Neden terlediğinizi bilmezseniz terlemeye devam edersiniz

Sadece Amasra değil, adeta tüm Karadeniz feda edilmiş. Sahil yoluyla başlayan seri cinayetler, Sinop'ta termik santral ve nükleer, Zonguldak'ta termik, Samsun'da doğalgaz, Doğu Karadeniz'de ise hidroelektrik santrallerle devam ediyor.

Özgür Gürbüz-BirGün/29 Temmuz 2012

Türkiye sıcak hava dalgasının etkisi altında, deyim yerindeyse kavruluyor. Herkes, her yerde şıpır şıpır terliyor. Terleyen sadece Türkiye değil. Amerikan Havacılık ve Uzay Dairesi (NASA) Grönland'daki buz tabakasının beklenmeyen bir biçimde eridiğini tespit etti. Bazı bilim insanları bunun bir sürpriz olmadığını, Mayıs ayında Grönland'ın en güneyindeki meteoroloji istasyonunda sıcaklığın 24,8 dereceye kadar çıktığını söylüyor. Grönland'da sıcaklıklar 1961-90 yıllarında görülen sıcaklıkların ortalamasının 2 ila 4 derece üzerinde seyrediyor. Bilimsel açıklamaları beklemek gerek elbet ama bilim insanlarının büyük bir çoğunluğu küresel iklim değişikliğini ya da halk dilindeki söylenişiyle küresel ısınmayı işaret etmekten çekinmiyor.

Grönland'daki buzulların beklenmedik bir hızla erimesi deniz seviyesinin yükselmesiyle ilgili tahminlerin daha önce gerçekleşmesini sağlayabilir. İngiltere Enerji ve İklim Bakanlığı tarafından İngiltere Meteoroloji Ofisi’ne hazırlattırılan raporun Türkiye kısmında, deniz seviyesindeki yükselmenin Akdeniz’de 428 bin, Ege’de 208 bin, Marmara’da 842 bin ve Karadeniz’de 201 bin kişiyi etkileyeceği yazılı. Bu raporun Türkiye ile ilgili bölümünden çıkardığımız çarpıcı sonuçları 7 Aralık 2011 tarihinde BirGün'e yazmıştık. Grönland'da olup bitenden sonra bu 2 milyona yakın kişinin endişelenmek için daha fazla nedeni var.

Bugün yaşadığımız sıcaklar istisna değil; 1960'lardan günümüze Türkiye'de bir ısınma eğilimi var. Bir senaryoya göre bu yüzyılın sonuna kadar sıcaklık artışı kuzey bölgelerinde 2,5-3, merkez ve güney/güneydoğu bölgelerinde 3-3,5 ve Türkiye’nin doğusunda ise 4 dereceyi bulacak. 2100’de Türkiye’de su sıkıntısı çeken nüfusunun oranı yüzde 45 olabilir. Bütün bu felaket senaryolarından klimanızın düğmesine basarak kurtulamazsınız. Klima kullanmaya başlarsanız felaketin oluşumuna daha fazla ortak olursunuz. Türkiye'nin elektrik tüketiminde geçtiğimiz hafta rekor kırdığını ve bunda en büyük payın soğutma amaçlı klima kullanımının yaygınlaşması olduğunu hatırlatmakta fayda var. Kurulan her HES, nükleer ve termik santralle düğmesine dokunarak sizi geçici bir süre rahatlatan klimalar arasında net bir ilişki var. Klima kullanımından kaçınmak, kaçamıyorsanız da derecesini 25'lerde tutmak hem çevre hem de elektrik faturalarınız için büyük bir kazanç olacak.

FRANSA'DA 15 BİN KİŞİ ÖLMÜŞTÜ
Küresel ısınmanın şakası yok. 2006 yılında Fransa'da görülen benzer bir sıcak hava dalgasının çoğunluğu yaşlı 15 bine yakın kişinin hayatına mal olduğunu unutmayın. Klima kullanmayarak, toplu ulaşımı tercih ederek, özetlersek enerji tasarrufu yaparak bu yıl yaşadığımız sıcak hava dalgasının tekrarlanmaması için önemli birkaç adım atabilirsiniz. Siz bunları yaparken hükumetlerin de benzer bir duyarlılık göstermesi şart. Küresel ısınmanın ateşini daha çok kömür, petrol ve doğalgaz yakarak körükleyen devletlere dur demenin zamanı geldi. Karadeniz'de termik santrallere karşı mücadele eden Amasra ve Gerzeliler işte tam da bunu yapıyor. Bartın-Amasra'da Hattat Holding'e ait Hema Endüstri A.Ş ilk etapta 1320 megavat (MW) gücünde bir kömür santrali kurmak istiyor. Holding yetkililerinin demeçlerinden asıl hedefin 4 bin megavatı bulmak olduğu anlaşılıyor. Türkiye'nin toplam kurulu gücünün 13'te birine eş gücün Amasra'ya kurulması planlanıyor. Tüm elektrik santrallerin 13'te biri gücünde dev bir kömür santralinden bahsediyoruz. Sinop-Gerze'de ise Anadolu Grubu 1000 MW'lık bir başka kömür santralini yeşillikler içerisine yerleştirmenin sinsi planlarını yapıyor. Her iki proje de henüz ÇED raporu (Çevre Etki Değerlendirmesi) alamadı. ÇED raporu almakta aslında bir şey yok. 1993-2011 yılları arasında Çevre Bakanlığı'na yapılan 38 bin 706 başvurudan sadece 32'si olumlu sonuç almamış. Bence bu 32 proje sahibini tebrik etmek lazım. Nasıl becer(e)mişler merak ettim. Amasra ve Gerze'de santral inşaatlarını durduranın ÇED raporlarından çok halkın baskısı olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.

AMASRA EKO-TURİZMİ TERCİH EDİYOR
1999'da 150 MW gücünde bir termik santralin Amasra'ya yapılacağı haberinin duyulmasıyla direniş başlıyor. Termik santral planları mücadeleyle birlikte küçüleceğine büyüyor. Santralin kurulu gücü 2007'de 600 MW'a 2012'de ise 4000 MW'a kadar çıkıyor. Halk ikna olmuş değil. “Enerji üssü olacaksınız” diyen şirkete “biz turizm ve doğal güzelliklerin üssü olacağız” yanıtı veriliyor. Devlet Planlama Teşkilatı'nın (DPT) 2023 Turizm Stratejisi, Bolu, Zonguldak, Bartın, Kastamonu ve Sinop illerini içine alan bölgeyi ekolojik turizmin geliştirileceği bölge olarak belirlemiş. Taş kömürünün eko-turizmin ilgisini ne kadar çekeceği tartışılır. Eko-turizm denen şeyin, yeşili seven adamların birbirine taş kömürü fırlatması olmadığı umarım biliniyordur.

Amasralı termiğe hayır dedikçe santralin çevreci olacağına dair nutuklar da artmış. Santralin teknolojisi bir 'akışkan yatak' olmuş, bir 'süper kritik'. Gerze'de de teknolojiye övgü dizilen benzer masallar söyleniliyor. Dünyanın en ileri teknolojisinden bahsediliyor ama kömürün yakılmasıyla ortaya çıkan ve küresel ısınmaya yol açan karbondioksiti yok edecek bir teknolojinin henüz bulunmadığını kimse söyleyemiyor. Gerze'de durum o kadar vahim ki, Adalet ve Kalkınma Partisi üyeleri şirketin düzenlediği gezilere katılıyor, yurt dışında kömür santralleri görmeye götürülüyor. Döndüklerinde kömüre methiyeler düzen politikacılar haline geliveriyorlar. Ne gariptir ki hiçbiri bugün bizi terleten, bunaltan küresel ısınmadan bahsetmiyor. Termik santral görmeye gittikleri Almanya'nın olmayan güneşinde elektrik üreterek dünya rekorları kırdığından habersiz mi bu politikacılar?

EN BÜYÜK SUÇLU ENERJİ
Bilim çok net. Kömür, fosil yakıtlar içinde küresel ısınmaya yol açan bir numaralı yakıt. Bir kilovatsaat elektrik üretmek için kömür yakarsanız atmosfere yaklaşık 900 gram karbondioksit bırakıyorsunuz. Doğalgaz da kömüre göre yarı yarıya düşüyor. Aynı elektriği rüzgardan elde etseniz bu sadece 11-30 gram arası (rüzgarın emisyonu daha çok türbinlerin üretimi sırasında harcanan enerjiden kaynaklanıyor. İşletmede emisyon miktarı çok az) karbondioksit emisyonuna neden oluyor. Türkiye'nin 2010 yılı toplam karbondioksit emisyonlarının yüzde 85'inin enerji kaynaklı olduğunu da not düşelim.

Amasra'nın, Gerze'nin doğal güzellikleri, denizi, balıkçılığı aynı küresel ısınmanın varlığı gibi hiç konuşulmuyor. Sadece Amasra değil, adeta tüm Karadeniz feda edilmiş. Sahil yoluyla başlayan seri cinayetler, Sinop'ta termik santral ve nükleer, Zonguldak'ta termik, Samsun'da doğalgaz, Doğu Karadeniz'de ise hidroelektrik santrallerle devam ediyor. Aslında ülkenin her tarafında yeni kömür santrallerinin kurulması planlanıyor. Aliağa, Adana, Mersin, Hatay, Çanakkale ve liste uzayıp gidiyor. Uzayan listeyi kısaltmak zorundayız. Enerji ihtiyacımızı azaltarak bize dayatılan tüketim modellerini reddetmeliyiz. Bunları sıcak hava dalgalarında ölmesini istemediğiniz anne ve babalarımız, dede ve ninelerimiz için yapmalıyız. Afrika'da susuzluktan can verecek, o hiç tanımadığınız çocuklar, Bangladeş'te veya Çin'de sel sularında sürüklenecek akranlarımıza yardım eli uzatmak adına hayata geçirmeliyiz. Kâr hırsıyla kurulan, bilimden, planlamadan uzak ev ve şehirlerde yaşayan Samsun'daki bebekler için yapmalıyız. Onları bu yöneticilerin kurtarmayacağı açık. Tersine, onları küresel ısınmadan habersiz yöneticilerden kurtarmak için bugün klimanızı yarın da termik santralleri durdurmamız gerekiyor. Bu sıcaklar bizim kalbimizi durdurmadan.

Evde enerji tasarrufu yapmanın ipuçları

Daha az doğalgaz ve elektrik harcamak için bazı küçük tedbirler almanız ve yaşam tarzınızı değiştirmeniz yeterli. 14 Temmuz 2012 tarihinde Kanal 24 televizyonunda yayımlanan Tıkırtı Gazetesi programına katılmış ve hem faturaları azaltmak hem de çevrenin korunmasına katkıda bulunmak için yapabileceklerimizden bazı örnekler vermeye çalışmıştım. Programın kaydını buradan izleyebilirsiniz:

Sol süpermarketler kurulsun

Üreten biziz ama yöneten olamadık. Tüketen de biziz ama yine yöneten değiliz. Demek ki bu iş yarım yarım olmuyor. Zincirin tamamında söz sahibi olmadıkça işimiz zor.

Özgür Gürbüz-BirGün/22 Temmuz 2012

Birleşik Krallık’taki sürdürülebilir tarım hareketinin öncülerinden Patrick Holden geçen hafta Türkiye’deydi. İstanbul’da bir konferans veren Holden, ekilebilir toprağın, minerallerin ve suyun azalması tehlikesinden bahsetti ve sürdürülebilir tarımın önemine vurgu yaptı. Holden’a göre gıda güvenliği sorunu giderek büyüyor ve 15-20 yıl sonra bütün uygarlık büyük bir tehditle karşı karşıya kalabilir.

Sürdürülebilir Gıda Birliği’nin (Sustainable Food Trust) kurucularından Patrick Holden’ın Galler’de bir mandırası var ve mandırada 70’in üzerinde ineği var. 1973 yılından beri pastörize edilmemiş sütten peynir yapıyorlar. Organik ürünler üreten bir mandırayı 38 yıldır ayakta tutabilme başarısına rağmen Holden kaygılı. Tüketilen gıdaların yüzde 2’sinin organik olduğu İngiltere’de bile rüzgar tersinden esiyormuş. 10-15 yıl önce organik ürünleri yere göğe sığdıramayan medya, şimdilerde organik ürün pazarını fahiş fiyata ürün satmak isteyenlerin ticaret alanı ve tüketicilerini de “seçkin” bir topluluk olarak niteliyormuş. Genetiği değiştirilmiş organizmalar (GDO) ve bunları üreten çok uluslu şirketlerin ellerini ovuşturduğunu tahmin etmek zor değil.

Sadece İngiltere değil, dünyada da işler kirletenlerin lehine gelişiyor. 2009 yılında dünyadaki tarım yapılabilir alanın sadece yüzde 0,85’i organik ürünlere ayrılmıştı. Halbuki dünyadaki ekilebilir alanın yüzde 2’sinde GDO’lu ürünler üretiliyor. Anlayacağınız, kimyasal gübrelere, sanayi atıklarına bulaşmamış toprağın iki katı kadar toprak GDO'lu ürünlere mahkum edilmiş. Geri kalan topraklarda da çok sağlıklı ürünler yetiştirildiğini iddia etmek zor. İngiltere’de ekonomik krizle birlikte organik ürün tüketimi yüzde 30’lara varan oranda düşmüş. Fiyatları aşağı çekemedikçe organik ürünler geniş kitlelere ulaşamayacak gibi gözüküyor. Tüm bu sorunlara çözüm bulacak yeni bir formüle ihtiyaç var. Holden’ın dediği gibi sistemin tümden değişmesi gerekli. Sadece organik ürün yetiştirmek yetmiyor. Dağıtım kanallarında da sizin olmanız lazım. İngiltere’de süpermarketler organik ürünlere sahip çıkmamışlar. Bizde de farklı değil. Süpermarketler artık ürünün fiyatından, çiftçinin tarlasına hangi ürünü ekeceğine kadar her şeyi belirliyor. Olarla anlaşmayan çiftçinin pazara çıkma şansı yok. Küçük çiftçinin dev süpermarketlerle masaya oturma ihtimali de yok. Aracılar bu işi yapıyor ve az bir emekle üreticiden çok kazanıyorlar. Küçük çiftçilerin emeklerinin hakkını alma şansı hiç kalmadı. Ya tarlalarını büyük şirketlere satıp oralarda işçi olacaklar ya da başka bir iş yapacaklar. Holden gibi Prens Charles’la sürdürülebilir tarım üzerine sohbetler yapan bir çiftçi bile geleceğinden kaygılı. Sekiz çocuk babası ve eski bir ‘çiçek çocuk’ olan Holden, “Gıda hareketini sadece küçük, benim gibi birkaç hippi çiftçinin ilgi alanı olmaktan çıkarmak ve bütün tarımın değişmesini sağlamak gerekli” diyor.

İspanya'da "sol" adlı market. Fotoğraf: E. Aslan
Her sorunun, çözüm önerilerini ve bazı fırsatları beraberinde getirdiğine inanırım. Bu karamsar tablo Türkiye’de emekten, işçiden yana duran hareketler için bir fırsat yaratıyor. Hep konuşuruz, “sokakları mı örgütleyelim yoksa fabrikaları mı” diye. Bence süpermarketleri örgütleyelim. Üreticinin pay sahibi olabildiği, ürünlerini raflarına taşıyabildiği bir marketler zinciri kuralım. Bugün, küçük ya da büyük, marketten alışveriş yapmıyorum diyebilen kaç kişi var aramızda? Madem gidiyor ve kullanıyoruz, sahibi de biz olalım. Çok ortaklı işletmeler olur, kooperatifler olur; fark etmez. Tüketiciyle aracısız buluşan, sattığı ürünleri yerel üreticiden tedarik eden, raflarında mümkün olduğunca adil ticaret ve organik ürünlere yer veren, istihdam edilecek kişileri kurulduğu mahalleden seçen “sol ve yeşil” bir süpermarketler zincirimiz neden olmasın? O marketlerden aldığınız ürünlerin ilk başta bir kısmının, daha sonra büyük çoğunluğunun adil bir ticari faaliyet sonucu raflara geldiğini düşünün. Çocuk işçilerin çalıştırılmadığı tarlalardan koparılan domatesler hayal edin. İçine koruyucu madde katılmamış meyve suları. Aldığınız ıspanak için çiftçiye alın terinin hakkının ödendiğini bilmek hoş olmaz mı? Kârın emeğe göre adil bir şekilde paylaşılması önemsiz olabilir mi? Üreten biziz ama yöneten olamadık. Tüketen de biziz ama yine yöneten değiliz. Demek ki bu iş yarım yarım olmuyor. Zincirin tamamında söz sahibi olmadıkça işimiz zor.

Süpermarket de ayakta kalmak için kâr edecek elbet ama üreticiyi sömürmeyecek, tüketiciyi kazıklamayacak. Kısa zamanda çok kar etmeyi değil, çok kişiye gelir sağlamayı hedefleyecek. Böyle bir model, kurucu ortak sayısı çok olacağı için düşük kâr marjına rağmen kısa zamanda ilk yatırım bedellerini geri ödeyebilir. Çeşitli derneklere, dar gelirlilere indirimli ürün satılabilir. Fotoğrafta gördüğünüz süpermarketler içerik olarak anlatmaya çalıştığım tanıma uymuyor olabilir ama İspanyolca’da “sol” güneş anlamına geldiği için benim bir değil, iki kez hoşuma gitti. Süperi bile var. Sizi daha da heyecanlandırmak ve harekete geçirmek için bu fotoğrafları kullanmak iyi olur diye düşündüm.

Böyle bir süpermarket zincirinin ekonomik ve sosyal getirilerini uzun uzadıya yazmama herhalde gerek yok. Üretim ve tüketimde söz sahibi olunan böyle bir modelin başka alanlarda da, örneğin enerji konusunda da gerçekleştirilebileceğine dikkat çekmek isterim. Lisans gerektirmeyen, 500 kilovat kurulu gücün altında mini bir rüzgar santrali (ya da 1 veya 2 türbin) kurarak işe başlanabilir. 1000 ortak, kişi başına düşen 4-5 bin TL’lik (hatta daha az) bir yatırımla ufak bir üretim üssü kurabilir. Avrupa'da özellikle Danimarka'da halkın sahip olduğu çok sayıda enerji santrali var. Almanya'da çiftçiler tarlalarına rüzgar türbinleri kurarak hem tarım yapıyor hem de elektrik satışından ek gelir elde ediyorlar. İleride elektrik tedarikçinizi seçme şansınız da olacak. O zaman bu küçük şirketleri seçerek hem temiz enerji kullanabilir hem de ortak olduğunuz şirketten elektrik satın alarak üreten ve tüketen olma şansına sahip olabilirsiniz. Kömürden, nükleerden veya HES’lerden elektrik üreten bir santrale beş kuruş ödemezsiniz. Türkiye’nin, enerji ve gıda gibi her alanda, halkın üretimden tüketime söz sahibi olduğu, büyük şirketlere mahkum olmadığı modellere ihtiyacı var. İnanın çok zor değil. Var mı 999 gönüllü?

Nükleer enerji tercihi Türkiye’ye pahalıya patlayacak

Nükleer santralin yapım maliyeti bir günde yüzde 25 arttı ama kimse oralı olmadı. Peki, bu beş milyar dolar kimin cebinden çıkacak? Sormaya ne hacet, tabi ki bizim cebimizden.

Özgür Gürbüz-BirGün gazetesi/15 Temmuz 2012

Rusya’nın Ankara Büyükelçisi Vladimir İvanovski, Mersin’de yapılması planlanan nükleer santralin maliyetinin söylendiği gibi 20 değil 25 milyar doları bulabileceğini söyledi. Radyasyondan değil,  hükümetin gazabından korkan gazetelerimizin birçoğu haberin üzerine gidemedi. Nükleer santralin yapım maliyeti bir günde yüzde 25 arttı ama nükleer enerjinin reklamını yapmaya gelince manşetten ısmarlama haber yayımlayanlar oralı bile olmadı. Peki, bu beş milyar dolar kimin cebinden çıkacak? Sormaya ne hacet, tabi ki bizim cebimizden.

Türkiye Cumhuriyeti’nin Rusya Federasyonu ile yaptığı uluslararası anlaşma gereği, Türkiye nükleer santralden üretilecek elektriği satın alma sözü verdi. Yatırımı Ruslar yapacak, santralin sahibi olacak, paralarını da bize elektrik satarak çıkaracaklar. Mersin’in Akkuyu mahaline kurulması düşünülen santralde her biri 1200 MW’lık (megavat) dört reaktör olması planlanıyor. Türkiye, iki reaktörün üreteceği elektriğin yüzde 70’ini, diğer iki reaktörün üreteceği elektriğin ise yüzde 30’unu 15 yıl boyunca Rus şirketinden (Akkuyu NGS A.Ş.) satın alacak. Fiyatı da belli, kilovatsaat başına 12,35 dolar sent ödenecek. Türkiye’de birçok yenilenebilir enerji kaynağından bu fiyatın altında elektrik üretmek mümkün. Kaynak var, fiyatı ucuz ve nükleer atık, kaza gibi dertler yok. Tek sorunumuz, tüm bunlara rağmen nükleer santralde ısrar eden bir hükümetin iş başında olması.

5 MİLYAR DOLARI HALK ÖDEYECEK
Bu beş milyar dolarlık farkı Ruslar Türkiye’den isteyebilir. Türkiye’de, anlaşmada böyle bir şey yok deyip yatırıma ortak olmayı reddedebilir. Ruslar, bu defa da alım garantisi için verilen fiyatın yükseltilmesini isteyebilir. Üçüncü seçenek ise inşaata devam edip, bu artışı faturalara yansıtmaları. Ruslar serbest piyasaya daha yüksek fiyattan elektrik satabilirler. Başka türlü maliyeti çıkarmaları mümkün değil. Daha kabaca söylersek, nükleer santral kurulursa elektrik ucuzlayacak diye ortalıkta dolaşanlar bir kez daha havasını alacak. Türkiye beş milyar dolarlık fiyat artışını öyle ya da böyle ödeyecek ve bu bizden tahsil edilecek.

Kötü haberi sona sakladım; bu daha bir başlangıç. Nükleer enerjinin tüm dünyada giderek gözden düşmesinin nedenlerinden biri, belki de en önemlisi yüksek maliyeti. En güncel örnek Litvanya. Merkez-sağ eğilimli Başbakan Andrius Kubilius’un Rusya’ya bağımlılığı azaltma iddiasıyla yeşil ışık yaktığı 1350 MW’lık reaktör için geçenlerde ABD-Japon ortaklığı Hitachi-General Electric firmasıyla anlaşıldı. Anlaşıldı anlaşılmasına ama bu yılki seçimlerde iktidara gelmesi beklenen sosyal demokratlar aynı fikirde değil. Nükleer santral planını rafa kaldırabilir, nedeni de maliyeti. Litvanya Ekonomi Bakanlığı 1350 MW’lık projenin 8 milyar 640 milyon dolara mal olacağını söylüyor. Kilovat kurulu güç başına ilk yatırım maliyeti 6400 dolara geliyor. Böylesine büyük bir ilk yatırım maliyeti nükleeri ekonomik olarak alternatif yapmaktan çok uzak. Sekiz milyar dolarlık kredi bulacaksınız, inşaatın sürdüğü 5-10 yıl boyunca faizlerini ödeyeceksiniz vs. Hâlbuki başka kaynaklarla yatırımın geri dönüşü nükleerden çok hızlı.

RÜZGÂRA YATIRIM 3 KAT UCUZ
ABD Enerji Bakanlığı’na bağlı Enerji Bilgi İdaresi (EIA) 2010 yılında elektrik üreten farklı kaynakların ilk yatırım maliyetlerini kıyaslayan bir araştırma yayımladı. EIA, karada kurulacak rüzgâr santralleri için 1 kW kurulu güç bedelinin 2 bin 438, hidroelektrik için 3 bin 76, doğalgaz santralleri için bin-2 bin (farklı tiplerine göre), güneş termal santralleri için 4 bin 692 ve güneş fotovoltaikler için de 4 bin 755 dolar civarında olduğunu söylüyor. Görüldüğü gibi nükleerin 6 bin doların üzerindeki ilk yatırım maliyetine yaklaşan bile yok. Aynı güçte bir nükleer santralle rüzgâr santrali eşit miktarda elektrik üretmez, kurduğunuz her 1 MW nükleer için 2-3 kat fazla rüzgâr türbini kurmanız gerekebilir ancak ekonomi nükleer enerjinin o kadar aleyhine ki, bu bile nükleere bir avantaj sağlamıyor. Sonuçta, işletme ve yakıt maliyeti çok düşük olan rüzgâr enerjisi nükleeri alt ediyor. Kaza ve atık gibi sorunları olmayan bir kaynaktan bahsettiğimizi de hatırlatayım. Çevre kaygınız yoksa işiniz daha da kolay. Doğalgazın ilk yatırım maliyetinin nükleerden neredeyse 6 kat daha düşük. Doğalgaz fiyatlarında çok ciddi yükselişler olmadığı sürece nükleerin bu mücadeleden de mağlup ayrılacağı ortada. Kısacası, ekonomi nükleer santrallere, “siz ömrünüzü doldurdunuz” diyor.

İNŞAAT DA SORUNLU
Nükleer enerji bir müteahhitle anlaşıp apartman yaptırmaya benzemez. Parayı verip, bir köşeye demir-çelik yığdığınızda o apartmanın maliyetini aşağı yukarı bilirsiniz. Nükleerde siz müteahhitle parayı verip el sıkışsanız bile, inşaat sırasında fiyatın artması ve müteahhidin kapınızı daha fazla para için çalması sürpriz olmaz. Buyurun size iki güncel örnek. Batı Avrupa’da yeni nükleer reaktör inşa eden iki ülke var;  Finlandiya ve Fransa. Finlandiya’da inşaatına 2005’te başlanan reaktörün 2009’da devreye girmesi bekleniyordu. İnşaat hala sürüyor, en erken 2014’te reaktör elektrik üretmeye başlayacak. Bu gecikme sonucunda 3 milyar avroya mal olması beklenen reaktörün maliyeti 6 milyar avroyu geçti. Fransa’da yapımı süren aynı tip reaktörün kaderi de aynı oldu. İnşaatına Finlandiya’dan 2 yıl sonra başlanan reaktör de söylenildiği gibi 4 yılda bitirilemedi. 2016 yılında biterse Fransızlar bayram edecek, maliyeti de yine söylendiği gibi 3 milyar avroda kalmadı, şimdiden 6 milyarı gördü.  

Hükümet olayın farkında ama iktidara geldikleri günden beri nükleere övgüler yağdırdıkları için “U” dönüşü yapmakta zorlanıyorlar. Yapmazlarsa da nükleer bataklığa iyiden iyiye gömülecekler. Politik başarısızlık kaçınılmaz. İnşaat başlamadan planlar iptal edilirse en azından millet bu yanlış tercihin bedelini ödemekten kurtulacak. Bakalım AKP sırtını millete mi yoksa zengin etmeye çalıştığı Rus şirkete mi dönecek?