Normali unutmayalım

Özgür Gürbüz-BirGün/24 Şubat 2023

Foto: Uğur Şahin
Bugün depremzedelere çadır bulmak için koşturuyoruz. 43 bini geçen can kaybının yaktığı yüreklerdeki acıları azaltmaya çalışıyoruz. Çadırların nereye konulacağını, konteynır kentlerin nasıl kurulacağını, molozların nasıl bertaraf edileceğini bulmaya çalışıyoruz.

Yaralıların tedavisi için ayakta kalmış hastane aranıyor. Ailesini kaybetmiş çocukların akıbetini sorgulanıyor. İnsanları enkazdan kurtarma çalışmalarını siyasete alet etmeye çalışan “tekbircilerle”, yeterlilikten nasibini almamış yöneticilerin atandığı, sorumluluklarını yerine getiremeyen kurumlarla uğraşılıyor.

İnsan, kedi, köpek demeden can kurtarmaya çalışan gönüllüler var. Çorbada tuzum olsun diyen herkes battaniyeden, kalacak yere, ne varsa depremzedelerle paylaşıyor. Elektrik altyapısının çöktüğü kentlerde güneş enerjisiyle ışık, yolların kapandığı kentlerde insan yüzüyle umut olanlar var. Emeği geçen, geçecek; yardım eden, edecek herkese binlerce kez teşekkürler. İyi niyetle yapılmış en ufak yardımın hakkı ödenmez ama şu gerçeği de söylemezsek bu acıları tekrar yaşarız. Yaşadıklarımız normal değil, olması gerekeni unutursak bir kez daha enkaz altında kalırız.

***

Anadolu’da depremin olmasından daha doğal bir olay yok. Bilim bunu bilmemizi sağlıyor. Anormal olan depremin olması değil, depremde binaların yıkılması. Anormal olan apartmanların toprağın üzerine yapılması değil, zemine uygun yapılmaması. Anormal olan denetimsizlik, plansızlık, rant için kuralların ve bilimin hiçe sayılması. Anormal olan yerle bir olmuş kentlerin bir yılda yeniden yapılacağının söylenmesi. Aynı hataların, aynı plansızlığın ve denetimsizliğin tekrar edileceğinin net bir işareti olan bu sözlere alkış tutulması, hayatımızdan çıkarmamız gereken kötü bir film sahnesi adeta.

***

Deprem olduktan sonra çadırları iki günde götürmekle övünmeyeceğimiz bir ülkede yaşamak normalimiz olmalı. 23 yıl önceki Gölcük Depremi’nden çıkardığımız derslerle yıkılmayan binalar yapmak normalimiz olmalı. Dünyanın en büyük hastaneleriyle değil, hastası içindeyken çökmeyen hastaneleriyle övünmek normalimiz olmalı. İktidarı eleştirirler korkusuyla sansürlenen, kapatılan değil, depremde bile kesintisiz hizmet sunan medyasıyla, iletişim altyapısıyla övünülen bir ülkemiz olmalı. Normalimiz, büyük depremlerden sonra sadece hasar görmüş binalarına üzülen ama kalacak yer, gıda ve gelecek korkusu olmadan yaşamına devam eden insanların yaşadığı bir ülke olmalı. Kader planıyla, küfürle, sansürle, yasakla bezenen, azla yetinmemiz istenen bu ülke geleceğimiz olmamalı. Yaşadığımız normal değil. Anormale alışmayalım.

***

Sağlıklı ve güvenli kentlerin rantla değil planla ve eşitlikçi bir bakış açısıyla kurulacağını, bunun da zaman alacağını kabul etmeliyiz. Gezi parkını savunan milyonların, deprem anında çadır kuracak yeri olmayan Beyoğlu’ndaki insanlar için nasıl hayati bir iyilik yaptığını kabul etmeliyiz. Gezi Davası’ndan tutuklu arkadaşlarımızın bir an önce serbest kalması gerektiğini sürekli talep etmeliyiz. Kentlerimizin afet toplanma alanlarına AVM değil, nefes alacağımız müşterekler yapılmasını istemeliyiz.

Ve hayal etmeliyiz. Hatay’ın, Maraş’ın, Adıyaman’ın yitirdiklerimizin anısına Türkiye’nin depreme dayanıklı ilk kentleri olacak şekilde yeniden yapıldığını hayal etmeliyiz. Parkları ve sosyal alanlarıyla, tarihlerine ve anılarına saygıyla, örnek bir dayanışma ve ranttan uzak bir bakış açısıyla bu kentleri yeniden inşa etmek, yitirdiklerimizin anısına dikilecek en güzel anıt olacaktır. Bir değil belki beş yılda ama bu acıların bir daha yaşanmayacağının garantisiyle.

Deprem ülkesinde nükleer sevdası olmaz

Özgür Gürbüz-BirGün / 17 Şubat 2023

Kaynak: Bilim ve Gelecek
Mersin’in Akkuyu bölgesinde Rusya’nın nükleer santral inşaatı sürüyor. Kahramanmaraş depremi
sonrası Rus şirket yaptığı açıklamada inşaatta bir sorun yaşanmadığını ve santralın “9 şiddetinde depremlere karşı dayanıklı” olduğunu açıkladı. Büyüklük ve şiddet farklı kavramlar olduğundan, şirket bu iki kavramı büyük bir olasılıkla karıştırdı ya da farkı bilmiyor. Belki de santralın yaklaşık 7 büyüklüğünde bir depreme dayanabildiğini itiraf etmişlrdir; anlamak zor. Bildiğimiz, depreme dayanıklı bina yapmakla nükleer santralda güvenliğin aynı şey olmadığı. İlginç olan bir başka nokta ise, santralın güvenliğiyle ilgili kuşkulara Enerji veya Çevre Bakanlığı’nın değil şirketin kendisinin yanıt vermesiydi. Nükleer Düzenleme Kurumu bir inceleme yaptı mı onu bile bilmiyoruz. Rusya ve onun istediklerini söyleyenler ne derse onu duyuyoruz. Bağımsız, güvenilir bir bilgi yok.

Hükümete ve Akkuyu Nükleer A.Ş.’yi dinlersek santralın yapıldığı bölgenin deprem riski düşük. Nükleer santral konusunu yakından takip eden Jeofizik Yüksek Mühendisi Erhan İçöz ise Kıbrıs adasının güneyinden ve hemen kuzeyinden geçen iki bindirme fayının yanı sıra Akkuyu kıyılarına çok yakın geçen, deniz içinde bir fay hattının daha olduğuna dair iddialara dikkat çekiyor. Bu fayların büyük depremler üretilebileceği ve tsunamilere yola açabileceğinin de altını çiziyor. Geçmişte, hem bu faylarda hem Hatay'dan geçen Ölüdeniz fayında çok büyük depremler olduğu biliniyor. İçöz, Hatay'da, MS 587’de 60 bin kişinin öldüğü kozmik kıyamet diye adlandırılan depremi hatırlatıyor. Bunları bile bile, Akkuyu’da Fukuşima benzeri deprem ve tsunaminin tetiklediği bir nükleer kaza yaşarsak “kader” mi diyeceğiz?

Depremlerin nükleer tesislerde bir felakete yol açması için reaktör binalarının yıkılmasına da gerek yok. Kuvvetli bir deprem santrala verilen ve acil durumda reaktörlerin devreden çıkarılması için ihtiyaç duyulan elektriğin kesilmesine neden olabilir. Böyle bir durumda reaktörün kontrol çıkmaması için eldeki tek güvence dizel yakıtla çalışan acil durum jeneratörleri. Depremde bu jeneratörler hasar görürse, tsunami sonucu su altında kalırsa (Fukuşima’da oldu), jeneratörden reaktörlere giden elektrik hatları zarar görürse nükleer kaza kaçınılmaz. Kaldı ki, büyük bir depremde santralda çalışan personelin panikle yapacağı bir yanlış hareket bile yeni bir Çernobil’le sonuçlanabilir. Mesele betonun depreme dayanıklılığı değil, deprem sonracı ortaya çıkabilecek olasılıkların bilinmemesi. Bir uçak reaktör binasına düşse ve reaktör binası sağlam kalsa ne yazar? Uçağın düştüğü bir santralda kontrol mü kalır?

İsveç’in Forsmark Nükleer Santralı’nda, Temmuz 2006’da bu yazdıklarımız gerçek olmuştu. Santralda bir elektrik arızası meydana gelmiş, iki reaktör devreden çıkmıştı. Üçüncü reaktörün devreden çıkması ve soğutulması içinse jeneratörlerin devreye girmesi beklendi ama 20 dakika boyunca bu olmadı. Otomatik devreye girmesi gereken jeneratörler el yordamıyla son anda devreye alındı ve büyük bir felaket önlendi. Santral yetkilileri de biraz daha gecikilse yeni bir Çernobil yaşanabileceğini itiraf etmişlerdi.

Deprem sonrası Hatay başta olmak üzere elektrik şebekesinin devreden çıktığını, elektrik kesintisinin günlerce sürdüğünü biliyoruz. Akkuyu’ya elektrik sağlayan hatlarda arıza yaşandığını ve artçı depremlerin sürdüğü bir sırada personelin santrala elektrik sağlamak için jeneratörlerle uğraştığını bir düşünün. “Kader planı” deyip sorumluluktan kaçamazsınız çünkü daha ucuza ve güvenli elektrik üretmek varken bu yolu seçen sizsiniz.

Bir de iktidarı ve muhalefetiyle dillendirilen küçük nükleer reaktör konusu var. Nükleer endüstrinin santral maliyeti arttığı için pazarlamaya çalıştığı bu mini nükleer belalar aslında ne ucuza elektrik üretiyor ne de atık sorununa çözüm getiriyor. Kaza riski de büyüklerde olduğu gibi devam ediyor. Nükleer lobi, mahallelere bile bu küçük santral kurma hevesinde. Türkiye’de bu tehlikeli hayallere kendini kaptıranlara soralım. Deprem bölgesindeki 10 ilde 10 küçük nükleer reaktörünüz olsaydı, 7 Şubat sabahı çadır götüremediğiniz illere, radyasyon ekipleri nasıl götürecektiniz? Su şebekesinin yıkıldığı yerlerde su soğutmalı nükleer reaktörlere suyu nereden bulacaktınız? Sızıntı olan reaktörlerin yanında arama kurtarma çalışmalarını nasıl yapacaktınız? Sattlerce açamadığınız yolları açıp nükleer reaktörün yakınındaki insanları nasıl tahliye edecektiniz? Etkilenen bölgelerdeki insanların tiroit kanseri olma riskini azaltmak için gerekli iyot tabletlerini nasıl dağıtacaktınız? Eldiven veremediğiniz insanlara radyasyondan koruyan kıyafetleri nasıl gönderecektiniz? Hilti bulamadığınız yerlerde reaktörlerdeki nükleer atıkları korumalı alanlara nasıl taşıyacaktınız?

Türkiye’nin bir deprem ülkesi olduğunu, güvenlik ve önlemler konusunda beklenen standartların çok gerisinde kaldığını kabul edelim. Nükleer lobi, küçük ve büyük nükleer hayalleriyle Türkiye’yi başımıza yıkmadan onları bu ülkeden göndermemiz gerek.

İmar affını da Twitter çıkarmış

Özgür Gürbüz-BirGün / 10 Şubat 2023

Foto: BirGün
Türkiye en büyük deprem felaketlerinden biriyle karşı karşıya. Deprem bekleniyordu, sürpriz değil. Bilim insanları defalarca uyardı, ortada yazılmış onlarca rapor var. İki büyük depremin arka arkaya gerçekleşmesi, birçok ili etkilemesi arama kurtarma çalışmalarını zorlaştırdı ancak organizasyonu tek elde toplama çalışması, kolluk kuvvetlerinin sahaya geç inişi, hükümetin her olayda olduğu gibi sorunu çözmek yerine sorunu görünmez kılmaya çalışması büyük yaralar açtı. İnsanların Twitter’dan yardımları örgütlediği bir sırada Twitter’ı kapatarak eleştirilere sansür uygulama çabası bardağı taşıran son damla oldu. Keşke eksiklerini kabul edip halkla birlikte hareket etmeye çalışsalardı. Dayanışma hükmetmekle sağlanamaz, eşitlikle, şeffaflıkla, sivil toplumun katılımıyla sağlanır.  

Karşı karşıya kaldığımız felaket maddi imkanların eksikliğiyle de açıklanamaz. 1999 depreminin ardından, benzer felaketler bir daha yaşanmasın diye ‘deprem vergisi’ diye bilinen Özel İletişim Vergisi kanalıyla 87 milyar lira toplandı. Sürekli olmayan ek vergilerle de para toplandı. 2012 yılında depreme dayanıksız binaları dönüştürmek amacıyla ‘Kentsel Dönüşüm’ yasası çıkarıldı. Sadece Haziran 2018 seçimi öncesi çıkarılan İmar Barışı’ndan sonra bir buçuk yılda toplanan para 25 milyar lirayı buldu. Bütün bu toplanan paralar nereye gitti? Eski Maliye Bakanı Mehmet Şimşek açıklamıştı. O paraları başka yerlere, duble yolara, sağlık harcamalarına, eğitime harcadık demişti. 

İktidar, kaynakları iyi kullanmadığı gibi ‘imar affı’ gibi seçimde oy almayı amaçlayan hamlelerle felakete zemin hazırladı. 2018 seçimlerinden önceki ‘İmar Barışı’ ile imar mevzuatına aykırı en 7 milyon 500 bin binaya ruhsat verildi. Binaların sağlam olup olmadığını kontrol etmeyen bu af sonrası binlerce insan uygun olmayan binalarda yaşamaya adeta davet edildi. Kartal’da yıkılan ve 21 kişinin öldüğü binayı hatırladınız mı? O bina da imar affıyla ruhsat almıştı. Çürük, plansız, kontrolsüz yapılmış binalara ruhsat veren imar affını da Twitter mı çıkardı?

2012 yılında “Kentsel Dönüşüm” kavramı AKP’nin çıkardığı yasayla hayatımıza girdi. Söylenen, o yasayla depreme dayanıksız binaların yıkılacağı yerine depreme dayanıklı binalar yapılacağıydı. 2012’den günümüze gelene kadar, kentsel dönüşümün rantsal dönüşüm olduğu, amacına ulaşmadığı sivil toplum örgütlerince, muhalefetçe defalarca dile getirildi. AKP oralı olmadı. ‘Ya inşaat’ hükümeti, Türkiye’nin büyüme rakamlarını inşaatla şişirmeyi sevmişti. Köprüler, duble yollar, TOKİ evleri, havaalanları ile halkın gözü boyanıyordu. Beton, seçimlerde oy, depremde ise tabut oluyordu.

2002 yılında yapı ruhsatı verilen daire sayısı 109 binken bu rakam 2017’de 1 milyon 200 bini buldu. İçinde bulunduğumuz krize rağmen 2021’de 480 bin. AKP’nin iktidara geldiği zamana göre 20 kat fazla. Bu kadar binanın depreme dayanıksız olanları yenilemek için yapılmadığı, her kentte rant için yeni yerleşim yerleri açıldığını biliyoruz. İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) İstanbul Planlama Ajansı İstanbul’da 1 milyon 800 bin boş konut olduğunu söylüyor. Rantı yüksek, İstanbul gibi şehirlerde konut sayısı ve nüfus artarken, yeşil alanlar, korunması gereken ormanlar azalıyor. Şimdi acilen İstanbul’un nüfusunu 10 milyona düşürecek bir plana, diğer kentlerin nüfuslarına da sınırlama getirmeye ihtiyaç var. Ülke çapında nüfus planlaması bile konuşulmalı. Depremde gördüğümüz gibi kentler büyüdükçe afetlerle mücadele de zorlaşıyor.

Kentsel dönüşümde yapılan her yeni bina için eski bir bina yıkılmadı. Yeni yapılan binaların hepsi de sağlam değil. Hatay’da devlet hastanesi yıkıldı. İskenderun’da devlet hastanesinin bir bloğu yıkıldı. Adıyaman’da belediye binası yerle bir oldu. Hatay’da Polisevi yıkıldı, havalimanı kullanılamaz hale geldi. Özel hastaneler, birkaç yıl önce yapılan dev bloklar yerle bir oldu. 21 yılda deprem riski taşıyan tüm binalar yenilenmediği gibi, yeni yapılanların da denetlenmediği, gerektiği gibi yapılmadığı ortaya çıktı.

Tehlikenin farkındaydık, zamanımız ve paramız da vardı. Çözüm yerine imar affı, rantsal dönüşüm gibi işi zorlaştıran adımlar attık. Yoksullara değil, varsıllara konut ürettik. 21 yıldır ülkeyi tek bir parti yönetiyor; Adalet ve Kalkınma Partisi, Ak Parti veya AKP, ne derseniz deyin adres aynı. 21 yıl boyunca bu partinin başında, bugün Cumhurbaşkanlığı koltuğunda oturan Recep Tayyip Erdoğan var. 21 yıl Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihinin dörtte biri demek. Bu ülkenin sadece 1923 ila 1929 yılları arasında, dünya ekonomik buhranla boğuşurken, savaştan sonra yaptıklarına bakın, zamanın ve kaynağın nasıl boşa harcandığını görürsünüz. Siyasi sorumlu arıyorsak Erdoğan ve ekibinden başkasını bulamayız. AKP’li de olsanız bunu söylemek zorundasınız yoksa Türkiye ömür boyu bu enkazın altından kalkamaz. İstifa etmesi gerekenler veya ilk seçimde gönderilecekler belli. Zaman vardı, kaynak vardı; hükümetin elinde olmayan tek şey bahane. Yerine gelecekler de ilk günden Türkiye’yi depreme hazırlamak için çalışmaya başlamazsa onları da göndermesini bilmeliyiz. Partizanlık bitti, takım tutma bitti…

Altılı Masa ve Doğa

Yerli kömürün gazlaştırılarak ekonomiye kazandırılması maddesiyle iklim hedefine gölge düşürülmüş. Malum, kömür gaza çevrilince iklim dostu olmuyor.

Özgür Gürbüz-BirGün Pazar / 5 Şubat 2023

Millet İttifakı, Ortak Politikalar Mutabakat Metni ile iktidara gelmeleri halinde hayata geçirecekleri çalışmaları özetledi. 244 sayfalık metin 21 yıldır yaşanan sorunların birçoğuna, özellikle de tek adam iktidarıyla perçinlenen yoksulluk, adaletsizlik ve eşitsizlik temelli meselelere çare olabilecek öneriler içeriyor. Ekoloji başlığı altında toplayabileceğimiz hayvan hakları, enerji, madencilik ve iklim değişikliği gibi konularda, sivil toplum örgütlerince de zaman zaman dillendirilen çözüm önerilerine yer verilmiş. Altılı Masa’nın ilgili konularda çok sayıda kişiyi dinlediği görülüyor. En büyük eksikliği ise sektörel politikalar diye niteledikleri bu alanların birbirlerinden kopuk oluşu. Farklı alanlar arasında bütünlük sağlayabilmek zor bir iş ama özellikle ekoloji alanında başarı isteniyorsa bu şart. Ekolojiyi bir şemsiye politika gibi düşünüp, ekonomi, teknoloji, sanayi ve enerji gibi başlıkları bu şemsiyenin altında değerlendirmek gerekir. Almanya’nın yıllar önce nükleer santralların güvenliğini Enerji Bakanlığı’na değil, Çevre Bakanlığı’na bıraktığını hatırlayalım. İklim, Çevre ve Orman Bakanlığı’nın kurulması ve su yönetimini de kapsayacak şekilde yeniden yapılandırılması bu bağlamda olumlu bir gelişme. Sanayi, enerji ve ekonomi gibi alanlarsa özerkliklerine devam ediyor.

İKLİM
Altılı Masa’nın ‘hükümet programı’ kabul edilen metne, iklim politikalarını inceleyerek başlayalım. İklim krizine yol açan seragazı emisyonlarını azaltmak ve net sıfır emisyon hedefine 2050’de ulaşmak hedeflenmiş. AKP-MHP hükümetinde bu hedef 2053’tü. İktidardan farklı olarak bu hedef kömür santrallarının kapatılması vaadiyle daha gerçekçi bir zemine taşınmış ancak tarih verilmemiş. İklim yasasının çıkarılması, Çevre Kanunu’nun doğa hakları temelinde yeniden düzenleneceği belirtilmiş. Öte yandan, yerli kömürün gazlaştırılarak ekonomiye kazandırılması maddesiyle iklim hedefine gölge düşürülmüş. Malum, kömür gaza çevrilince iklim dostu olmuyor. Metinde gaz aramalarına, Türkiye’yi petrol ve gaz boru hatları geçen bir ticaret merkezi yapmaya dair çok sayıda vurgu var. Bunların da iklim hedefiyle çelişeceği ortada. Enerji bölümüyle iklim bölümünü adeta ayrı kişiler yazmış. Karbon ticaretinden de iktidara kim gelirse gelsin kaçış yok gibi görünüyor.

Ulaşım politikaları kapsamında yer alan hızlı tren projeleri Türkiye’nin ulaşım kaynaklı seragazı emisyonlarını azaltabilir. İzmir ve Bursa’nın Ankara’ya bağlanması, Güneydoğu ve İç Anadolu’yu birbirine bağlayacak Mersin-Konya ve Mersin-Gaziantep hızlı tren projeleri önemli. Ancak, ulaşım politikalarında iç hatların geliştirilmesi, düşük ücretli havayollarının geliştirilmesi yine bir tutarsızlığın işareti. Ulaşımda karayolundan sonra en büyük emisyon kaynağı havayolu, verilen destek emisyon artışına yol açar.

HAYVAN HAKLARI VE DOĞA
Hayvan haklarının anayasal güvence altına alınacak olması ve özel bir yasa çıkarılması vaadi önemli. Sahipsiz hayvanların tedavisi, kısırlaştırılması ve aşılanması için teşvik verilecek. Keşke ‘petshop’larda hayvan satışını tamamen yasaklayıp, sahipsiz hayvanların sahiplenilmesi de teşvik edilseydi. Yaban hayvanların avlanması konusunda ise “kanunsuz avlanmayla mücadele” çok yeterli bir öneri değil. Avcılığı yasaklamak ülkedeki silah kültürüyle de baş etmenin bir yolu. Ekoloji politikalarının sosyal politikalarla bağı burada da gözden kaçmış. Daha cesaretli adımlara ihtiyaç var.

Cumhurbaşkanı’ndan ormanlık alanların vasfını değiştirme yetkisinin alınması güzel bir hamle olacak. Müştereklerimiz üzerinde tek bir kişinin karar hakkı olması kabul edilebilir değildi. Orman köylülerinin güçlendirilmesi ve yangınlara karşı tedbirler metinde çokça yer alsa da konunun uzmanların eski ve çam ağaçlarını yangınların sorumlusu gibi gösteren yanlış bilgilerden şikayetçi. Yanan orman alanlarına verilen yasaya aykırı izinlerin iptali kulağa hoş gelse de orman alanlarını, imar, maden ve enerji amaçlı kullanımdan koruyacak daha üst düzey bir güvenceye ihtiyaç olduğu ortada. Benzer bir şekilde, kıyılardaki yapılaşmanın önüne geçmek için de iyi niyetten fazlası gerekiyor. Belgede, “kıyılardan herkesin eşit ve serbest olarak yararlanmasına engel olan uygulamaları sıkı denetim altına alacağız” denmiş. Kıyılar otellere, turistik tesislere peşkeş çekilemez ve kamuya açık hale getirilir denseydi, kıyıları sahiplenemeyeceğini anlayan birçok projenin getirdiği yapılaşma tehdidi de azalırdı.  

Çevre İhtisas Mahkemeleri’nin kurulması hukukçulardan da destek alan bir öneri, çevre koruma amaçlı davaların kamu davası kabul edilip harçtan muaf tutulması da fayda sağlar çünkü sivil toplum maddi nedenlerle dava açmakta zorlanıyor. Bilirkişi ücretlerinin de bu kapsama alınması ve bilirkişi heyetinin yetkinliğinin artırılması da bu öneriye eklenebilir.

Metinde, Kanal İstanbul gibi rant projelerine değil Güney Doğu Anadolu Projesi (GAP) ve Konya Ovası Projesi (KOP) gibi tarımsal sulama projelerine kaynak aktarılacağı söyleniyor. Türkiye’deki geçmiş sulama projelerini birçoğunun kuruyan göller ve sulak alanlarla ilişkisi var. Sulak alanların korunmasına önem verileceği birkaç kez belirtilmiş olsa da eski bir zihniyetin ürünü olan GAP gibi projelerin nasıl hayata geçirileceği merak konusu. Çıkarılacağı belirtilen ‘Su Kanunu’ yeterli olur mu göreceğiz.

ENERJİ
Enerji başlığında yapılacak ve doğayı etkileyen değişiklikler arasında, tarıma ve ekosisteme zarar veren mevcut hidroelektrik santralların sözleşmelerinin yeniden gözden geçirilme taahhüdü dikkat çekiyor. Yenilenebilir enerjiye desteğin süreceğini ancak teşviklerin gözden geçirileceğini de metinden anlıyoruz. Enerji ihtiyacını karşılayan binalara teşvik verilecek, çatılara kurulacak güneş panelleri için de özel kredi paketleri hazırlanacak. Hepsi yerinde hamleler olur.

Türkiye’nin doğalgazda merkez olmasının, daha çok petrol ve doğalgaz aranmasının ‘çevreci’ nitelemesini hak etmediğini söylemeliyiz. En kötüsü ise yapımı süren ve Türkiye’yi Rusya’ya daha fazla bağımlı kılmakla kalmayıp, ciddi bir maddi yükümlülük altına da sokacak Akkuyu’yla ilgili bir kapatma planının olmaması. Bu yetmezmiş gibi, dünyada örneği olmayan, küçük modüler nükleer reaktörleri kuracağız denmiş. Nükleer lobiye kolunu kaptırmış altı parti var karşımızda. Nükleer, gaz ve kömür gibi kaynakların ucuz ve temiz enerji sağlayamayacağını, enerjide mülkiyetin birkaç büyük şirketin elinde bulunmasının bol sıfırlı faturalara kadar uzanan sorunları çözemeyeceğini görememişler. Enerjinin yerinde ve küçük ölçekli üretimle temin edileceği bu çağda, neredeyse 50-60 yıl öncesine ait politika önerilerini görmek tam bir hayal kırıklığı oldu.

Türkiye’nin elektrik talebinin yaz döneminde klimalarla ayyuka çıktığını biliyoruz. Bu da iklimden doğaya zarar veren enerji üretimi tesislerine kadar uzanan sorunlara yol açıyor. Turizmle ilgili kısımda enerji verimliliği vurgusu, otellerin güneşten elektrik üretme zorunluluğu gibi çözüm önerileri yok. Enerji verimliliği de tüm metin içinde sadece 1 kez geçiyor; yalıtım kelimesi ise hiç geçmiyor. Sınırlandırmadığımız talebi, sınırlı kaynaklarla karşılayamayacağımızı bir kez daha hatırlatmakta fayda var.

SANAYİ ve MADENCİLİK
Doğanın korunmasını en çok zorlayan sanayi ve madencilik alanlarında Altılı Masa’nın önerileri daha çok mevcut sorunları çözmeye odaklanmış; radikal değişiklikler içermiyor. Madencilik faaliyetlerinin tarım, enerji ve çevre politikalarıyla koordinasyon içinde yürütülecek olması yazının başında işaret ettiğimiz eleştiriye bir yanıt kabul edilebilir. Bu maddenin metnin geneline yansıdığını söylemek ise zor. Örneğin, “Demir, altın, bakır, nikel gibi sanayinin ana hammaddesi olan ürünlerin çıkartılması, izabesi gibi konulardaki yatırımları destekleyeceğiz” söylemi, altın gibi büyük oranda ziynet eşyası için yapılan madenciliği aklar nitelikte. Halbuki, siyanürle ayrıştırma yapılan bu madenler sanayinin değil ticaretin ve rantın talebiyle açılıyor, doğaya da büyük zarar veriyor.

Sanayide, ‘yeşil dönüşüm’, ‘çevreci üretim’ ve ‘sürdürülebilirlik’ kelimeleri birçok maddede geçiyor. Madencilikte olduğu gibi olumlu taahhütlerin gerçekleşip gerçekleşmeyeceği konusunda şimdiden yorum yapmak falcılık olur. Katılım süreçlerinin güçlendirileceğine dair verilen sözler bu taahhütlerden daha önemli ve takip edilmeli. Çevreyi kirleten sanayi tesislerinin kentlerden taşınacağı da belirtilmiş. Başka bir kısımda yer alan arıtma tesislerinin artırılmasıyla ilgili hedefle yeni sanayi tesislerinin kurulması birleştirilirse olumlu sonuçlar alınabilir. Sanayide rotanın hangi teknolojiler ve alanlarda olacağı konusunda ise olumlu kabul edilebilecek kelimelere (geri dönüşümlü ürünler, enerji tasarrufu sağlayan ürünler gibi) yine rastlıyoruz ancak “takip değil sıçrama eksenli bir sanayileşme ve teknoloji politikasını esas alacağız” iddiasının altını, daha fazla nükleer, kömürden gazlaştırma gibi geçmişin teknolojileriyle doldurmak mümkün değil.

Sanayiden en çok zarar görenin doğa ve dolayısıyla yaşamımız olduğunu unutmamalıyız. Sanayi ve ekonomi politikalarını doğa merkezli bir bakış açısıyla belirlediğimizde Türkiye gerçekten de ‘çağ atlayacak’. Bu yüzden endüstriyel üretimi tasarlarken geleceğin doğa dostu yaşam tarzını net bir şekilde belirlemek ve o yaşama uygun üretim süreçlerini en çevreci özelliklerle planlamak gerekiyor.