmasına aktarılabilmektedir” diyen Berooğlu, “Jeotermal alanların özel sektör tarafından daha iyi kullanılabilmesi için bünyesinde çok iyi uzmanlar bulunduran MTA'nın ihale edeceği alanları çok daha iyi incelemeli” açıklamasını yapıyor. Firma yetkilileri tüm bu olanlara rağmen enerji alanındaki yatırımlardan vazgeçmediklerini de belirtiyor.
*tam metin
Kalitesiz kömür devlete 56 milyon dolara mal olmuş
Halen operasyonun devam ettiği Kangal Termik Santrali’nin arıza sicili oldukça kabarık çıktı. Santralin iki ünitesi halen bakımda. Kaza kaynaklı üretim kaybı 2004 yılının tüm üretiminden daha fazla. 1991 yılında devreye giren santralde, EÜAŞ tarafından raporlanan en az üç kaza olduğu ve santralin uzun süre devre dışı kaldığı da ortaya çıktı.
Özgür Gürbüz-Gazete Habertürk /6 Haziran 2009 *
Kangal Termik Santraliİşletme Müdürlüğü ve Koç Holding’e ait Demir Export Kangal Kömür İşletmesine yönelik operasyonlarla gündeme gelen santralin bakıma alınma nedeninin düşük kalorili kömür kullanımı olduğu ortaya çıktı. Birçok kişinin gözaltına alındığı operasyonun amacının, temin edilen ve alımında usulsüzlük yapıldığı ileri sürülen kömürün kalorisinin düşük olduğu öne sürülmüştü. EÜAŞ (Elektrik Üretim A.Ş.) ve TKİ (Türkiye Kömür İşletmeleri) tarafından hazırlanan raporlarda, santralin kuruluş tasarımında yakılacak kömürün 1300 kilokalori/kg ısıl değere sahip olması öngörülmüş. EÜAŞ, santrale verilen kömürün ortalama 1100 kilokalori/kg ısıl değere sahip olduğunu ve kömürün kalorifik değerinin tutturulamamasının santralin verimli çalışmasını engellediğini belirtiyor. Marmara Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Tanay Sıdkı Uyar, “Santrallerin tasarımları kazana girecek kömürün özelliklerine bağlı olarak yapılır. Ona uygun olmayan, tasarım sınırları dışında kömürle beslenirse arızalar olabilir” diyor. Rehabilitasyon çalışmaları da bu savı güçlendiriyor. Üç ünitesi bulunan santralin ünitelerinden biri 1 yıldır, diğeri ise 1 aydır bakımda. Rehabilitasyon kapsamında yapılan bakım çalışmalarında kazan sisteminin yanma veriminin arttırılmasına çalışılıyor. 1 ve 2 numaralı ünitelerin kazanlarının değirmenleri, yakıcılar ve borular komple yenilenecek.
Kazaların devlete zararı 56 milyon dolar
Kangal Termik Santrali’nin arıza konusunda sicili oldukça kabarık. 1991 yılında devreye giren santral, elimize geçen ve EÜAŞ’ın kayıtlarına aldığı ilk arızasını 7 Temmuz 1992 yılında yaşamış. 1 numaralı ünitede, “Kazanda oluşan gaz birikmesi ve bu gazın dışarı sızabilen yanar haldeki kömür parçacıklarının etkisiyle tutuşması” nedeniyle çıkan yangın sonucunda 1 numaralı ünite 439 gün bakımda kalmış. 1993 sonunda tekrar devreye giren 1 numaralı ünitede 2 yıl sonra tekrar aynı nedenden dolayı bir yangın daha çıkmış. Bu defa 126 günde tamir edilen santralin 2 numaralı ünitesi iç ihtiyaç trafosunda da 2005 yılında gevşek bir civata yüzünden bir arıza yaşanmış. Bu üç kaza sonucunda santralin üretilemeyen elektrik bedeli ve tamir masrafları olarak devlete toplam maliyeti, aynı raporlarda 56 milyon 275 bin dolar olarak belirtilmiş. 1992 yılındaki kaza kaynaklı üretim kaybı 2004 yılının tüm üretiminden daha fazla. Bu iki ünite de şimdi bakımda.
“İhalesiz alım yolsuzluk akla getirir”
Transelectro ve Siemens firmaları tarafından gerçekleştirilen bakım işlemleri de hayli maliyetli. Amil-i Mutehassıs sözleşmeyle 56,5 milyon avro üzerinden bakım işlemlerinin yapılması konusunda anlaşmaya varılmış. TMMOB Makina Mühendisleri Odası Enerji Çalışma Grubu Üyesi Haluk Direskeneli, “Kamu çalışmalarında ihalesiz alım ne gerekçe verilirse verilsin, doğru değildir. ‘Yolsuzluk’ akla getirir, kaçınmak gerekir” diyor. TKİ’nin kömür satışlarında artık kömür kalitesinin mekanik ayricilar veya lavvar (yüzdürme) tekniğiyle yükseltildiğini belirten Direskeneli, “Umarım yeni bakanımız bundan sonra ihalesiz alımlara fırsat vermez” açıklamasını yapıyor.
***
Arızalar üretimi aksatıyor
Teorik elektrik üretim kapasitesi yılda 2 milyar 970 milyon kilovatsaat olan Kangal Termik Santrali, arızalar yüzünden elektrik üretiminde dalgalı bir grafik çiziyor. Son yıllarda yükselen üretimin, 2 ünitenin yeniden rehabilitasyona alınmasıyla düşmesi bekleniyor. İşte yıllara göre elektrik üretim rakamları:
YIL ÜRETİM (Kilovatsaat)
2002 2.083.965.000
2003 1.701.450.000
2004 1.491.318.000
2005 2.049.825.000
2006 2.535.422.000
2007 2.745.091.000
1. Ünitede meydana gelen kazalar
Tarih Tamir süresi Üretim kaybı(kWs) Arızanın maliyeti ($)
7 Temmuz 1992 10 bin 546 saat 1.581.900.000 44.739.303
1 Ağustos 1995 3 bin 28 saat 454.200.000 11.510.074
*tam metin
Özgür Gürbüz-Gazete Habertürk /6 Haziran 2009 *
Kangal Termik Santraliİşletme Müdürlüğü ve Koç Holding’e ait Demir Export Kangal Kömür İşletmesine yönelik operasyonlarla gündeme gelen santralin bakıma alınma nedeninin düşük kalorili kömür kullanımı olduğu ortaya çıktı. Birçok kişinin gözaltına alındığı operasyonun amacının, temin edilen ve alımında usulsüzlük yapıldığı ileri sürülen kömürün kalorisinin düşük olduğu öne sürülmüştü. EÜAŞ (Elektrik Üretim A.Ş.) ve TKİ (Türkiye Kömür İşletmeleri) tarafından hazırlanan raporlarda, santralin kuruluş tasarımında yakılacak kömürün 1300 kilokalori/kg ısıl değere sahip olması öngörülmüş. EÜAŞ, santrale verilen kömürün ortalama 1100 kilokalori/kg ısıl değere sahip olduğunu ve kömürün kalorifik değerinin tutturulamamasının santralin verimli çalışmasını engellediğini belirtiyor. Marmara Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Tanay Sıdkı Uyar, “Santrallerin tasarımları kazana girecek kömürün özelliklerine bağlı olarak yapılır. Ona uygun olmayan, tasarım sınırları dışında kömürle beslenirse arızalar olabilir” diyor. Rehabilitasyon çalışmaları da bu savı güçlendiriyor. Üç ünitesi bulunan santralin ünitelerinden biri 1 yıldır, diğeri ise 1 aydır bakımda. Rehabilitasyon kapsamında yapılan bakım çalışmalarında kazan sisteminin yanma veriminin arttırılmasına çalışılıyor. 1 ve 2 numaralı ünitelerin kazanlarının değirmenleri, yakıcılar ve borular komple yenilenecek.
Kazaların devlete zararı 56 milyon dolar
Kangal Termik Santrali’nin arıza konusunda sicili oldukça kabarık. 1991 yılında devreye giren santral, elimize geçen ve EÜAŞ’ın kayıtlarına aldığı ilk arızasını 7 Temmuz 1992 yılında yaşamış. 1 numaralı ünitede, “Kazanda oluşan gaz birikmesi ve bu gazın dışarı sızabilen yanar haldeki kömür parçacıklarının etkisiyle tutuşması” nedeniyle çıkan yangın sonucunda 1 numaralı ünite 439 gün bakımda kalmış. 1993 sonunda tekrar devreye giren 1 numaralı ünitede 2 yıl sonra tekrar aynı nedenden dolayı bir yangın daha çıkmış. Bu defa 126 günde tamir edilen santralin 2 numaralı ünitesi iç ihtiyaç trafosunda da 2005 yılında gevşek bir civata yüzünden bir arıza yaşanmış. Bu üç kaza sonucunda santralin üretilemeyen elektrik bedeli ve tamir masrafları olarak devlete toplam maliyeti, aynı raporlarda 56 milyon 275 bin dolar olarak belirtilmiş. 1992 yılındaki kaza kaynaklı üretim kaybı 2004 yılının tüm üretiminden daha fazla. Bu iki ünite de şimdi bakımda.
“İhalesiz alım yolsuzluk akla getirir”
Transelectro ve Siemens firmaları tarafından gerçekleştirilen bakım işlemleri de hayli maliyetli. Amil-i Mutehassıs sözleşmeyle 56,5 milyon avro üzerinden bakım işlemlerinin yapılması konusunda anlaşmaya varılmış. TMMOB Makina Mühendisleri Odası Enerji Çalışma Grubu Üyesi Haluk Direskeneli, “Kamu çalışmalarında ihalesiz alım ne gerekçe verilirse verilsin, doğru değildir. ‘Yolsuzluk’ akla getirir, kaçınmak gerekir” diyor. TKİ’nin kömür satışlarında artık kömür kalitesinin mekanik ayricilar veya lavvar (yüzdürme) tekniğiyle yükseltildiğini belirten Direskeneli, “Umarım yeni bakanımız bundan sonra ihalesiz alımlara fırsat vermez” açıklamasını yapıyor.
***
Arızalar üretimi aksatıyor
Teorik elektrik üretim kapasitesi yılda 2 milyar 970 milyon kilovatsaat olan Kangal Termik Santrali, arızalar yüzünden elektrik üretiminde dalgalı bir grafik çiziyor. Son yıllarda yükselen üretimin, 2 ünitenin yeniden rehabilitasyona alınmasıyla düşmesi bekleniyor. İşte yıllara göre elektrik üretim rakamları:
YIL ÜRETİM (Kilovatsaat)
2002 2.083.965.000
2003 1.701.450.000
2004 1.491.318.000
2005 2.049.825.000
2006 2.535.422.000
2007 2.745.091.000
1. Ünitede meydana gelen kazalar
Tarih Tamir süresi Üretim kaybı(kWs) Arızanın maliyeti ($)
7 Temmuz 1992 10 bin 546 saat 1.581.900.000 44.739.303
1 Ağustos 1995 3 bin 28 saat 454.200.000 11.510.074
*tam metin
Çevre Günü’nde çevreciler mutlu değil
Her yıl 5 Haziran günü tüm dünyada çevre günü olarak kutlanıyor. Doğaseverler bu günü çevre sorunlarının ön plana çıkması için bir fırsat olarak görüyor.
Özgür Gürbüz / 5 Haziran 2009
Türkiye’de de çevre örgütleri ve sivil toplum kuruluşları, ormansızlaşmadan iklim değişikliğine, barajlardan enerji santrallerine kadar birçok konuya dikkat çekiyor. Sorunlar çok, çevreciler mutlu değil ama sorunlara çözüm arayanların sayısının artması umutları da arttırıyor.
Nüfus artıyor
Çevre Bakanlığı’nın verilerine göre artan nüfus, Türkiye’de kişi başına düşen tarım alanını azalttı. 1990-2006 yılları arasında yüzde 30 civarında artan nüfus, 1990’da 0,75 hektar olan kişi başına düşen tarım alanını 2006 sonunda 0,50 hektara geriletti. Umut verici gelişme ise organik tarım alanında yaşanıyor. 1985’de Türkiye’de 8 farklı organik ürün üretilirken bu rakam şimdi 200’ün üzerinde. 9. Kalkınma Planı’nda, organik tarıma ayrılan alanın toplam tarım alanı içerisinde yüzde 3’ü bulması tasarlanıyor.
Daha çok orman ama 2B...
Orman Genel Müdürlüğü, 30 yıl öncesine göre toplam orman alanında yüzde 1’lik bir artış sağlandığını belirtiyor. Buna karşın “2B” olarak adlandırılan, orman niteliğini kaybetmiş alanların satışına yönelik yasal düzenleme, TEMA Vakfı, Türkiye Ormancılar Derneği gibi kuruluşlar tarafından sert bir dille eleştiriliyor.
Orkinoslar tehlikede
Türkiye giderek daha çok balık avlıyor. 2007 yılında denizlerden avlanan balık miktarı 589 bin tonu buldu. Aynı yıl, üretimin yüzde 18’i balık çiftliklerinde gerçekleştirildi. Balığa olan ilgi beraberinde kaçak avlanma, küçük balıkların yakalanması, sezon dışı avcılık gibi sorunları da beraberinde getiriyor. Greenpeace, özellikle Akdeniz’de soyu tükenme tehlikesiyle karşı karşıya kalan orkinos (ton) balıkları için kampanya yürütüyor. Deniz kirliliğine karşı da Deniztemiz Derneği çalışmalar yürütüyor.
40 tane Milli Park var
Türkiye’de 40 adet Milli Park, 30 adet Tabiat Parkı, 31 adet Tabiatı Koruma Alanı, 105 adet Tabiat Anıtı ve 14 adet Özel Çevre Koruma Bölgesi bulunuyor. Yine, 12 tanesi Ramsar Alanı olarak kabul edilmiş 135 adet uluslararası öneme sahip sulak alan Türkiye sınırları içerisinde. Bu alanlarda binlerce göçmen kuş konaklıyor ve onların varlığı dünya ekolojisi için önemli bir yer tutuyor. 897 bin hektarlık Milli Park’a sahip olsak da bu alanlarda tartışmalı projeler de var. Munzur Vadisi Milli Parkı’nda yapılması düşünülen baraj projeleri tepki topluyor.
Anadolu’da 60 bin hayvan türü var
Avrupa kıtasında yaşayan 80 bin hayvan türüne karşılık, sadece Anadolu' da 60 bin tür yaşıyor. Tüm Avrupa kıtasında 12 bin 500 açık ve kapalı tohumlu bitki türü varken Anadolu’da bu rakam 11 bin ve bunların 3 bin 925’i endemik yani sadece Anadolu’da yaşıyor.
Sergazı emisyonları tehlike çanları çalıyor
Türkiye’nin küresel ısınmayla da başı dertte. Gelişmiş ülkeler içinde seragazı emisyonlarını en çok arttıran ülke olan Türkiye, 1990 yılına göre atmosfere saldığı küresel ısınmaya yol açan seragazlarını 2007 sonunda yüzde 119 arttırdı. Türkiye, 2009 yılı başında Kyoto Protokolü’ne dahil olarak küresel ısınmayı durdurma çalışmalarına dahil oldu.
***
Ankara’da barajlara karşı miting
Çevreciler yarın (6 Haziran) Ankara’da barajlara karşı büyük bir miting düzenliyor. Hasankeyf, Allionai, Munzur ve Karadeniz’de yapılması düşünülen barajlara karşı çıkan çevreciler Kızılay Meydanı’nda seslerini duyurmaya çalışacak. Baraj projelerinin kimi yerlerde kültürel çevreyi, kimi yerlerde ise bitki örtüsü ve canlı yaşamını tehdit ettiğini söyleyen çevreciler, miting için diğer kentlerden Ankara’ya otobüsler kaldırıyor.
Özgür Gürbüz / 5 Haziran 2009
Türkiye’de de çevre örgütleri ve sivil toplum kuruluşları, ormansızlaşmadan iklim değişikliğine, barajlardan enerji santrallerine kadar birçok konuya dikkat çekiyor. Sorunlar çok, çevreciler mutlu değil ama sorunlara çözüm arayanların sayısının artması umutları da arttırıyor.
Nüfus artıyor
Çevre Bakanlığı’nın verilerine göre artan nüfus, Türkiye’de kişi başına düşen tarım alanını azalttı. 1990-2006 yılları arasında yüzde 30 civarında artan nüfus, 1990’da 0,75 hektar olan kişi başına düşen tarım alanını 2006 sonunda 0,50 hektara geriletti. Umut verici gelişme ise organik tarım alanında yaşanıyor. 1985’de Türkiye’de 8 farklı organik ürün üretilirken bu rakam şimdi 200’ün üzerinde. 9. Kalkınma Planı’nda, organik tarıma ayrılan alanın toplam tarım alanı içerisinde yüzde 3’ü bulması tasarlanıyor.
Daha çok orman ama 2B...
Orman Genel Müdürlüğü, 30 yıl öncesine göre toplam orman alanında yüzde 1’lik bir artış sağlandığını belirtiyor. Buna karşın “2B” olarak adlandırılan, orman niteliğini kaybetmiş alanların satışına yönelik yasal düzenleme, TEMA Vakfı, Türkiye Ormancılar Derneği gibi kuruluşlar tarafından sert bir dille eleştiriliyor.
Orkinoslar tehlikede
Türkiye giderek daha çok balık avlıyor. 2007 yılında denizlerden avlanan balık miktarı 589 bin tonu buldu. Aynı yıl, üretimin yüzde 18’i balık çiftliklerinde gerçekleştirildi. Balığa olan ilgi beraberinde kaçak avlanma, küçük balıkların yakalanması, sezon dışı avcılık gibi sorunları da beraberinde getiriyor. Greenpeace, özellikle Akdeniz’de soyu tükenme tehlikesiyle karşı karşıya kalan orkinos (ton) balıkları için kampanya yürütüyor. Deniz kirliliğine karşı da Deniztemiz Derneği çalışmalar yürütüyor.
40 tane Milli Park var
Türkiye’de 40 adet Milli Park, 30 adet Tabiat Parkı, 31 adet Tabiatı Koruma Alanı, 105 adet Tabiat Anıtı ve 14 adet Özel Çevre Koruma Bölgesi bulunuyor. Yine, 12 tanesi Ramsar Alanı olarak kabul edilmiş 135 adet uluslararası öneme sahip sulak alan Türkiye sınırları içerisinde. Bu alanlarda binlerce göçmen kuş konaklıyor ve onların varlığı dünya ekolojisi için önemli bir yer tutuyor. 897 bin hektarlık Milli Park’a sahip olsak da bu alanlarda tartışmalı projeler de var. Munzur Vadisi Milli Parkı’nda yapılması düşünülen baraj projeleri tepki topluyor.
Anadolu’da 60 bin hayvan türü var
Avrupa kıtasında yaşayan 80 bin hayvan türüne karşılık, sadece Anadolu' da 60 bin tür yaşıyor. Tüm Avrupa kıtasında 12 bin 500 açık ve kapalı tohumlu bitki türü varken Anadolu’da bu rakam 11 bin ve bunların 3 bin 925’i endemik yani sadece Anadolu’da yaşıyor.
Sergazı emisyonları tehlike çanları çalıyor
Türkiye’nin küresel ısınmayla da başı dertte. Gelişmiş ülkeler içinde seragazı emisyonlarını en çok arttıran ülke olan Türkiye, 1990 yılına göre atmosfere saldığı küresel ısınmaya yol açan seragazlarını 2007 sonunda yüzde 119 arttırdı. Türkiye, 2009 yılı başında Kyoto Protokolü’ne dahil olarak küresel ısınmayı durdurma çalışmalarına dahil oldu.
***
Ankara’da barajlara karşı miting
Çevreciler yarın (6 Haziran) Ankara’da barajlara karşı büyük bir miting düzenliyor. Hasankeyf, Allionai, Munzur ve Karadeniz’de yapılması düşünülen barajlara karşı çıkan çevreciler Kızılay Meydanı’nda seslerini duyurmaya çalışacak. Baraj projelerinin kimi yerlerde kültürel çevreyi, kimi yerlerde ise bitki örtüsü ve canlı yaşamını tehdit ettiğini söyleyen çevreciler, miting için diğer kentlerden Ankara’ya otobüsler kaldırıyor.
İster manavdan, ister sanaldan...
Domatesim hormonlu, mısırımın genleriyle oynanmış; yoğurdun proteini, balınsa tadı kaçmış diye yakınıyorsanız sizin ilacınız organik gıdalar. Kimyasal gübrelerden, gen teknolojisinden, endüstriyel kirlilikten korunarak üretilen bu gıdalara artık sayıları sınırlı olan ekolojik pazarların dışında, manavlardan hatta internetten bile ulaşmak mümkün. Meraklısı için organik ürünlerden yemek pişiren lokantalar bile var. Doktorlar altı aydan sonraki çocuklara ek besin olarak organik gıdaları tavsiye ediyor, kanserli hastalar için yakınları organik ürün satın alıyor.
Özgür Gürbüz-Gazete Habertürk / 24 Mayıs 2009
Toprak o kadar kirlendi ki, içine kimyasal gübre atılmamış, sanayi tesislerinden kaynaklı kirliliğe bulaşmamış sebze ve meyva bulmak çok zorlaştı. Büyük dede ve ninelerimizin ürettiği gibi üretilmiş domates, biber bulmak için artık özel bir çaba harcamak gerekiyor. Sentetik, kimyasal üretime maruz kalmayan bu gıda ürünleri genel olarak “organik gıda” olarak adlandırılıyor ve sertifikalandırılıyor. Sertifikalı ürünlere ulaşmak ise geçtiğimiz yıllara göre daha kolay. Akla ilk olarak “ekolojik pazarlar” geliyor. İlki Buğday Dermeği’nin desteğiyle İstanbul Feriköy’de 2006 yılında kurulan pazarlar şimdi dört ilde daha hizmetinizde. Antalya, Samsun, Bursa (Nilüfer) ve Ankara’da (Çankaya) haftada bir gün kurulan bu pazarlardan organik ürün almak mümkün. Pazara kadar gidemem diyenler içinse sadece organik ürün satan manavlar var. İstanbul Kuzguncuk ve Galata’da haftanın yedi günü açık olan İmece, Türkiye’nin sadece organik ürün satan ilk ve tek manavı.
Evlere ücretsiz servis
“Ben organik ürün almak için evden çıkamam, pazarla manavla uğraşamam” diyorsanız, sizin internet üzerinden organik ürün siparişi vermeniz mümkün. Ticaret sanal, elmalar ise hem gerçek hem de hormonsuz. Bakliyattan salçaya, yaş sebzeden yumurtaya kadar birçok ürünü internetten sepetinize doldurabiliyorsunuz. Toprak Ana adlı internet sitesinde, ürünlerin nerede yetiştirildiğini harita üzerinde gösteriliyor, üretici ve ürün hakkında bilgi elde edilebiliyor. Organik ürün sertifikası olup olmadığını da kontrol edebiliyor. Bir başka örnek, Fidan Ekolojik Ürünler sitesi. Evlere ücretsiz servis yapıyor, Naturay adlı site ise size organik hediyelik eşya alma şansı bile veriyor.
Herşey zamanında “ucuz”
Manava ve pazara gidebilenler armudu fotoğrafına değil gerçeğine bakarak seçiyor. İmece Manav’ın kurucusu Mehmet Gökmen, “Keşke herkes birbirine güvenseydi ve organik ürünler sertifikasız” satılsaydı diyor. Çünkü sertifika almak ürünlere ciddi bir maliyet getiriyor. Buna rağmen sezonunda alınan ürünlerde fiyatların düşmeye başladığını söyleyebiliriz. İlk çıktığında organik çilek kilosu 10 TL’den satılırken Mayıs 14 itibariyle fiyatı 7 TL’ye kadar düşmüş. Sezonu 9 TL’den açan eriklerin kilosu da şimdi 7 TL. Organik semizotunun kilosu 6, muzun ise 5,5 TL’den satılıyor.
“Ekolojik yaşamın bir yaşam felsefesi olması gerektiğini” söyleyen Gökmen, bu felsefeyi desteksiz bırakmamak için ürünlerini küçük üreticilerden almaya çalıştıklarının altını çiziyor. Satıcılar, Türkiye’nin her köşesine dağılmış olan küçük üreticileri adeta cımbızla çeker gibi buluyor ve ürünlerini tüketiciyle buluşturuyorlar. İmece’nin sarımsağı Kastamonu’dan, naranciyesi Fethiye’den, elmasıysa Amasya, Gümüşhacıköy’den geliyor. Büyük kentlerde, pazarda, manavda ya da sanal ortamda başlayan bu dayanışma sayesinde 1985’te sadece sekiz organik ürün üretimi yapılırken bugün 200’ün üzerinde ürünün organiğinin bulmak mümkün. Üretici sayısı da 15 bini bulmuş durumda. 1985’te temiz ve sağlıklı gıda yeme umudu, deyim yerindeyse, Kaf Dağı’nın ardındaydı. Şimdi ise umut, manavda, pazarda ve sanal alemde...
***
Doktor tavsiyesi
Türkiye’de üretilen organik ürünlerin çoğu ihraç edilse de artık her 10 bin tüketiciden 8’i organik ürün alıyor. Doktorlar altı aydan sonra bebeklere ek besin olarak organik gıdaları tavsiye ediyor. Fidan Ekolojik Ürünler sitesinin kurucusu Aytaç Timur, Kütahya’da kendi ürettikleri ürünler dışında, diğer sertifikalı ürünleri de sitelerinden sattıklarını belirtiyor. Timur, organik ticarete girişlerini, “Öncelikle ürünleri kendimiz tüketiyorduk. Eş-dost yiyip sevince bize baskı yaptı. Kendimizi bu işte bulduk” şeklinde açıklıyor. Hafta boyunca alınan siparişler hafta sonu evlere bırakılıyor. Naylon torba kullanılmıyor, file ya da kese kağıdı tercih ediliyor. Temizlik ürünleri Almanya’dan diğer ürünler ise Türkiye’den temin ediliyor. Yoğurt ve peynir Gökçeada’dan, yumurtalar ise Sivas’ta hücrelere hapsedilmiş değil, çiftliğinde gezebilen tavuklardan çıkıp geliyor. “Kendi oğlum bile daha önce yemediği sebzeleri yemeye başladı çünkü organik ürünler daha lezzetli” diyen Timur, “Stok maliyetimiz olmadığı için ürünler ucuz. Maydanoz 1, roka 1,5 TL. İstanbul’un birçok semt pazarındaki fiyatlarla aynı” diyor. Tüketici kapıda paketi açıyor, beğenmezse ürünü geri veriyor. Timur, yakınları kanser olanların, hastaları için organik ürün siparişi verdiklerini de söylüyor.
***
Organik lokantalar
Organik gıda yemek isteyen tüketiciler için bu ürünleri alıp pişiren lokantalar da var. İstanbul Koşuyolu’ndaki Bacce Restaurant’ın sahibi Harun Tigün, talebin müşterilerden geldiğini ve yaklaşık 4 aydır organik yemek pişirmeye başladıklarını söylüyor. Omlet, ıspanak, sebze sote gibi ev yemekleri organik ürünlerden hazırlanıyor. Organik ıspanakla pişen yemek 7 lira yerine 11 liraya satıldığını söyleyen Tigün, organik ürün tüketenlerin eğitim seviyesi yüksek, kansere karşı duyarlı kişiler olduğunu söylüyor.
***
Organik tarım yayılıyor
Bahçeşehir Üniversitesi Ekonomik ve Toplumsal Araştırmalar Merkezi (BETAM) tarafından yapılan araştırmaya göre 2008 yılında organik tarım yapılan il sayısı 65’i bulmuş. Türkiye’de en çok pamuk, buğday, elma, üzüm, mısır, domates ve zeytin organik olarak üretiliyor. Toplam tarımsal alanın yüzde 0,5 kadarı (165 bin hektar) organik tarıma ayrılmış. 2004’ten bu yana organik üretici sayısında yüzde 25 artış olmuş. Bunların çoğu küçük üretici. Güneydoğu Anadolu organik tarımda başı çekiyor.
Özgür Gürbüz-Gazete Habertürk / 24 Mayıs 2009
Toprak o kadar kirlendi ki, içine kimyasal gübre atılmamış, sanayi tesislerinden kaynaklı kirliliğe bulaşmamış sebze ve meyva bulmak çok zorlaştı. Büyük dede ve ninelerimizin ürettiği gibi üretilmiş domates, biber bulmak için artık özel bir çaba harcamak gerekiyor. Sentetik, kimyasal üretime maruz kalmayan bu gıda ürünleri genel olarak “organik gıda” olarak adlandırılıyor ve sertifikalandırılıyor. Sertifikalı ürünlere ulaşmak ise geçtiğimiz yıllara göre daha kolay. Akla ilk olarak “ekolojik pazarlar” geliyor. İlki Buğday Dermeği’nin desteğiyle İstanbul Feriköy’de 2006 yılında kurulan pazarlar şimdi dört ilde daha hizmetinizde. Antalya, Samsun, Bursa (Nilüfer) ve Ankara’da (Çankaya) haftada bir gün kurulan bu pazarlardan organik ürün almak mümkün. Pazara kadar gidemem diyenler içinse sadece organik ürün satan manavlar var. İstanbul Kuzguncuk ve Galata’da haftanın yedi günü açık olan İmece, Türkiye’nin sadece organik ürün satan ilk ve tek manavı.
Evlere ücretsiz servis
“Ben organik ürün almak için evden çıkamam, pazarla manavla uğraşamam” diyorsanız, sizin internet üzerinden organik ürün siparişi vermeniz mümkün. Ticaret sanal, elmalar ise hem gerçek hem de hormonsuz. Bakliyattan salçaya, yaş sebzeden yumurtaya kadar birçok ürünü internetten sepetinize doldurabiliyorsunuz. Toprak Ana adlı internet sitesinde, ürünlerin nerede yetiştirildiğini harita üzerinde gösteriliyor, üretici ve ürün hakkında bilgi elde edilebiliyor. Organik ürün sertifikası olup olmadığını da kontrol edebiliyor. Bir başka örnek, Fidan Ekolojik Ürünler sitesi. Evlere ücretsiz servis yapıyor, Naturay adlı site ise size organik hediyelik eşya alma şansı bile veriyor.
Herşey zamanında “ucuz”
Manava ve pazara gidebilenler armudu fotoğrafına değil gerçeğine bakarak seçiyor. İmece Manav’ın kurucusu Mehmet Gökmen, “Keşke herkes birbirine güvenseydi ve organik ürünler sertifikasız” satılsaydı diyor. Çünkü sertifika almak ürünlere ciddi bir maliyet getiriyor. Buna rağmen sezonunda alınan ürünlerde fiyatların düşmeye başladığını söyleyebiliriz. İlk çıktığında organik çilek kilosu 10 TL’den satılırken Mayıs 14 itibariyle fiyatı 7 TL’ye kadar düşmüş. Sezonu 9 TL’den açan eriklerin kilosu da şimdi 7 TL. Organik semizotunun kilosu 6, muzun ise 5,5 TL’den satılıyor.
“Ekolojik yaşamın bir yaşam felsefesi olması gerektiğini” söyleyen Gökmen, bu felsefeyi desteksiz bırakmamak için ürünlerini küçük üreticilerden almaya çalıştıklarının altını çiziyor. Satıcılar, Türkiye’nin her köşesine dağılmış olan küçük üreticileri adeta cımbızla çeker gibi buluyor ve ürünlerini tüketiciyle buluşturuyorlar. İmece’nin sarımsağı Kastamonu’dan, naranciyesi Fethiye’den, elmasıysa Amasya, Gümüşhacıköy’den geliyor. Büyük kentlerde, pazarda, manavda ya da sanal ortamda başlayan bu dayanışma sayesinde 1985’te sadece sekiz organik ürün üretimi yapılırken bugün 200’ün üzerinde ürünün organiğinin bulmak mümkün. Üretici sayısı da 15 bini bulmuş durumda. 1985’te temiz ve sağlıklı gıda yeme umudu, deyim yerindeyse, Kaf Dağı’nın ardındaydı. Şimdi ise umut, manavda, pazarda ve sanal alemde...
***
Doktor tavsiyesi
Türkiye’de üretilen organik ürünlerin çoğu ihraç edilse de artık her 10 bin tüketiciden 8’i organik ürün alıyor. Doktorlar altı aydan sonra bebeklere ek besin olarak organik gıdaları tavsiye ediyor. Fidan Ekolojik Ürünler sitesinin kurucusu Aytaç Timur, Kütahya’da kendi ürettikleri ürünler dışında, diğer sertifikalı ürünleri de sitelerinden sattıklarını belirtiyor. Timur, organik ticarete girişlerini, “Öncelikle ürünleri kendimiz tüketiyorduk. Eş-dost yiyip sevince bize baskı yaptı. Kendimizi bu işte bulduk” şeklinde açıklıyor. Hafta boyunca alınan siparişler hafta sonu evlere bırakılıyor. Naylon torba kullanılmıyor, file ya da kese kağıdı tercih ediliyor. Temizlik ürünleri Almanya’dan diğer ürünler ise Türkiye’den temin ediliyor. Yoğurt ve peynir Gökçeada’dan, yumurtalar ise Sivas’ta hücrelere hapsedilmiş değil, çiftliğinde gezebilen tavuklardan çıkıp geliyor. “Kendi oğlum bile daha önce yemediği sebzeleri yemeye başladı çünkü organik ürünler daha lezzetli” diyen Timur, “Stok maliyetimiz olmadığı için ürünler ucuz. Maydanoz 1, roka 1,5 TL. İstanbul’un birçok semt pazarındaki fiyatlarla aynı” diyor. Tüketici kapıda paketi açıyor, beğenmezse ürünü geri veriyor. Timur, yakınları kanser olanların, hastaları için organik ürün siparişi verdiklerini de söylüyor.
***
Organik lokantalar
Organik gıda yemek isteyen tüketiciler için bu ürünleri alıp pişiren lokantalar da var. İstanbul Koşuyolu’ndaki Bacce Restaurant’ın sahibi Harun Tigün, talebin müşterilerden geldiğini ve yaklaşık 4 aydır organik yemek pişirmeye başladıklarını söylüyor. Omlet, ıspanak, sebze sote gibi ev yemekleri organik ürünlerden hazırlanıyor. Organik ıspanakla pişen yemek 7 lira yerine 11 liraya satıldığını söyleyen Tigün, organik ürün tüketenlerin eğitim seviyesi yüksek, kansere karşı duyarlı kişiler olduğunu söylüyor.
***
Organik tarım yayılıyor
Bahçeşehir Üniversitesi Ekonomik ve Toplumsal Araştırmalar Merkezi (BETAM) tarafından yapılan araştırmaya göre 2008 yılında organik tarım yapılan il sayısı 65’i bulmuş. Türkiye’de en çok pamuk, buğday, elma, üzüm, mısır, domates ve zeytin organik olarak üretiliyor. Toplam tarımsal alanın yüzde 0,5 kadarı (165 bin hektar) organik tarıma ayrılmış. 2004’ten bu yana organik üretici sayısında yüzde 25 artış olmuş. Bunların çoğu küçük üretici. Güneydoğu Anadolu organik tarımda başı çekiyor.
Amerika rüzgar gibi geçti!
Rüzgar enerjisine olan talep her geçen gün artıyor. Yıllardır Almanya’nın başını çektiği rüzgar enerjisinde liderliği Amerika ele geçirdi. 2008 yılında en çok rüzgar türbinini Amerika kurarken onu Çin izledi. Türkiye’de de rüzgar güllerinin sayıları artıyor ama aynı hızda değil.
Özgür Gürbüz-Gazete Habertük / 18 Mayıs 2009 *
Teksas deyince akla artık petrol kuleleri değil, rüzgar türbinleri geliyor. ABD’nin toplamda 28 bini bulan kurulu gücünün yaklaşık üçte biri Teksas’ta kurulu. 2008 yılında ABD’de 8 bin 358 megavat gücünde yeni rüzgar çiftlikleri elektrik üretmeye başladı. Bu yılın ilk üç ayında ise 2 bin 800 megavat daha sisteme eklendi. Yıllardır liderliği elinde tutan ve ülke elektriğinin yüzde 7,5'ini rüzgardan karşılayan Almanya, koltuğunu biraz da yüzölçümü farkıyla ABD’ye kaptırdı. ABD’nin en büyük rakibiyse geçtiğimiz yıl rüzgar enerjisi kapasitesini yüzde 10 arttıran Çin oldu. 2008 sonunda 12 bin megavat kurulu güce ulaşan Çin’in 2020 yılındaki hedefi 100 bin megavatlık rüzgar çiftliği kurmak. Bu rakam Türkiye’nin tüm enerji santrallerinin kurulu gücünün yaklaşık 2,5 katına denk düşüyor. Çin'in 2020 için nükleer enerji hedefi 40 bin, güneş hedefi ise bin 800 megavat.
2015’de 5 bin megavat
Avrupa’nın ikinci en iyi rüzgar enerjisi potansiyeline sahip olduğu belirtilen Türkiye’de rüzgar kurulu gücü 2008 sonunda 433 megavata ulaştı. Bu rakam Türkiye’nin tüm kurulu gücünün yaklaşık 100'de 1'ine denk düşüyor. İnşaatı devam eden projelerle bu rakam 800 megavatı geçecek. Buna türbin tedarik sözleşmesi imzalanmış projeler de eklenirse bin 500 megavat garantilenmiş oluyor. Türkiye Rüzgar Enerjisi Birliği Başkanı Murat Durak, 2011 yılına kadar 3 bin, 2015 yılına kadar da 5 bin megavatlık rüzgar kurulu gücüne ulaşılacağını belirtiyor. Rüzgar enerjisinin potansiyele rağmen ağır ilerlemesini iletim altyapısı ve türbin tedarikiyle ilgili sorunlara bağlayan Durak, “Hiç kimse bürokrasi konusunda atıp tutmasın. Herşey yolunda gidiyor” diyor. 1 Kasım 2007 tarihinde Enerji Piyasası Denetleme Kurulu(EPDK) tarafından kabul edilen başvuruların toplam değeri 72 bin megavatı buluyor. Durak, bir buçuk yıldır sonuçlandırılamayan bu başvurulara ilişkin EPDK görüşlerinin verilmeye başlandığını da söylüyor.
“1 Kasım Mağduruyuz”
Durak ile aynı fikirde olmayanlar da var. Dört adet rüzgar santrali başvurusu olan Türkiye Genç İşadamları Derneği (TÜGİAD) Yönetim Kurulu Üyesi Tayyar Yıldırım, 1,5 yıldır ne bilgilendirme ne de bir toplantı yapıldığını söylüyor ve kendilerini “1 Kasım Mağduru” olarak tanımlıyor. TÜGİAD Enerji Komisyonu Başkanı Ufuk Ünal ise başka bir tehlikeye dikkat çekiyor. Ünal, “Rüzgarda gecikmede asıl zarar, başvuruda taahhüt edilen teknolojinin eskimesi. 1,5 MW’lık rüzgar türbini yaparım diyen yatırımcı bugün 5 MW’lık türbin seçenekleriyle karşı karşıya” diyor.
***
Kyoto Çin’e yaradı
Çin’in rüzgar enerjisindeki bu yükselişinin ardında Kyoto Protokolü’nün de payı var. Protokol gereğince, gelişmekte olan ülkeler kısmında olan Çin, Temiz Kalkınma Mekanizması’ndan yararlanarak, gelişmiş ülkelerin ülkesinde rüzgar enerjisi yatırımlarını desteklemesine olanak sağlıyor. Rüzgar enerjisi sayesinde atmosfere salınmayan seragazı emisyonları da sertifikalandırılarak, yatırıma destek olan ülkenin hanesine, kendi ülkesinde indirim yapmış gibi “eksi” değer olarak yazılıyor. Çin’de bu mekanizmadan yararlanan rüzgar enerjisi projelerinin sayısı 314’ü, kurulu güçleri ise 16 bin 977 megavatı buluyor.
***
Türkiye’de çalışan ve inşaatı süren rüzgar santraller
Firma Yer Kurulu Güç (MW) Türbin adedi ve kapasite
Alize A.Ş. İzmir-Çeşme 1,50 3x500 kW
Güçbirliği A.Ş. İzmir-Çeşme 7,20 12x600 kW
Bores A.Ş. Çanakkale-Bozcaada 10,20 17x600kW
Sunjüt A.Ş. İstanbul-Hadımköy 1,20 2x600kW
Yapısan A.Ş. Balıkesir-Bandırma 30 20x1500kW
Ertürk A.Ş. İstanbul-Çatalca 0,85 1x850kW
Mare A.Ş. İzmir-Çeşme 39,20 49x800kW
Deniz A.Ş. Manisa-Akhisar 10,80 6x1800kW
Anemon A.Ş. Çanakkale-İntepe 30,40 38x800kW
Doğal A.Ş. Çanakkale-Gelibolu 14,90 13x800kW+5x900kW
Deniz A.Ş. Hatay-Samandağ 30 15x2000kW
Manisa-Sayalar 30,6 38x800kW
İnnores A.Ş. İzmir-Aliağa 42,50 17x2500kW Lodos A.Ş.
İstanbul-G.O.Paşa 24 12x2000kW Ertürk A.Ş.
İstanbul-Çatalca 60 20x3000kW Ertürk A.Ş.
Balıkesir-Şamlı 90 38x3000kW Dares A.Ş.
Muğla-Datça 10 27x800kW+8x900kW
Kurulu güç toplamı: 433,35 MW
İnşaatı süren
Ayen A.Ş. Aydın-Didim 31,50 15x2100kW
Ezse Ltd. Hatay-Samandağ 35,10 39x900kW
Ezse Ltd. Hatay-Samandağ 22,50 9x2500kW
Rotor A.Ş. Osmaniye-Bahçe 135 54x2400kW
Mazı-3 A.Ş. İzmir-Çeşme 22,50 9x2500kW
Kores A.Ş. İzmir-Çeşme 15 6x2500kW
Soma A.Ş. Manisa-Soma 144,80 176x800kW
İnşaatı süren rüzgar gücü: 402,40 MW
Türbin siparişi verilmiş projeler: 667,60 MW
TOPLAM: 1503 MW
* Haberin orjinali ve doğal olarak hatasızı...
Toplam:
Özgür Gürbüz-Gazete Habertük / 18 Mayıs 2009 *
Teksas deyince akla artık petrol kuleleri değil, rüzgar türbinleri geliyor. ABD’nin toplamda 28 bini bulan kurulu gücünün yaklaşık üçte biri Teksas’ta kurulu. 2008 yılında ABD’de 8 bin 358 megavat gücünde yeni rüzgar çiftlikleri elektrik üretmeye başladı. Bu yılın ilk üç ayında ise 2 bin 800 megavat daha sisteme eklendi. Yıllardır liderliği elinde tutan ve ülke elektriğinin yüzde 7,5'ini rüzgardan karşılayan Almanya, koltuğunu biraz da yüzölçümü farkıyla ABD’ye kaptırdı. ABD’nin en büyük rakibiyse geçtiğimiz yıl rüzgar enerjisi kapasitesini yüzde 10 arttıran Çin oldu. 2008 sonunda 12 bin megavat kurulu güce ulaşan Çin’in 2020 yılındaki hedefi 100 bin megavatlık rüzgar çiftliği kurmak. Bu rakam Türkiye’nin tüm enerji santrallerinin kurulu gücünün yaklaşık 2,5 katına denk düşüyor. Çin'in 2020 için nükleer enerji hedefi 40 bin, güneş hedefi ise bin 800 megavat.
2015’de 5 bin megavat
Avrupa’nın ikinci en iyi rüzgar enerjisi potansiyeline sahip olduğu belirtilen Türkiye’de rüzgar kurulu gücü 2008 sonunda 433 megavata ulaştı. Bu rakam Türkiye’nin tüm kurulu gücünün yaklaşık 100'de 1'ine denk düşüyor. İnşaatı devam eden projelerle bu rakam 800 megavatı geçecek. Buna türbin tedarik sözleşmesi imzalanmış projeler de eklenirse bin 500 megavat garantilenmiş oluyor. Türkiye Rüzgar Enerjisi Birliği Başkanı Murat Durak, 2011 yılına kadar 3 bin, 2015 yılına kadar da 5 bin megavatlık rüzgar kurulu gücüne ulaşılacağını belirtiyor. Rüzgar enerjisinin potansiyele rağmen ağır ilerlemesini iletim altyapısı ve türbin tedarikiyle ilgili sorunlara bağlayan Durak, “Hiç kimse bürokrasi konusunda atıp tutmasın. Herşey yolunda gidiyor” diyor. 1 Kasım 2007 tarihinde Enerji Piyasası Denetleme Kurulu(EPDK) tarafından kabul edilen başvuruların toplam değeri 72 bin megavatı buluyor. Durak, bir buçuk yıldır sonuçlandırılamayan bu başvurulara ilişkin EPDK görüşlerinin verilmeye başlandığını da söylüyor.
“1 Kasım Mağduruyuz”
Durak ile aynı fikirde olmayanlar da var. Dört adet rüzgar santrali başvurusu olan Türkiye Genç İşadamları Derneği (TÜGİAD) Yönetim Kurulu Üyesi Tayyar Yıldırım, 1,5 yıldır ne bilgilendirme ne de bir toplantı yapıldığını söylüyor ve kendilerini “1 Kasım Mağduru” olarak tanımlıyor. TÜGİAD Enerji Komisyonu Başkanı Ufuk Ünal ise başka bir tehlikeye dikkat çekiyor. Ünal, “Rüzgarda gecikmede asıl zarar, başvuruda taahhüt edilen teknolojinin eskimesi. 1,5 MW’lık rüzgar türbini yaparım diyen yatırımcı bugün 5 MW’lık türbin seçenekleriyle karşı karşıya” diyor.
***
Kyoto Çin’e yaradı
Çin’in rüzgar enerjisindeki bu yükselişinin ardında Kyoto Protokolü’nün de payı var. Protokol gereğince, gelişmekte olan ülkeler kısmında olan Çin, Temiz Kalkınma Mekanizması’ndan yararlanarak, gelişmiş ülkelerin ülkesinde rüzgar enerjisi yatırımlarını desteklemesine olanak sağlıyor. Rüzgar enerjisi sayesinde atmosfere salınmayan seragazı emisyonları da sertifikalandırılarak, yatırıma destek olan ülkenin hanesine, kendi ülkesinde indirim yapmış gibi “eksi” değer olarak yazılıyor. Çin’de bu mekanizmadan yararlanan rüzgar enerjisi projelerinin sayısı 314’ü, kurulu güçleri ise 16 bin 977 megavatı buluyor.
***
Türkiye’de çalışan ve inşaatı süren rüzgar santraller
Firma Yer Kurulu Güç (MW) Türbin adedi ve kapasite
Alize A.Ş. İzmir-Çeşme 1,50 3x500 kW
Güçbirliği A.Ş. İzmir-Çeşme 7,20 12x600 kW
Bores A.Ş. Çanakkale-Bozcaada 10,20 17x600kW
Sunjüt A.Ş. İstanbul-Hadımköy 1,20 2x600kW
Yapısan A.Ş. Balıkesir-Bandırma 30 20x1500kW
Ertürk A.Ş. İstanbul-Çatalca 0,85 1x850kW
Mare A.Ş. İzmir-Çeşme 39,20 49x800kW
Deniz A.Ş. Manisa-Akhisar 10,80 6x1800kW
Anemon A.Ş. Çanakkale-İntepe 30,40 38x800kW
Doğal A.Ş. Çanakkale-Gelibolu 14,90 13x800kW+5x900kW
Deniz A.Ş. Hatay-Samandağ 30 15x2000kW
Manisa-Sayalar 30,6 38x800kW
İnnores A.Ş. İzmir-Aliağa 42,50 17x2500kW Lodos A.Ş.
İstanbul-G.O.Paşa 24 12x2000kW Ertürk A.Ş.
İstanbul-Çatalca 60 20x3000kW Ertürk A.Ş.
Balıkesir-Şamlı 90 38x3000kW Dares A.Ş.
Muğla-Datça 10 27x800kW+8x900kW
Kurulu güç toplamı: 433,35 MW
İnşaatı süren
Ayen A.Ş. Aydın-Didim 31,50 15x2100kW
Ezse Ltd. Hatay-Samandağ 35,10 39x900kW
Ezse Ltd. Hatay-Samandağ 22,50 9x2500kW
Rotor A.Ş. Osmaniye-Bahçe 135 54x2400kW
Mazı-3 A.Ş. İzmir-Çeşme 22,50 9x2500kW
Kores A.Ş. İzmir-Çeşme 15 6x2500kW
Soma A.Ş. Manisa-Soma 144,80 176x800kW
İnşaatı süren rüzgar gücü: 402,40 MW
Türbin siparişi verilmiş projeler: 667,60 MW
TOPLAM: 1503 MW
* Haberin orjinali ve doğal olarak hatasızı...
Toplam:
Geceyarısı uyanan kent: Lizbon
Portekiz, Avrupa'nın en zengin ülkesi değil. Parası olmayanın vereceği de çoktur misali... Gönlü zengin, sıcakkanlı insanlar diyarı Portekiz’in başkenti Lizbon, Avrupa’nın içinde Avrupa’dan biraz daha farklı bir yer ayarlayanlar için dört dörtlük bir tercih.
Yazı ve Fotoğraflar: Özgür Gürbüz
Gazete Habertürk Cumartesi /16 Mayıs 2009
Avrupa’nın bir ucu diyebileceğimiz Lizbon, bir anlamda kıtanın Güney Amerika’ya açılan kapısı gibi. Tropik meyveleri, Afro-Amerikan azınlıklarıyla, Avrupa içinde bir başka dünya sanki. Portekiz’in en zengin kenti olsa da, kent merkezinde dahi sokakta geceleyenlere rastlayabiliyorsunuz. Bu görüntüler, Lizbon’un mozaiklerle örülmüş kaldırımlarında ve kentin etrafını çevreleyen tepelerinde yürümeye başladığınızda hafızalarınızdan siliniyor. İstanbul gibi, Lizbon da, “7 tepeli şehir” olarak adlandırılıyor. Kadın şoförlerin sayısı oldukça fazla. Irksal zenginlik de Brezilya’yı andırıyor ama yine de o derece kaynaşmış değiller. İşsiz gençlerin taşkınlıkları olsa da, kendi halinde insanlar kenti gibi Lizbon. Geceleri hüzünlü fadolar, gündüzleri ise tatlı esintilerin olduğu tepelerden, okyanus rüzgarlarıyla akan kentin manzarası sizi bekliyor. Koloni döneminden kalan maddi zenginliğin yerini kültürel farklılıkların getirdiği bir başka zenginlik almış. Futbol tutkusundan bahsetmeye gerek yok, Sporting Lisbon ve Benfica taraftarları kenti ikiye bölmüş. Yarım milyonu biraz aşan nüfusuna rağmen Lizbon, onlarca müze ve tiyatroya ev sahipliği yapıyor. Geçmişte yaşadığı iki askeri darbe, ardından Afrika’daki kolonilerden başlayan göçe rağmen, Avrupa Birliği’ne girişle toparlanan kentin gece hayatı ise ‘anlatılmaz yaşanır’ cinsinden...
Tropik meyveler ve kahve
Yokuşlar sizi yorduğunda, tramvaylar ya da kentin bir çok yerinde karşınıza çıkan asansör ve finiküler sistemler imdadınıza yetişiyor. 28 numaralı tramvay turistlerin gözdesi. Mola vermek istediğiniz anda yanıbaşınızda bir kafe beliriveriyor. Brezilya ile olan dil ve ticari bağları nedeniyle kahvelerin lezzetinden ayrıca bahsetmeye gerek yok. Çikolata severler için de Güney Amerika’dan gelen çeşitler hem yemelik hem de hediyelik. Şili’nin biberli çikolatası molaların olmazsa olmazı. Havalar ısındığında kahve yerine tropik meyvelerle dolu bir meyve salatasıyla da yorgunluğunuzu atmak mümkün.
Kenti gece tepelerden izleyin
İsterseniz, kentin tepelerinde özenle seçilmiş “Miradouro” adı verilen noktalardan enfes manzaranın tadını çıkarabilirsiniz. Miradouro’ları bulmak için kent içindeki tabelaları takip etmek yeter. Gece güneşin batışını izlemek için ideal olan bu noktalar, ilerleyen saatlerde gençlerin buluşup, şarkılar söyleyerek içki içtikleri yerler oluyor. Tepelerden kentin yeşil örtüsü, kaleleri, dar sokakları ve özgün mimarisi daha net görünüyor. Bairro Alto tarafındaki tepeleri tercih ederseniz, St. George Kalesi’ni ve “Praça do Commercio”yu karşınıza alırsınız.
Barlar geceyarısı doluyor
Gece hayatının başlaması içi Lizbon’da geceyarısını beklemek lazım. Başta Bairro Alto olmak üzere tüm barlar, gençlerle doluyor. Punk’dan Reggae’ye, türlü çeşit müzikler Lizbon’un dar sokaklarında çınlıyor. Portekiz’in melankolik şarkıları Fado’lar da bu saatlerde kente hakim oluyor. Nereden çıktıklarını anlamadığınız bu insanlar sabahlara kadar eğleniyor. İnsanların sıcakkanlı olması sizin evinizde gibi hissetmenize neden oluyor. Yolda sık sık karşınıza çıkan uyuşturucu satıcılarına da kafanıza takmazsanız gecenin tadını daha iyi çıkarırsınız. Avrupa uyuşturucu ve Uyuşturucu Bağımlılığını İzleme Merkezi’nin burada olduğunu da belirtelim. Eve dönerken, kentin ışıklar altındaki gece manzarasını kaçırmayın.
***
Fado
Lizbon’da daha çok melankolik temalı “Fado”lar söyleniyor. Fado, gitar eşliğinde söylenen, biraz arabeske benzeyen acılı türküler olarak da tanımlanabilir. Köprüler Kentin içine sızan okyanusun üzerinden geçen devasa köprüler, geceleri sizlerin güzel bir manzara ziyafeti çekmenize de yarıyor.
Vasco De Gama Köprüsü
Viyadükleriyle beraber 17,2 km uzunluğunda ve Avrupa’nın en uzun köprüsü. Belem Kulesi, Santa Justa Luca Galuzzi asansörü ve Lizbon Kalesini de mutlaka görün.
Caipirinha ve Mojito
Aslen Brezilya asıllı olsa da şekerkamışından yapılmış bir çeşit rom olan Caipirinha, alkolle arası iyi olanlara tavsiye olunur. Mojito ise nane yapraklarıyla servis ediliyor, beyaz rom ya da şeker kamışından yapılıyor. Hazırlanışını izlemek keyifli.
***
Nasıl Gidilir?
Türk Hava Yolları’nın Lizbon’a haftada dört gün direkt uçuşu var. THY dışında bir diğer direkt uçuşu olan havayolu da Portekiz Hava Yolları (TAP). Aktarmalı olarak Lizbon’a gitmeyi göze alırsanız hemen hemen tüm büyük firmaların uçuşları var. Ancak yol biraz uzuyor. Lizbon’da görecek çok şey var, kısıtlı zamanınız varsa yolda harcamayın.
Konaklama...
Kent, büyüklüğüne oranla iyi bir metro ağına sahip olduğu için, istasyonlara yakın uzaktaki otelleri de tercih edebilirsiniz. “Hotel Barcelona”, iyi İngilizce konuşan çalışanlarıyla bu tarife uyan seçeneklerden biri. Campo Pequeno Metro İstasyonu 6 dakika yürüme mesafesinde. İlla merkezde (Baixa) olacağım diyorsanız, “Metropole” ve “Internacional” gibi turistlerin tercih ettiği otellerde de konaklayabilirsiniz. Merkezde ama daha ucuz olsun diyenlere “Residencial Duas Naçoes” oteli tavsiye ediliyor.
Ne yenir?
Lizbon’dan deyim yerindeyse denizden ne çıkarsa yeniyor. Kılıç balığını bir daha bulamam diyorsanız deneyebilirsiniz ama birçok kişi size, ucuz falan demeden sardalye ile ziyafet çekmenizi öneriyor. Mangalda pişirilmiş sardalye (Sardinhas assadas) ve bizim denemeye fırsat bulamadığımız balık kekleri damak zevkinize hitap edebilir. Güzel şaraplarını kesinlikle ihmal etmeyin. Kentin merkezinde onlarca irili ufaklı lokanta var, seçim yapmak zor. Biraz Portekizceniz ya da kendinize güveniniz varsa, ara sokaklar ilginç, turistlerden uzak mekanlarla dolu. Buralarda yemeklerin yanında Portekiz kültürü bedava servis ediliyor. Eski sömürgelerden gelenlerin işlettiği Brezilya ve Afrika mutfakları da kentte sizi bekliyor.
Alışveriş
Alışveriş tutkunlarını “Baixa”da birçok hediyelik eşya dükkanı ve küçük mağazalar bekliyor. “El Corte Ingles”, alışveriş merkezi isteyenler için ideal. Tanınmış İspanyol ve Portekiz markalarıyla dolu bu büyük alışveriş merkezi, VII. Eduarda Parkı’nın hemen yanında. Parkta mola verip alışverişe devam etmek mümkün. Vasco da Gama alışveriş merkezi de “bildik” tatlar denemek isteyenler için bir başka seçenek. “Bairro Alto” bölgesinde barların arasına sıkışmış ilginç dizaynlara sahip ürünlrin olduğu mağazalar var. Yine Bairro Alto’da, “Carlo Amaro” adlı dükkan, küçük ama mücevherat meraklıları için biçilmiş kaftan. Amaro’nun el yapımı orjinal dizaynları burada bulunabilir.
***
Görmek için 5 beden
1. Haziran ve Temmuz aylarında festivaller yazın keyfini partiler
ve havai fişeklerle çıkarmak isteyenler için ideal.
2. Klasik Batı Avrupa kentlerine benzemiyor. Kendinizi Latin Amerika’ya yakın hissediyorsunuz. Farklı tadlar ve kültürler sizi bekliyor.
3. Bütçenize uygun seçenekler var. Özellikle dışarıda yemek yemek, Batı Avrupa’ya göre daha ucuz. Deniz mahsulleri sevenler içinse bir cennet.
4. Gece hayatı gerçekten çok farklı. Modern yapılar içerisinde değil sokaklarda eğleniyorsunuz. Kent sanki gündüz uyuyor, gece uyanıyor.
5. Şarapları, “Fado”su, tarihi kalesi, köprüleri ve hepsinden öte kent içindeki “Miradouro”lardan sunduğu nefis manzarası oldukça etkileyici.
Yazı ve Fotoğraflar: Özgür Gürbüz
Gazete Habertürk Cumartesi /16 Mayıs 2009
Avrupa’nın bir ucu diyebileceğimiz Lizbon, bir anlamda kıtanın Güney Amerika’ya açılan kapısı gibi. Tropik meyveleri, Afro-Amerikan azınlıklarıyla, Avrupa içinde bir başka dünya sanki. Portekiz’in en zengin kenti olsa da, kent merkezinde dahi sokakta geceleyenlere rastlayabiliyorsunuz. Bu görüntüler, Lizbon’un mozaiklerle örülmüş kaldırımlarında ve kentin etrafını çevreleyen tepelerinde yürümeye başladığınızda hafızalarınızdan siliniyor. İstanbul gibi, Lizbon da, “7 tepeli şehir” olarak adlandırılıyor. Kadın şoförlerin sayısı oldukça fazla. Irksal zenginlik de Brezilya’yı andırıyor ama yine de o derece kaynaşmış değiller. İşsiz gençlerin taşkınlıkları olsa da, kendi halinde insanlar kenti gibi Lizbon. Geceleri hüzünlü fadolar, gündüzleri ise tatlı esintilerin olduğu tepelerden, okyanus rüzgarlarıyla akan kentin manzarası sizi bekliyor. Koloni döneminden kalan maddi zenginliğin yerini kültürel farklılıkların getirdiği bir başka zenginlik almış. Futbol tutkusundan bahsetmeye gerek yok, Sporting Lisbon ve Benfica taraftarları kenti ikiye bölmüş. Yarım milyonu biraz aşan nüfusuna rağmen Lizbon, onlarca müze ve tiyatroya ev sahipliği yapıyor. Geçmişte yaşadığı iki askeri darbe, ardından Afrika’daki kolonilerden başlayan göçe rağmen, Avrupa Birliği’ne girişle toparlanan kentin gece hayatı ise ‘anlatılmaz yaşanır’ cinsinden...
Tropik meyveler ve kahve
Yokuşlar sizi yorduğunda, tramvaylar ya da kentin bir çok yerinde karşınıza çıkan asansör ve finiküler sistemler imdadınıza yetişiyor. 28 numaralı tramvay turistlerin gözdesi. Mola vermek istediğiniz anda yanıbaşınızda bir kafe beliriveriyor. Brezilya ile olan dil ve ticari bağları nedeniyle kahvelerin lezzetinden ayrıca bahsetmeye gerek yok. Çikolata severler için de Güney Amerika’dan gelen çeşitler hem yemelik hem de hediyelik. Şili’nin biberli çikolatası molaların olmazsa olmazı. Havalar ısındığında kahve yerine tropik meyvelerle dolu bir meyve salatasıyla da yorgunluğunuzu atmak mümkün.
Kenti gece tepelerden izleyin
İsterseniz, kentin tepelerinde özenle seçilmiş “Miradouro” adı verilen noktalardan enfes manzaranın tadını çıkarabilirsiniz. Miradouro’ları bulmak için kent içindeki tabelaları takip etmek yeter. Gece güneşin batışını izlemek için ideal olan bu noktalar, ilerleyen saatlerde gençlerin buluşup, şarkılar söyleyerek içki içtikleri yerler oluyor. Tepelerden kentin yeşil örtüsü, kaleleri, dar sokakları ve özgün mimarisi daha net görünüyor. Bairro Alto tarafındaki tepeleri tercih ederseniz, St. George Kalesi’ni ve “Praça do Commercio”yu karşınıza alırsınız.
Barlar geceyarısı doluyor
Gece hayatının başlaması içi Lizbon’da geceyarısını beklemek lazım. Başta Bairro Alto olmak üzere tüm barlar, gençlerle doluyor. Punk’dan Reggae’ye, türlü çeşit müzikler Lizbon’un dar sokaklarında çınlıyor. Portekiz’in melankolik şarkıları Fado’lar da bu saatlerde kente hakim oluyor. Nereden çıktıklarını anlamadığınız bu insanlar sabahlara kadar eğleniyor. İnsanların sıcakkanlı olması sizin evinizde gibi hissetmenize neden oluyor. Yolda sık sık karşınıza çıkan uyuşturucu satıcılarına da kafanıza takmazsanız gecenin tadını daha iyi çıkarırsınız. Avrupa uyuşturucu ve Uyuşturucu Bağımlılığını İzleme Merkezi’nin burada olduğunu da belirtelim. Eve dönerken, kentin ışıklar altındaki gece manzarasını kaçırmayın.
***
Fado
Lizbon’da daha çok melankolik temalı “Fado”lar söyleniyor. Fado, gitar eşliğinde söylenen, biraz arabeske benzeyen acılı türküler olarak da tanımlanabilir. Köprüler Kentin içine sızan okyanusun üzerinden geçen devasa köprüler, geceleri sizlerin güzel bir manzara ziyafeti çekmenize de yarıyor.
Vasco De Gama Köprüsü
Viyadükleriyle beraber 17,2 km uzunluğunda ve Avrupa’nın en uzun köprüsü. Belem Kulesi, Santa Justa Luca Galuzzi asansörü ve Lizbon Kalesini de mutlaka görün.
Caipirinha ve Mojito
Aslen Brezilya asıllı olsa da şekerkamışından yapılmış bir çeşit rom olan Caipirinha, alkolle arası iyi olanlara tavsiye olunur. Mojito ise nane yapraklarıyla servis ediliyor, beyaz rom ya da şeker kamışından yapılıyor. Hazırlanışını izlemek keyifli.
***
Nasıl Gidilir?
Türk Hava Yolları’nın Lizbon’a haftada dört gün direkt uçuşu var. THY dışında bir diğer direkt uçuşu olan havayolu da Portekiz Hava Yolları (TAP). Aktarmalı olarak Lizbon’a gitmeyi göze alırsanız hemen hemen tüm büyük firmaların uçuşları var. Ancak yol biraz uzuyor. Lizbon’da görecek çok şey var, kısıtlı zamanınız varsa yolda harcamayın.
Konaklama...
Kent, büyüklüğüne oranla iyi bir metro ağına sahip olduğu için, istasyonlara yakın uzaktaki otelleri de tercih edebilirsiniz. “Hotel Barcelona”, iyi İngilizce konuşan çalışanlarıyla bu tarife uyan seçeneklerden biri. Campo Pequeno Metro İstasyonu 6 dakika yürüme mesafesinde. İlla merkezde (Baixa) olacağım diyorsanız, “Metropole” ve “Internacional” gibi turistlerin tercih ettiği otellerde de konaklayabilirsiniz. Merkezde ama daha ucuz olsun diyenlere “Residencial Duas Naçoes” oteli tavsiye ediliyor.
Ne yenir?
Lizbon’dan deyim yerindeyse denizden ne çıkarsa yeniyor. Kılıç balığını bir daha bulamam diyorsanız deneyebilirsiniz ama birçok kişi size, ucuz falan demeden sardalye ile ziyafet çekmenizi öneriyor. Mangalda pişirilmiş sardalye (Sardinhas assadas) ve bizim denemeye fırsat bulamadığımız balık kekleri damak zevkinize hitap edebilir. Güzel şaraplarını kesinlikle ihmal etmeyin. Kentin merkezinde onlarca irili ufaklı lokanta var, seçim yapmak zor. Biraz Portekizceniz ya da kendinize güveniniz varsa, ara sokaklar ilginç, turistlerden uzak mekanlarla dolu. Buralarda yemeklerin yanında Portekiz kültürü bedava servis ediliyor. Eski sömürgelerden gelenlerin işlettiği Brezilya ve Afrika mutfakları da kentte sizi bekliyor.
Alışveriş
Alışveriş tutkunlarını “Baixa”da birçok hediyelik eşya dükkanı ve küçük mağazalar bekliyor. “El Corte Ingles”, alışveriş merkezi isteyenler için ideal. Tanınmış İspanyol ve Portekiz markalarıyla dolu bu büyük alışveriş merkezi, VII. Eduarda Parkı’nın hemen yanında. Parkta mola verip alışverişe devam etmek mümkün. Vasco da Gama alışveriş merkezi de “bildik” tatlar denemek isteyenler için bir başka seçenek. “Bairro Alto” bölgesinde barların arasına sıkışmış ilginç dizaynlara sahip ürünlrin olduğu mağazalar var. Yine Bairro Alto’da, “Carlo Amaro” adlı dükkan, küçük ama mücevherat meraklıları için biçilmiş kaftan. Amaro’nun el yapımı orjinal dizaynları burada bulunabilir.
***
Görmek için 5 beden
1. Haziran ve Temmuz aylarında festivaller yazın keyfini partiler
ve havai fişeklerle çıkarmak isteyenler için ideal.
2. Klasik Batı Avrupa kentlerine benzemiyor. Kendinizi Latin Amerika’ya yakın hissediyorsunuz. Farklı tadlar ve kültürler sizi bekliyor.
3. Bütçenize uygun seçenekler var. Özellikle dışarıda yemek yemek, Batı Avrupa’ya göre daha ucuz. Deniz mahsulleri sevenler içinse bir cennet.
4. Gece hayatı gerçekten çok farklı. Modern yapılar içerisinde değil sokaklarda eğleniyorsunuz. Kent sanki gündüz uyuyor, gece uyanıyor.
5. Şarapları, “Fado”su, tarihi kalesi, köprüleri ve hepsinden öte kent içindeki “Miradouro”lardan sunduğu nefis manzarası oldukça etkileyici.
Güneş tarlaları yasayı bekliyor
Artan talep, ilerleyen teknoloji güneş enerjisinden elektrik üretimini de ucuzlattı. TBMM'de onaylanmayı bekleyen yasa tasarısı geçerse, yatırımı 7-8 yılda geri ödeyecek güneş santralleri kurmak mümkün olacak.
Özgür Gürbüz–Gazete Habertürk / 14 Mayıs 2009
Bugüne kadar Türkiye’de güneş enerjisi denince akla hep, çatılarda su ısıtan paneller geldi. Halbuki yıllardır fotovoltaik panellerle güneş enerjisini elektriğe çevrilebiliyor. Tek sorun bu panellerin ilk yatırım maliyetinin pahalı olmasıydı. Dünyada temiz enerjiye olan ilginin artması, yaşanan teknolojik gelişmeler bu engeli de ortadan kaldırmaya başladı. Form Enerji tarafından dün akşam İstanbul’da düzenlenen, “Eğrisiyle Doğrusuyla Güneş Enerjisi” başlıklı sempozyumda dev güneş enerjisi santrallerinin bile kendilerini 7-8 yıl içerisinde amorti edebilecekleri belirtildi.
Yılda 1 milyon 500 bin kilovatsaat
Form Enerji Genel Müdürü Ateş Uğurel, Türkiye’de yaklaşık 20-25 dönümlük bir arazide kurulacak 1 megavat gücünde güneş santralinden yılda 150 bin kilovatsaat elektrik elde etmenin mümkün olduğunu belirtti. Uğurel, 3 milyon avroya mal olacak bu tip bir santralin, Meclis’te bekleyen yasa tasarısının kabul edilmesi halinde kendisini 7-8 yıl içerisinde amorti edebileceğini söyledi. TBMM’inde Yenilenebilir Enerji Yasası’nda değişiklik yapılmasını öneren teklif kabul edilirse, güneş santralinden üretilen elektriğin kilovatsaati ilk 10 yıl boyunca 28 avro/cent’ten, ikinci 10 yılda ise 22 avro/cent’ten devlete satabilecekler. Bu alım garantisi sayesinde yatırımcıların kredi bulması da kolaylaşacak. Fotovoltaik panellere üretici firmalar 25 yıl civarında garanti veriyor. Bu da, alım garantisi bittikten sonra da panellerin elektrik üretmeye devam edeceği ve santralde üretilen elektriğin serbest piyasada satılabileceği anlamına geliyor.
Çatılar para getirecek
Türkiye’de güneş enerjisiyle su ısıtan sistemler oldukça yaygın olarak kullanılıyor. Türkiye, Çin’in ardından ikinci sırada. Fotovoltaik panellerde ise sınırlı sayıda uygulama alanı olan Türkiye’de, bu paneller daha çok sokak aydınlatması, trafikte sinyalizasyon lambalarında, telekominakasyonda elektrik şebekesinden uzak noktadaki verici ve istasyonlarda kullanılıyor. Yine birkaç özel şirkette, sosyal sorumluluk projeleri kapsamında gerçekleştirilmiş küçük ölçekli çalışmalar da mevcut. Yasa değişikliği gerçekleşirse, bireylerin evlerinin çatılarına koyacakları panellerle üreteceği elektriği satmaları da mümkün olacak. Teşvik sistemi evlerde kurulacak küçük sistemler için daha farklı. İlk 3 bin kilovatsaatlik üretimde kilovatsaat başına üretilen elektriğe 45 avro/cent, 3 bin 1 ile 6 bin kilovatsaat içinse 35 avro/cent verilmesi planlanıyor. Form Enerji Satış Müdürü Levent Yamantaş, yasada bazı pürüzler olduğunu belirtmekle beraber, evlerdeki sistemlerden maliyeti kilovatsaat başı 20,78 cent’e elektrik üretilebileceğini hesapladıklarını söylüyor. Bu rakam, evin konumu, bulunduğu coğrafi bölge ve panellerin kurulduğu çatının özelliklerine göre değişebiliyor.
***
Ülkelere göre kurulu güç
Ülke Kurulu güç - 2008 (MW)
Almanya 5308
ABD 1173
İspanya 3223
Japonya 2149
İtalya 350
Kaynak: EPI
Özgür Gürbüz–Gazete Habertürk / 14 Mayıs 2009
Bugüne kadar Türkiye’de güneş enerjisi denince akla hep, çatılarda su ısıtan paneller geldi. Halbuki yıllardır fotovoltaik panellerle güneş enerjisini elektriğe çevrilebiliyor. Tek sorun bu panellerin ilk yatırım maliyetinin pahalı olmasıydı. Dünyada temiz enerjiye olan ilginin artması, yaşanan teknolojik gelişmeler bu engeli de ortadan kaldırmaya başladı. Form Enerji tarafından dün akşam İstanbul’da düzenlenen, “Eğrisiyle Doğrusuyla Güneş Enerjisi” başlıklı sempozyumda dev güneş enerjisi santrallerinin bile kendilerini 7-8 yıl içerisinde amorti edebilecekleri belirtildi.
Yılda 1 milyon 500 bin kilovatsaat
Form Enerji Genel Müdürü Ateş Uğurel, Türkiye’de yaklaşık 20-25 dönümlük bir arazide kurulacak 1 megavat gücünde güneş santralinden yılda 150 bin kilovatsaat elektrik elde etmenin mümkün olduğunu belirtti. Uğurel, 3 milyon avroya mal olacak bu tip bir santralin, Meclis’te bekleyen yasa tasarısının kabul edilmesi halinde kendisini 7-8 yıl içerisinde amorti edebileceğini söyledi. TBMM’inde Yenilenebilir Enerji Yasası’nda değişiklik yapılmasını öneren teklif kabul edilirse, güneş santralinden üretilen elektriğin kilovatsaati ilk 10 yıl boyunca 28 avro/cent’ten, ikinci 10 yılda ise 22 avro/cent’ten devlete satabilecekler. Bu alım garantisi sayesinde yatırımcıların kredi bulması da kolaylaşacak. Fotovoltaik panellere üretici firmalar 25 yıl civarında garanti veriyor. Bu da, alım garantisi bittikten sonra da panellerin elektrik üretmeye devam edeceği ve santralde üretilen elektriğin serbest piyasada satılabileceği anlamına geliyor.
Çatılar para getirecek
Türkiye’de güneş enerjisiyle su ısıtan sistemler oldukça yaygın olarak kullanılıyor. Türkiye, Çin’in ardından ikinci sırada. Fotovoltaik panellerde ise sınırlı sayıda uygulama alanı olan Türkiye’de, bu paneller daha çok sokak aydınlatması, trafikte sinyalizasyon lambalarında, telekominakasyonda elektrik şebekesinden uzak noktadaki verici ve istasyonlarda kullanılıyor. Yine birkaç özel şirkette, sosyal sorumluluk projeleri kapsamında gerçekleştirilmiş küçük ölçekli çalışmalar da mevcut. Yasa değişikliği gerçekleşirse, bireylerin evlerinin çatılarına koyacakları panellerle üreteceği elektriği satmaları da mümkün olacak. Teşvik sistemi evlerde kurulacak küçük sistemler için daha farklı. İlk 3 bin kilovatsaatlik üretimde kilovatsaat başına üretilen elektriğe 45 avro/cent, 3 bin 1 ile 6 bin kilovatsaat içinse 35 avro/cent verilmesi planlanıyor. Form Enerji Satış Müdürü Levent Yamantaş, yasada bazı pürüzler olduğunu belirtmekle beraber, evlerdeki sistemlerden maliyeti kilovatsaat başı 20,78 cent’e elektrik üretilebileceğini hesapladıklarını söylüyor. Bu rakam, evin konumu, bulunduğu coğrafi bölge ve panellerin kurulduğu çatının özelliklerine göre değişebiliyor.
***
Ülkelere göre kurulu güç
Ülke Kurulu güç - 2008 (MW)
Almanya 5308
ABD 1173
İspanya 3223
Japonya 2149
İtalya 350
Kaynak: EPI
Damlaya damlaya verim arttı
Doğal Hayatı Koruma Vakfı (WWF- Türkiye) ve Eti Burçak’ın su kaynaklarını verimli kullanmak için Konya’da yürüttüğü proje sonuçlandı. Damlama ve yağmurlama sulama yöntemlerinin kullanıldığı pilot projede verim yüzde 30 arttı, yüzde 50 oranında da su tasarrufu yapıldı.
Özgür Gürbüz / 8 Mayıs 2009
Türkiye’nin birçok bölgesinde, suyun yanlış kullanılması nedeniyle yaşanan kuraklık, susuzluk gibi sorunlara örnek olması amacıyla başlatılan pilot projede bir yıl sonra olumlu sonuçlar alındı. Doğal Hayatı Koruma Vakfı (WWF-Türkiye) ve Eti Burçak tarafından 2008 yılında başlatılan “Konya Havzası Modern Sulama Projesi” kapsamında 40 dönümlük dört ayrı alanda, “salma sulama” yerine modern sulama teknikleri kullanıldı. Bayşehir ve Çumra bölgelerindeki dört tarlada şekerpancarı ve buğday üretiminde kullanılan yağmurlama ve damla sulama teknikleri sayesinde yüzde 50 daha az su, yüzde 58 de daha az enerji kullanılmasına rağmen yüzde 30 oranında verim artışı sağlandığı açıklandı. Gübre kullanımı da yüzde 26 oranında azaldı. WWF-Türkiye Genel Müdürü Filiz Demirayak, proje boyunca elde edilen su tasarrufunun, dört kişilik bir ailenin 110 yıllık su ihtiyacına eşit olduğunu belirterek, yapılan çalışmanın iyi bir örnek olduğunun altını çizdi.
Toplantıda konuşan WWF-Türkiye Yönetim Kurulu Başkanı Akın Öngör, “İnsanoğlu, yeryüzünü kendini yenileme hızından daha hızlı tüketiyor. Herkes bir Amerikalı gibi tüketirse beş yerküreye, Avrupalı gibi tüketirse üç, Türkiyeli gibi tüketirse iki yerküreye ihtiyaç var” diyerek, bugün yaşanan ekonomik kriz ve çevre sorunlarının, kazanamadığımızı harcamaktan kaynaklı olduğunu söyledi. İklim değişikliğine karşı hem sınırlamaya yönelik hem de uyum sağlamaya yönelik iki farklı mücadele yöntemi olduğunu belirten Öngör, ortalama sıcaklıkta iki derecelik yükselmenin, İç Anadolu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde yüzde 30 daha az yağışa neden olacağına ve bu sonuca uygun tarım ürünlerinin ya da uygun sulama yöntemlerinin kullanılması gerektiğini söyledi.
2050’de Konya'da ne olacak?
WWF-Türkiye ve Eti Burçak, 2010 yılında tamamlanmak üzere, Konya Kapalı Havzası ve Doğu Akdeniz Havzası üzerinde bir başka projeye de başladıklarını duyurdu. Bu projede, iki bölgenin 2015, 2030 ve 2050 yıllarında karşılaşacakları iklim değişikliği kaynaklı sorunlar araştırılacak. Bu sorunlarla baş etmek için, yağış, buharlaşma ve akış projeksiyonlarına göre değişen iklim koşullarında, hangi ürünlerin üretilmesinin uygun olacağı, ne tip sulama sisteminin kullanılması gerektiği araştırılacak. İstanbul Teknik Üniversitesi modellemeler konusunda projeye destek olacak. Eti Pazarlama Müdürü Şule Atabey Şanlı, proje için gerekli maddi desteğin peşinen verildiğini belirterek alınan her Eti Burçak’la bireylerin de kampanyaya destek olacaklarını söyledi.
Özgür Gürbüz / 8 Mayıs 2009
Türkiye’nin birçok bölgesinde, suyun yanlış kullanılması nedeniyle yaşanan kuraklık, susuzluk gibi sorunlara örnek olması amacıyla başlatılan pilot projede bir yıl sonra olumlu sonuçlar alındı. Doğal Hayatı Koruma Vakfı (WWF-Türkiye) ve Eti Burçak tarafından 2008 yılında başlatılan “Konya Havzası Modern Sulama Projesi” kapsamında 40 dönümlük dört ayrı alanda, “salma sulama” yerine modern sulama teknikleri kullanıldı. Bayşehir ve Çumra bölgelerindeki dört tarlada şekerpancarı ve buğday üretiminde kullanılan yağmurlama ve damla sulama teknikleri sayesinde yüzde 50 daha az su, yüzde 58 de daha az enerji kullanılmasına rağmen yüzde 30 oranında verim artışı sağlandığı açıklandı. Gübre kullanımı da yüzde 26 oranında azaldı. WWF-Türkiye Genel Müdürü Filiz Demirayak, proje boyunca elde edilen su tasarrufunun, dört kişilik bir ailenin 110 yıllık su ihtiyacına eşit olduğunu belirterek, yapılan çalışmanın iyi bir örnek olduğunun altını çizdi.
Toplantıda konuşan WWF-Türkiye Yönetim Kurulu Başkanı Akın Öngör, “İnsanoğlu, yeryüzünü kendini yenileme hızından daha hızlı tüketiyor. Herkes bir Amerikalı gibi tüketirse beş yerküreye, Avrupalı gibi tüketirse üç, Türkiyeli gibi tüketirse iki yerküreye ihtiyaç var” diyerek, bugün yaşanan ekonomik kriz ve çevre sorunlarının, kazanamadığımızı harcamaktan kaynaklı olduğunu söyledi. İklim değişikliğine karşı hem sınırlamaya yönelik hem de uyum sağlamaya yönelik iki farklı mücadele yöntemi olduğunu belirten Öngör, ortalama sıcaklıkta iki derecelik yükselmenin, İç Anadolu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde yüzde 30 daha az yağışa neden olacağına ve bu sonuca uygun tarım ürünlerinin ya da uygun sulama yöntemlerinin kullanılması gerektiğini söyledi.
2050’de Konya'da ne olacak?
WWF-Türkiye ve Eti Burçak, 2010 yılında tamamlanmak üzere, Konya Kapalı Havzası ve Doğu Akdeniz Havzası üzerinde bir başka projeye de başladıklarını duyurdu. Bu projede, iki bölgenin 2015, 2030 ve 2050 yıllarında karşılaşacakları iklim değişikliği kaynaklı sorunlar araştırılacak. Bu sorunlarla baş etmek için, yağış, buharlaşma ve akış projeksiyonlarına göre değişen iklim koşullarında, hangi ürünlerin üretilmesinin uygun olacağı, ne tip sulama sisteminin kullanılması gerektiği araştırılacak. İstanbul Teknik Üniversitesi modellemeler konusunda projeye destek olacak. Eti Pazarlama Müdürü Şule Atabey Şanlı, proje için gerekli maddi desteğin peşinen verildiğini belirterek alınan her Eti Burçak’la bireylerin de kampanyaya destek olacaklarını söyledi.
İstanbullu her gün ağır metal soluyor!
İstanbul’u çevreleyen TEM Otoyolu ve ana arterlerin
yanındaki topraklarda yapılan ölçümler, Avrupa Birliği standartlarının çok
üstünde ağır metal kirliliğin tespit etti. Taşıt kaynaklı kurşun, çinko ve
bakır kirliliği hem araç içindekileri, hem yola yakın oturanları hem de yol
kenarlarındaki tarlalarda yetiştirilen ürünleri zehirliyor.
Özgür Gürbüz - Gazete Habertürk/7 Mayıs 2009
Avrupa Birliği’nin (AB)bir kilogram toprakta bulunmasına
izin verdiği kurşun miktarı en fazla 100 miligram. İstanbul’daki 1. Çevreyolu
kenarından alınan toprakta ise bu değer 1572 miligramı buluyor; yani tam 15
katı. Aynı yol üzerinde bulunan en yüksek çinko değeriyse kilogramda 522 mg. Bu
da AB sınır değerinin 2,5 katı.
1. Çevreyolu en kirlisi
Boğaziçi Üniversitesi Çevre Bilimleri Enstitüsü Araştırma
Görevlisi Mert Güney tarafından hazırlanan yüksek lisans tezinde, İstanbul
Anadolu Yakası’ndaki otoyol ve ana arterlerden 40’a yakın toprak örneği
alınmış. Bunlardan 16’sı TEM Otoyolu’nun Elmalı Baraj Havzası bölgesindeki
Molla Gürani Viyadüğü çevresinden. Sonuçlar, 2007 yılından itibaren
yasaklanmasına rağmen, özellikle kurşunlu benzinin kullanıldığı dönemden
kaynaklanan ciddi çevre kirliliğine işaret ediyor. Bunun dışında fren
balatalarından motor yağına kadar birçok noktadan ağır metal kirliliği meydana
gelebiliyor. Topraktaki kurşun miktarı, İstanbul 1. Çevreyolu (O1 Otoyolu)
civarında sınır değerin 15 kat üzerine çıkıyor. D20 Bağlantı noktasında ise 6,5
kat. Çinko kirliliği de yine 1. Çevreyolu’nda sınır değerin 2,5 kat üzerinde
tespit edilmiş. Sadece O2 Otoyolu’ndaki örnek noktalarında, çinko ve kurşun
değerleri sınır değerlerin altında kalıyor. Diğer noktalarda ise hep üstünde
çıkıyor.
Kanser Tehlikesi
Mart 2009’da uluslararası hakemli dergide yayımlanan ve
kabul gören tezin danışmanı Boğaziçi Üniversitesi’nden Prof. Dr. Turgut Onay,
uzun süre yol kenarında çalışan, yaşayan insanlarla iyi bir havalandırma
sistemi olmayan araçlardaki sürücülerde, ağır metallerden kaynaklı solunum ve
sinir sistemi hastalıkları görülebileceğini belirtiyor. Bu kirliliğin
kansorejen etkilerine dikkat çeken Onay, “Sürekli bu bölgedeki yiyecekleri
yiyenler, bu yolları kullanan şoförler ve karayolları ekipleri için tehlike
daha da büyük. Bu kişilerde sağlık sağlık taraması yapılmalı” diyor.
Yol kenarına konut ve tarla olmaz
Tezi hazırlayan Araştırma Görevlisi Güney ise bu
kirlikten korunmak için şoförlerin araç içerisinde camlar kapalı seyahat
etmesini, havalandırma sistemlerini kullanmalarını ve filtre değişimi gibi
gerekli bakım işlemlerini mutlaka yaptırmalarını öneriyor. Güney, “1. Çevreyolu
ve E-5 daha kirli. Trafik yoğunluğunun çok olması ve uzun süredir bu yolların
kullanılıyor olması bunda etken. Yol kenarlarında, yapılaşma ve tarım amaçlı
kullanım için sınırlamalar getirilmeli. Özellikle yolların 10 metre yakınında
kesinlikle tarımsal amaçlı kullanım olmamalı” diyor. Buna karşın, E-5 üzerinde
birçok noktada yol kenarlarından başlayan tarım alanları görmek mümkün. Yine
yol kenarlarında TOKİ dahil birçok inşaat firmalarının bloklar halinde konutlar
inşa ettiği de gözlemleniyor. AB, kurşunlu benzini özellikle çocuklarda zeka
geriliğine yol açtığı için 1993 yılında yasaklamıştı.
***
Numune Alınan Yer
|
Kurşun (Azami/Asgari) (Mg/Kg)
|
Çinko(Azami/Asgari) (Mg/Kg)
|
O1 Otoyolu
|
1572,5 / 560,2
|
522,1 / 407
|
O2 Otoyolu
|
88,1 / 50,5
|
193,2 / 161,3
|
O4 Otoyolu
|
227,8 / 128,1
|
350,3 / 258,4
|
D100 Otoyolu
|
133,7 / 78,3
|
330,1 / 241,7
|
D20 Bağlantısı
|
645,8 / 204,9
|
433,6 / 264,5
|
O4-D100 Bağlantısı
|
133,7 / 78,3 3
|
30,1 / 241,7
|
Elmalı Baraj Havzası
|
104,2 /34
|
275,8 / 138,1
|
Avrupa Birliği sınır
değerleri kurşun için azami 100 mg/kg; çinko içinse 200 mg/kg olarak
belirlenmiştir.
***
Otoyolda camı açıp yolculuk yapmayın
Aracınızda camlar açık seyahat etmeyin.Havalandırma
sisteminizi düzenli bakımdan geçirin.Klimalarınızın filtrelerini değiştirin,
yakıt tasarufu yapacağım diye klimayı kapatıp kendinizi zehirlemeyin.Yola yakın
evlerde oturuyorsanız yola bakan camlarınızı açmamaya çalışın.Yol kenarında
yetişen sebze ve meyveleri almayın.Evleri hem gürültü hem de ağır metal içeren
tozlardan korumak için yol kenralarına tahta perdeler yapılmalı.Yolda çalışan
işçiler gerekli tedbirleri almadan çalışmamalı.
Benzinlikteki hayvan hapishanesi dağıtıldı
Çanakkale ve Gelibolu’daki Miller Oto’ya ait hayvanat bahçelerindeki hayvanlar, hayvanseverlerin itirazları sonucu doğaya salındı. Kalan vahşi hayvanlar da Bursa’daki merkeze götürülecek.
Özgür Gürbüz - Gazete Habertürk / 3 Mayıs 2009
Çanakkale Çevre ve Sokak Hayvanlarını Koruma Derneği’nin Çanakkale ve Gelibolu’daki iki akaryakıt istasyonundaki hayvanat bahçelerine karşı sürdürdüğü mücadele sonuçlandı. Hayvanseverler, hobi amaçlı hayvan bakımı için kurulan yerin, 2007 yılında yayımlanan “Hayvanat Bahçesinin Kuruluşu ile Çalışma Usul ve Esasları Hakkında Yönetmelik” ile çeliştiğini ve istasyonlarda barındırılan vahşi hayvanların hobi için beslenemeyecek türde olmaları nedeniyle doğaya salınması gerektiğini iddia etmişlerdi. Yönetmeliğin uygulanması için tanınan bir yıllık sürenin geçmesinin ardından Çanakkale Çevre İl Müdürlüğü’ne başvuran hayvanseverlerin talebi kabul edildi ve bir tilki, beş sincap ve üç adet altuni sülün uygun doğal ortamlarına salındı. Yedi adet “Örümcek Maymun”, beş sülün, iki “Gümüşi Sülün”, birer adet de karaca, alageyik, leylek, pelikan ve “Cennet Papağan” ise Bursa’da inşaatı süren kurtarma merkezine gönderilmek üzere yediemine bırakıldı.
Şirkete 2 bin 500 TL ceza
Çanakkale Çevre ve Sokak Hayvanlarını Koruma Derneği Başkanı Sitare Şahin, doğada yaşaması gereken hayvanların ticari amaçla istasyonda tutulduğuna dikkat çekerek Çanakkale Çevre İl Müdürlüğü’ne duyarlı çalışmaları için teşekkür etti. Şirkete 2 bin 500 TL ceza kesildiğini de belirten Şahin, “Örtülü ticaret yapan bu kurumla ilgili 3 yıldır uğraşıyoruz” dedi. Miller Oto Ticaret Yönetim Kurulu Üyesi Can Mildon ise, “Biz hayvanların doğal ortamlarında yaşayabileceği bir yer istedik. Hemen yanımızdaki orman alanı olabilir ama bürokrasi buna izin vermedi” açıklamasını yapıyor. Doğayı ve Hayvanları Koruma Derneği (DOHAYKO) Genel Sekreteri Nesrin Çıtırık, görevlilerin bu gibi durumlarda itirazı beklemeden işlem yapması gerektiğini belirtiyor ve hayvanların doğal olmayan koşullarda saklanmasının 5199 sayılı Hayvan Hakları Yasası’na aykırı olduğunu belirtiyor.
Özgür Gürbüz - Gazete Habertürk / 3 Mayıs 2009
Çanakkale Çevre ve Sokak Hayvanlarını Koruma Derneği’nin Çanakkale ve Gelibolu’daki iki akaryakıt istasyonundaki hayvanat bahçelerine karşı sürdürdüğü mücadele sonuçlandı. Hayvanseverler, hobi amaçlı hayvan bakımı için kurulan yerin, 2007 yılında yayımlanan “Hayvanat Bahçesinin Kuruluşu ile Çalışma Usul ve Esasları Hakkında Yönetmelik” ile çeliştiğini ve istasyonlarda barındırılan vahşi hayvanların hobi için beslenemeyecek türde olmaları nedeniyle doğaya salınması gerektiğini iddia etmişlerdi. Yönetmeliğin uygulanması için tanınan bir yıllık sürenin geçmesinin ardından Çanakkale Çevre İl Müdürlüğü’ne başvuran hayvanseverlerin talebi kabul edildi ve bir tilki, beş sincap ve üç adet altuni sülün uygun doğal ortamlarına salındı. Yedi adet “Örümcek Maymun”, beş sülün, iki “Gümüşi Sülün”, birer adet de karaca, alageyik, leylek, pelikan ve “Cennet Papağan” ise Bursa’da inşaatı süren kurtarma merkezine gönderilmek üzere yediemine bırakıldı.
Şirkete 2 bin 500 TL ceza
Çanakkale Çevre ve Sokak Hayvanlarını Koruma Derneği Başkanı Sitare Şahin, doğada yaşaması gereken hayvanların ticari amaçla istasyonda tutulduğuna dikkat çekerek Çanakkale Çevre İl Müdürlüğü’ne duyarlı çalışmaları için teşekkür etti. Şirkete 2 bin 500 TL ceza kesildiğini de belirten Şahin, “Örtülü ticaret yapan bu kurumla ilgili 3 yıldır uğraşıyoruz” dedi. Miller Oto Ticaret Yönetim Kurulu Üyesi Can Mildon ise, “Biz hayvanların doğal ortamlarında yaşayabileceği bir yer istedik. Hemen yanımızdaki orman alanı olabilir ama bürokrasi buna izin vermedi” açıklamasını yapıyor. Doğayı ve Hayvanları Koruma Derneği (DOHAYKO) Genel Sekreteri Nesrin Çıtırık, görevlilerin bu gibi durumlarda itirazı beklemeden işlem yapması gerektiğini belirtiyor ve hayvanların doğal olmayan koşullarda saklanmasının 5199 sayılı Hayvan Hakları Yasası’na aykırı olduğunu belirtiyor.
Gayri Safi Hasıla’nın binde 5’i çevreye
2007 yılında kamuda çevre harcamalarına tam 9,18 milyar YTL harcandı. Aslan payını, su ve atık suyla ilgili hizmetler için belediyeler aldı.
Özgür Gürbüz - Gazete Habertürk / 30 Nisan 2009 *
Türkiye’deki kamu sektörünün 2007 yılındaki çevre harcamaları 9,18 milyar YTL’yi buldu. Bu miktarın 4,82 milyarını cari harcamalar, 4,36 milyarını ise yatırım harcamaları oluşturdu. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) tarafından açıklanan verilere göre, 2006 yılında bu rakam 6,77 milyardı. Kamunun çevre harcamaları bir yıl içinde 2,3 milyar arttı. 2007 yılında da önceki yıllara benzer bir şekilde kamunun yatırım harcamaların yüzde 78’i belediyelere ayrıldı. Belediyelerin çevresel yatırım harcamaları da bir önceki yıla göre yüzde 63, diğer kamu kurum ve kuruluşlarının yatırım harcamaları da yüzde 23 oranında arttı. Yatırım harcamalarının yüzde 49’u su hizmetlerine, yüzde 32’si ise atık su hizmetlerine ayrılmış. Biyolojik çeşitliliğin ve peyzajın korunmasıysa bütçeden yüzde 7’lik pay almış. Bu artışa rağmen kamu sektörü çevresel yatırım harcamalarının Gayri Safi Yurtiçi Hasıla içindeki payı sadece binde 5,1’de kaldı. 2006 yılında bu oran binde 3,84'tü. TÜİK’in verilerine göre 2007 yılında kamu kurum ve kuruluşlarında çevre konularında çalışan personel sayısı 8 bin 485’e ulaştı. Bunun yüzde 78’i sadece çevresel faaliyetlerle ilgili konularda çalışırken yüzde 22’di diğer işlerinin yanında çevreyle ilgili konularla ilgileniyor.
Girişimler çevre için 783 milyon YTL harcadı
Yine TÜİK tarafından ilk kez yapılan bir başka araştırmayla madencilik ve taş ocakçılığı, imalat sanayi, elektrik, gaz, buhar, sıcak su üretimi ve dağıtımı konularında çalışan girişimlerin 2007 yılındaki çevresel harcamaları tespit edilmeye çalışıldı. Madencilik ve imalat sektörleri için örnekleme yapılırken, elektrik, gaz, buhar ve sıcak su üretimi içinse sektördeki tüm girişimler değerlendirmeye alındı. 2007 yılında imalat sanayi sektörünün çevresel harcamaları, 648 milyon YTL olarak tahmin edildi. Elektrik, gaz, buhar ve sıcak su üretimi ve dağıtımı sektörünün çevresel harcamaları ise 108 milyon YTL olarak tahmin edildi. Madencilik ve taş ocakçılığı sektörünün çevresel harcamaları ise 27 milyon YTL’de kaldı. Toplamda çevre için özel sektörün harcamaları 783 milyonu buldu.
***
Kamu Sektörü Çevresel Harcamaları (2007 – YTL)
Dış ortam havasını ve iklimi koruma 1.829.264
Su hizmetleri 2.118.142.201
Atıksu yönetimi 1.381.583.343
Atık yönetimi hizmetleri 181.393.971
Toprak ve yeraltı suyunu koruma 7.142.388
Gürültü ve vibrasyonun azaltılması 9.037
Biyolojik çeşitliliğin ve peyzajın korunması 302.616.833
Enerji 8.656.762
Araştırma ve geliştirme 3.533.285
Diğer 353.758.929
Kaynak: TÜİK
*Tam metin
Özgür Gürbüz - Gazete Habertürk / 30 Nisan 2009 *
Türkiye’deki kamu sektörünün 2007 yılındaki çevre harcamaları 9,18 milyar YTL’yi buldu. Bu miktarın 4,82 milyarını cari harcamalar, 4,36 milyarını ise yatırım harcamaları oluşturdu. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) tarafından açıklanan verilere göre, 2006 yılında bu rakam 6,77 milyardı. Kamunun çevre harcamaları bir yıl içinde 2,3 milyar arttı. 2007 yılında da önceki yıllara benzer bir şekilde kamunun yatırım harcamaların yüzde 78’i belediyelere ayrıldı. Belediyelerin çevresel yatırım harcamaları da bir önceki yıla göre yüzde 63, diğer kamu kurum ve kuruluşlarının yatırım harcamaları da yüzde 23 oranında arttı. Yatırım harcamalarının yüzde 49’u su hizmetlerine, yüzde 32’si ise atık su hizmetlerine ayrılmış. Biyolojik çeşitliliğin ve peyzajın korunmasıysa bütçeden yüzde 7’lik pay almış. Bu artışa rağmen kamu sektörü çevresel yatırım harcamalarının Gayri Safi Yurtiçi Hasıla içindeki payı sadece binde 5,1’de kaldı. 2006 yılında bu oran binde 3,84'tü. TÜİK’in verilerine göre 2007 yılında kamu kurum ve kuruluşlarında çevre konularında çalışan personel sayısı 8 bin 485’e ulaştı. Bunun yüzde 78’i sadece çevresel faaliyetlerle ilgili konularda çalışırken yüzde 22’di diğer işlerinin yanında çevreyle ilgili konularla ilgileniyor.
Girişimler çevre için 783 milyon YTL harcadı
Yine TÜİK tarafından ilk kez yapılan bir başka araştırmayla madencilik ve taş ocakçılığı, imalat sanayi, elektrik, gaz, buhar, sıcak su üretimi ve dağıtımı konularında çalışan girişimlerin 2007 yılındaki çevresel harcamaları tespit edilmeye çalışıldı. Madencilik ve imalat sektörleri için örnekleme yapılırken, elektrik, gaz, buhar ve sıcak su üretimi içinse sektördeki tüm girişimler değerlendirmeye alındı. 2007 yılında imalat sanayi sektörünün çevresel harcamaları, 648 milyon YTL olarak tahmin edildi. Elektrik, gaz, buhar ve sıcak su üretimi ve dağıtımı sektörünün çevresel harcamaları ise 108 milyon YTL olarak tahmin edildi. Madencilik ve taş ocakçılığı sektörünün çevresel harcamaları ise 27 milyon YTL’de kaldı. Toplamda çevre için özel sektörün harcamaları 783 milyonu buldu.
***
Kamu Sektörü Çevresel Harcamaları (2007 – YTL)
Dış ortam havasını ve iklimi koruma 1.829.264
Su hizmetleri 2.118.142.201
Atıksu yönetimi 1.381.583.343
Atık yönetimi hizmetleri 181.393.971
Toprak ve yeraltı suyunu koruma 7.142.388
Gürültü ve vibrasyonun azaltılması 9.037
Biyolojik çeşitliliğin ve peyzajın korunması 302.616.833
Enerji 8.656.762
Araştırma ve geliştirme 3.533.285
Diğer 353.758.929
Kaynak: TÜİK
*Tam metin
Kuyu sularında kısırlık riskine dikkat!
Yaz aylarıyla birlikte artan yeraltı suyu tüketimi hiç umulmadık riskleri de beraberinde getiriyor. Süleyman Demirel Üniversitesi’nde yapılan araştırmalar, yeraltı sularındaki yüksek düzeyde florün kısırlığa neden olabileceğini kanıtlamıştı.
Özgür Gürbüz - Gazete Habertürk / 28 Nisan 2009 *
Yaz ayları yaklaştıkça özellikle kırsal alanda yeraltı ya da bir başka deyişle kuyu sularının kullanımı artıyor. Kuyu sularının kontrolsüz kullanımı birçok sorunu beraberinde getirdiği gibi kısırlığa bile yol açabiliyor. Süleyman Demirel Üniversitesi’nde (SDÜ) yapılan araştırmalar, sudaki florün fazla miktarda alınmasının kısırlığa neden olabileceğini kanıtladı. 2007 yılında fareler üzerinde yaptığı çalışmaların sonuçları uluslararası hakemli dergilerde yayımlanan SDÜ Tıp Fakültesi Kadın Doğum Ana Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Tamer Mungan ve çalışmayı yürüten akademisyen arkadaşları, 60 gün boyunca yüksek dozda (litrede 100 mg) flor verdiği farelerde hücresel düzeyde hasar tespit etmiş ve kısırlık gibi sonuçların doğduğunu gözlemlemiş. Araştırma sonuçlarının birçok ülkeden araştırmacıların ilgisini çektiğini belirten Mungan, özellike gebelik yerleşim yeri olan rahim içi dokuda hücresel düzeyde harabiyetin olduğunu ve bu durumun kısırlık gibi önemli bir sonuca neden olabileceğini ilk defa ortaya koyduklarını belirtiyor.
Florün özellikle kemik mineral yapılanmasında önemli bir etkin madde olduğunu belirten Mungan, “Buna karşılık, fazla miktarda alındığında, birçok sistemde, özellikle üreme sağlığı üzerinde bazı olumsuzluklara da yol açabilmektedir” diyor. Daha önce yapılan çalışmalar Isparta’da özellikle kuyu suyu kullanıldığı dönemlerde bölge insanının ortalama 3,5-4,9 ppm flor maruziyetiyle karşı karşıya kaldığını gösteriyor. Florün kemiklerin sağlamlığını azalttığı biliniyor. Ancak, yüksek dozda sürekli alınan flor, kronik birikime ve kısırlığa neden olabiliyor. Prof. Mungan, asıl dikkat edilmesi gerekenin, suyun içindeki elementlerin bilinmeyen etkileri konusundaki bilgi eksikliği olduğuna dikkat çekiyor.
Isparta’nın şehrinin içme suyu Eğirdir Gölü ve bazı mahallelerin içme suyu Gölcük Krater Gölü’nden sağlanıyor. Gölcük Krater Gölü ve çevresindeki kaynak sularındaki flor oranının yüksek olduğu başka çalışmalarca da belirtilmiş. Dünya Sağlık Örgütü’nün belirlediği sınır değer litrede 1 miligram iken Gölcük Krater Gölü bölgesinde litrede 6 miligram flor ölçülmüş. Bu durumun insanlar için de bir sağlık sorunu teşkil edip etmediğine ilişkin sorumuza Prof. Mungan, “Isparta coğrafi olarak yer altı sularında fazla oranda flor içeren bir yapıya sahip. Bu durum, özellikle yer altı sularının kullanıldığı dönem için geçerli olabilir. Ancak yanlış bilmiyorsan uzun bir süredir bu kuyulardan su şebekeye verilmiyor ve Eğirdir’den su temin ediliyor. Bu nedenle şu anda yüksek flor içerikli su kullanıldığını sanmıyorum. Burada önemli olan, ülkemizde kontrolsüz olarak kullanılan yeraltı su rezervlerine sıklıkla başvurulduğu dönemlerde bu olası tehlikeyi akılda bulundurmak olmalı” diyor.
* Tam metin
Özgür Gürbüz - Gazete Habertürk / 28 Nisan 2009 *
Yaz ayları yaklaştıkça özellikle kırsal alanda yeraltı ya da bir başka deyişle kuyu sularının kullanımı artıyor. Kuyu sularının kontrolsüz kullanımı birçok sorunu beraberinde getirdiği gibi kısırlığa bile yol açabiliyor. Süleyman Demirel Üniversitesi’nde (SDÜ) yapılan araştırmalar, sudaki florün fazla miktarda alınmasının kısırlığa neden olabileceğini kanıtladı. 2007 yılında fareler üzerinde yaptığı çalışmaların sonuçları uluslararası hakemli dergilerde yayımlanan SDÜ Tıp Fakültesi Kadın Doğum Ana Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Tamer Mungan ve çalışmayı yürüten akademisyen arkadaşları, 60 gün boyunca yüksek dozda (litrede 100 mg) flor verdiği farelerde hücresel düzeyde hasar tespit etmiş ve kısırlık gibi sonuçların doğduğunu gözlemlemiş. Araştırma sonuçlarının birçok ülkeden araştırmacıların ilgisini çektiğini belirten Mungan, özellike gebelik yerleşim yeri olan rahim içi dokuda hücresel düzeyde harabiyetin olduğunu ve bu durumun kısırlık gibi önemli bir sonuca neden olabileceğini ilk defa ortaya koyduklarını belirtiyor.
Florün özellikle kemik mineral yapılanmasında önemli bir etkin madde olduğunu belirten Mungan, “Buna karşılık, fazla miktarda alındığında, birçok sistemde, özellikle üreme sağlığı üzerinde bazı olumsuzluklara da yol açabilmektedir” diyor. Daha önce yapılan çalışmalar Isparta’da özellikle kuyu suyu kullanıldığı dönemlerde bölge insanının ortalama 3,5-4,9 ppm flor maruziyetiyle karşı karşıya kaldığını gösteriyor. Florün kemiklerin sağlamlığını azalttığı biliniyor. Ancak, yüksek dozda sürekli alınan flor, kronik birikime ve kısırlığa neden olabiliyor. Prof. Mungan, asıl dikkat edilmesi gerekenin, suyun içindeki elementlerin bilinmeyen etkileri konusundaki bilgi eksikliği olduğuna dikkat çekiyor.
Isparta’nın şehrinin içme suyu Eğirdir Gölü ve bazı mahallelerin içme suyu Gölcük Krater Gölü’nden sağlanıyor. Gölcük Krater Gölü ve çevresindeki kaynak sularındaki flor oranının yüksek olduğu başka çalışmalarca da belirtilmiş. Dünya Sağlık Örgütü’nün belirlediği sınır değer litrede 1 miligram iken Gölcük Krater Gölü bölgesinde litrede 6 miligram flor ölçülmüş. Bu durumun insanlar için de bir sağlık sorunu teşkil edip etmediğine ilişkin sorumuza Prof. Mungan, “Isparta coğrafi olarak yer altı sularında fazla oranda flor içeren bir yapıya sahip. Bu durum, özellikle yer altı sularının kullanıldığı dönem için geçerli olabilir. Ancak yanlış bilmiyorsan uzun bir süredir bu kuyulardan su şebekeye verilmiyor ve Eğirdir’den su temin ediliyor. Bu nedenle şu anda yüksek flor içerikli su kullanıldığını sanmıyorum. Burada önemli olan, ülkemizde kontrolsüz olarak kullanılan yeraltı su rezervlerine sıklıkla başvurulduğu dönemlerde bu olası tehlikeyi akılda bulundurmak olmalı” diyor.
* Tam metin
Genç işadamlarının temiz enerji hedefi 2023’te yüzde 20
Genç işadamlarının temiz enerji hedefi 2023’te yüzde 20 Türkiye Genç İşadamları Derneği (TÜGİAD) Enerji Komisyonu Başkanı Ufuk Ünal, Türkiye'nin 2023 yılında enerjisinin yüzde 20'sini yeni ve yenilenebilir enerji kaynaklarından üretebileceğini öngörüyor.
Özgür Gürbüz - Gazete Habertürk / 28 Nisan 2009
Türkiye’nin enerji sorununa çözüm bulmak için yapılan çalışmalara bir yeni proje de, İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) ve Türkiye Genç İşadamları Derneği’nden (TÜGİAD) geldi. Yeni ve yenilenebilir enerji teknolojilerini araştırmak için bir “enerji üssü” kurma konusunda geçtiğimiz günlerde protokol imzalayan İTÜ Enerji Enstitüsü ve TÜGİAD, İstanbul’da buldukları arazi için Çevre ve Orman Bakanlığı’ndan yanıt bekliyor. Kurulacak enstitüde, rüzgar türbinleri, güneş pilleri, aküler ve yakıt hücreleri gibi başlıklarda çalışmalar yürütülecek, girişimciler bu yeni enerji üretim ve depolama teknolojilerine finansal destek sağlarken üniversite ise bilgi birikimi, teknik ve akademik altyapısıyla projeye destek sağlayacak.
2012 sonrası Kyoto sürecine katılan Türkiye için ortaya çıkacak yeni fon ve teşvik mekanizmaları da değerlendirilmeye çalışılacak. 2023 yılında Türkiye’nin enerji ihtiyacının yüzde 20’sinin bu yeni ve yenilenebilir enerji kaynaklarından karşılanabileceğini belirten TÜGİAD Enerji Komisyonu Başkanı Ufuk Ünal, üniversiteyle birlikte oluşturulacak olan platformun iş dünyasına ortak teşvik ve lobi desteği sağlayacağını da söylüyor. Bu hedefe ulaşabilmek için bir politika belirlediklerini belirten Ünal, “Yeni enerji teknolojilerine fevkalede bir ilgi var. 2023 Türkiye’sinde, yeni enerji projelerinde teknoloji üretmiş, bu konuda yatırımlar yapabilmiş, hem teknoloji hem de enerji satabilen bir Türkiye politikası oluşturduk” diyor. Kurulması düşünülen “enerji üssü” için İstanbul’da buldukları araziyle ilgili gerekli izinleri bekleyen TÜGİAD, burada Amerika ve Avrupa’da görülen enstitü-teknopark modeline benzeyen bir yapılanma oluşturacaklarını, sürece bürokrasiye de katarak Türkiye için örnek çalışmaların oluşturulacağı bir platform yaratmayı amaçlıyor. Çalışacakları konuları yenilenebilir başlığı altında değil yeni ve yenilenebilir başlığı altında ikiye ayırdıklarını belirten Ünal, “Yenilenebilir bize göre aslında dünyanın eskittiği bir teknoloji. Bizim gibi yatırımlarda geri kalmış ülkelerde yenilenebilir dendiğinde yeni bir enerji teknolojisi olarak adlandırılıyor. Aslında yenilenebilir başlığı altında ve gerçekten yeni olan plazma, hidrojen ve yeni güneş enerjisi teknolojileri var. Hepsi yenilenebilir altında geçse de diğerlerine göre yeni kaynaklar” diyor.
***
“Türkiye’yi geçiş coğrafyasından kaynak coğrafyasına taşımak lazım”
Ufuk Ünal TÜGİAD Enerji Komisyonu Başkanı
Bizim içinde bulunduğumuz çevrede ülkelerin demokrasi adı altında sınırları, yönetimleri, liderleri özerk yapıları değişiyor. Ana sebeplerden bir tanesi enerji paylaşımı. Dünyanın ihtiyacı olduğu enerjinin bizim yakın coğrafyamızda bulunmuş olması. Başkalarının çok rahat oynayabildiği bu alanda biz de söz sahibi olmalıyız diye düşündük. Doğal olarak, onların sahip olduğu konvansiyonel yataklar, potansiyeller üzerine mevcut politikaları düzenlemek yerine biz genç girişimciler olarak yeni enerji, teknoloji ve yatırımların hakim olması için ne yapabiliriz diye düşündük. Türkiye’yi geçiş coğrafyasından çıkarıp kaynak coğrafyasına taşımak istedik.
Özgür Gürbüz - Gazete Habertürk / 28 Nisan 2009
Türkiye’nin enerji sorununa çözüm bulmak için yapılan çalışmalara bir yeni proje de, İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) ve Türkiye Genç İşadamları Derneği’nden (TÜGİAD) geldi. Yeni ve yenilenebilir enerji teknolojilerini araştırmak için bir “enerji üssü” kurma konusunda geçtiğimiz günlerde protokol imzalayan İTÜ Enerji Enstitüsü ve TÜGİAD, İstanbul’da buldukları arazi için Çevre ve Orman Bakanlığı’ndan yanıt bekliyor. Kurulacak enstitüde, rüzgar türbinleri, güneş pilleri, aküler ve yakıt hücreleri gibi başlıklarda çalışmalar yürütülecek, girişimciler bu yeni enerji üretim ve depolama teknolojilerine finansal destek sağlarken üniversite ise bilgi birikimi, teknik ve akademik altyapısıyla projeye destek sağlayacak.
2012 sonrası Kyoto sürecine katılan Türkiye için ortaya çıkacak yeni fon ve teşvik mekanizmaları da değerlendirilmeye çalışılacak. 2023 yılında Türkiye’nin enerji ihtiyacının yüzde 20’sinin bu yeni ve yenilenebilir enerji kaynaklarından karşılanabileceğini belirten TÜGİAD Enerji Komisyonu Başkanı Ufuk Ünal, üniversiteyle birlikte oluşturulacak olan platformun iş dünyasına ortak teşvik ve lobi desteği sağlayacağını da söylüyor. Bu hedefe ulaşabilmek için bir politika belirlediklerini belirten Ünal, “Yeni enerji teknolojilerine fevkalede bir ilgi var. 2023 Türkiye’sinde, yeni enerji projelerinde teknoloji üretmiş, bu konuda yatırımlar yapabilmiş, hem teknoloji hem de enerji satabilen bir Türkiye politikası oluşturduk” diyor. Kurulması düşünülen “enerji üssü” için İstanbul’da buldukları araziyle ilgili gerekli izinleri bekleyen TÜGİAD, burada Amerika ve Avrupa’da görülen enstitü-teknopark modeline benzeyen bir yapılanma oluşturacaklarını, sürece bürokrasiye de katarak Türkiye için örnek çalışmaların oluşturulacağı bir platform yaratmayı amaçlıyor. Çalışacakları konuları yenilenebilir başlığı altında değil yeni ve yenilenebilir başlığı altında ikiye ayırdıklarını belirten Ünal, “Yenilenebilir bize göre aslında dünyanın eskittiği bir teknoloji. Bizim gibi yatırımlarda geri kalmış ülkelerde yenilenebilir dendiğinde yeni bir enerji teknolojisi olarak adlandırılıyor. Aslında yenilenebilir başlığı altında ve gerçekten yeni olan plazma, hidrojen ve yeni güneş enerjisi teknolojileri var. Hepsi yenilenebilir altında geçse de diğerlerine göre yeni kaynaklar” diyor.
***
“Türkiye’yi geçiş coğrafyasından kaynak coğrafyasına taşımak lazım”
Ufuk Ünal TÜGİAD Enerji Komisyonu Başkanı
Bizim içinde bulunduğumuz çevrede ülkelerin demokrasi adı altında sınırları, yönetimleri, liderleri özerk yapıları değişiyor. Ana sebeplerden bir tanesi enerji paylaşımı. Dünyanın ihtiyacı olduğu enerjinin bizim yakın coğrafyamızda bulunmuş olması. Başkalarının çok rahat oynayabildiği bu alanda biz de söz sahibi olmalıyız diye düşündük. Doğal olarak, onların sahip olduğu konvansiyonel yataklar, potansiyeller üzerine mevcut politikaları düzenlemek yerine biz genç girişimciler olarak yeni enerji, teknoloji ve yatırımların hakim olması için ne yapabiliriz diye düşündük. Türkiye’yi geçiş coğrafyasından çıkarıp kaynak coğrafyasına taşımak istedik.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)