atık etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
atık etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Fukuşima’da 5 yıl geride kaldı: Tonlarca nükleer atık ve 100 binden fazla evsiz çözüm bekliyor

Özgür Gürbüz-BirGün/11 Mart 2016*

Foto: UAEA David Osborn
Türkiye’yi yönetenlere göre dünyanın en büyük ‘tüpgaz’ faciası bundan 5 yıl önce Japonya’da meydana geldi. Aynı Çernobil kazası sırasında olduğu gibi, Türkiye’de nükleer santrallerin yolunu açmaya çalışan yöneticiler Fukuşima’yı da önemsiz göstermek için olmadık gayreti göstermişti. Dünya bir başka nükleer faciaya tanıklık ederken Başta dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan ve dönemin Enerji Bakanı olmak üzere birçok politikacı ve bürokrat, 50 milyar doları bulan Mersin ve Sinop’taki nükleer projeleri kurtarma derdine düşmüştü.   

Fukuşima’da ne olmuştu?
11 Mart 2011 günü Fukuşima Daiçi nükleer santrali önce depremle sarsıldı. Santralin güvenlik önlemleri devreye girdi, reaktörler otomatik olarak kapandı. Nükleer kazayı tüpgaz patlamasıyla kıyaslayanların hep anlattığı gibi acil durum jeneratörleri de devreye girdi ve reaktörlerdeki nükleer yakıtın soğutulması için su pompalamaya başladı. Ta ki, ‘tsunami’ gelip bu jenaratörleri de su altında bırakana kadar. Film burada koptu. Her nükleer kazada olduğu gibi insan aklı tüm riskleri hesaplayamamıştı. Mevcut teknoloji de nükleer enerjiyi kontrol etmekte bir kez daha yetersiz kalmıştı. Nükleer santraldeki altı reaktörden üçü ısındı ve içlerindeki 30 tona yakın nükleer yakıt, bir başka deyişle reaktörlerin kalbi erimeye başladı. Diğer üçü kaza öncesi devre dışıydı, bu belki de daha büyük bir faciayı önledi.

Fukuşima Daiçi-1 ve 2 numaralı reaktörlerde biriken hidrojen patlamalara yol açtı ve reaktörlerin bulunduğu binalarda hasar meydana geldi, çatılar uçtu. Radyasyon sızıntısı da başladı; havaya, toprağa ve okyanusa radyasyon sızıyordu. Kazadan sadece nükleer reaktörler etkilenmedi, kullanılmış yakıtların bulunduğu havuzların soğutma sistemleri de aksayınca burada da tehlike çanları çalmaya başladı. Nükleer santralde kullanılan yakıtlar reaktörün kalbinden çıkarılıp havuzlara konulur. Su yakıtların ısınmasını, böylece radyasyonu doğaya bırakmasını önler. Bu süre 10-20 yıl arasında değişiyor. Fukuşima’da bu havuzlara giden suyun kesilmesi daha önceki nükleer kazalarda karşılaşılmayan bir başka tehlikeyi de gözler önüne serdi. Kullanılmış yakıt çubuklarının bekletildiği havuzlar da ciddi bir risk içeriyordu. Santralin işletmecisi TEPCO, havuzları ve reaktörleri aylarca sürekli su pompalayarak kontrol altına almaya çalıştı ama bu sırada da tonlarca radyoaktif su okyanusa karıştı. Aynı durumla reaktörleri soğutma çabalarında da karşılaşıldı. Daha sonra bu radyoaktivite bulaşmış suların santral sahasına kurulan tanklara depolanmasına başlandı. Bugün bile günde 300-400 ton kirlenmiş su ortaya çıkıyor ve santral sahasında sayıları 1000’i bulan tankların içine depolanıyor. CNN’in haberine göre bu tanklarda 750 bin tonu bulan radyoaktif su birikmiş durumda.

Tehlike sürüyor mu?
Foto: UAEA Susanna Loof
Fukuşima’da tehlike geçmedi. Sorun sadece radyoaktif suyla sınırlı değil. Radyasyonun kaynağı orada duruyor. Henüz eriyen yakıtların hiçbirine dokunulmadı. Sadece çalışır durumda olmayan 4 numaralı reaktördeki yakıt çıkarıldı ve havuza konuldu. 2017’de 3 numaralı reaktördeki erimiş yakıtın çıkarılmasına, 2020’de ise 1 ve 2 numaralı reaktördeki yakıtların çıkarılmasına başlanacak. O zaman bu yakıtların ne kadar hasar gördüğü daha iyi anlaşılacak. Yakıtlar başarıyla çıkarılırsa da iş bitmiyor. Bu yakıt çubukları içerisinde 240 bin yıl radyoaktif kalacak Plütonyum-239 gibi radyoaktif maddeler olduğu için toprak, hava ve suyla temasının binlerce yıl kesilmesi gerekecek. Nükleeri savunanlar bu atıkları derin madenlere gömmeyi önerse de hiç kimse bu radyoaktif maddelerin nasıl yok edilebileceğini, yüzlerce, binlerce yıl sonra muhafaza edilen kaplarda sızıntı olup olmayacağını bilmiyor. Görmezden gelmek nükleer lobi için en iyisi.

Fukuşima’daki tehlikeler erimiş yakıt çubukları ve tanklardaki radyoaktif suyla sınırlı değil. Bugün santrali merkez alan 20 km yarıçapındaki dev bir alana izinsiz giriş yapmak veya yerleşmek mümkün değil. 100 binin üzerinde insan bölgeden göçmek zorunda kaldı. 62 bin kişi hâlâ barakalarda, geçici konutlarda yaşıyor. Bölgedeki temizlik çalışmaları da devam ediyor ancak söz konusu çalışmaların sorunu ne kadar çözdüğü tartışmalı. Japonya beş yıldır, ara vermeden, toprağa, evlere bulaşan radyasyonu temizlemeye çalışıyor. Radyoaktivitenin tespit edildiği yapıların sıvaları, malzemeleri sökülüyor, çoğu bölgede toprağın üstünden bir katman alınıp büyük, bir metreküplük torbalara dolduruluyor. Fukuşima bölgesinde, hemen hemen her yerleşim merkezinin yanında bu dev, radyoaktif atık dolu torbalardan görmek mümkün. 2015 sonunda sayıları 10 milyona yaklaşıyordu. 400 kadarının Eylül 2015’teki tayfunda yakındaki nehre karıştığı biliniyor, olası bir sel felaketi veya tsunami durumunda bu atıkların nasıl korunacağı bir soru işareti. Bu radyoaktif torbaların depolandığı 115 bin farklı depolama alanının olduğunu gözlerinizin önüne getirin, kazanın büyüklüğünü o zaman daha iyi anlayacaksınız. Bütün bu depolama alanlarında kat kat yığılmış, yağmurdan korunmaya çalışılan atıkların yığıldığı tepecikler göze çarpıyor.

Japonya radyoaktivite bulaşmış alanların temizlik işlemini şimdilik yerleşim yerlerine yakın noktalarda, özellikle okul ve çocuk bahçesi gibi çok kişinin kullandığı alanlarda yapıyor. Bazı kaynaklara göre çalışmalar yolların 15-30 metre uzağının ötesine gitmiyor. Tepelik araziler, insan yerleşimi olmayan alanlarda bu çalışmayı yapmak herhalde mümkün bile değil. O bölgelerde radyasyon seviyelerinin yıllar içinde düşmesi beklenecek, belki belirli bölgeler çok uzun yıllar insan yerleşimine çok uzun süre açılmayacak. Çernobil’de 30 yıldır beklenildiğini düşünürsek, Japonların tüm çabalarına rağmen Fukuşima’da hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı açık. Zaten, göçe zorlanan insanların çoğunun geri dönüş planı yok; özellikle de gençlerin. Çocukların toprağa değmesinin sakıncalı olduğu bir yerde kim çocuk büyütmek ister ki?

Enerji üretimi
Fukuşima’dan önce elektrik üretiminin yüzde 30’una yakınını nükleerden sağlayan Japonya’da 54 nükleer reaktör vardı. Fukuşima Daiçi’deki 6 reaktörden haliyle ümit yok ve bunlar kapatıldı. Kirlenmiş alan içerisinde kalan Fukuşima Daini santralindeki 4 reaktörün çalıştırılacağını düşünmek de hayal olur. Kazanın ardından kapısına kilit vurulan 5 reaktörü de listeden düşünürsek, şu anda Japonya’da çalışabilir durumda 39 reaktör kaldığını görürüz. Şu ana kadar, nükleer endüstri ve mevcut hükümetin tüm çabasına rağmen bunlardan sadece dördüne izin çıktı. Onların iki tanesi de halkın itirazları sonucunda mahkeme kararıyla iki gün önce yeniden kapatıldı. Dünyanın en büyük üçüncü nükleer santral filosuna sahip Japonya’da şu anda sadece iki reaktörün ‘bacası tütüyor’.

Japonya Başbakanı Shinzo Abe’nin tüm çabalarına, nükleer endüstrinin büyük ölçüde kontrol etmeyi başardığı medyaya ve Fukuşima’da yürütülen şeffaf olmayan çabalara rağmen Japonya’da nükleer endüstri toparlanamıyor. Eski Başbakan Naoto Kan’ın da dediği gibi birçok Japon, ülkenin nükleer enerji olmadan yoluna devam edebileceğine inanıyor. Milyarlarca dolarlık nükleer endüstri ise hükümetin 2030 planlarında yüzde 20’lik bir payı hedefliyor. Bu plandaki tek iyimser veri, yenilenebilir enerji kaynaklarının 2030’da nükleeri geçecek olması. Fukuşima öncesinde hidroelektrik ağırlıklı yenilenebilir enerji kaynaklarının ülkenin elektrik üretimindeki payı sadece yüzde 10’du. 2030’da bu payın yüzde 22-24 oranına çıkarılması ve güneş ve rüzgar gibi iki kaynağın payının da hidroelektrikle eşitlenmesi planlanıyor. Halkın tepkisine, arttırıldığı öne sürülen güvenlik tedbirlerine rağmen devreye alınan nükleer santrallerde yaşanan arızlara bakılırsa Abe’nin 2030’da nükleer endüstriyi hortlatma planları zorlanabilir. Japonya’da Fukuşima öncesi güçlü bir nükleer karşıtı hareket yoktu. Şimdi dünyanın en büyük nükleer kazalarından birine tanıklık etmiş bir halk ve filizlenen bir nükleer karşıtı hareket var.

*BirGün'de bu yazının bir kısmı yayımlandı.

Çevre Bakanlığı 500 bin kişiyi işten çıkardı

Özgür Gürbüz-BirGün/29 Ocak 2016

Çevre ve Şehircilik Bakanlığı 2011 yılındaki yönetmeliğe dayanarak sokaktaki kağıt toplayıcılarından kağıt satın alan lisanslı depolara 140 bin TL ceza keseceğini söyledi. Nereden esti, beş yıl sonra ne değişti de bakanlık yönetmeliğini hatırladı bilmiyoruz. Bildiğimiz, bu ceza tehditinin, kağıt toplayıcılarının topladıkları kağıtları satamaz hale getirdiği. Sayılarının 500 bini bulduğu tahmin edilen kağıt toplayıcıları işsiz kaldı. Belki de, Türkiye tarihinin en büyük işten çıkarma vakasıyla karşı karşıyayız. Sigortasız, sağlıksız koşullarda çalışan bu işçiler böylece parasız da kaldılar. Ailelerini nasıl geçindirecekler, nasıl yaşayacaklar belli değil.

Türkiye’de sadece kağıt değil, plastik, metal ve cam atıklarını da toplayan bu işçilerin geçim derdi, çalışma koşullarıyla ilgili sorunları işin bir boyutu. Onların atık toplamasını yasaklamakla işin çevre boyutunu da çözümsüzlüğe itiyorsunuz. Ortada, her yıl toplanmayı ve ayrıştırılmayı bekleyen 30 milyon ton (2010 verisi) civarı kentsel katı atık var. Bunun ne kadarı geri dönüştürülebilir belli değil. Avrupa Çevre Ajansı’na verilen 2013 yılına ait bir raporda, 2009 yılında geri dönüşüme giden ambalaj atığının 2,5 milyon ton olduğu, bakanlık verilerine dayanarak yazılmış. Aslında cam için kağıt, plastik ve metal için geri dönüşüm kotalar var ama orada da türlü türlü oyunlar dönüyor. Örneğin, 2016’da, o yıl üretilen plastik atıkların yüzde 52’sinin geri dönüşüme gitmesi gerekiyor. Her yıl kotalar yükseliyor ama kimse o toplanmayan yüzde 48’e ne olduğunu söylemiyor. Denizde, dağda, sokakta karşınıza çıkıyor o plastik şişeler. Makyaj güzel ama yağmur yağınca akıp gidiyor.

Durum böyleyken Çevre Bakanlığı’nın yaptığı abesle iştigal. Bakanlık çöpünü ayrıştırmayana ceza kesmiyor ama toplayanı, ayıranı cezalandırıyor. Onların şartlarını iyileştireceğine kötüleştiriyor. Avrupa’da birçok ülkede atıklarını doğru dürüst ayırmayana, örneğin plastik atığının içine kağıt atana ceza kesilir. Türkiye’de böyle ciddi yaptırımlar yok. Herkesin atığı doğrudan çöpe gidiyor. Birkaç merkezle sınırlı ayrıştırma merkezlerine uğramazsa da büyük olasılıkla çöp depolama alanlarına yani toprağa bırakılıyor. Bu atıkları evde yani kaynağında ayrıştırmayı başaramamışız, sağlığını riske atıp, karın tokluğuna bizim için ayıranları da çalıştırmıyoruz. Bu mu bakanlığın çözüm önerisi?

Türkiye’de evindeki atıkları çöpe atmadan önce ayıran, ayırdıklarını da gıda atıklarının olduğu çöpler yerine geri dönüşüm için konulmuş kutulara atan kaç kişi var? Bir elin parmakları kadar azız sanki. Çöplerini ayıranlar da mutsuz. Sık sık her yerde geri dönüşüm kutularının olmamasından şikayet ediyor. Haksız değiller ama her evin başına bu atık kutularının konulamayacağını kabul edelim. Bu konuda fedakarlık yapmalıyız. Atıkları taşımak zor geliyorsa, üretmemeye çalışalım. Sorunun çözümü aslında bu. Her sabah bir simit alıp onu naylon torbaya koydurtmayın. Markete, pazara torbayla gidin. Çantanıza bir bez, olmadı naylon torba alın yırtılana kadar onu kullanın. Pet şişelerde su içmeyin, bir matara alın, suyunuzu evden doldurun. Çevrecilik fidan dikmekle, ben çevreciyim deyip yürüyüş yapmakla olmuyor. Hayatımızı her alanda değiştirmek zorundayız.

İşin üretici boyutu da var, onları da atlamayalım. Bu ülkede cam şişeyi unutturan, depozito uygulamasını arka plana iten, ürettikleri ambalajları toplamak istemeyen büyük firmalar değil mi? Almanya’da plastik şişede bile depozito var. O şişeyi geri götürmenizi sağlamak için sizden depozito alırlar. Var mı bizde öyle bir kural? İçecek ambalajlarını düşünün. Cam şişe dışında çevreci bir paketleme ürünü yok ama ne hikmet ki en pahalısı o. Karton kutu denilen ama aslında kartonun yanı sıra plastik ve alüminyum da içeren ambalajlardan uzak durun. Söylemek kolay ama yapmak zor çünkü cam şişede aynı içeceği almak Türkiye’de neredeyse iki kat pahalı. Atık işçileriyle uğraşan bakanlık bunları neden görmüyor? Neden cam şişede depozitoyu zorunlu kılıp, tüketiciye şişe bedeli ödetmek yerine bu ürünlerin ucuzlamasını sağlamıyor? ‘Kartonumsu’ kutular, pet şişeler için neden çevreyi kirletme vergisi koymuyor? Bu ürünlerin okullara girişini niçin yasaklamıyor? Ülkenin atık politikasını siz mi yoksa bu şirketler mi belirliyor?

Atıkları geri dönüştürmek için cezai yaptırımlar da içeren uygulamaları hayata geçirme zamanı geldi. Atık işçileri de bu yeni sistemde, gerek toplanan atıkların ayrıştırılmasında gerekse daha modern yöntemlerle toplanmasında çalışabilir. İçimizde en tecrübelilerimiz onlar. Sigortaları, güvenceleri olur. Türkiye’de nereye baksanız pet şişe görüyorsunuz. Siz ise pet şişeyi üreteni, atanı cezalandırmak yerine karın tokluğuna, sağlığı pahasına toplayanı işinden ediyorsunuz. Vallahi bravo!

AB İlerleme Raporu’nda enerji karnemiz

Özgür Gürbüz-Yeşil Ekonomi/11 Kasım 2015

Avrupa Birliği’nin (AB) bu yılki Türkiye İlerleme Raporu açıklandı. Siyasi değerlendirmelerin oldukça kötü olduğunu belirtelim. Öyle ki, raporun adı bu gidişle ‘ilerleme raporu’ değil, ‘gerileme raporu’ olacak. Biz işin enerji bölümüne bakalım. Enerji kısmında övgüler de var, yergiler de. Başlık başlık yazalım.

Enerji güvenliği konusunda Türkiye sınıfı geçmiş. AB’nin geçer notunun ardında, elektrik şebekesini komşu ülkelerle birleştiriyor olmamız, Türkmenistan gazını Avrupa’ya götürmek üzere yapılan anlaşmanın onaylanması ve Avrupa Elektrik İletim Sistemi İşleticileri Birliği’yle (ENTSO-E) kalıcı bağlantı anlaşmasının yapılması var. Trans Anadolu Doğalgaz Boru Hattı (TANAP) projesindeki ilerlemenin de katkısı unutulmamalı. Enerji güvenliği konusunda olumsuz sayılabilecek tek değerlendirme, Rusya ile ilişkilerin Suriye meselesi yüzünden bozulmasıyla hayata geçirilip geçirilmeyeceği bile tartışılan Türk Akımı projesi. AB bu projenin geleceğini ‘belirsiz’ kabul ediyor. Enerji güvenliği konusunda AB müktesebatıyla uyumlu, adil ve şeffaf bir gaz nakil geçişi için uygun koşulların hazırlanması talep edilmiş. Bu bölüm bana enerji güvenliğinin bizim açımızdan değil daha çok AB açısından değerlendirildiği izlenimini çağrıştırmadı değil.

Enerji piyasasında ise üretim özelleştirmelerinin devamı, Enerji Piyasaları İşletme A.Ş.’nin (EPİAŞ) kurulması ve serbest tüketici sınırlarının düşürülmesi ‘önemli ilerleme’ kategorisinde değerlendirilmiş. Gaz piyasasında da serbest tüketici olma sınırının düşürülmesi olumlu not getirirken, Doğalgaz Piyasası Kanunu’nda değişikliğe gidilmemesi olumsuz not almamıza neden olmuş.

Yenilenebilir enerjide 2023’e kadar kurulu gücün 61 bin megawata (MW) çıkarılması hedefi AB’nin gönlünü kazanmamıza neden olmuş. Olur mu, gerek var mı; hiç sanmıyorum. AB, Türkiye’de başta HES olmak üzere yaşanan çevre sorunlarıyla çok ilgilenmemiş. Yine de yenilenebilir enerjinin gelişiminde AB müktesebatında belirtilen devlet sübvansiyonlarıyla ilgili kırmızı çizgilere dikkat edilmesini istemiş. İyi notlar aldığımız bölümler bunlar. Karnenin gerisi velilere gösterilemeyecek cinsten. Bisikleti unutun.

‘Enerji verimliliği konusunda hiçbir ilerleme yok’ diye yazmışlar. Oldukça net bir sıfır vermişler. Hep söylüyoruz, ölçülebilir, rakamsal hedef vermiyorsanız bir değeri yok diye. AB de aynı şeyi söylemiş. 2015-2019 yıllarını kapsayan stratejik planda belirgin bir hedefin olmadığına dikkat çekmiş. Enerji Verimliliği Kanunu’yla ilgili mevzuatın da uyuşmadığına dikkat çekilmiş.

Nükleer enerji, nükleer güvenlik ve radyasyondan korunma konularında AB müktesebatına uygun tek bir ilerlemenin dahi olmadığı vurgulanmış. Radyoaktif bir sıfır yazıyoruz karneye. Japonya ile Sinop’a yapılmak istenen nükleer santralle ilgili hükümetlerarası anlaşma imzalanması ve Mersin’de denizle ilgili inşaata başlanmasına rağmen notumuz zayıf. Çok önemli bir uluslararası anlaşmaya Türkiye’nin hâlâ taraf olmadığına dikkat çekilmiş. Bu anlaşma, ‘Kullanılmış Yakıt İdaresinin ve Radyoaktif Atık İdaresinin Güvenliği Üzerine Birleşik Sözleşme’ başlığını taşıyor. Dünyada 42 ülke taraf. Sözleşme, nükleer atık ve yakıt güvenliğiyle kullanılmış yakıtların kontrolünü sağlamayı amaçlıyor. Nükleer atıkların nasıl saklanacağı bu anlaşmayla bir anlamda uluslararası denetime açık hale getiriliyor. Nükleer tesislerden doğaya bırakılan radyoaktif maddeler, nükleer atıkların taşınması gibi konular da sözleşme kapsamında yer alıyor. Kanun tasarısı 2011’den beri Meclis gündeminde ama AB Uyum Komisyonu henüz raporunu vermedi. Nükleer enerji konusunda dikkat çekilen iki konu başlığı daha var. Nükleer Enerji ve Radyasyon Kanun Tasarısı taslağının akıbeti ile ortada bağımsız bir düzenleyici kurumun bulunmaması. Belli ki ne Rus şirket ne de hükümet nükleer enerji konusunda şeffaflık ve denetim istemiyor. AB ise özetle şu yorumu yapıyor: “Nükleer santral yapmak için inşaata başlamak istiyorsun ama ne kendi içinde yasal sürecin hazır ne de Avrupa ve dünyayla uyumlu yasaların var. Sıfırı basıyorum” diyor.

Almanya'da nükleer santralleri kapatmanın bedeli 65 milyar avro

Kaynak: http://bit.ly/1Ftb0bF
Almanya bildiğiniz gibi tüm nükleer santrallerini kapatıyor. Nükleer santralleri kapatmakla iş bitmiyor. Hepsi radyoaktif atık haline gelen reaktörlerin sökülmesi ve diğer radyoaktif atıklarla birlikte doğadan yalıtılarak depolanması gerekiyor. Bu işin yapılabileceği bile şüpheli. Yapılan hesaplar bu işin Almanya'ya maliyetinin 65 milyar avroyu (€) bulacağını gösteriyor.

Almanya'da nükleer santrallerin sökümü ve atıkların depolanması için gereken 65 milyar avronun 34 milyarı özel şirketlere ait. Türkiye'de ise yapılan anlaşmalara göre şirketler elektrik üretimi üzerinden belirli bir miktarı Türkiye'ye ödemekle yükümlü ancak söküm ve depolama işlerinin sorumlusu yok. Yani, Türkiye nükleerde ısrar ederse, santrallerin sökümü ve atıkların depolanması işleri devlete yüklenecek. Hem zor hem de çok pahalı. Çocuklarımız mevcut hükümetin yanlış kararı yüzünden bu borcu ödemek ve binlerce yıl radyoaktif kalan atıklarla uğraşmak zorunda kalacak. Nükleer santral planlarını durdurursak onlara bambaşka bir Türkiye bırakacağız. Her şey bizim elimizde.

Geri dönüştürmeyi öğretebildiklerimizden misiniz?

Özgür Gürbüz-BirGün/24 Şubat 2013

İşe giderken evden kahvaltı yapmadan çıktığımda soluğu yakındaki bir pastanede alıyorum. Her gün aynı sandviçi yemekten sıkılmayanlardanım ama mesele bu değil. Yüzlerce kişi her sabah benim gibi soluğu o pastanede alıyor. Açma, börek, sandviç ve plastik torba alıyorlar. Bir simide bir torba. Bir açmaya bir torba. İki çöreğe iki torba… Plastik torba yiyip, plastik torba içiyorlar sanki. Onlar hamur işi yediklerini sanıyorlar, aslında petrol türevi bir maddeyi mideye indiriyorlar.

Her sabah yüzlerce insanın, aldığı en ufak yiyeceği bile naylon torbanın içine koydurması beni çıldırtıyor. Saydığım tüm bu yiyeceklerin kağıt torbalar içinde sunulduğunu da belirtmeliyim. Kimse nasıl bir suça ortak olduğunun farkında değil. Çözüm kolay. Aldığım sandviçi sırt çantamın içine güzelce yerleştiriyorum, ne kırıntı oluyor ne de leke yapıyor. Bu yöntemi beğenmeyenler, yanlarında ufak bir bez torba taşıyabilir. Her gün bir plastik torba tüketmek yerine bir bez torbayla aynı işi görebilir. Çok mu zor? Hayır, gereksizce kullanılan petrol ürünleri nedeniyle, onlarca canlının hayatına kastetmekten zor olmasa gerek. Bu torbalar atılsa dert, yakılsa dert. Plastiklerin yakılması ve suya temas etmesi kanserojen maddelerin üretilmesine neden oluyor. Sizin ve diğer insanların kansere yakalanma riskini artırmak istemiyorsanız plastik torbalar gibi, benzeri “kullan-at” ürünleri tüketmekten kaçınmalısınız. İşte size altı basit öneri:

Su ve meşrubat içerken cam şişeleri tercih edin.

Alışverişe bez torbanızla gidin.

Ambalajı bol ürünleri almaktan kaçının.


Depozitoyu savunun.

Tüm bunları yaptıktan sonra da elde kalan atıkları mutlaka geri dönüştürün.

Toplu taşımayı kullanın, bisiklete binmeyi veya yürümeyi ihmal etmeyin.


Yukarıdaki altı madde, doğayla uyumlu yaşamak için ilk yapılacaklar listesi gibidir. Tüketim toplumunu değiştirmek için bireysel çabalar tek başına yeterli olmaz ancak tüketmeme konusundaki kararlılığınızı gösterir. Bir çeşit meydan okumadır. Karşı tarafta suçluluk duygusu uyandırır. Üzerlerinde bir “yeşil baskı” kurar. Yeşil devrim de diğerleri gibi gökten zembille inmeyecek; adım adım ilerleyek. Tüketim toplumuna karşı duruşumuzun en iyi göstergesi attığımız nutuklar değil, irademizdir.

KİŞİ BAŞINA YILDA 407 KİLO ÇÖP
İşin politikacıları ilgilendiren bir boyutu daha var. Bir örnekle açıklamaya çalışayım. Türkiye’de belediye sınırları içerisinde oturan her bir kişi yılda 407 kilogram atık üretiyor. Avrupa Birliği’ne (AB) üye 27 ülkenin ortalaması ise 507 kilogram. Bizden daha çok belediye atığı çıkaran ülkeler var. Danimarka’da kişi başına 673, Macaristan’da 413, Portekiz’de ise 514 kilogram belediye atığı üretiliyor. Daha çok atık üretiyorlar ama bu ülkelerin hepsinde atıkların tümü işleniyor, doğaya kontrolsüz biçimde atılmıyor. 27 ülkenin hemen hemen hepsinde durum böyle. Türkiye’de ise kişi başına üretilen 407 kilogram atığın sadece 343 kilogramı işleniyor. Dünya Dostları Derneği’nin “Az Aslında Daha Çok” adlı (Less is More, Friends of the Earth, 2010) raporuna bakılırsa Türkiye’de belediye atıklarında geri dönüşüm yok denecek kadar az. Halbuki kamunun ya da özel sektörün açıkladığı rakamlar geri dönüşüm rakamlarının bu kadar da kötü olmadığını söylüyor. Bunun açıklaması şu olabilir. Kağıt toplayıcısı dediğimiz, ekmeğini çöplerden kazanan insanlar tüm belediye çöplerini ayıklayarak, istatistiklere girecek hiçbir geri dönüşüm malzemesini belediye araçlarına bırakmıyor. Çünkü raporda Türkiye’deki belediye atıklarının geri dönüşüme giden oranının yüzde sıfır olduğu yazılı.

Yine aynı raporda, Türkiye’deki alüminyum kutularının yüzde 75’inin geri dönüştürüldüğü ve bu işin büyük bir kısmının kayıt altına alınmadan yapıldığı yazılı. Bu da tezimi kuvvetlendiriyor ancak bir başka soruna daha işaret ediyor; sigortasız ve güvencesiz çalışan atık işçilerinin durumuna.

ESKİ ELBİSELER AFRİKA’YA
Atık denince akla sadece plastik torbalar, kağıt, cam ve metaller gelmemeli. Geri dönüşüm denince akla sadece bireylerin gelmemesi gerektiği gibi. Eski binaların yıkılmasıyla ortaya çıkan molozların, eski elbiselerin ve otomobil aküleri gibi onlarca ürünün geri dönüştürülmesi gerekiyor . Bu konu belediyeleri, özel sektörü ve hükümetleri de ilgilendiriyor. Londra’daki ünlü Wembley Stadyumu yenilenirken, eski stadyumun molozlarından çıkan alüminyumun yüzde 96’sının geri dönüştürüldüğünü (400 tondan fazla) unutmamak lazım. Bunu bireyler yapamaz. AB’de her yıl 5 milyon 800 bin ton tekstil ürünü çöpe atılıyor ve bunun sadece dörtte biri geri dönüştürülüyor. İşin çok tartışılacak bir sosyal boyutu daha var. Sadece İngiltere’de çöpe atılan her üç tekstil ürününden biri yeniden giyilmek üzere başka ülkelere gönderiliyor. En çok da Afrika’ya.

Nükgöm

Özgür Gürbüz-BirGün/10 Şubat 2013
 
Malumunuz, hükümetimiz Mersin'de nükleer santral kurulması için çabalıyor. Daha doğrusu, işi Rusya'ya havale etti, onlar çabalıyor bizimkiler de nükleer iyidir masalları anlatıp kamuoyunu yanıltıyor, pardon, bilgilendiriyor. Atom santrali yaparak muasır medeniyetler seviyesine çıkacağımız masalı da en çok başvurulan bilgilendirme yöntemlerinden. Toprağı bol olsun, eski bir nükleerci hocamız, “Nükleer santraller halkın kültür seviyesini yükseltir” bile demişti. Zaman kendisini haklı çıkardı. Nitekim, nükleer enerji alanındaki yoğun çaba ve isteğimiz bu yönde sonuç verdi. Nükleer santrallerin çalışmaya başladığı 1954 yılından bu yana tüm dünyada kimsenin çözemediği nükleer atık sorununu, hükümetimiz üstün gayretleri ve “el çabukluğu-marifet tekniğiyle” beş yıl içinde çözdü. Bu ileri düzeydeki tekniğin adı kısaca “nükgöm” olarak adlandırıldı. Uzun ismi ise “nükleer atıkları bulduğun yere göm”. Tekniğin uygulanmasında atalarımızın kullandığı araç ve gereçlerin, kazma ve küreğin kullanılması ise bu yeni buluşu daha da önemli ve yüzde 100 yerli yapıyor. Biliyorsunuz, biz otomobilden buzdolabına her şeyin ecnebisini, konuşmaya gelince ise her bir şeyin yerlisini severiz.
 
Nükleer atıkların bertaraf edilmesi işlemi nükgöm ilk kez İzmir Gaziemir'de uygulandı. 16 Nisan 2007'de varlığından haberdar olunan nükleer atıkların üzerine 10 bin 200 ton toprak döküldü. TOKİ inşaatında yeni kapı yapılsa açmaya giden bakanlarımız nedense gömme töreninde yoktular. Kurdele kesilmedi, besmele çekilmedi. Önemli olan netice tabi, böylece nükleer atık sorunu da halloldu. Allah vatana millete başka dert vermesin.
 
Hatırlatalım. Nükleer atıklar, İzmir’in Gaziemir ilçesindeki Aslan Avcı Döküm Sanayi ve Ticaret A.Ş.’ne ait kurşun döküm fabrikasından İZAYDAŞ'a gönderilen üç kamyon cürufun birinde radyasyon tespit edilmesiyle ortaya çıkmıştı. Hemen ardından, Türkiye Atom Enerjisi Kurumu (TAEK) olaya el koydu ve fabrikada incelemeler yaptı. TAEK'in ara ara gittiği fabrikadan 16 Nisan 2007 ile 24 Ekim 2008 tarihleri arasında 247 ton radyoaktif cüruf çıkarıldı. Bu atıklar Çekmece Nükleer Araştırma Merkezi'ne gönderildi. Söz konusu radyoaktif madde Europium-152. 135 yıl radyoaktif kalıyor, doğadan insandan uzak tutulması gerekiyor. Çekmece'deki tesislerde yer kalmamış olacak ki TAEK 24 Ekim 2008 tarihinden sonra atık taşımaktan vazgeçti. Gaziemir'deki nükleer atıklar bir anlamda kaderine terk edildi. Fabrika'nın Torbalı'ya taşınmasıyla da atıklar fabrika arazisinde başıboş bırakıldı. Çit çekiliyor, tabelalar asılıyor ama bir süre sonra orası çocukların oyun alanı oluyor.
 
2012 yılında Radikal gazetesinden Serkan Ocak konuyu yeniden gündeme taşıyana kadar kimse bir şey yapmıyor. Sonra ise mucizevi çözüm “nükgöm” hayata geçiriliyor. Kalan atıkların üstüne tonlarca toprak atılıyor ve doğadan yalıtılması gereken nükleer atıklar kaderine terk ediliyor. Aslında Gaziemir'de “resmi” bir nükleer atık deposunun temelleri atılıyor. Yarın ülkenin başka bir yerinde nükleer atık bulunursa ilk adres Gaziemir olabilir. O yüzden de İzmirliler ne yapıp edip, o atıkları geldiği yere göndermek zorunda. Söylemedi demeyin.
 
Europium-152, nükleer santraller çalışmaya başlayınca çıkacak nükleer atıkların yanında devede kulak kalır. Bu daha hiçbir şey değil. Nükleer santralden çıkacak atıkları ne yapacaksınız diye sorduğumuzda, “atacağız, satacağız” diyenlerin ne gibi cin fikirlerinin olduğunu artık herkes gördü. Uygun bir yere gömüp, arakalarına bile bakmadan kaçacaklar. 240 bin yıl radyoaktif kalacak atıkları umarım biraz daha derine gömerler. İşte size nükleer enerjiye geçmeye çalışan Türkiye'nin acı gerçeği.
 
ELEKTRİĞİN YÜZDE 27'Sİ RÜZGARDAN
Enerji Bakanlığı nükleerle yatıp nükleerle kalka dursun, Avrupa'da her geçen gün yeni rüzgar santralleri kuruluyor. 2012 yılında 12 bin 416 megavat gücünde yeni rüzgar türbini elektrik üretmeye başladı. Avrupa'daki toplam rüzgar gücü 110 bin megavata yaklaştı. Bunun 2 bin 312 megavatı Türkiye'de kurulu. 2012'de Türkiye'nin inşa ettiği santrallerin kurulu gücü 506 megavat. Almanya'da 2 bin 440, İngiltere'de bin 897, İspanya ve İtalya'da da bin 200 megavat civarında yeni rüzgar kurulu gücü devreye girdi.
 
Avrupa Birliği'nde (AB) tüketilen elektriğin yüzde 7'si rüzgardan sağlanıyor. Danimarka'da bu oran yüzde 27, Portekiz'de yüzde 17, İspanya'da yüzde 16, İrlanda'da yüzde 13 ve Almanya'da yüzde 11. Yukarıda saydığımız ülkelerden daha iyi potansiyele sahip Türkiye'de ise elektriğin yüzde 2,3'ü rüzgardan elde ediliyor. AB'ye üye 27 ülkede yenilenebilir enerji yatırımlarında başı yüzde 54'lük payla güneş çekiyor. Yüzde 37'lik payla onu rüzgar izliyor. Yukarıdaki grafiktede görüldüğü gibi tüm enerji kaynaklarında da yine güneş önde. Bizde ise güneş enerjisi hâlâ bürokratik engelleri aşmayı bekliyor. Klasik olacak ama şöyle bitirelim: Güneş balçıkla sıvanmaz, radyoaktif atık yok olmaz!

Türkiye’nin son çılgın projesi: Nükleer atık çöplüğü!

Gaziemir'deki eski kurşun fabrikasından sadece 2007-2008 yılları arasında 247 ton radyoaktif cüruf çıkarıldı ve ÇNAEM'e götürüldü. Bu atıklara ne oldu, daha ne kadar atık fabrika sahasında gömülü, belli değil. 

Özgür Gürbüz-BirGün/11 Aralık 2012

İzmir’in Gaziemir ilçesindeki Aslan Avcı Döküm Sanayi ve Ticaret A.Ş.’ne ait kurşun döküm fabrikasında beş yıl aradan sonra yeniden radyasyon tespit edilmesi geçen haftanın aslında en önemli gündem maddesiydi. Hükümet korkusu mu, kapasite yetersizliği mi bilinmez, medyanın büyük bir kısmı olayı görmezden gelmeye çalıştı. Fabrikadaki son durumu ortaya çıkaran Radikal gazetesi bile 10 Aralık günü, radyasyonsuz bir atık haberi yaparak, konuyu nükleerden uzaklaştırmaya çalıştı. Eleştirdikleri Türkiye Atom Enerjisi Kurumu’nun (TAEK) bile gerisinde kaldılar çünkü TAEK bile 7 Aralık Cuma günü yaptığı iki açıklamasında da fabrika sahasında radyoaktif kirlenme olduğunu açıkça belirtmişti.

Bu haberin gündemde daha fazla kalmasını hükümet birkaç nedenden dolayı istemez. Üç tanesini sayalım:

  • Beş buçuk yıl önce ortaya çıkan nükleer atık meselesinin sonuçlandırılmamış olması devletin bu konudaki zaafını gösterir ki bu da nükleer santral kurmaya hevesli bir hükümetin halkın hayatıyla nasıl kumar oynadığına dair bir işarettir.

  • Gündem nükleer atık olunca mesele döner dolaşır nükleer santrallere gelir. Sadece Akkuyu’da kurulacak 4 nükleer reaktörden her yıl 120 ton yüksek seviyede nükleer atık çıkacağı düşünülürse, bir fabrikanın bahçesine gömülü nükleer atıklarla baş edemeyenlerin bunlarla nasıl baş edeceği sorusunu herkes sormaya başlar.

  • Mersin’de nükleer santral kurmak için Türkiye ile Rusya arasında yapılan anlaşmanın yüzlerce eksiği olduğu biliniyor. Atık konusu ise tamamen “es” geçilmiş durumda. Nükleer santralden çıkacak atıkların ne olacağı belirsiz. Rus şirket bir demecinde atıklar Rusya’ya gidecek, bir sonrakinde ise Türkiye isterse atıkları satın alabilir diyor. İzmir’deki skandal dikkatleri Mersin’deki skandala çekiyor.

Bu işin Mersin boyutu. Bir de Gaziemir boyutu var. İzmir’deki atık meselesinde hâlâ yanıtlanmamış sorular var. TAEK’in 7 Aralık’ta açıkladığı raporu temel alarak tarihlere göre bir değerlendirme yaparsak bu soru(n)ları açıkça görebiliyoruz.

16 Nisan 2007
Gaziemir’deki fabrikadan İZAYDAŞ'a gönderilen üç kamyon cürufun birinde radyasyon tespit edilmesiyle sorun ortaya çıkıyor. Olayın üzerinden beş buçuk yıl geçmesine rağmen fabrikada hâlâ radyasyon olması sorunun çözülmediğini açıkça gösteriyor. Halk sağlığını 5,5 yıldır tehdit eden bu sorunu çözemeyen yöneticiler hakkında acilen işlem yapılması gerekir. Çevre Bakanlığı, Enerji Bakanlığı ve İzmir Valiliği birinci dereceden sorumludur.

TAEK Gaziemir’de Europium 152 (EU-152) bulunduğunu ve bu izotopun yarı ömrünün 13,5 yıl olduğunu söylüyor. Radyoaktivitenin tamamen yok olması için 10 yarı ömür gerektiğine göre 135 yıl boyunca doğadan, insandan yalıtılması gereken atıklardan söz ediyoruz.  Geri kalan 130 yıl için alınan tek önlem fabrikanın etrafına çit çekmek midir? Halk sağlığını bu kadar yakından ilgilendiren bu olayın güvenliği fabrika sahiplerine bırakılamaz.  

19-20 Nisan 2007
TAEK'ten bir ekip fabrika sahasında çalışıyor. Fırından çıkan malzemelerin döküldüğü potlarda, kurşun külçelerde, hurda akülerin ve diğer hurda hammaddenin bulunduğu bölümlerde radyoaktif bulaşma olmadığı tespit ediliyor. Cürufun bulunduğu depolama sahasında ise en yüksek 300 milirem/saat doz hızı ölçülmüştür. Doğada beklenen radyasyon miktarı 15milirem/saat. Fabrikada bir ize rastlanmadığına göre bu atıklar herhangi bir işleme tabi tutulmadan direkt depolama alanına gömülmüş olabilir. Nükleer atık ithalatı ihtimali niye araştırılmadı? Prof. Dr. Tolga Yarman, atıkların yurt dışından getirilme ihtimaline dikkat çekerek bir veya birden çok devletin sorumluluğu olabilir diyor. Yarman, “Bu fabrikaya yurt dışından atık getirildi mi? Gümrük kayıtları araştırıldı mı? O tarihlerde fabrikada çalışan işçilerle konuşuldu mu, işçiler sağlık kontrolünden geçirildi mi” diye soruyor.

30 Nisan 2007 – 01 Mayıs 2007
ÇNAEM uzmanları firma tesislerinde çalışıyor. Altı aydır atık depolarda bekletilen ve İZAYDAŞ atık tesisine gönderilecek yaklaşık 1100 ton cüruf üzerinde yapılan ölçümlerde doğal radyasyon seviyesinin üzerinde ciddi artışlar tespit ediyorlar.  Bu malzemenin yaklaşık 200 tonu kepçe vasıtasıyla geniş bir alana serilerek yapılan ölçümler sonucunda 15 ton malzeme ÇNAEM'e gönderilmek üzere ayrılıyor. Geri kalan 900 ton malzemenin firma tarafından aynı metotlarla ayrıştırılmasının yapılması/yaptırılması gerektiği ifade ediliyor. Fabrika söyleneni yapmış mı, belli değil.

Bu ziyaretten akılda kalan bir başka nokta ise şu. 200 tonda 15 ton tehlikeli seviyede radyasyona sahip atık tespit etmiş olmalılar ki bunu ÇNAEM'e göndermişler. Bu oran esas alınılırsa geri kalan 900 tonda 60 tondan fazla tehlikeli atık var ve orada bırakılmış, fabrikanın sorunu halletmesi istenmiş. 14-16 Mayıs 2008 tarihleri arasında yapılan bir sonraki ziyarette yine atık bulunmuş ve firma uyarılmış. Demek ki sorun firmaya bırakılınca hallolmuyor. Olayın daha ciddi bir şekilde ele alınması için nükleer atıktan başka ne bulunması lazım?

16-21 Haziran 2008
TAEK yine fabrikaya gitmiş ve 21 ton 300 kg atık ayrıştırmış.

21-26 Temmuz 2008
TAEK ekipleri yine fabrikada çalışmış. Bu tarih çok kritik çünkü kazı yapılmış ve 5 metre derinlikte atık bulunmuş. Bu da gösteriyor ki birileri burayı nükleer atık depolamak için kullanmış. Atıklar yine ÇNAEM'e gönderiliyor ama bu defa miktar 151 ton 900 kg. EU-152 ve EU-154 bulunuyor.

25-31 Ağustos 2008.
Bu defa 8 metre derinlikte kazı yapılıyor ve 73 ton 450 kg radyoaktif cüruf daha çıkıyor.

01 Eylül 2008 ve 03 Eylül 2008
TAEK ekipleri tarafından firmaya hurda hammadde temin eden Ankara’da yerleşik firma tesislerinde radyasyon ölçüm ve kontrolleri yapılmış, yapılan ölçüm ve kontrollerde herhangi bir radyoaktif bulaşma tespit edilmemiş. İstanbul, Kocaeli, İzmir ve Kırıkkkale’deki tedarikçilerde de radyasyon izine rastlanmıyor. Görüldüğü gibi atıkların hurdalarla geldiğine dair kanıt yok. İthal edilme olasılığı daha da artıyor.

22-24 Ekim 2008
TAEK, firmanın "Geçici Depolama Yeri" inşa ettiği ve "Karantina Sahası" oluşturduğunu belirtiyor. Gelen hammaddelerin radyasyon ölçümleri yapılıyor, kapalı istif sahasına personel ve insan geçişinin önlenmesi amacıyla ikinci bir tel örgü çekiliyor. Radyasyon uyarı ve işaretleri yerleştiriliyor. Bir anlamda Türkiye’nin ilk nükleer atık çöplüğü belgelenmiş oluyor. Bu tarihe kadar TAEK’in fabrikadan aldığı radyoaktif cürufun miktarı 247 ton 750 kg. Bu tarihten sonra fabrikadan atık çıkışı olmuyor.

Tüm bunlar gösteriyor ki Türkiye ne nükleer santral kurmaya, ne oradan çıkacak ve binlerce yıl radyoaktif kalacak atıklarla baş etmeye hazır. Yapılacak en akıllı iş bir an önce nükleer santral projelerini iptal etmek ve Gaziemir için ciddi bir çalışma başlatmak olmalı.

Nükleer atığın bol olsun Türkiye!

Gaziemir'de bulunan nükleer atığı beş yıl boyunca yazışarak imha etmeye çalışan Türkiye, nükleer santrallerden çıkacak tonlarca radyoaktif atığı ne yapacak? 

Özgür Gürbüz-BirGün/9 Aralık 2012

İzmir'de, eski bir kurşun döküm fabrikasında beş yıl önce tespit edilen nükleer atıkların hâlâ orada durduğunun anlaşılmasıyla patlayan kriz devam ediyor. Türkiye Atom Enerjisi Kurumu'nun (TAEK) 6 Aralık 2012 tarihli açıklamasında radyoaktivite bulaşmış cüruflardan bahsediyor ama ne yapılacağını söylemiyor. Önerilen tek önlem alana girişin kontrol altına alınması. Beş yıl önce ortaya çıkan atığı yazışarak imha etmeye çalışan TAEK, görmezsek bir şey olmaz demeye mi çalışıyor, pek anlamadım açıkçası. Bu yüzden, Gaziemir'deki atık meselesini TAEK ve nükleer santraller üzerinden konuşmak lazım.

ISPARTA VE KONYA'DA NÜKLEER ATIK
1997 yılında Yeni Yüzyıl gazetesinde çalışırken ben de bir nükleer atık haberine imza atmıştım. Prof. Dr. Ahmed Yüksel Özemre, Açık Radyo'ya verdiği bir demeçte, “1150 ton nükleer atık Isparta'ya gömüldü, 800 ton nükleer atık da Konya'da yakıldı” demişti. Söyleyen Türkiye'nin sayılı nükleer fizikçilerinden. 1986 yılında, Çernobil kazası sırasında (TAEK) başkanlığını yapmış bir kişi olunca ortalık inledi. Haberi, 19 Şubat 1997 tarihinde “Cinayet” başlığıyla vermiştik. Radyoaktif atığın gramı sizi öldürebilir, biz binlerce tondan bahsediyorduk. Haberi yaptığımız akşam Özemre, Samanyolu Televizyonu'na çıkıp söylediklerini tekrarlayınca soluğu Isparta'da almıştım. Beş gün boyunca, köy köy dolaşıp nükleer atık aradık. Gömülü atık bulamayınca yakılma ihtimali üzerinde durduk. Belki de atıklar Konya'da gömülmüş, Isparta'da yakılmıştı. Eski Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in kardeşi Şevket Demirel'e ait çimento fabrikasında, yurt dışından getirilen kimyasal atıkların bir kısmının deneme amaçlı yakıldığını ortaya çıkardık. Kayıtlarda o atıkların tamamının (halkın protestolarının da etkisiyle) geri gönderildiği yazıyordu. Yakan işçilerden zehirlenenler olmuştu. Aradığımız yüksek seviyeli nükleer atık olsa yakılması zordu ama bir nükleer santralde çalışan işçilerin önlükleri bile nükleer atık sınıfına girdiği için bunlar pekala yakılabilirdi. Kimyasal atıklarla birlikte bunlar Türkiye'ye getirilmiş olabilirdi. Tüm çabalarımıza rağmen kimyasal atık haberiyle yetinmek zorunda kaldık.

Isparta'da gömülü nükleer atık bulamadık ama kafamdaki soru işaretlerinden kurtulduğumu söyleyemem. O dönemde medya daha bağımsızdı. Tüm televizyonlar, gazeteler haberimizi konuşuyor, her yaptığımız yeni haber gündemi belirliyordu. Ahmed Yüksel Özemre hakkında istense, halkı paniğe sürüklemekten dava açılabilir, suç duyurusunda bulunulabilirdi ve belki de “birilerinden aldım” dediği bilginin kaynağını açıklamaya zorlanabilirdi. Yapılmadı. Belki de Özemre'yi kızdırmak Çernobil dönemine ait birçok bilginin açığa çıkmasına neden olacaktı, bu yüzden üstüne gidilmedi. Çayların yakılması, radyasyonlu olanlarla temiz olanların harmanlanması Özemre'nin bilgisi dahilinde yapılmıştı. Özemre'ye bu bilgiyi veren “birileri”nin kim olduğunu öğrenemedik. Olay kısa sürede örtbas edildi. Elektrik Mühendisi Arif Künar bir yazısında süreci şöyle özetler:

“...Çevre Bakanlığı acilen bir “araştırma(ma)-soruşturma(ma)” yaptırdı. Gazetede haberin çıktığı günün hemen ertesinde, “20.2.1997 tarihinde Isparta ve 21.2 1997 tarihinde Konya’da gerekli inceleme ve araştırmalar yapılarak” hazırlanan 24.2.1997 tarihli resmi bir raporla, bu iddia “çürütülmüş” ve konu hemen kapatılmıştı. Dünyanın hiçbir ülkesinde bu kadar hızlı (toplam iki gün içinde hem Konya, hem de Isparta’da, iki kimya ve bir çevre yüksek mühendisinden oluşan bir bilirkişi heyetiyle) inceleme-araştırma yapılamamış ve sadece yakıtı kullandıkları iddia edilen fabrika yetkililerine sorularak, onların beyanları, belgeleri esas alınarak resmi bir “Teknik İnceleme(me) Raporu” hazırlanmamıştır.”

SATILIK NÜKLEER ATIK
Konu böylece kapandı ama daha sonra Özemre'nin yaptığı açıklamalar dikkat çekiciydi. Aynen aktarıyorum:

“TAEK başkanı bulunduğum sıralarda bir Alman firması bana müracaat ederek ellerinde bulunan 4 bin ton düşük ve orta düzeyde radyoaktif atıkları TAEK olarak kabul edecek ve Türkiye'de gömecek olursak bunun karşılığında Kurum'a kilo başına 10 DM (Alman Markı), yani bütün operasyon için toplam 40 milyon Alman Markı ödeyebileceklerini ifade etmişti”.

Özemre bu teklifi, Türkiye'nin yabancı ülkelerin nükleer çöplüğü olmasına asla müsaade edilmeyeceğini belirterek reddettiğini belirtir. İzmir'de adı geçen radyoaktif atıklar, o fabrikaya Özemre'nin de açıkça belirttiği yoldan getirilmiş, “kurşunla beraber eritir, kaplar ve gömersiniz” denmiş olabilir. Bu yüzden bu iki haberin ortak noktası çok. İşin bir de TAEK boyutu var. TAEK Türkiye'de nükleer maddelerden sorumlu kurum. Bu maddelerin giriş-çıkışı TAEK'in kontrolünde olmak zorunda. TAEK bu sorumluluğu yerine getirebiliyor mu? Tartışılır. 1986'da radyasyonlu çayların (onlar da radyoaktif atık sayılırdı) TAEK'in bilgisi dahilinde gömüldüğünü, yakıldığını biliyoruz. 1999 yılında İkitelli'de hurdacılara satılan, normalde TAEK'in kontrolünde olması gereken nükleer atığı, Cobalt-60'ı da unutmadık. 13 kişilik Ilgaz Ailesi bir üyesini kanserde kaybetti, kadınlar erken menapoza girdi, erkekler üreme becerilerini kaybetti ve Murat Ilgaz'ın parmakları eridi.

Mesele sadece oraya buraya gömülen, ülkeye kaçak getirilen atıklarla da sınırlı değil. Bugün Mersin'de nükleer santral kurulmak isteniyor. Sinop ve İğneada'nın adları ikinci ve üçüncü santral için geçiyor. Bu santrallerden çıkacak nükleer atıkların ne olacağını ise hiç kimse bilmiyor. Hükümet, Rusya Federasyonu ile yaptığı anlaşmada atık yönetimi için Rus şirketini para ödemeye zorluyor. Bu demektir ki atıklar Türkiye'de kalacak ve onların doğadan yalıtımı için bir tesis kurulacak. Dünyada bunu garanti edebilecek bir tesis yok ama konumuz bu değil. Anlaşmanın üzerinden zaman geçiyor, Akkuyu NGS adlı Rus firması halkı bilgilendirme toplantısı düzenliyor ve orada dağıttığı broşürde nükleer atıklar Rusya'ya gidecek diyor. Hoppala! Madem atıklar Rusya'ya gidecek şirket neden Türkiye'ye atık yönetimi için para ödüyor diye merak ediyorsunuz. Fazla meraklanmanıza fırsat kalmadan Rusya tarafından bir açıklama daha geliyor. Atıklar Rusya'ya gidecek ama Türkiye isterse atıkları satın alabilir.

Türkiye, dünyadaki her aklı başında ülkenin kurtulmak istediği nükleer atıkları satın alır, üstüne bir de para verir mı bilmem ama bu gidişle her yer Gaziemir olur herkes de kanserden ölür. Az buz değil tonlarca nükleer atıktan bahsediyoruz. TAEK bu süreçte yok, hükümet oralı değil. Süreci denetleyecek bağımsız kuruluşlar var mı; yok! Denetleme kontrol işini yapabilecek personel desen, o da yok! Türkiye'deki milyonlarca insanın kaderi bir şirketin elinde, kimsenin haberi var mı? Bence yok.

Nükleer santral kaça patlar?

Özgür Gürbüz-2050 Degisi/8 Kasım 2012

Türkiye nükleer santral kurma konusunda ısrarını sürdürüyor. Halka rağmen ısrar sürüyor da denebilir. Yapılan farklı araştırmalar Türkiye'de halkın yüzde 60-70'inin nükleer santral istemediğini ortaya koyuyor. Bu birçok ülkede santral planlarının çöpe atılmasına yetecek bir orana işaret ediyor. 1978 yılında Avusturya'nın Zwentendorf kentindeki yapımı biten nükleer reaktör hiç çalıştırılmadan kapatılmıştı. Nedeni ne santral teknolojisinin eski, ne de maliyetinin yüksek olmasıydı. Halk istemediği için santralin kapısına hiç açılmadan kilit vuruldu. Nükleer santralin çalıştırılmasına hayır diyenlerin oranı halk oylamasına katılanların yüzde 50,47'siydi. Yaklaşık 30 bin oy farkla 730 megavat (MW) gücündeki santrale ve planlanan diğer reaktörlere “hayır” dendi. Bu oylamanın ardından Avusturya hükümeti ülkede fisyon reaktörleri kurulmasını yasakladı. Yıl 1978. İlginçtir, dünyadaki ilk büyük nükleer kaza 1979 yılında meydana gelen Üç Mil Adası (Three Mile Island) kazasıydı. Kısmi çekirdek erimesiyle sonuçlanan bu kazadan önce Avusturya'nın böyle bir karar alması başlı başına incelenmesi gereken bir konu.

Halk oylamalarının nükleer enerji konusunda karar almak için bir yöntem olarak kullanılıp kullanılamayacağı tartışılan bir konu. Halk oylamasına karşı çıkan en kuvvetli görüşlerden biri, dört yıllığına iktidara getirilen bir hükümetin 250 bin yıl radyoaktif kalacak atıkların üretilmesi konusunda karar alma yetkisine sahip olup olmadığı. Bu açıdan bakıldığında, halkın büyük bir kesimine danışılmış olsa da, bugün yaşayanların henüz doğmamış insanların geleceğini etkileyecek bir karara imza atmaları tartışmalı. Doğada oy kullanamayan diğer canlıların düşünceleri ise insan merkezli bir toplumda zaten hiç dikkate alınmıyor. Halk oylaması taraftarı karşı görüş ise, 10-20 kişiden oluşan bakanlar kurulu yerine, milyonlarca insanın fikrinin alındığı bir demokratik yöntemin uygulanmasının daha akılcı ve kabul edilebilir olduğunu öne sürüyor. Tartışmayı uzatmak mümkün ama kısaca özetlemeye çalıştığım gibi halk oylamasının nükleer enerji konusunda “tek yetkili merci” olduğunu söylemek mümkün değil. O halde nasıl karar vereceğiz? Bu sorunun yanıtı da kolay değil ama işin ekonomik yönünü değerlendirmek, en azından nükleer enerji için ödenecek maddi bedelin bir kısmının bugün yaşayanlar tarafından karşılanacak olması nedeniyle üzerinde daha kolay anlaşılır bir yöntem olabilir. Bu analizi, sorunu tek başına çözemeyeceğini baştan kabul ederek okumakta fayda var. Bir ekonomik analiz içerisinde tüm sosyal (dışsal) maliyetleri hesaba katmak zaten çok zor. Kesilen bir ağacın Orman Bakanlığı'nın fiyat tarifesinde bir bedeli olabilir ancak o ağaçta yuvası olan bir kuş için bu bedel emin olun ki yetersizdir. Bu nedenle, sosyal maliyetler konusunu başka bir yazıya bırakarak nükleer santraller için düz bir maliyet hesabı yapığımı baştan belirtmeliyim.

İşe, Fukuşima'daki nükleer felaketten sonra santral maliyetlerinin daha da arttığını söylemekle başlayalım. Bu çok normal. 1986 yılındaki Çernobil kazasından sonra da reaktör tasarımları ciddi bir değişikliğe uğramış, bu da doğal olarak maliyetlere yansımıştı. Reaktör tasarımlarındaki farklılıkları kabaca bağlı bulundukları kuşaklara (nesil veya jenerasyon da deniyor) göre sınıflandırabiliriz. Şu anda en yeni kuşak reaktörler 3+ olarak adlandırılıyor ve 4. kuşak reaktörlerin ticari faaliyete geçmesi içinse en iyimser tahminler 2030'ları işaret ediyor. Bir reaktörün farklı bir kuşağa ait olması, onun daha güvenli, daha ekonomik ve nükleer silah yapımına neden olacak teknik açıklara müsaade etmemesi için bazı tasarımsal değişikliklere uğradığını anlatır. En azından teoride bu böyle. Yeni teknoloji ürünü nükleer reaktörlerin, daha ucuza elektrik üreteceği, daha az güvenlik problemiyle karşılaşacağı ve daha kısa sürede yapımının tamamlanacağı söylenir ancak iş uygulamaya gelince durum dramatik değişiklikler gösterebiliyor.

İLK YATIRIM MALİYETİ
Nükleer santraller için önemli maliyet kalemleri, içine yapım giderlerini de alan ilk yatırım maliyeti, yakıt maliyeti, işletim giderleri ve söküm bedeli olarak sıralanabilir. ABD Enerji Enformasyon İdaresi'nin (EIA) 2010 yılında nükleer reaktörler için belirlediği ilk yatırım maliyet tahmini kilovat kurulu güç başına 3 bin 902 dolardı. Bir yıl sonra, 2011'de bu tahminlerini 5 bin 339 dolara çıkardılar. Nükleer reaktörlerin bir yılda ilk yatırım maliyeti yüzde 37 arttı. 2012 yılında Litvanya'da yapılması düşünülen ve hükümetle muhalefeti birbirine düşüren 1350 MW’lık nükleer reaktör için verilen teklif ise 8 milyar 640 milyon doları buldu[1]. Bu da kilovat kurulu güç başına ilk yatırım maliyetinin 6 bin 400 dolara çıktığını gösteriyor. EIA'nın 2010 rakamıyla, Litvanya'daki fiyatı karşılaştırırsak bu iki yılda yüzde 60'a varan bir artışa işaret ediyor. Tüm elektrik üretim seçenekleri için benzer bir eğilimin söz konusu olmadığını göstermek adına güneş enerjisinden elektrik üreten fotovoltaik panellerin yatırım maliyetine bakmakta fayda var. EIA'nın aynı raporunda, fotovoltaik paneller için kurulu güç maliyetinin 2011'de yüzde 25 oranında ucuzlayarak 6 bin 300'den 4 bin 75 dolara gerilediği belirtiliyor. 2012'de fotovoltaik paneller için bu fiyatın bin 800-2 bin 300 bandında seyrettiğini de hatırlatalım[2].

Nükleer santrallerden üretilen elektriğin maliyetinin yüzde 60 (bazı kaynaklar da bu oran daha yüksek) oranında ilk yatırım maliyetiyle ilişkili olduğu belirtilir[3]. Ucuza elektrik üretmek istiyorsanız ilk yatırım maliyetini düşürmeniz gerekir ki, nükleer santraller için bunun gerçekleştiğini söylemek çok zor. Söküm maliyeti reaktörden reaktöre değişse de Dünya Nükleer Birliği (WNA) ilk yatırım maliyetinin yüzde 9 ila 15'ine işaret etmektedir. Bu bilgiler ışığında analizimizi Türkiye'ye ve Akkuyu'da yapılması düşünülen nükleer reaktöre çevirmekte fayda var. Türkiye ile Rusya Federasyonu arasında 12 Mayıs 2010 tarihinde bir anlaşma imzalandı ve Akkuyu sahası ihalesiz bir şekilde devlet şirketi Rosatom'a verildi. Nükleer santral kararını haklı çıkarmak için üretilen teknoloji transferi yapacağız, enerjide dışarıya özellikle de Rusya'ya bağımlıyız şeklindeki sloganlar bu anlaşmayla anlamını yitirdi.

Türkiye, dört adet 1200 MWe gücünde reaktörden oluşan Akkuyu Nükleer Santrali için farklı bir finansman modeli oluşturdu. Santralin mülkiyetini Akkuyu NGS'ye verdi. Böylece 20 milyar doları bulacağı söylenen ilk yatırım maliyetini Rus şirketine yükledi; beraberinde kredi bulma derdini ve onun faiz yükünü de. Bu nedenle ilk yatırım maliyetinde meydana gelen ve yukarıda kısaca özetlemeye çalıştığımız fiyat artışı Türkiye Cumhuriyeti'ni çok da kaygılandırmadı. Aslında kaygılandırması gerekiyor. Türkiye'nin aksine fiyat artışları Rusları etkiledi. Rusya’nın Ankara Büyükelçisi Vladimir İvanovski birkaç hafta önce yaptığı açıklamada, 2013’te Mersin’de temeli atılacak Akkuyu Nükleer Santrali’nin maliyetinin artacağını söyledi. İvanovski, “Maliyet 20 milyar dolardan 25 milyar dolara çıkabilir” dedi[4]. Anlaşmada Türkiye tarafına ilk yatırım maliyetiyle ilgili bir yükümlülük verilmediğinden olsa gerek (en azından bizim bildiğimiz ve görebildiğimiz kadarıyla) Enerji Bakanlığı bu açıklamaya bir tepki vermedi. Akkuyu NGS yetkilileri haberin kamuoyunu olumsuz etkileyeceğini düşünmüş olmalılar ki, daha sonraki açıklamalarında yine 20 milyar dolar rakamını telaffuz etmeye hatta daha aşağıya çekmeye başladılar. Biz 20 milyar doları temel alalım. Bu durumda Akkuyu için ilk yatırım maliyeti, kW kurulu güç başına 4 bin 116 dolar seviyesinde kalacak (20 milyar/ 4800 MW). ABD'de ilk yatırım maliyetlerinin 7 bin doların üzerinde olacağı yönünde raporların geldiği şu günlerde Rusya'nın bu rakamı nasıl tutturacağı bir soru işareti. Ana parayı devlet kasasından alsalar ve faiz ödemeseler bile (faiz gelir kayıplarını hesaba hiç katmadıklarını düşünüyorum) bu rakamı tutturmak zor. Çin'de yapımı süren AP-1000 tipi reaktörün ilk yatırım maliyetinin kW başına 3 bin 500 dolara geldiği yönünde haberler var[5]. Çin'de işçilik maliyetlerinin ucuz olmasının nükleer santrallerin diğer ülkelere kıyasla daha ucuza mal edilmesine neden olduğu biliniyor. Bu durumda birkaç seçenek var. Ruslar Akkuyu'daki reaktörü ya Çinli işçilere yaptıracak ya da çalışacak işçilere Çinli işçilerin aldığı parayı verecek. Üçüncü seçenek ise VVER-1200 modelinin Batı’daki reaktörlere göre, bir şekilde daha ucuza yapılacak olması. Peki ama nasıl? Umarım bu sorunun yanıtını Enerji Bakanlığı yetkilileri biliyordur.

Nükleer enerjinin bir sorunu da inşaat tarihlerinin planlandığından uzun sürmesi. Diyelim bir apartman yapacaksınız. Parayı verip, bir köşeye demir-çelik yığdığınızda o apartmanın maliyetini aşağı yukarı bilirsiniz. Nükleerde siz müteahhitle parayı verip el sıkışsanız bile, inşaat sırasında fiyatın artması ve müteahhidin kapınızı daha fazla para için çalması sürpriz olmaz. Buyurun size iki güncel örnek. Batı Avrupa’da yeni nükleer reaktör yapan iki ülke var;  Finlandiya ve Fransa. Finlandiya’da inşaatına 2005’te başlanan reaktörün 2009’da devreye girmesi bekleniyordu. İnşaat hala sürüyor, en erken 2014’te reaktör elektrik üretmeye başlayacak. Bu gecikme sonucunda 3 milyar avroya mal olması beklenen reaktörün maliyeti 6 milyar avroyu geçti. Fransa’da yapımı süren aynı tip reaktörün kaderi de aynı oldu. İnşaatına Finlandiya’dan 2 yıl sonra başlanan reaktör de söylenildiği gibi 4 yılda bitirilemedi. 2016 yılında biterse Fransızlar bayram edecek, maliyeti de yine söylendiği gibi 3 milyar avroda kalmadı, şimdiden 6 milyarı gördü. Bu da başka bir risk. Türkiye’de bir gecikme olursa bilin ki Akkuyu NGS bunu fiyatlara yansıtmak ve maliyeti oradan çıkarmak zorunda kalacak.

ELEKTRİK FİYATLARI YÜKSELMEK ZORUNDA
Anlaşmaya göre Türkiye'nin santralin maliyetiyle ilgili yükümlülüğü dolaylı ve alım garantisiyle sınırlı. Yap-İşlet-Sahip ol (Build-Operate-Own / BOO) modeli gereği Akkuyu NGS’nin ilk yatırım bedelini şirket elektrik satışıyla karşılamak zorunda. Türkiye ile Rusya Federasyonu arasında imzalanan uluslararası anlaşmanın1 10. maddesinin beşinci bendinde belirtildiği gibi, TETAŞ, “Akkuyu NGS” adlı proje şirketinden santralde üretilmesi planlanan elektriğin ilk iki ünite (reaktör) için yüzde 70'ini ve diğer iki ünite için de yüzde 30'una tekabül eden sabit miktarlarını, her bir güç ünitesinin ticari işletmeye alınma tarihinden itibaren 15 yıl boyunca 12,35 ABD senti/kWh ağırlıklı ortalama fiyattan (Katma Değer Vergisi dâhil değil) satın almayı garanti etti. Akkuyu NGS, dört reaktör faaliyete geçtiğinde santralin yılda 40 milyar kWs elektrik üreteceğini söylüyor. Bu kapasite faktörünün yüzde 90'larda olacağı anlamına geliyor ki, daha önce çalıştırılmamış yeni bir model (VVER-1200) için çok iddialı. Bu rakamı esas alırsak 15 yıl boyunca Akkuyu NGS'ye ödenecek rakam 50 milyar doları bulacak. Reaktörlerin planlandığı gibi peşi sıra devreye girdiği varsayılırsa ilk reaktörün devreye girmesinden 11 yıl sonra ilk yatırım maliyeti kadar bir paranın Akkuyu NGS'ye sadece alım garantileri karşılığında ödenmiş olacağı anlamına geliyor. Bu süetçe ödenecek işletme giderlerini, yakıt maliyetini de hesaba katarsak ve inşaatta hiç gecikme olmadığını varsayarsak 15 yıldan sonra ilk yatırımın geri dönüşünden bahsedebiliriz. Şirketin alım garantisi dışındaki üretimini piyasaya satması halinde kâr etmesi bile mümkün (bütün bu hesabı yaparken faizsiz para aldıkları ve faiz getirisini hesaba katmadıklarını düşünüyorum). Tabii bir şartla. Yatırım maliyetinin söylendiği gibi, düşük sayılabilecek 20 milyar dolar seviyesinde tutulması gerekiyor. 15 yıllık sürenin sonunda ise bizi daha ilginç bir süreç bekliyor. Yılda 40 milyar kilovatsaat elektrik üretecek bu santralin serbest piyasaya elektrik satması gerekecek. Şu anda PMUM'da oluşan fiyatların 7 dolar sent civarında olduğunu anımsarsak, Akkuyu NGS'nin kâr edebilmesi için fiyatların serbest piyasada daha da yükselmesi şart. Çünkü alım garantisinde verilen 12,35 sentin altında bir fiyattan piyasaya elektrik satışı santralin kâr etmesini engelleyebilir. Pazarlık masasında 12,35 sentlik fiyatın belirlendiği tarihte sonuçları açıklanan Citi Bank'ın araştırması bu iddiamın emellerinden birini oluşturuyor.

“Yeni Nükleer – Ekonomi Hayır Diyor" başlıklı ve 9 Kasım 2009 tarihli “Citi Group” araştırmasında, beş ana risk alanına dikkat çekiliyor. Planlama, inşaat, elektrik satış fiyatı, santralin işletimi ve nükleer atık sorunuyla miyadı dolan santralin söküm işlemleri. Citi raporuna göre, nükleer reaktörün yapım maliyeti kurulu kilovat güç başına 3 bin 400 - 4 bin 733 dolar arasında değişiyor. Raporda, bir nükleer reaktörün zarar etmemesi için üretilen elektriğin kilovatsaatinin piyasada en az 6,5 avro sentten (8-9 dolar sent) satılması gerektiğine vurgu yapılmış. Akkuyu için öne sürülen ilk yatırım maliyetinin kilovat kurulu güç başına 4 bin 116 dolar olduğu hesaba katılırsa bu raporda kâr edilmesi için belirtilen fiyat şartının Akkuyu nükleer santrali için de geçerli olduğu söylenebilir (Batı standartlarında bir nükleer santral yapılacaksa işçilik maliyetleri dışında fiyatı aşağı çekecek bir etken olmamalı). Dokuz sent civarındaki fiyat şu andaki piyasa fiyatının üzerinde ve raporda da belirtildiği gibi üreticiye ciddi bir kar sağlamıyor. Akkuyu NGS ya da Rosatom bu fiyatın üzerinde ve sürekli elektrik satmak isteyecektir. Tasarım ömrü 60 yıl olarak belirtilen (dünyada henüz hiçbir reaktör bu kadar uzun süre çalışmadı) reaktörün uzun vadede daha çok kâr edeceğini hesaplıyor da olabilirler. Komplo teorilerini hiç sevmem ama Türkiye’de elektriğinin yüzde 45'lere yakını doğalgaz çevrim santrallerinden sağlanıyor. Türkiye'nin bir numaralı doğalgaz tedarikçisinin Rusya olduğunu hatırlatalım. Doğalgaz fiyatlarının biraz artması, elektrik fiyatlarının da artmasına neden olur. İpler iyiden iyiye Rusya'nın elinde olacak. Bu senaryoyu bozmak için ya ciddi miktarda gaz sağlayacak yeni doğalgaz tedarikçileri bulacaksınız ya da bambaşka bir yola girip, hem enerjiyi verimli kullanacak hem de yenilenebilir enerji kaynaklarından elektrik üretmeye başlayacaksınız. Bunun önündeki en büyük engel ise sorunun bir numaralı kaynağı, Akkuyu'da kurulmak istenen santral.

NÜKLEER VE GÜNEŞ FARKLI DÜNYALARIN OYUNCULARI
30 bin megavat güneş ve bir o kadar da rüzgar kurulu gücüne sahip Almanya'da, sistem artık farklı işliyor. Güneşin veya rüzgarın çok olduğu günlerde, bu kaynaklardan üretilen elektrik miktarı o kadar artıyor ki, serbest piyasada fiyatları oldukça düşebiliyor. Mart ayında güneş enerjisinden elektrik üretim rekoru kıran Almanya'da bu oldu. Talebin arttığı gün ortasında güneş panelleri şebekeyi elektriğe boğdu ve azami yük (peak load) fiyatlarını aşağıya çekti. Spot piyasada fiyatlar 3,5 avro sente kadar indi. Bu durum başta nükleer olmak üzere, esnekliği olmayan baz yük santrallerini rahatsız ediyor.

Tablo 1. Almanya’da 7 Mart 2012 tarihinde oluşan fiyatlar

 
Aslında rüzgar ve güneş gibi yenilenebilir enerji kaynaklarıyla nükleer arasındaki asıl kavga şebeke üzerinden oluyor. Baz yük santrallerinin sayısının ve öneminin giderek azaldığı akıllı şebekelerle desteklenen bir modele uyum sağlamakta en çok nükleer santraller zorlanıyor. Bir nükleer santrali açıp kapamanız, nükleer reaksiyonu durdurup yeniden başlatmanız günler alabilir. Nükleer santraller yapı itibariyle sürekli çalışmak, yakıt değişimine kadar devamlı elektrik üretmek istiyor. Yenilenebilir enerji ise doğası gereği daha esnek. Diğer baz yük santrallerin nükleer kadar sorunu yok. Onlar da oyunu böyle oynamak istemiyorlar ama bir doğalgaz santralini açıp kapatmak nükleer kadar zor değil. Doğalgaz santrallerinin ilk yatırım maliyetlerinin kW kurulu güç başına 1000 dolar seviyesine geldiği günlerde elektrik üreticisi şirketler de bu durumdan çok şikayetçi değil. Nükleerin karşılaştığı tek sorun bu yeni sisteme “uyum” sorunu da değil. Fiyat rekabetinde de nükleer enerji zor günler yaşıyor. Aşağıdaki tablo yenilenebilir enerji kaynakları için farklı ülkelerden derlenmiş üretim maliyetlerini gösteriyor. Türkiye’de, hem işçilik hem de yenilenebilir enerji potansiyellerin güçlü olması nedeniyle (güneşlenme süresinin uzunluğu gibi) bu rakamların daha aşağısında üretim maliyetlerine ulaşmak da mümkün. Bir de bu karşılaştırmayı nükleer santralin en erken elektrik üreteceği tarih 2020’deki yenilenebilir enerji fiyatlarıyla yapmak lazım. Temiz enerjide teknoloji sürekli geliştiği ve ilk yatırım maliyetleri hızla aşağı çekildiği için aşağıdaki fiyatların da altında rakamları görmek mümkün olacak. Halihazırda 12,35 sentin altında üretim yapabilen biyokütle, jeotermal, rüzgar gibi enerji kaynaklarına o tarihlerde güneş enerjisini ve hatta yakın bir tarihe kadar adından dolayı espri konusu olan “dalga enerjisini” de ekleyebileceğiz. Bugün “ucuz nükleer” diye yola çıkanların yerinde olsam o tarihlerde uzun bir yurt dışı seyahatine çıkardım.

Tablo 2. Yenilenebilr enerji kaynakları elektrik üretim maliyetleri
TÜRÜ
kWs MALİYETİ (ABD sent)
Büyük Hidro (1 MW üstü)
5-10
Küçük Hidro (1 MW altı)
5-40
Rüzgar
5,2-16,5
Rüzgar Açıkdeniz
11,4-22,4
Rüzgar ev tipi (0,1-3 kw)
15-20
Biyokütle
7,9-17,6
Jeotermal
5,7-8,4
Güneş Çatı fotovoltaik paneli
22-44
Güneş fotovoltaik (santral tipi)
20-37
Yoğunlaştırılmış Güneş Termal
18,8-29
Dalga enerjisi
21-28
Kaynak: REN 21, 2012

SÖKÜM VE ATIK MALİYETLERİ
Söküm maliyetinin ilk yatırım maliyeti kadar gündeme gelmemesi, sökülme işlemine reaktör yapıldıktan 40-60 yıl (hatta daha geç) sonra başlanacak olmasından kaynaklanıyor. Genelde devletler, işletmeci firmadan söküm ve atık için gerekli parayı, üretime geçtikte sonra yavaş yavaş ödemesini ister. Türkiye'nin Rusya Federasyonu ile yaptığı anlaşma da bu temele dayanıyor ama özellikle nükleer atık konusunda ciddi belirsizlikler görülüyor. Atıkların Türkiye'de mi kalacağı, Rusya'nın yasalarına rağmen oraya mı gönderileceği belli değil. Akkuyu NGS A.Ş. Adlı Rosatom bünyesindeki şirketin Türkiye'de “halkı bilgilendirmek” için kurduğu internet sayfasında aynen şu satırlar yazılı: “Nükleer santralde kullanılacak tüm yakıt Rusya’dan getirilecek. Atıklar da yine Rusya’ya geri gidecek. Atıkları Türkiye satın almak isterse, Türkiye’de de kalabilecek”. Şirket, imza attığı uluslararası anlaşmanın 10. maddesinin 9. bendiyle çelişiyor. Bu maddede, “Proje Şirketi, ESA çerçevesinde TETAŞ tarafından alınan elektrik için kullanılmış yakıt ve radyoaktif yakıt yönetimi hesabına 0.15 ABD senti/kWh ve işletmeden çıkarma hesabı için 0.15 ABD senti/kWh tutarında ayrı bir ödeme yapar. ESA dışında satılan elektrik için Proje Şirketi yürürlükteki Türk kanunları ve düzenlemeleri uyarınca gerekli ödemeleri ilgili fonlara yapacaktır” deniyor. Kullanılmış yakıtlar Rusya’ya götürülecekse, neden TETAŞ’a para veriliyor? Nükleer atıklar (yakıt yerine nükleer atık demek daha doğru olur)  “bir şekilde” Türkiye'de kalacaksa, Türkiye bir de bunun için para mı ödeyecek? Bu kadar önemli bir konunun, santrale beton dökülme aşamasına gelindiği şu günlerde bile çözülmemiş olması kaygı verici.

Atıkları satın alacaksak bunun da bir maliyet kalemi olacağını ve tarihe geçeceğimizi belirterek söküm masraflarıyla ilgili bir hesap yapalım. Yılda 40 milyar kWs elektrik üretmesi beklenen Akkuyu NGS’den üretilen her kWs için 0,15 ABD sentini söküm masrafları için ayırması anlaşmada isteniyor. Santralin verim kaybı, çalışmayacağı ayları da hesaba katarsak 60 yılda 3 milyar dolara yakın bir paranın bu fona ayrılacağını söyleyebiliriz. Dünya Nükleer Birliği söküm bedelinin ilk yatırım maliyetinin yüzde 15’ine denk düşebileceğini söylüyor. Bu da tam 3 milyar dolara denk düşüyor. Siz de fark etmişsinizdir ki, yatırım maliyetinin gerçek yatırım maliyeti olup olmadığını, santralin sökümünün hangi standartlara uygun bir şekilde yapılacağını bilmeden bu rakamın yeterli olup olmayacağı konusunda bir yorum yapmak zor. Santralin bazı parçalarının yüksek seviyeli atık muamelesi göreceğini de biliyoruz. Atıkların ne yapılacağı bile belli değilken, sadece bu yüzdesel hesaba bakarak bir tahminde bulunmak doğru olmaz. Maliyet kadar bu belirsizlik de önemli. Elinizde 240 bin yıl radyoaktif kalan atıklar var ama bunu ne yapacağınızı belirlememişsiniz.

YAKIT MALİYETİ VE KAZA
Çernobil Nükleer Santrali - Foto: O. Gurbuz
Yakıt maliyeti nükleer santraller için elektrik üretim maliyetinin yüzde 10 ila 15’i arasında değişiyor. Farklı kaynaklarda farklı rakamlar var ama bu yazıda bahsetmeye çalıştığım diğer kalemlere göre yakıt maliyetini tahmin etmek veya hesaplamak daha kolay. Uranyum fiyatlarına endeksli bir hesaplama yapmanız gerekiyor. Fukuşima öncesi nükleer reaktör sayısının hızla artacağını uman nükleer endüstri uranyum fiyatlarının da aynı oranda artacağını düşünüyordu. Sınırlı uranyum rezervlerine ve madenlere de ilgi artmıştı. Uranyum rezervlerinin sınırlı olması yeniden işleme gibi yakıt maliyetini arttıran yöntemlerin de daha sık gündeme gelmesine neden olmuştu. Fukuşima sonrası birçok ülkenin nükleerden çıkış kararı alması bu eğilimi değiştirdi. Yakın zamanda fiyatlarda çok ciddi bir artış beklenmiyor. Yakıt konusunda bir başka sorun yakıtın fiyatından çok yakıt fabrikalarının belli ülkelerin tekelinde olması ve her reaktör tipinin farklı yakıt çubukları kullanmasıyla ilgili. Tek tedarikçiye bağımlılık burada “dışa bağımlılık” konusunu gündeme getiriyor.

Bu aşamada değineceğim son konu, kaza olması halinde ortaya çıkacak maliyet. Hem Çernobil hem de Fukuşima’da görüldüğü gibi sadece temizlik çalışmalarının tutarı bile 300-350 milyar doları bulabiliyor. Bu nedenle hiçbir sigorta şirketi bir nükleer santrali sigortalamaya yanaşmıyor. Hiçbir özel şirketin devlet desteği olmadan böyle bir maliyetin altından kalkması da mümkün değil. Nükleer kazadan sonra bir mucize eseri hiç can kaybı yaşanmasa bile, yatırım riski bu kadar büyük bir girişimin “normal şartlarda” serbest piyasa koşullarında gerçekleşmesini beklemek aslında bir hayal. İlk yatırım maliyeti, faiz oranları, inşaatın süresi gibi değişkenler nükleer santrallerin elektrik üretme maliyetlerini ciddi oranlarda etkileyebiliyor ancak bir kaza olması halinde asıl fiyat ortaya çıkıyor. Bırakın büyük çaplı bir kazayı, ufak bir radyoaktif sızıntının gerçekleşmesi halinde bile nükleer santral aylarca kapatılabilir. (Belçika’da şu günlerde olduğu gibi[6]) İşletme riskinin sadece sağlık açısından değil iktisadi açıdan da ne kadar riskli olduğunu anlamak için bu faktörü unutmamak gerek. Nükleer enerjinin şeffaf ve serbest bir piyasanın oyuncusu olmadığı açık. Sübvansiyonlar, sızıntı ve kazaların boyutlarını gizleyecek denetime kapalı otoriter rejimler nükleer enerji için tercih nedenidir. Bu nedenle kaça patlar sorusuna yanıtım kısaca “çok pahalıya” olacak.  


[1] http://www.reuters.com/article/2012/06/21/lithuania-energy-idUSL5E8HLBX620120621 adresinde en son 23 Eylül 2012 tarihinde görüldü.
[2] Renewables 2012, Global Status Report, REN 21.
[3] Reducing the capital cost of Nuclear Power Plants, Nuclear Energy Agency, 3 Şubat 2000.
[4] http://haber.gazetevatan.com/faturasi-25-milyar-s/463454/2/Haber adresinde en son 23 Eylül 2012 tarihinde görüldü.
[5] The Cost of Nuclear Power: Why nuclear will cost us more than the alternatives. No2nuclearpower, Şubat 2011.
[6] Bakınız: http://www.reuters.com/article/2012/09/13/belgium-nuclear-idUSL5E8KD9D420120913