Dünyada nükleer enerji

Akkuyu'nun temel atma töreni öncesinde ve sonrasında dünyadaki nükleer enerjinin durumunun yanlış veri ve analizlerle tartışıldığını gördüğüm için bu bilgileri sizlerle paylaşıyorum. Aşağıdaki tablo Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı'nın (UAEA) verileri esas alınarak hazırlanmıştır. Aslında ne oluyor kutusundaki analizler bana aittir.

3 Nisan 2018 tarihinde dünyada 450 nükleer reaktör kuruludur ancak bunların hepsi çalışmamaktadır. Yapımı sürdüğü öne sürülen 55 reaktörün asıl durumu da tabloda özetlenmiş, nükleer enerjiden vazgeçen ülkelerden örnekler verilerek daha doğru bir kıyaslama yapılmasına çalışılmıştır. Tabloyu incelemeden önce şu üç veriyi göz önünde bulundurmanızı öneririm.
  • Dünyada nükleer santrallerin toplam elektrik enerjisi üretiminde payı bugün %11 civarındadır. 1996’da bu oran %17,6’ydı.  
  • UAEA’nın 2050 tahminine göre nükleer santrallerin toplam elektrik enerjisi üretiminde payının %4,8 ila %12,1 arasında olacağı öngörülmektedir.
  • Diğer ülkelerin yenilenebilir enerji kurulumlarıyla kıyaslama yapabilmeniz için Türkiye'nin tüm santrallarının kurulu gücünün 85 bin megavat (85GW) olduğunu hatırlatalım.
Kaynak gösterilmeden kullanılamaz. Kaynak gösterirken bu sayfanın adresini verebilir (https://bit.ly/2IonTvF) ve/veya Özgür Gürbüz - @ozzgurbuz şeklinde belirtebilirsiniz.

Dünyada nükleer enerji (Analiz: Özgür Gürbüz)


Yapımı süren reaktör
Kurulu gücü (MW)
Aslında ne oluyor?

ABD
2
2234
ABD nükleer reaktör sayısı uzun zaman sonra 100’ün altına düştü. Ülkede 1996’dan bu yana “yeni” nükleer reaktör yapılmıyor ve yapımı süren 2 reaktörün de diğer yeni reaktörler gibi zarar göze alınıp iptal edilme olasılığı yüksek. Nükleer enerji yenilenebilir enerji ve gazla rekabet edemediği için son yıllarda kapanmalar ve iptal edilen planlarla anılıyor. 2017’de yapımından vazgeçilen Summer2 ve 3 reaktörleri bu duruma iyi bir örnek.
Almanya
-
-
Fukuşima öncesi 17 nükleer reaktöre sahip dünyanın en büyük ekonomilerinden Almanya nükleer santralların hepsini 2022’ye kadar kapatma kararı aldı. Şu ana kadar 10 reaktör kapatıldı kalan 7 tane de 4 yıl içinde kapatılacak. Almanya halihazırda elektrik ihtiyacının %35’e yakınını güneş+rüzgar ve biyokütleden karşılıyor.
Arjantin
1
25
Küçük ölçekli deneme reaktörü.
Avusturya
-
-
Bitirilen tek reaktörünü halk istemediği için çalıştırmadan kapattılar.
Bangladeş
1
1080
Rusya’nın kredi sözüyle başlanılan bir iş. Finansmanın %90’ı Rusya’dan sağlanıyor ve Bangladeş borçlandırılıyor. 12 milyar dolarlık kredi 28 yılda ödenecek.
BAE
4
5380
Nükleerden çıkan Kore BAE’ne nükleer yapıyor.
Belarus
2
2220
Bu projeyi de Rusya finanse ediyor ve enerjide Belarus’u kendisine bağımlı kılıyor.
Çin
18
19016
Sayı çok görünse de sizi yanıltmasın. Çin dünyanın en çok enerji tüketen ülkesi ve buna rağmen nükleer öncelikli tercih değil ve elektrik üretimine katkısı düşük. Elektrik tüketiminin sadece %3,5’i nükleerden karşılanıyor. 2017 sonunda hidro hariç ülkedeki yenilenebilir enerjinin (rüzgar+güneş+biyokütle vb.) elektrik üretimine katkısı nükleerin 2 katı.
Danimarka
-
-
Nükleeri hiç olmadı, elektrik talebinin %60’a yakınını yenilenebilir enerji karşılıyor.
Endonezya
-
-
Ulema nükleer enerjiyi islama uygun bulmadı.
Finlandiya
1
1600
Sinop’a talip Fransızların dünyaya en gelişmiş nükleer diye tanıttığı (EPR) bu reaktörün yapımı 10 yıl gecikti ve tek reaktörün maliyeti 2012’deki remi açıklamaya göre 3,8 milyar dolardan 10 milyar $’a çıktı. Finlandiyalı şirket ile Fransız-Alman ortaklık tahkimlik oldu.
Fransa
1
1630
Elektrik tüketiminin % 75’ini nükleerden sağlayan dünyanın nükleer devi Fransa, nükleer enerjinin elektrikteki payını 2025’te %50’ye düşürmeyi planlıyor ve bu doğrultuda bazı nükleer reaktörleri kapatacak. Şimdiden oran %71’e düştü. Buradaki EPR reaktörü de Finlandiya’daki gibi teknik sorunlarla karşılaştı ve 2007’de yapımına başlanan reaktör hâlâ bitirilemedi.
G. Kore
4
5360
Kore, kendi nükleer reaktörünü üretebilen sayılı ülkelerden ve enerjide dışa bağımlılık oranı Türkiye’den daha yüksek. Buna rağmen 2017’de nükleerden çıkış kararı aldı. G. Kore, elektrik ihtiyacının üçte birini karşılayan 24 nükleer reaktörünü kapatacak, sadece yapımı süren 2 reaktörü bitirecek. Onlar da ömrü tamamlanınca kapatılacak.
Hindistan
6
3907
Hindistan’ın UAEA listesinde yapımı sürüyor denilen 6 reaktörden bir tanesinin (PFBR) inşasına 2004 yılında başlandı. 14 yıldır bitirilemedi. Kakrapar3-4, 8 yıldır bitmedi. Rajasthan7-8’in yapımı da 7 yıldır sürüyor. Bir reaktörün yapım süresinin 4-5 yıl olması beklenir. Öte yandan Hindistan dünyanın en iddialı yenilenebilir enerji hedeflerine sahip. 2022’ye kadar 175 GW hedefleri var ve bunun 62 GW’ı gerçekleşmiş durumda. Güneş ve rüzgar başrolde.
İrlanda
-
-
Nükleeri hiç olmadı ve yapmama kararı var.
İspanya
-
-
Sosyalist hükümet zamanında nükleer santralları kapatma kararı aldı, 1 tane kapatıldı, 7 reaktör kaldı. Planlanan yeni reaktör yok.
İtalya
-
-
Çernobil sonrası ülkedeki 4 reaktörü de kapattı. Halk oylamaları sonucunda nükleer santral kurmama kararı aldı.
Japonya
2 (!)
2653
UAEA rakamlarının en yanıltıcı olduğu ülke Japonya. Fukuşima sonrası bu iki reaktörün yapılmayacağını herkes biliyor ama UAEA listeden çıkarmamakta ısrar ediyor. Fukuşima öncesi 54 nükleer reaktör olan ülkede şu anda 7 tane gerçekten çalışan reaktör var. Nükleerin elektrik üretimine katkısı %30’lardan %3,6’ya düşmüş durumda. Japonya enerji verimliliği ve güneş enerjisi konusunda Fukuşima sonrası atılıma geçti. Güneş kurulu gücü 50 GW’a yaklaştı.
Norveç
-
-
Dünyanın en zengin ülkelerinden. Hiç nükleer santrali olmadı.
Pakistan
2
2028
Pakistan-Çin ilişkilerinin bir parçası bu iki reaktörün yapımına 2015 ve 2016’da başlandı.
Rusya
5
3398
Rusya’daki 5 reaktörün ikisi 32 MW gücünde deniz üstü reaktörleri ve 11 yıldır bitirilemedi. Leningrad 2-2 2010’da, Novovorenzh2-2 ise 2009’da başladı, hâlâ bitmedi. Rusya, nükleer santral ihracını hedef belirlediği için ülkesinde nükleer endüstriyi ayakta tutmaya çalışıyor. Bu santrallar da bir ihtiyaçtan kaynaklanmıyor ve inşaatlar gecikiyor.
Slovakya
2
880
Mochovce 3 ve 4 numaralı reaktörler 31 yıldır yapılan reaktör listesinde. Yapımına 1987 yılında başlanan bu reaktörler listeye bir ülke daha eklemekten başka bir işe yaramıyor. İnşaatın planlandığı gibi sürmediği ortada.
Ukrayna
2
2070
Ukrayna da listede 32 yıldır bitirilemeyen Khmelnitski 3 ve 4 reaktörleriyle varlık gösteriyor.
Yunanistan
-
-
Nükleer santrala karşılar. Elektrik tüketiminin %8’i güneşten sağlanıyor.

Artvinli ne yapacak

Özgür Gürbüz-BirGün/2 Nisan 2018

Bir hafta önce Artvin’deydim. Prof. Dr. Ali Demirsoy, Prof. Dr. Doğanay Tolunay ile birlikte Cerattepe’deki son durumu değerlendiren bir panelde birlikteydik. Artvin dağın yamacına tutunmuş bir kenti andırıyor. Ortasında durup aşağıya baktığımda Deriner Barajı’nın doğada açtığı izleri görebiliyordum. Büyük bir hafriyat alanı; yollar, delinmiş tepeler vardı. Yukarısı ise adeta madene tahsis edilmiş. Neredeyse gördüğüm her ağaç ve toprak maden sahası içinde kalıyordu. Kısacası, aşağısı baraja, üstü madene verilmiş bir kent Artvin. Artvinli iki inşaat arasında yaşamaya itilmiş. Yakında kentte sadece maden ve baraj işçileri kalırsa şaşırmamalı. Niyet de o sanki. “Yeşil Artvin” diyenler dışarı, “beton Artvin” diyenler içeri…

Panelin yapılacağı salon hıncahınç dolmuştu. Gaziler, çocuklar, kadınlar; gelecek kaygısı taşıyan yüzlerce kişi vardı. Yıllarını bölgede araştırmalar yaparak geçirmiş Ali Demirsoy, Artvin ve Çoruh Vadisi’nin zengin biyolojik çeşitliliğini anlattı ve Cengiz Holding tarafından işletilen bakır madeni çalışmaya devam ederse bu doğal hazineyi kaybetme riski olduğunun altını çizdi. Doğanay Tolunay ise konuşmasında ÇED raporunda es geçilen iki tehlikeye dikkat çekti. Bölgedeki sert kaya oluşumlarında çatlaklı yapılar olduğuna dikkat çeken Tolunay, patlatmalar veya çalışmalar nedeniyle çatlakların kapanıp madende su birikmesine yol açabileceğinden, tersi bir durumda ise çatlakların genişleyerek madenden gelen suların yer altı sularına karışabileceğinden bahsetti. Bir başka risk ise bölgede birikmiş taşlı toprakların (kolivyal) maden faaliyetleri nedeniyle heyelanlara neden olması. Açıkçası, hem kaybedeceklerimizin hem de riskin büyüklüğü tüylerimizi diken diken etti.

Panel sonrası gelen soruların merkezinde bundan sonra ne yapılacağı vardı. İptal ettirilen ÇED raporları yeniden çıkarılmış, bilimsel raporlar hiçe sayılmış, alınmış hukuki kararlar mahkeme heyetleri değişince boşa çıkmış, Artvin halkının eylem ve gösterileri ise OHAL bahanesiyle engellenmiş durumda. Halk madene karşı ama toplantı yapacak salon bulamıyor. Haliyle hukukun siyasete, bilimin ticarete esir düştüğü bir noktada soruyor; şimdi ne yapacağız? Bu sorunun yanıtı Artvin’i aşıyor. Artvin’i korumak sadece Artvinlilerin meselesi olmaktan çıktı ve Türkiye’de siyasetin değişmesiyle hallolacak bir mesele haline geldi.

***
Doğa katliamı sandıkta cezalandırılmalı
Türkiye’de çevre mücadelesi hep sandıktan uzak yapılır. Siyaset işin içine karıştırılmaz. Dünyada iktidar ortağı olmuş yeşil partiler varken, iklim değişikliği veya enerji konusunda çevreci fikirler dünyadaki ekonomi ve sosyal politikaların belirleyicisi olmuşken, çevrenin, doğa korumanın siyasetten dışlanması elbette garip ama Türkiye’de bu böyle.

Politika ve çevreyi ayrı tutmanın bazı gerekçeleri de var. En önemlisi de işin içine parti girince çoğu insanın çevrenin siyasete alet edildiğini düşünmesi. Mücadelenin bir partinin çıkarlarına hizmet etmesinden veya kullanılmasından hep korkuldu. Bu nedenle de doğa koruma gibi aslında tamamen siyasetin konusu olan bir mücadele, Türkiye’de politikaları doğrudan etkileyen araçlar kullanılmadan yapılıyor. Sandıkla hareket arasındaki çelişki de buradan doğuyor. Herkes HES’e karşı ayakta ama iş sandığa gelince oyları HES’e onay veren parti alıyor.

Bu “siyasetsizlik” tercihi, yargının, üniversitelerin ve medyanın kısmen de olsa bağımsız olduğu süreçte işe yarayabiliyordu. Biliyoruz ki artık ne yargı, ne üniversiteler ne de medya bağımsız. Bu yüzden siyaset dışındaki çevre hareketi, sandığı araçlarından biri yapmayı artık daha ciddi bir şekilde düşünmek zorunda. Elbette bu iş, “şu parti madene, baraja, santrala evet diyor, bu parti ise demiyor oyları ona atalım” diyerek yapılmamalı. Mesele, parti adı vermeden, “köyümüze, kentimize bizim istemediğimiz barajı, madeni, santralı yapana biz oy atmayız” diyerek anlatılmalı. Çözüm için bir partiyi göstermek doğru olmayabilir ama katil belliyse, adını söylemek için filmin sonunu beklemenin de bir anlamı yok.

Doğa katliamına izin verenler sandıkta cezalandırılmalı. Mücadele içindekiler de artık korkmadan, “senin yaşamına kastedene, seni dinlemeyene oy atma” demeli. Yaşamdan öte bir şey yok, korumak için de elimizdeki en etkin araç önümüzdeki seçimler. 

İklim krizi tarımı tehdit ediyor

Özgür Gürbüz-BirGün/19 Mart 2018

24 aylık kuraklık haritası
BM Gıda ve Tarım Örgütü’nün (FAO) son raporuna göre, 2005-2015 yılları arasında meydana gelen doğal afetlerin tarıma verdiği zarar gelişen ülkelerde 96 milyar doları bulmuş. Bu zararın yarısı Asya’da meydana geldi. Kuraklık en büyük etken; doğal afetlerden en çok etkilenenler ise yoksul çiftçiler.

Meteoroloji Genel Müdürlüğü’nün 2017 yılını kapsayan kuraklık analizleri, Türkiye’nin Doğu, Güneydoğu Anadolu ve İç Anadolu bölgelerinin bir bölümünde “şiddetli kuraklık” yaşandığını gösteriyor. Birkaç ay önce bu analizlerden bahsetmiştik. 2018’in ilk aylarındaki yağışlar da bu durumu pek değiştirmişe benzemiyor. Erzurum, Ağrı, Muş, Bitlis, Mardin, Tunceli, Kırşehir, Kayseri, Erzurum ve Erzincan civarında kuraklık riski devam ediyor.

FAO’unun raporundaki uyarıyı dikkate alarak, ülkenin doğusunda yaşanan kuraklığa ve o bölgelerde tarım yapan çiftçilere destek vermeye hazırlanmak gerek. Kısa dönemde çözüm zararı karşılamak olabilir ama uzun dönemde yapılacak iki iş var. Birincisi iklim krizinden çıkmamızı sağlayacak fosil yakıt (kömür, petrol ve doğalgaz) bağımlılığını azaltmak. Türkiye bu konuda şu ana kadar kayda değer bir ulusal politika belirlemedi. İkincisi ise iklim değişikliğine direnme gücünü artıracak uyum çalışmalarını artırmak. Yoksa iklim kaynaklı aşırı hava olayları başta tarım sektörü olmak üzere tüm yaşamsal sektörlere ciddi zarar verecek.   

İklim değişikliği dolu, sel baskını, orman yangını gibi aşırı hava olaylarının sıklığını ve şiddetini artırıyor. Bu da zaten zor koşullarda üretim yapan çiftçinin işini daha da zorlaştırıyor. FAO Genel Direktörü José Graziano da Silva “Bitki ve hayvancılık üretiminin yanı sıra ormancılık, balıkçılık ve su ürünlerini kapsayan tarım sektörleri; iklim ve piyasa oynaklığı, zararlılar ve hastalıklar, aşırı hava olayları ve giderek artan uzun süreli krizler ve çatışmalar gibi birçok riskle karşı karşıya.” diyor. FAO’nun raporundaki maddi zararların dağılımını gösteren tablo, iklim krizinin bizi en çok hangi alanlarda etkileyeceğinin işaretlerini gösteriyor.

Doğal afetlerin gelişen ülkelerde tarıma verdiği zarar (2005-2015) (ABD Doları)
Kuraklık
29 milyar
Depremler/heyelanlar
19 milyar
Su baskınları
10,5 milyar
Aşırı sıcaklık ve fırtına gibi meteorolojik afetler
26,5 milyar
Hastalık ve istila gibi biyolojik afetler
9,5 milyar
Söndürülmesi güç yangınlar
1 milyar

Kuraklık kaynaklı zararın yüzde 83’ünün tarım sektöründe meydana geldiğini vurgulayalım. Türkiye’yi sadece bu yıl değil önümüzdeki yıllarda da bekleyen kuraklık tehlikesinin zaten su zengini olmayan ülkemizde ne kadar büyük sorunlar yaratabileceğini hatırlatalım. Afetlerden en çok mahsul ve hayvanların zarar gördüğünü söylemeye bile gerek yok sanırım.

Hayvancılığın üzerindeki tehdit daha da fazla. Herhangi bir doğal afete maruz kalan hayvanlar, o afetten dolayı ölmeseler bile hasta olabiliyor ya da zayıf düşebiliyor. Sel baskınları ve kuraklık durumlarında salgın hastalıkların yayılması da hızlanıyor. 2005-2015 yılları arasında yaşanan iki salgın vakası, FAO’nun raporunda “iklim değişikliği ilişkisi tartışmasız” diyerek örnek gösterilmiş. Sibirya’da binlerce Ren Geyiği’nin ölümüne yol açan şarbon salgını ve zaman zaman Türkiye’de de görülen Mavi Dil hastalığı.

Kuraklık ve sel deyince sadece maddi hasar aklımıza gelmemeli. Etkileri uzun yıllarca görülebilecek salgınlardan, ekonomik kayıptan, işini ve toprağını kaybeden insanların zorunlu göçlerinden bahsediyoruz. İklim kriziyle körüklenen doğal afetler sadece tarım sektörünü de etkilemiyor. BM kaynakları, doğal afetlerin yıllık ekonomik maliyetin 250-300 milyar doları bulduğunu, gelişen ülkelerde her yıl 54 bin insanın canını aldığını ve 97 milyonun da hayatını etkilediğini söylüyor. Haliyle korunmasız yoksullar, zengin ülkelerden daha fazla etkileniyor. Sizce kafamızı kumdan çıkarmanın vakti gelmedi mi?

2017 sonunda dünyada rüzgar enerjisi

2017'nin rüzgar enerjisindeki liderleri belli oldu. Bir yıl içinde kurdukları güce göre ülkelrin dünya sıralaması aşağıdaki gibi oldu.

1. Çin (19500 MW) 

2. ABD (7017 MW)
3. Almanya (6440 MW)
4. Birleşik Krallık (4270 MW)
5. Hindistan (4148 MW)
6. Fransa (1694 MW)
7. Türkiye (766 MW)


Türkiye, 2017 yılında 766 megavat (MW) kurulu güce sahip yeni rüzgar santralları kurarak toplam rüzgar kurulu gücünü  8 bin 872 MW'a çıkardı. Avrupa'da ise Almanya'nın rekor kırarak bir yıl içinde neredeyse Türkiye'nin tüm rüzgar kurulu gücü kadar bir kapasiteyi şebekeye eklemesi dikkat çekti.

Nükleerden elektrik değil oy bekleniyor

Özgür Gürbüz-BirGün/12 Mart 2018

Türkiye’de kurulmak istenen nükleer santralların pahalı olduğunu herkes biliyor. Akkuyu’da Rusya devlet şirketi Rosatom’a verilen alım garantisi kilovatsaat başına 12,35 dolar sent. Elektriğin şu andaki piyasa fiyatı 5 dolar sent. Rüzgar güneş gibi kaynakların ihalelerde verdikleri fiyatlar 5 sentin bile altına iniyor. Sinop’ta da durum farklı değil. Nükleer santrallar kurulursa Türkiye’de elektrik daha pahalıya üretecek.

Enerji Bakanlığı, enerjide “yerli ve milli” olalım diyor ama nükleer santralların yerli ve milli olmadığını herkes biliyor. Nükleer santralları Rus, Japon ve Fransız şirketleri kuracak. 60 yıl işletip yüksek alım garantileriyle ceplerini doldurduktan sonra tonlarca nükleer atığı bize bırakıp gidecekler. Birkaç tane yandaş şirket çimento, demir satacak, bizimkiler de onu yerliymiş gibi gösterecek. Bu işin Rusya’dan ya da Japonya’dan elektrik almaktan farkı yok. İthal nükleer, ithal bela. Yapılan anlaşmalar ortada. Santrallarda çoğunluk hisse hep Rusya (Mersin) ve Japon-Fransız (Sinop) tarafında kalacak.

Rosatom'un Ortadoğu ve Kuzey Afrika Direktörü Aleksandır Voronkov geçen hafta  İstanbul’da konuştu. “Akkuyu’da güvenlik standartları en üst seviyede” dedi. ABD’deki Üç Mil Adası kazası öncesi Amerikalılar, Çernobil öncesi Sovyetler ve Fukuşima öncesi Japonlar da aynen böyle düşünüyordu. Nükleer lobi, her kazadan sonra güvenlik standartlarını yükselttiğini, bir daha böyle bir kaza olmayacağını söyler. Onların bu söylemlerine inanalar yüzünden 50 yılda dünyada üç büyük nükleer kaza oldu.

Fukuşima kazasının üzerinden yedi yıl geçti. Çekirdek erimesi yaşanan santralde nükleer reaksiyonu kontrol altına almak için her gün tonlarca su kullanılıyor. Bu rakam günde 400 tondan 100 tona indi ama okyanusa/toprağa karışması,  radyoaktif kirliliğe maruz kalan bu suyun depolanması gibi sorunlar çözülemedi. Santral sahasındaki tanklarda 1 milyon tondan fazla radyoaktif su bekletiliyor. Arıtmadan sonra bile radyasyon içeren bu suyun okyanusa boşaltılması konuşuluyor ki bunun bir çözüm olmadığı ortada.

Radyasyon bulutlarının vurduğu bölgede de durum farklı değil. Radyasyona bulanmış toprak tek tek kazınarak büyük siyah torbalara konuyor. Bölgedeki depolama alanlarında 15 milyon metreküpten fazla radyasyona bulanmış toprak olduğu belirtiliyor. Türkiye’de bir nükleer kaza olduğunda, radyasyonlu toprağı kazıyacaklarını, binaların cephelerinde radyasyon görürlerse o sıvaları sökeceklerini düşünüyor musunuz? Radyasyon denen cin nükleer santraldan çıkınca onu durdurmak mümkün değil. Bunu da herkes biliyor.

Peki, Türkiye neden nükleer santral kurmakta inat ediyor? Yanıt belki de “inat” kelimesinde gizli. Nükleer santral projesi sadece AKP değil, belki de son 50 yıldır bu ülkede öyle bir pompalandı ki, mevcut hükümet kritik seçim öncesi projelerden vazgeçmenin kendisine oy kaybettireceğini düşünüyor olabilir. Malum, seçmenlerin bazıları nükleer santralın ülkeyi kalkındıracağını sanıyor. Nükleer santral sahibi Pakistan’ın durumu ortada. Kalkınmada elektriğin rolü nükleer olması değil, ucuz ve güvenli olmasıdır.

Birçokları ise nükleer santral kurulduğunda Türkiye’nin nükleer silah yapabileceğini düşünüyor. Bunun da ülkeyi güçlü kılacağını, bu yüzden de “dış güçler”in bunu istemediğini. Bu komploların sahipleri, Türkiye’nin nükleer silah yapmamak için Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşması’na imza attığını bilmiyor. Ne de silah yapmaya kalktığınızda İran gibi ekonomik ve siyasi ambargoların en ciddileriyle karşı karşıya kalacağımızı. Nükleer silahlanma ülkeleri güçlü değil hedef yapar. Hindistan ve Pakistan’ı hatırlayın. Biri nükleer silah yapınca öbürü de yapıyor. Kuzey Kore’de nükleer silah var ama ülke zaman zaman açlıkla karşı karşıya kalıyor. Kısacası, “dış güçler”in Türkiye’ye nükleer santral yaptırmamak gibi bir dertleri yok. Yapılırsa “onlar” yapacak zaten. Hükümetin dostu gibi görünen nükleer lobi ise bizi yönetenlerin böyle düşünmesini istiyor olabilir.

Kravatlı çevreciliğin sonu

Özgür Gürbüz-BirGün/5 Mart 2018

Bir ay önce Sinop’ta Nükleer Karşıtı Platform’un kentlerine nükleer santral kurdurmamak için OHAL, bu hal demeden polis barikatlarına, panzerlere karşı direndiklerini gördük. Cumartesi günü ise Eskişehir’in havasını, verimli topraklarını zehirleyecek termik santrala karşı düzenlenen basın açıklamasının adeta bir mitinge dönüştüğünü izledik. Türkiye’nin doğaseverleri, doğa korumayı beton saksılara tıkıştırılan ağaçlardan ibaret sananlara gereken yanıtı veriyor çünkü bıçak kemiğe dayandı. Yaşamdan başka ne kaldı elimizde?

Türkiye’de artan doğa talanı çevre hareketini de değişime zorluyor. Gezi’den bu yana çok şey değişti zaten. Kravatlı, “resmi çevrecilik” etkisini yitirmeye başladı. Yerel hareketlerin, örgütsüz örgütlerin, “adı değil kalbi büyük”lerin doğa koruma hareketini sahiplendiğini görüyoruz. ÇED toplantısını basan kadınların, maden sahası önünde nöbet tutan köylü ve kentlilerin çağındayız. Bu değişimin arkasında, yeni, yerel ve bağımsız oluşumların ortaya çıkmasında, ekolojik yıkımın şiddetlenmesi kadar onların dışında yaşanan gelişmelerin de payı var.

Küreselden yerele belli başlı nedenleri sıralayalım. Dünyadaki büyük çevre örgütlerinin, resmi yapılar ve fonlarla sürdürdüğü ilişkiler onları hantallaştırdı. Gönüllülük azaldı. Halkın, kendilerini destekleyenlerin isteklerinden çok şirket ve hükümetlerin de kabul edebileceği argümanların öne çıktığı kampanyalar yapmaya başladılar. Sokağın gerisinde kaldılar. Bundan 20 yıl önce, “daha az tüketmeliyiz” diyerek sorunun kaynağını, kapitalizmi gösteren birçok çevre kuruluşu bugün, amacı firmaları zengin etmekten başka bir şeye yaramayan ürünlerin üretilmesine karşı çıkmak yerine geri dönüşümden, daha çevreci ürünlerden bahsediyor. Halbuki, çöp sorununun çöp toplayarak çözülmeyeceği ortada.

Değişimin yerel nedenleri de var elbette. AKP hükümetinin icraatlarını eleştiren kuruluşlarla diyalogu en aza indirmesi, medyanın benzer bir politikayla muhalefet eden irili ufaklı tüm örgütlere sayfalarını kapatmaları, kravatlı çevrecilerin işlevsizleşmesine yol açtı. Sokakla hükümet arasında köprü vazifesi gören bu kurumlara duyulan ihtiyaç azaldı. Geçmişte, sürece öyle ya da böyle katkı sunabilen kurumsal yapılar, sürdürdükleri “dikkatli” politikaların sonucunu bir nebze de olsa yasama ve yürütme süreçlerine, planlamaya, fikir alışverişine katkıda bulunarak alabiliyorlardı. Hükümet kapılarını başka fikirlere kapattıkça, resmi çevrecilerin en önemli fonksiyonlarından biri etkisizleşti.

Küresel ve yerel sürecin aleyhlerine işlemesi resmi çevrecileri zorlamaya başladı. Alışılagelmiş iş yapma biçimleri sonuçsuz kalmaya başladı. Bazıları bu krizi aşmak için değişmek yerine kolaycı yöntemleri tercih etti. Olması gerekeni söylemek yerine karşı tarafın da kolayca ikna olacakları işleri ön plana çıkararak göstermelik başarılarla göz boyamayı tercih ettiler. Ellerindeki kaynakları ise gerçek dönüşüme harcamak yerine, kendilerini daha çok iş yapıyormuş gibi gösterecek, “pazarlama ve reklam faaliyetlerine” aktardılar. Paralı reklamlarla sosyal medyadaki takipçi sayılarını artırdılar, görkemli videolar çektiler, sahibine ulaşmayan imza kampanyalarıyla, “yapıyormuş” gibi yaptılar…

Görünen o ki bu oyalama sürecinin de sonuna geldik. Çevre sorunları artıyor ve çevre hareketini değişime zorluyor. “Kravatlı ya da resmi çevreciler” demeyi sevdiğim bu kuruluşların kendilerini toparlaması ve yeniden sahaya inmeleri şart. Yoksa onlar da değişen devirle birlikte tarihin tozlu sayfalarında yerlerini alacaklar. Eskiye dönmemekte ısrar ederlerse de ekoloji mücadelesinin çok büyük bir kaybı olacağını düşünmüyorum. Halihazırda mücadeleyi devralan örgütsüz ve kravatsız güçlerin uzmanlık ve kapasite anlamında çok eksikleri kalmadı. Bir tek paraları yok ama yürekleri var ki milyonlara bedel. Büyük kurumların destekçilerinin de bu durumu fark etmesi an meselesi gibi geliyor.
                                
Kuzey Ormanları’nda, Artvin’de, Sinop’ta, Loç’ta, Bartın’da, Bergama’da, Fındıklı’da, Gerze’de, Rize’de, Alakır’da, Gezi’de ve daha birçok yerde kazanılan veya süren mücadelelerin arkasında hep bu örgütsüz örgütlerin olduğunu unutmayın. Gerçek bir değişim için çevre mücadelesinin “boyalı kuş”larıyla birlikte olun, onlardan desteğinizi esirgemeyin.