Orman yangınlarını barış söndürür

Özgür Gürbüz-BirGün/14 Ağustos 2015

Türkiye bir yangın yeri dersek abartmış olmayız. Her yerden ölüm ve çatışma haberleri geliyor. Nefret suçları diz boyu. Üniversite hocasından sosyal medya trolüne kadar herkes her gün insanlık suçu işliyor. Doğa da bu şiddet ortamından payını alıyor. Doğu’dan gelen yangın haberleri beraberinde birçok iddiayı da gündeme taşıyor. Orman yangınların kasten, güvenlik güçleri tarafından çıkarıldığı ya da çatışmalar nedeniyle başladığı öne sürülüyor. Hükümet tarafı da zaman zaman benzer iddialarda bulunuyor. Yangın söndürme araçlarının PKK’liler tarafından yakıldığı ve söndürme çalışmalarının engellendiği (Tunceli ve Nusaybin’de orman yangınları, Hürriyet, 5 Ağustos 2015) gibi.

Gazetecilerin, sivil toplum kuruluşlarının işi zor. Elde somut delil olmadan, “ormanları falanca yakıyor” demek mümkün değil. Yapılabilecekler sınırlı. Görülen, tanıklık edilen yangınlar, görgü tanıklarının beyanlarıyla kayda geçiriliyor. 19 ve 26 Temmuz tarihlerinde Lice’de çıkan yangınlarla ilgili haberlerde HDP yetkilileri, milletvekilleri ve yöre halkının demeçlerine yer verilmiş. HDP Diyarbakır milletvekili Edip Berk, BBC’ye verdiği demeçte, “yangının nasıl başlamış olduğu ile ilgili bilgisinin olmadığını ama bunun doğal nedenlerle çıkmış olabileceğinden şüphe duyduğunu” söylemiş. İddiaların sahibi bir milletvekili, Meclis’te ettiği bir yemin var. Gazetecilerin somut delillere ulaşamadığı durumlarda iddia sahibini belirterek bu iddialara yer vermesi doğru bir yöntem. Okuduğunuz gazete, bu iddialara bile yer vermekten kaçınıyorsa bilin ki işlerini iyi yapmıyorlar.

İddialar başlı başlına yeterli değil. Gerçeğin izini sürerken yardım alacağınız bir başka kaynak da rakamlar. Medyada ve okuyucular arasında fazla rakamın yazının keyfini kaçırdığı yönünde batıl bir inanç var. Bakmayın siz onlara. Komplo teorileriyle büyümüş bir ülkede böyle batıl inançlar olur. Ahkâm keserek yazı yazanların işini bozduğu için bu tip yazılar küçümsenir. Halbuki veri gazeteciliği, rakamlar sizi aydınlatır. Yangın meselesini anlamak için de gelin geçmiş yılların verilerine bakalım.

2013 yılında Diyarbakır’da 15 yangın çıkmış, 89 hektarlık orman yanmış. 2014’te ise 13 yangın çıkmış ve 56 hektarlık ormanı kül etmiş. Temmuz sonunda çatışmalar sonucunda Lice’de çıkan yangında 200 hektarlık ormanlık alanın yandığını Anadolu Ajansı (AA) kaynaklı haberlerden biliyoruz. Demek ki Diyarbakır’da şimdiden son iki yılın toplamından daha fazla orman yanmış.

Tunceli’de son iki yılda 2 hektar orman yanmıştı. Temmuz sonu, Ağustos başında çıkan iki yangında kaybedilen ormanlık alan 57 hektar. Bir ayda Tunceli’de yanan alan son iki yılın 30 katı. Orman Bakanlığı’nın resmi açıklama yapmayışı, yanan alanlar hakkında net bilgi vermemesi de sorunlu. Halbuki, ortada bir suçlama varsa şeffaflık en büyük savunmanızdır.

İl il baktığınızda özellikle çatışmaların olduğu bölgelerden gelen yangın haberlerinin sayısı ve yanan alan miktarlarında artış görülüyor. AA kaynaklı haberlerin bazılarında yangınların çıkış sebebinin çatışmalar olduğu açık açık yazılmış. Veriler de net bir şekilde, geçmişe kıyasla daha fazla orman kaybı yaşadığımızı gösteriyor. Yangını çıkaranın kim olduğu, bilerek söndürülmediği veya söndürme çalışmalarının engellenip engellenmediği ayrı bir tartışma konusu. Net olan, bu şiddet sarmalının insanlarla birlikte doğaya da ciddi zarar verdiği. Dünyanın en büyük ekolojik felaketlerinin arkasında savaş ve çatışmaların olduğu gerçeği bir kez daha yüzümüze bir tokat gibi iniyor. 2015 yılı resmi verileri açıklandığında korkarım daha kötü bir tabloyla karşı karşıya kalacağız.

Suçluyu bulmak, yalanları ortaya çıkarmak elbette önemli ama yangında ilk yapılacak şeyin bu ateşi söndürmek olduğunu unutmayalım. Savaşlar zaten gerçeklerin kaybedildiği, yalanların gündeme egemen olduğu ülkelerde çıkar. Gerçeği görebilmek için yanan ağaçların ve yüreklerin üzerine barış suyunu dökmemiz gerekiyor. Helikopterleri beklemeden, avuçlarımızla taşıyarak.

***
Türkiye’nin doğu illerindeki orman yangınları

2013
2014

Adet
Hektar
Adet
Hektar
Erzurum
7
8,10
3
3,50
Erzincan
3
5,70
-
-
Bayburt
-
-
-
-
Ağrı
-
-
-
-
Kars
6
8,10
55
19,04
Iğdır
-
-
-
-
Ardahan
5
33,50
-
-
Malatya
15
9,70
124
155,84
Elazığ
13
10,90
15
24,00
Bingöl
29
24,90
43
25,65
Tunceli
4
1,00
2
1,00
Van
-
-
-
-
Muş
1
0,30
1
1,00
Bitlis
3
2,20
2
1,00
Hakkari
6
2,90
4
1,00
Gaziantep
36
21,61
18
13,61
Adıyaman
36
123,02
18
34,90
Kilis
6
2,00
9
5,98
Şanlıurfa
16
30,50
7
9,70
Diyarbakır
15
89,90
13
56,00
Mardin
19
72,10
91
78,86
Batman
2
11,00
2
25,00
Şırnak
7
31,50
13
111,95
Siirt
7
30,37
-
-




Kaynak: Orman ve Su İşleri Bakanlığı

Anarya 170 km

Tuncay Akgün'den Bezgin Bekir'li destek rozeti çizimi
Özgür Gürbüz/9 Ağustos 2015

Yirmi yıl önce, yine bir pazar günüydü. 18 gün önce başladığım uzun yürüyüşün son adımlarını Mersin Akkuyu’da kurulmak istenen nükleer santralin kapısına doğru atıyordum. Daha doğrusu, kapı arkamdaydı ama adımlarım ters yönü gösteriyordu. Biraz karışık bir durum kabul ediyorum. Geri geri yürüyünce işler biraz karışıyor. Yirmi yıl önce benim anlatmak istediğim de aslında buydu. “Nükleer santral memleketi ileri değil geriye götüren bir hamle, bizi ileriye değil geriye götürüyorsunuz” diyordum. O sözde ilericileri protesto etmek için de Mersin’den Akkuyu’ya geri geri yürümeye karar verdim. Tek üyesinin ben olduğum Don Kişot Platformu'nu kurdum. Deyişimiz de hazırdı: “Herkes gider Mersin’e, bizimkiler gider tersine.”

Geri Geri Yürüyen Adam
Yürüyüşe 17 Temmuz 1995’te Mersin’den başladım. Yanlış hatırlamıyorsam Cumhuriyet Meydanı’ndaki Atatürk Heykeli’nin önünden yola çıktım. Her gün 10 km yol alsam 17 günde Akkuyu’da olur, 5 Ağustos’ta Büyükeceli’de yapılacak şenliklere yetişirim diyordum. O zamanlar her yıl Büyükeceli köyünde çadırlı, kamplı şenlikler yapılırdı. İlk gün hızlı başladı. İlk kilometrelerde kentin içindeydim, medya da uzun bir süre takip etti yürüyüşü. Kent dışına çıkınca nükleer karşıtı dostlarla baş başa kaldım.  Bir süre sonra da tek başımaydım. Yürüyüşün tamamını tek başıma tamamlayacaktım. Destek olan, yardım eden çoktu ama o kadar yolu, Allah’ın sıcağında geri geri yürüyecek yol arkadaşı bulmak neredeyse imkansızdı. İlk gün hızımı alamadım, yaklaşık 17 km yol yaptım. Yolculuğun adı da orada kondu. Bir kahvede durdum. Bana, “böyle anarya anarya nereye gidiyorsun” diye sordular. “Anarya’ya değil Akkuyu’ya gidiyorum” dedim; herkesi bir gülme aldı. Meğer o yörede şoförler geri geri yerine anarya diyormuş. O zaman, beni daha iyi anlasınlar diye geri geri yürüyüşün adını “Anarya 170 km” yaptım.

İlk gece için dostlar bana bir pansiyon ayarlamıştı. Odam en alt kattaydı, eşyaları bıraktım, sırtıma yapışmış tişörtümü çıkarıp duş aldım. Giyinirken zorlanıyordum ama hiçbir şey terastaki yemeğe gitmek kadar zor olmamıştı. Ayaklarımı bükemiyordum, merdivenleri emekleyerek çıktım. Açıkçası korkmuştum, neredeyse provasız çıktığım yürüyüşün sonunda ayaklarıma ne olacak bilmiyordum. Sabah erken kalktım, otelin etrafında bir süre düz yürüdüm. Kendimi iyi hissedince tekrar kaldığım noktaya gidip geri geri yürümeye devam ettim.
Leman çizerlerden rozet çizimleri

Anlatacak onlarca anı var elbet ama daha önce dostlara anlattığım, defalarca dillendirdiğim için burada tek tek yazmayacağım. Hayatımın en güzel 18 günüydü diyeyim, siz anlayın. İlk geceden sonra çadırda kalma şansım bile olmadı. Yolda beni bekleyen, yürüyüşü duyan veya birkaç dakika önce tanıştığımız insanlar beni evlerinde ağırladı. Mersin’e gidiş, sırt çantası gibi masrafları da Leman Dergisi ve Yön Radyo’dan aldığım destekle karşıladım. Biraz da rozet satışından. Rozetleri Leman çizerleri çizdi, orijinal çizimleri hala saklıyorum. Leman’a her hafta faks gönderiyor, yolda yaşadıklarımı yazıyordum. Cep telefonum yoktu. Arkamı görmek için bisiklet aynası kullandım. Su için plastik bir matara-torbam vardı ama çok kullandığımı söyleyemem. İnsanlarla konuşmak ve Akkuyu’daki tehlikeyi anlatmak için her kahvede, sitede duruyordum. Orada içtiğim çay ve ayrandan midemde suya yer kalmıyordu. En güzeli de bu sohbetlerdi. Binlerce insana ulaşmış derdimizi anlatmıştım. Bazılarının nükleer beladan haberi vardı bazılarının yoktu. Kahvelere posterler asıp onları şenliğe çağırıyordum. Neden nükleere karşı çıktığımızı yerine ne yapmamız gerektiğini anlatıyordum. Belediye başkanlarını ziyaret edip, şenliğe otobüs kaldırmalarını rica ediyordum. 

Erdemli'de bir anı fotoğrafı
Bir de tatil siteleri vardı. Silifke’ye kadar dev beton bloklar sahili doldurmuştu, insanlar da o beton blokların içini. En büyüğünü gözüme kestirip, beni karşılayan gençlerden o sitede akşam için bir toplantı organize etmelerini rica ediyordum. Yol kenarında yürüdüğüm için herkes beni görüyordu ama arabalar nedeniyle de yürüyüş biraz tehlikeliydi. Geceleri yürüme şansım hiç yoktu, karanlık basınca minibüse atlıyor, sözleştiğim siteye geri dönüyor ve yüzlerce kişinin katıldığı toplantılar yapıyordum. Tartışmalar da çıkıyordu, nükleere evet diyenler sayıca azdı ama vardı. Onları da ikna edene ya da bir orta yol bulana kadar konuşuyorduk. Bazen gece yarılarını buluyordu soru-yanıt bölümleri. Sabah erkenden kalkıp, bulabildiğim bir araçla yürüyüşü bıraktığım yere geri dönüp tekrar anarya yolculuğa devam ediyordum. “Binlerce kişi” dediğimde abarttığımı düşünmeyin, nüfusun yoğun olduğu ilk 100 km’lik bölümde konuşmaktan sesim kısılmıştı.

Bezgin Bekir'le eylemdeyiz.
Silifke’de üç gün durmak zorunda kaldım. Nedeni Silifke’ye varmak için bir gün önce aralıksız yürümemdi. Dostlar o gece Silifke’ye varmamı istiyordu. Sebebi oradaki gergin ortamdı sanırım. Kente girmeden sivil polisler belirmiş, beni araçlarıyla takip etmeye başlamıştı. Kendimi zorladım ve sağ ayağımda bir yanma oldu. Doktor, “daha fazla yürürsen bir daha yürüyemezsin” dedi. Nedense beni pek inandıramadı. Planlanandan hızlı yürüdüğüm için vaktim vardı, beklemeye karar verdim. Sağ ayağımın üstüne basamıyordum. Belediye’nin otelinden Silifke merkezdeki çay bahçesine sekerek gidiyordum. Gazete okuyup, neredeyse tüm gün orada oturuyordum. Peşimdeki sivilleri fazla yormadım anlayacağınız. Zaten otelden her giriş ve çıkışımda resepsiyondaki çocuk telefonla polislere haber veriyordu. Ne olur ne olmaz diye Silifke Postanesi’nden İstanbul’daki posta kutuma durumu anlatan bir mektup attım. İstanbul’a üç ay sonra, ağzı açılmış bir şekilde geldi o mektup. İçinden ajan geçen komedi filmleri gibiydi yaşadıklarım.

Ağrı hiç geçmeyecek gibiydi. Hızlı yürüyerek kazandığım üç günü Silifke’de harcamıştım ve önümde artık dağlar vardı. Taşucu sonrası, arabayla bile gidilmek istenmeyen, virajlı bir yoldu ve kalacak yer de yoktu. “Ne olursa olsun yürüyeceğim” dedim. Sakat kalma korkusu pek aklıma gelmedi. Halbuki, koşmayı, yürümeyi ve spor yapmayı çok severim. Eczane’den soğutucu sprey aldım. Sıka sıka Taşucu’na vardım. Sonra ağrı yok oldu ya da ben duymaz oldum. Kaldı 60 km.

Hürriyet Çukurova'da manşet haber
Boğsak en belalı yolun başlangıcıydı. Orada çoban köpeklerinin geri geri yürüyen insanları sevmediğini anladım. Başımda şapka, arkamda çanta, yanımda dikiz ayna; bir de üzerinde yürüyüşün niyetini açıklayan koskocaman bir tül bağlamışım sırtıma… Köpekler de haklı. İki kat terleyerek, istifimi bozmadan yürümeye devam ettim. Köpekler de bir süre havlayıp geri dönüyorlardı. Taşucu sonrası dağlı yol bana bir şey daha öğretti. Geri geri yürüyen için yokuş çıkmak kadar inmek de zor, hatta daha zor. Hele de iki araba yan yana gelince. Yol çok dar. Ortalık sessiz olmasa kamyon ve otobüslerle karşılaşma ihtimali var. Arkamdan gelen aracın sesini duymak önemliydi. Motor sesini duyunca en iyi yerde durup araçların geçmesini bekliyordum. Yoksa kayalara yapışıp, kımıldamamanız gerekiyordu.  Virajda araçla karşılaşmak mantıksızdı.

Babam 1995 yılında Akkuyu'da soruları yanıtlıyor.
Dağlı bölümde imdadıma birkaç hafta önce yıldızlara uğurladığım babam geldi. Ailem Akkuyu’daki kampa gelince işim kolaylaştı. Çantamın yükü hafifledi, babam son günlerde beni otomobiliyle takip etti. Kampa aldı götürdü, çadırımda kaldım. Sabah ise yeniden kaldığım yere bıraktı. Demek babalar insanın en zor anlarında ortaya çıkan kahramanlarmış. Yoksa o dağları aşmak, kalacak yer bulmak çok zor olurdu. Bu yazı da senin için olsun babacığım. Bugün Türkiye hâlâ nükleere bulaşmadıysa senin de mücadeleye gönül veren binler gibi bu başarıda payın var.
Dikiz aynam, aynadaki civcivim ve ben.

Yürüyüşün sonu çok görkemli oldu. Akkuyu’da o güne kadar görülmemiş bir kalabalık vardı. Yol boyunca sohbet ettiğim yüzleri orada görmek çok güzeldi. Tüm Türkiye’den gelen doğa dostları, çevrecilerle birlikteydik. Sosyal medyanın olmadığı, faks ve ankesörlü telefonla haberleştiğimiz o günlerde iletişimin en güzel ve en etkili aracını, yüz yüze konuşmayı, bir kez daha keşfetmiştim. Hayattaki binlerce günümüzden kaçını yaşamın son anına kadar hatırlarım bilmiyorum ama o 18 günü unutmam mümkün değil. O nedenle şu egünlüğe bir not düşmek istedim.

O gün nükleere karşı çıkarken dillendirdiğimiz tüm argümanlar doğru çıktı. Nükleer kazaların Üç Mil Adası (ABD) ve Çernobil’le (SSCB) sınırlı kalmayacağını söylüyorduk; Fukuşima oldu. Nükleerin pahalı olduğunu, yenilenebilir enerji kaynaklarının gelecekte nükleerden hem daha ucuz hem de daha etkin olacağını söylüyorduk; defalarca haklı çıktık. Enerji verimliliği ve tasarrufun önemine değiniyor, dünyanın kaynakları sınırlı diyorduk; tüm bunlar ekonomik doktrinlere dönüştü. O gün geri geri yürüyerek ileriye doğru adımlar attık. Şimdi koşma vaktimiz geldi.

Hiroşima, bir daha asla!

Özgür Gürbüz-BirGün/7 Ağustos 2015

70 yıl önce Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan ‘Küçük Çocuk’ ve ‘Şişman Adam’ adlı nükleer bombalar yüz binlerce canlıyı öldürdü. İlk nükleer bombayı Yeni Meksika eyaletinde 16 Temmuz 1945’te deneyen ABD, ikinci denemeyi 21 gün sonra Hiroşima’da binlerce insanın yaşadığı kentte yaptı. 9 Ağustos’ta ise Nagazaki önce büyük parlak bir ışığa, saniyeler sonra da ısıl radyasyona maruz kaldı. Yaklaşık 250 bin insanı öldüren, diğer canlılarla doğaya tarifsiz bir zarar veren nükleer silahlar o gün bugündür hayatımızda.

Dünyada hâlen 10 bin 144 adet nükleer savaş başlığı var. Yaklaşık yüzde 90’ı ABD ve Rusya’nın elinde. Soğuk Savaş döneminin bitişiyle nükleer silahlanma yarışı da durdu. Dünyadaki nükleer başlıklı füze sayısı 60 binden 10 binlere geriledi. Sayının azalmasına rağmen riskin azaldığı söylenemez. Nükleer silah sahibi beş ülkeye (ABD, Rusya, İngiltere, Fransa ve Çin) tanınan ayrıcalık, silahların yayılmasına yol açtı. Bugün İsrail, Hindistan, Pakistan ve Güney Kore’de de nükleer silahlar var. Nükleer silaha sahip ülkeler caydırıcı değil teşvik edici oldular ve tüm anlaşma ve uluslararası baskılara rağmen nükleer silaha sahip ülke sayısı arttı. Savaş başlıklarının sayısının azalması da bir anlamda yanıltıcı. Hiroşima ve Nagasaki’ya atılan bombaların çok daha güçlüleri depolarda bekletiliyor. IŞİD gibi terör örgütleri nükleer maddelere ulaşmaya ve ‘kirli bomba’ denilen silahlarla bir kenti yok etmeye çalışıyor. Eldeki nükleer silahlar bu örgütleri caydırma kapasitesine sahip değil aksine olası saldırılarda hedef olmanıza neden oluyor.

2. Dünya Savaşı’nı durdurduğu iddia edilen bombalardan bu yana savaşlar durmadı, şekil değiştirdi. Nükleer silahların işlevsiz kaldığı sokak çatışmaları, düzensiz ordular ve devletsiz silahlı güçler ortaya çıktı. Hiroşima ve Nagasaki’de öldürülenden daha fazla insan Suriye’de öldürüldü ama savaş durmuyor. Çünkü savaşları bombalar, ölen insanlar veya silahlar değil barış talebi durdurur. Suriye cehenneminde bu çok net görülüyor. Suriye’de savaşın bitmemesinin sebebi, içinde Türkiye’nin de bulunduğu birçok ülkenin bu savaşı istemesi. Mültecilerden, terör saldırılarından, ekonomik kayıplardan yakınan Türkiye ve bölge ülkelerdeki birçok insandan ‘barış’ çağrısı yapan yok. IŞİD YPG’yi, Esad’a karşı desteklenen muhalifler Suriye Ordusu’nu vurduğunda sevinenler, şimdi o silahların kendilerini vurduğuna tanıklık ediyor.

Nükleer silah tehlikesi de aynı savaş tehlikesi gibi, tüm nükleer başlıklar/bombalar yok edilmeden ortadan kalkmayacak. Bunun için de nükleere silaha giden her yolun önü kapatılmalı. Uranyum zenginleştirme ve nükleer atıklardan plütonyum elde etme gibi sivil nükleer programlarla iç içe geçmiş silah elde etme yolları da buna dahil. Türkiye’de sokaktaki insanın nükleer santral projesini nükleer silahla karıştırması biraz bilmemezlikten biraz da bu ilişkinin gerçekliğinden kaynaklanır. Nükleer silah için santrale ihtiyaç yok ancak sivil programların arkasına askeri amaçların gizlenmesi de yeni değil. Kuzey Kore’nin, İsrail’in nükleer enerji santrali yok ama nükleer silahları var. Masum, bilimsel araştırma gibi görünen yöntemler bile, nükleer silaha ulaşmada araç olabilir. Uluslararası yaptırım mekanizmaları yetersiz çünkü nükleer silaha hayır derken sivil nükleer programlara dokunmaktan aciz, nükleer lobinin gücüne boyun eğmiş durumdalar. Özellikle Orta Doğu coğrafyasında artan nükleer enerji sevdası, bundan 70 yıl önce Japonya’da yaşanan katliamların benzerlerinin bu bölgede yaşanması olasılığını arttırıyor.

Japonya’daki son nükleer saldırıya tanıklık edenlerden çok azı hâlâ hayatta. Onlar ölünce binlerce insanı aynı anda yakan, sağır ve kör eden bu cinayeti geceleri kabuslarında gören kimse kalmayacak. Türkiye ve dünyada barış çabalarının güçlendirebilirsek bir daha hiçbir çocuğun güneş ışığından başka bir ışıkla uyanmak zorunda kalmayacağı bir dünya yaratabiliriz. Nükleer santral ve nükleer silah belasının her ikisinden de kurtulabiliriz. Nükleer karşıtı hareketin filizlendirdiği bir barış hareketine bugün eskisinden de fazla ihtiyacımız var. 

*** 

Dünyada nükleer başlıklı füze sahibi ülkeler
ABD
Rusya
İngiltere
Fransa
Çin
İsrail
Hindistan
Pakistan
Kuzey Kore
Dünya
4804
4480
225
300
250
80
110
120
10+
10144
Kaynak: Nükleer Bilim İnsanları Bülteni

Silahlarınızı bırakın

Özgür Gürbüz-BirGün/31 Temmuz 2015

Barışı koruma telaşının her konudan daha önemli olduğu günlerdeyiz. Kimsenin kimseyi öldürmediği, nefret etmediği, sokağa çıkarken başıma ne gelir diye düşünmeyeceği bir Türkiye kurana dek mücadele etmek bu ülkede yaşayan herkesin artık görevi. En başta da ülkeyi yönetenlerin ancak şu ana kadar izledikleri politikalar şiddeti durdurmak yerine körüklüyor.

Ülkede en basit kuralları bile denetleyecek merci kalmamışa benziyor. Sokağa çıkan herkes her gün onlarca hak ihlaline uğruyor. Bu ülkede yaşayanların trafikten yolsuzluğa, adaletten asayişe kadar birçok alanda güvenecekleri bir kurum kalmadı. Beyzbol nedir diye sorsan bilen olmaz ama milletin arabalarından beyzbol sopaları, bellerinde silah eksik olmuyor. İstanbul’un göbeği Taksim’de taksilerin mafya benzeri tavırlarına göz yumuluyor, hastanelerde tedaviyi beğenmeyen hasta doktor dövüyor.

Meclis’te kadınları sözlü şiddetle susturmaya çalışanlar, sokakta kadınları döven ve öldürenlere örnek oluyor. Neyse ki ülkedeki başıbozukluğa karşı duran ve hizmet aşkıyla yananlar da var; Rize Valisi gibi. 652 bin lirayı daha hızlı hizmet için makam aracına harcayan valilik, bundan sonra bölgedeki çevre eylemlerine, ‘lüks cipleriyle’ giden eylemcilerden daha hızlı ulaşıp asayişi sağlayabilecek.

Siz de benim gibi ortada bir başıbozukluk, yönetememe durumu görmüyor musunuz?

Ülkede aslı astarı olmayan söylentilerden yola çıkan bir grup günlerce ‘çekik gözlü turist’ avına çıktı. Sokakta turistlere saldıran bu gruptan kimse tutuklandı mı? Kimse ölmediği için ortada suç da yokmuş gibi davranıldı. Bu ülkede sokakta sevmediğin birini dövmenin, dövmeye kalkmanın cezası yok mu?

Bunlar bize hafif gelir diyorsunuz değil mi? Patlayan bombaların, faili meçhullerin ülkesinde yaşıyoruz. Savaşın ve barışın politikacıların hamasi nutuklarıyla gelip gittiği, keyfilerine göre gençleri ölüme sürükledikleri Türkiye’de yaşıyoruz. Futbol taraftarlarının zaferlerini ölerek ve öldürerek kutladığı Türkiye’de şiddetin hepimiz evinde, belleklerinde ve hayatında yer etmemesi için hepimize görev düşüyor. Silahlarımızı bırakmalıyız. Sadece eli silahlılar değil, siviller, eli sopalılar, sözü can yakanlar, dili nefret kokanlar; hepimiz silahlarımızı bırakmalıyız.

Bu işe pratik ve somut adımlarla başlamalıyız. İnsanların birbirilerini boğazlamak üzere olduğu ülkede yasal bir düzenlemeyle tüm silah ruhsatları iptal edilmeli. Üzerinde silah hatta bıçak ve beyzbol sopası bulundurmanın cezası ciddi şekilde arttırılmalı. Eline döner bıçağı, pala alıp sokağa fırlamak, hapisle cezalandırılmalı. Bunlar çoktan yapılmalıydı ama bir politikacı bile çıkıp bu tedbirleri gündeme getirmedi. Kimsenin gıkı çıkmıyor çünkü uyuşturulduk, şiddete, kavgaya alıştırıldık. Şiddetle zehirlendik biz.

Sadece yasal zeminde değişiklikler sorunu çözmeye yetmez. Erkeğin kadına, büyüğün küçüğe, iktidar ve para sahiplerinin muhalefet ve yoksula şiddet içeren baskılarına son vermeliyiz. Hem kendi kendimiz terbiye etmemiz hem de bu konuda yasal düzenlemelere gitmemiz gerekiyor. Başbakanın, valinin, patronun, polis memurunun ‘vatandaşa’ kötü söz, hakaret söylediğinde cezalandırılması gereken günlerdeyiz.

Evde karınıza, kocanıza veya kardeşlerinize, fiziksel şiddet ve kelimelerle saldırının bitmesi gerekiyor. Şiddetsizlik hareketi her yeri kapsamalı. Sivil itaatsizlik eylemlerinin üzerine gazla, copla ve sopayla yürüyen polisi de, polise taş atan eylemciyi de, metroda, trafikte birbirine küfür eden ‘masum’ vatandaşı da.

Gezi’de günlerce Taksim’i işgal edenler hiçbir dükkanı talan etmeyerek, kırıp dökmeyerek, ‘duran adam’ gibi şiddetsiz eylemleriyle tüm Türkiye’ye bunun olabileceğini gösterdiler.

Sadece silahlı örgütler değil herkes silahını bıraksın. Birbirimizi yok ederek sorunu çözmek dışında başka bir çözüm öneriniz varsa söyleyin. Abarttığımı düşünüyorsanız sokağa çıkın, okuduğunuz gazeteleri değiştirin ve gerçek Türkiye’yi görün. Ya silahlarımızı bırakacağız ya da hep beraber bu zehri tadacağız.