Nükleer santral demokrasi sevmez

Mersin-Akkuyu, nükleer santral yapılmak istenen koy.
Özgür Gürbüz/3 Mart 2015

Bugün nükleer santral yapılan ülkelerin çoğunda demokrasiyle ilgili sorunlar var. Bu bir rastlantı değil. Şeffaflığın olmadığı, halkın katılımının aranmadığı ve hatta serbest piyasanın olmadığı ya da nükleer santraller için özel ekonomik koşulların yaratıldığı ülkelerde nükleer santral yapmak daha kolay. Bu iddiamı destekleyecek en yeni gelişmelerden biri Macaristan'da yaşandı. Macaristan hükümeti, iki yeni nükleer reaktörün yapımı için Rusya Federasyonu ile anlaştı. Şimdi de, yeni bir yasayla Rusya ile yapılan nükleer anlaşmayı 30 yıl boyunca gizleme kararı aldı. Böylece, 14 milyar dolarlık bu anlaşmanın ayrıntılarını Macar halkı 30 yıl boyunca öğrenemeyecek. Anlaşmanın detayları açıklandığında bugünkü hükümetten belki de kimse hayatta olmayacak. Ne gizlediklerini tahmin etmek zor olmasa gerek. Nükleer enerji bugün ekonomik ve sosyal gerekçelerle savunulabilecek bir elektrik üretim yöntemi değil.

Hatırlamakta fayda var. Mersin'de kurulmak istenen nükleer santralle ilgili açılan ihalenin Danıştay'ca yürütmesi durdurulmuştu. Bunun üzerine ihaleyi tümden iptal eden Adalet ve Kalkınma Partisi, bir daha ihale yapmadan aynı Macaristan'da olduğu gibi Rusya Federasyonu ile pazarlık yaparak bir uluslararası anlaşma imzalamıştı. Nükleer santral yapım işinin bir uluslararası anlaşma çerçevesine alınmasının nedeni Anayasa Mahkemesi'ne götürülmemesiydi. (Detaylı bilgi için Serkan Köybaşı'nın makalesini okuyabilirsiniz ( http://goo.gl/jrWwF2 ). Böylece, Anayasa Mahkemesi'ne itiraz edilmesinin önüne geçildi ve yurttaşların en demokratik haklarından biri ellerinden alındı.

Benzerliği görüyorsunuz değil mi?

Yozgat’ın başı uranyum madeniyle dertte

Özgür Gürbüz-BirGün/1 Mart 2015

Türkiye ve Yozgat bir büyük sorunla daha karşı karşıya. Yozgat’ın Sorgun ilçesine bağlı Temrezli köyünün bulunduğu bölgede uranyum madeni açılması için çalışmalar hızlandı. Avustralyalı ‘Anatolia Energy’ adlı şirket, yaptığı ön araştırmalarda maden sahasını ‘çok kârlı’ buldu. Çevresel Etki Değerlendirmesi raporu onay alırsa maden hayata geçecek. Aynı Bergama’da olduğu gibi bu projede Temrezli’yle sınırlı kalmayacak. Yozgat-Şefaatli’den başlayarak İç Anadolu’daki diğer uranyum sahalarında da kazılar başlayacak ve çıkarılan uranyum işlenmek üzere Temrezli’deki merkeze gönderilecek. 

Uranyum madenciliği en belalı madencilik türlerinden biri. Madencilik çalışmaları sonucunda yüksek seviyede radyoaktif atık ortaya çıkıyor. Çalışan işçilerin sağlığı da ciddi risklerle karşı karşıya kalacak. Uranyum toprağın altında kaldıkça nispeten zararsız bir madendir. Çünkü tonlarca kaya içerisinde az miktarda saf uranyum bulunur. Kayda değer miktarda uranyum elde etmek için deyim yerindeyse ‘toprağı yerle bir etmeniz’ gerekir. Uranyum nükleer santrallerin yegâne yakıtı. Sadece bir nükleer reaktörün yıllık yakıtını üretmek için yaklaşık 500 bin ton kaya atığı çıkarırsınız. Çıkarılan cevherin değirmenlerde öğütülmesi gerekir. Bu aşamada da 100 bin tona yakın atık daha çıkar. Uranyumun nükleer santrallerde kullanılması için gazlaştırılması da gerekir. Bu aşamada da ciddi katı ve sıvı atık ortaya çıkar. Özetle söylersek, 25-30 tonluk nükleer yakıt için Yozgat’taki arazileri altüst etmeniz, dev çukurlar açmanız gerekir. Bu yakıt da nükleer santralin bir reaktörüne sadece bir yıl yeter. Geride bırakılan atık ise yüzlerce yıl radyoaktif kalır. Uranyum madenciliğinin katı atıklarındaki radyasyon miktarı, kömürün uçucu külüne göre 3 bin kat daha fazladır.

Uranyum madenciliği işçiler için de ciddi riskler içeriyor. Şirketin civardaki köylüleri iş vaadiyle ikna etmeye çalıştığı biliniyor. Köylüler ise bir uranyum madeninde çalışmanın başlarına ne belalar açacağını bilmiyor. Uranyum bulunan toprak ve kayaların çıkarılması sırasında işçiler uranyum parçacıklarına maruz kalır. Daha da tehlikelisi, maden faaliyetleri sonucu ortaya çıkan ve kansere yol açan radon gazıdır. İşçiler uranyum parçacıkları gibi bu gaza da maruz kalır. Radon gazına maruz kalınırsa yüksek olasılıkla akciğer kanserine yakalanılır.

Adında ‘Anadolu’ ismini taşıyan Avustralyalı şirket, yurt dışında medyaya verdiği demecinde, Temrezli’deki madenin çok kârlı bir yatırım olduğuna vurgu yapıyor. 12 yıl çalışacak madenin 11 ay sonra kâra geçeceğini söylüyor. Şirket Türkiye’de kamuoyunu ikna etmek için çıkarılan uranyumun Türkiye’de kurulmak istenen nükleer santrallerin yakıtı olacağı imasında da bulunacaktır. Böyle bir şey yok. Ortada nükleer santral olmadığı gibi Türkiye’de çıkarılan uranyumu yakıta çevirecek ne bir tesis ne de teknoloji var. Böyle bir tesis kurulması veya teknoloji yatırımı yapılması da mantıklı değil çünkü Türkiye’deki uranyum rezervi az. Toplam rezerv 9 bin ton civarında. Prof. Dr. Tolga Yarman’ın da belirttiği gibi kurulması düşünülen 8 nükleer reaktörün ikisine ancak yeter. Kaldı ki, kurulmak istenen Rus ve Fransız yapımı nükleer reaktörlerin her biri için ayrı tür yakıt çubukları hazırlamak gerek. Her reaktör farklı yakıt ister. Ruslar ve Fransızlar santral yakıtını üretecek tesislere zaten sahip. Yeterli uranyumu olmayan Türkiye’de böyle bir yatırımı yapmazlar. Özetlersek, Türkiye’den çıkarılan uranyumun sadece onu uluslararası piyasada satacak firmaya faydası var.

Kömür ve altın madenlerinde yaşananları gördükten sonra Türkiye’de uranyum madenciliğine yeşil ışık yakmak intihar etmekten farksız. Yozgat ve Ankara’daki yetkililer umarım bu uyarılarımı değerlendirir.

***
Bu Cumartesi (7 Mart 2015) İstanbul Tabip Odası, Kadıköy Bürosu’nda, “Nükleer Tehlikeye Karşı Güncel Stratejiler” başlıklı panelde konuşmacıyım.

Kartopu

Özgür Gürbüz-BirGün/22 Şubat 2015 

Sokakta kocasından dayak yiyen kadınları gördüğünüzde vitrinin arkasına saklandınız.
Minibüste tecavüze uğrayan kadının çığlıklarını duymamak için müziğin sesini açtınız.
Otobüste tacizcilere sırtını döndünüz, manzarayı seyrettiniz.
Sokakta kadınlara laf atanlara ‘sırıtarak’ destek oldunuz.
Taciz eden gençlerin omuzlarını sıvazlayarak abilik yaptınız.
Dövülen, tacize ve tecavüze uğrayan kadınları görmezden geldiniz.
Ne menem bir şey olduğu belli olmayan ‘erkekliğinizi’, evde karınıza ve kızınıza ‘namus’ nutuk ve dayakları atarak sözüm ona yücelttiniz.

Nuh Köklü
Ayakkabı kutularıyla götürenleri gördüğünüzde yoktunuz.
Alkole ve içkiye karşıydınız ama silaha bayıldınız.
Çocuklar biber gazı kapsülleriyle öldürülürken buhar olup, uçtunuz.
Aksatmadığınız Cuma namazlarını, bakara makaracıları görünce unuttunuz.
Annesinin dizini görüp tahrik olanları ‘hoca’ ilan ettiniz.
Altı yaşındaki çocuklar evlenebilir diyenleri televizyondan ‘saf saf’ seyrettiniz.
Ama şu kartopu yok mu kartopu,
Camınıza geldi diye sokağa fırladınız.
Kartopu oynayan gül gibi bir insana bıçak sapladınız.
Sokakta kartopu oynayıp mutlu olan insanlara tahammül edemeyecek kadar esir olduğunuz mutsuz ve zavallı hayatınızla başkalarını zehirlemek için kartopunu bahane ettiniz.
Ne erkekmişsiniz siz! Ne delikanlı…
Ne dindar, ne namuslu…

***
Nuh’la Nokta dergisinde çalıştığı yıllarda tanıştık. 20 yılı geçmiş. Bizim kuşaktandı Nuh Köklü. Özgür yaşardı, kimseye karışmazdı ama bildiğini söylemekten de çekinmezdi. Nice ‘cengâver’ gazetecinin korktuğu, Sabah’taki sendika mücadelesine katılmaktan da çekinmemişti. Kendinden başka kimseye zararı yoktu. Nuh kartopu yüzünden öldürülmedi. Bu düzene destek olanlar, sessiz kalanlar ve oy verenler yüzünden öldürüldü. Çocuklar ekmek almaya giderken, gazeteciler kartopu oynarken öldürülmesin istiyorsanız bu ülkenin kaderini değiştirin. Önümüz seçim. Ya kartopu oynayanları seçeceğiz ya da kardan adamı bile öldürenleri.

***
Meclis’teki İç Güvenlik Paketi görüşmelerini ibretle izliyorum. Türkiye’de demokrasiyi savunan herkesin ‘üzerine yürüyen’ ve şiddet uygulayan bir iktidarla karşı karşıyayız. İç Güvenlik Paketi de devlet eliyle yapılan baskıyı meşrulaştırmaya çalışıyor. Ülkedeki şiddet olaylarının artmasının ardında ülkeyi yönetenlerin olduğu unutulmamalı. Dış politikadan, ülkedeki demokratik protestolara kadar her türlü sorunu şiddetle çözmeye çalışan ve bu saldırgan, ötekileştiren dili iyiden iyiye içselleştiren hükümet ateşle oynuyor. Meclis’teki şiddetin sokağa daha sert yansıyacağı unutulmamalı. Ege Üniversitesi’nde yaşananlar bunun bir örneği.

İktidarın seçimi bir anlamda ülkenin geleceğini belirleyecek. Şiddeti, silahı meşrulaştırmaya devam ederlerse muhalefetin de benzer araçları kullanacağını görmek lazım. Türkiye, hem bireysel silahlanmanın hem de kaba kuvvetle karşısındakini sindirmenin giderek daha fazla egemen olduğu bir ülke haline geldi. Bizi her fırsatta ‘12 Eylül zamanına dönmekle’ korkutanlar adım adım o günleri geri getiriyor. Bu felaket senaryosundan kurtulmak için hâlâ vakit var. Bireysel silahlanmanın yasaklanması ilk adım. İktidar ve muhalefetin üst düzey temsilcilerinin karşı karşıya gelerek siyasi konuları tartışması da tansiyonu düşürebilir, siyaseti normalleştirir. Eğitimde ve medyada da ayrımcı ve şiddet içeren yayınlar kaldırılmalı. Aksi takdirde, Meclis’te gördüğümüz, üniversite ve sokağa sıçrayan şiddet eylemlerinin tüm ülkeye yayılması, artması an meselesi.

İktidar güneşe uzak HES ve doğal gaza yakın

Özgür Gürbüz-BirGün/15 Şubat 2015

Adalet ve Kalkınma Partisi zamanında yerli enerji kaynaklarına destek, enerji tasarrufu gibi söylemler ya sözde kaldı ya da doğa talanını meşrulaştırmak için kullanıldı. TMMOB Makina Mühendisleri Odası Enerji Çalışma Grubu Başkanı Oğuz Türkyılmaz’ın koordinatörlüğünde hazırlanan, Türkiye Enerji Görünümü (TEG) adlı raporu okursanız bu iddiamın verilerle desteklendiğini göreceksiniz. Birkaç gün önce yayımlanan raporun son güncellemesi adeta “kral çıplak” diyor.

Enerjide dışa bağımlılık oranı 2000 yılında yüzde 67’lerdeydi. Şimdi yüzde 73,5. Sorgusuz sualsiz yapılan yerli kömür ve HES yatırımları dışa bağımlılık oranını düşürmüyor çünkü ulaşım politikaları petrol, kentleşme politikaları da doğal gaz kullanımını teşvik ediyor. Sanayide ve konutlarda doğalgaz kullanımını azaltacak en önemli hamle verimlilik ve tasarruf. Bunlar hükümetin ‘tüketerek büyüme’ programına uymuyor. Türkiye düşen petrol fiyatlarına rağmen 2014’te 55 milyar doları enerji hammadde ithalatına ödemiş. 2012’de ülkenin toplam ithalatın dörtte biri petrol ve gaza aitti.

Elektrik talebinin eskisi gibi artmadığını söyleyip duruyoruz. TEG raporu da bu noktaya dikkat çekiyor. Elektrik tüketimi geçen yıl yüzde 3,7 oranında artmış. Son üç yılın ortalaması yüzde 4’ü geçmiyor. Hükümetin yaptığı tahminler bu oranların neredeyse iki katıydı. Bu yüzden de onlarca enerji santraline lisans verildi. Elektrik talebi olmazsa bu santraller ne yapacak? İşin garibi, lisans almış yeni santrallerin üçte biri doğal gazla çalışacak. Dışa bağımlılıkta sorumlu ilan ettiğimiz ve büyük bir kısmını Rusya’dan aldığımız doğal gaz. Bir o kadar da HES yolda. HES konusunda bir uzlaşı sağlamadan, halkın tepkilerini dikkate almadan bu kadar çok lisans vermenin şirketlerle halkı karşı karşıya getirmekten başka bir sonucu olmayacak.

Rapor sadece verilerden oluşmuyor, bazı öneriler de içeriyor. En çarpıcı önerilerden bir tanesi, kangrene dönüşen Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) çalışmalarında toplumsal etkilerin de dikkate alınmasıydı. Yırca’da kesilen zeytin ağaçlarının sadece çevreye değil, köylülere ve ülkeye de ekonomik, sosyal zararlar verdiğini hep birlikte gördük. ÇED çalışmalarının kesilen ağaç başına bir bedel ödemekten öteye geçmesinin zamanı geldi ve geçiyor.  

Enerji sektörü tüm dünyada hiç olmadığı kadar hızlı değişiyor. Buna rağmen hükümet, 20-30 yıl öncesinin ezberleriyle hareket etmeye devam ediyor. İthal kömüre bile sınır koymayan ama güneş enerjisine sınır ve bürokratik engeller koyan iktidarın Türkiye’nin enerji sorununu çözeceği konusunda inancım giderek zayıflıyor. İktidarın eleştirilere pek açık olmadığını bilmeme rağmen, ilk yıllarındaki politikaların bundan çok daha mantıklı söylemler içerdiğini söylemeden edemeyeceğim.

Yeni açıklanan ‘Stratejik Plan’da, önümüzdeki 4 yıl içerisinde yerli kömür üretiminin neredeyse iki kat arttırılması, 23 bin megavatlık HES kapasitesinin de 32 bine çıkarılması gibi hedefler var. Bu hedefler yeni sorunlar getirmenin ve vakit kaybının ötesine gitmeyecek. Enerji tüketimini sınırlamadıkça, sınırlanan talebi yenilenebilir kaynaklardan sağlamaya yönelmedikçe enerji politikaları başarısızlığa mahkum. Türkiye çevreyle uyumlu, enerjiyi akıllı kullanan ve üretimi şirketlere değil, halka devreden bir enerji politikasını hayata geçirmek zorunda.

TEG raporu ve önerilerine her noktada katıldığımı söyleyemem ama her güncellendiğinde alır, okur ve çok faydalanırım. TMMOB yapısı gereği eleştirilere açık bir kurum. Keşke Enerji ve Çevre bakanlıkları da benzer raporlar açıklasa, eleştirileri dikkate alsa. İşlevsiz hale getirmek için üzerlerine yürüdükleri TMMOB’u kendilerine örnek alsalar birçok sorunu halledebilirdik. 

#TMMOByeDOKUNMA

ABD'de nükleer enerjinin payı artmayacak

Özgür Gürbüz/11 Şubat 2015

Enerji Bakanı Taner Yıldız, “ABD’de nükleer enerjinin payı artacak" demiş. Ne yazık ki yanılıyor.

1. ABD'de çalışabilir durumdaki nükleer reaktör sayısı şu anda 99. Uzun yıllar sonra bu rakam 100'ün altına indi.

2. ABD'de yapımı süren 5 reaktör var. Bunlardan Watts Bar-2 yapımına 1974'te başlanan, daha sonra yaşanan sorunlar nedeniyle yarıda kalan bir reaktör. Diğer 4 reaktör ise yeni.

3. 99 çalışabilir durumdaki reaktörden 30 tanesi bu yıl 40 yıllık tasarım ömrünü dolduracak. Bazı reaktörler yeni işletme lisansına başvurup süre uzatacak olsalar da, en geç 5-10 yıl içinde bu reaktörlerin hepsi kapanacak. Bunların yerine yeni nükleer reaktör yapılmadığı için (sadece 5 yeni reaktör inşaatı var) ABD'de nükleer reaktör sayısı ve ürettikleri elektrik miktarı kaçınılmaz bir şekilde azalacak.

4. 2020'ye kadar tasarım ömrü dolacak reaktörlere en az 15 reaktör daha eklenecek.

5. ABD'de mevcut 99 reaktörün ikisi hariç hepsinin tasarım ömrü 15 yıl sonra dolacak. Bakım ve onarım yaparak, reaktörleri daha uzun süre çalıştırmak için lisans sürelerini uzatsalar bile, önümüzdeki birkaç yıl içinde onlarca yeni nükleer reaktör inşaatına başlanmadıkça (açıkça görüldüğü üzere başlanmıyor, sadece 5 yeni reaktör inşaatı var), ABD'de nükleer enerjinin elektrik üretimindeki payı ve reaktör sayısının ciddi bir şekilde azalacağını söylemek falcılık olmaz.

Bu yanıltıcı demeci görünce hemen düzeltilmesi gerektiğini düşündüm.

Her yer havuz her yer akvaryum

Özgür Gürbüz-BirGün/8 Şubat 2015

Taksim'de dolu, Şubat 2015-Foto:O. Gurbuz
Geçen hafta Taksim’de doluya yakalandım. Birkaç dakika içinde İstiklal Caddesi dolu taneleriyle kaplandı. Tramvay hattı görünmez, yollar su birikintilerinden yürünmez oldu. Bata çıka metroya vardım. Aşırı yağış nedeniyle kaldırımdan taşan su, insanlarla birlikte metroya doluyordu. Metronun içinde iki işçi elde çekpas, suları tahliye etmeye uğraşıyordu. Yeni Türkiye, eski yöntem.

Sorunun çözümü için planlı, düzgün kentler kurmak ve elbette toplu ulaşımı geliştirmek gerek. Toplu taşıma ama nasıl? İş artık sadece metro yapmakla, tren rayı döşemekle bitmiyor. “Her yere metro” sloganı mazi oldu. Engellilerden çocuklara, bağlantı noktalarından enerji tüketimine kadar onlarca etkeni de hesaba katmanız gerek. Bu etkenlerden biri de iklim değişikliği. İklim değişikliği, sel ve dolu gibi, sıklığı ve şiddeti giderek artan hava olaylarıyla kendini iyiden iyiye gösteriyor.
  
İklim değişikliğini hesaba katmadan yaptığınız yol, demiryolu, metro başınıza ne işler açabilir merak ediyorsanız bir yıl önce ‘sıradışı’ bir kışa ev sahipliği yapan İngiltere’de olan biteni hatırlayalım. Dawlish kentinde kıyı hattını izleyen demiryolu fırtına nedeniyle tahrip olmuş, hat iki ay ulaşıma kapanmıştı. Ondan bir yıl önce Avusturya’daki su baskını yüzünden Almanya-Avusturya-İtalya tren seferleri bir haftadan uzun bir süre yapılamamıştı. Almanya’da aşırı yağıştan nasibini aldı. Berlin ile Hannover arasındaki tüm seferler uzun süre aksamıştı. 23 Ocak 2013’te ise Fransa’daki Nice Havalimanı’nı yine ‘beklenmedik’ bir şekilde su basmıştı.

Türkiye’nin Avrupa’dan neyi eksik? Sular altında kalan Hatay Havaalanı’nı, her şiddetli yağışta göle dönen Üsküdar Meydanı’nı hatırlayın. Ankara’nın su basan metro istasyonlarını ve Melih Gökçek’in hem altgeçit hem de yüzme havuzu şeklinde tasarladığı dalma-çıkma yolları unutmayın. Fırtına çıkınca suyla kaplanan ve ulaşıma kapanan Karadeniz Sahil Yolu’na ne demeli? ‘İcraat’ diye yutturulan o yolun hem koskoca Karadeniz’in güzelim sahilini yok ettiğini hem de yanlış yere yapıldığını çevreciler bin kere söylemişti. Bu uyarılara kulaklarını tıkayan aynı müteahhitler, aynı şirketler ve aynı yöneticiler, şimdi de İstanbul’daki kuş göç yollarının üzerine havaalanı yapmaya çalışıyor. Uyarıları dinlemiyor, yine kulaklarını tıkıyorlar. İtirazları savunacak gücü kalmayanlar da bir ‘dış güçler’ masalı tutturmuş gidiyor. Bakın, o dış güçler kendi memleketlerinde neler yapıyor, yaşanan felaketlerden nasıl ders çıkarıyor.

İskoçya’da Edinburgh ile Midlothian arasındaki yeni demiryolu boyunca, taşkınlara karşı tahliye şebekesi yapılıyor. Su baskını riski altındaki tüm demiryolları su baskını değerlendirmesine tabi tutuluyor ve gerekli önlemler alınıyor.

Hollanda’daki Rotterdam limanının 12 bin hektara yakın alanı yükseltilerek, deniz seviyesinin 3-4 metre üstündeki bir alana kurulmuştu. Limanın yeni bölümleri ise deniz seviyesinin beş metre üstüne kuruluyor. Ayrıca, suyun yükselme riskine karşı limanın çevresine bariyerler konuluyor. Biz ise iki yılda bir Edirne’yi sel aldı haberleri okuyoruz.

Kopenhag’da yeni yapılan 17 metro istasyonu su baskınlarına dayanacak şekilde yapılıyor. Yeni hatlar deniz seviyesinin en az 2 metre 20 santim üzerinde inşa ediliyor. Acil çıkışlar ve havalandırma kapakları su baskınlarına dayanacak şekilde tasarlanıyor. Tüm gelişmiş ülkelerde yollar, limanlar, kıyılardaki yapılar iklim değişikliğine dayanacak şekilde yapılıyor.

Şimdi soruyorum? Büyük kentlerin hangisinin iklim değişikliğine uyum planı var? Merak ediyorum, hangi metro istasyonları insan hayatını kurtaracak şekilde tasarlandı, hangileri ‘akvaryum’ olacak şekilde. Planınız varsa gönderin yazalım. 
---

* Yazıdaki örnekler Avrupa Çevre Ajansı’nın “Avrupa’da Ulaşımın İklim Değişikliğine Uyumu” raporundan alınmıştır.

İztuzu bir dönüm noktası olabilir

Özgür Gürbüz-BirGün/1 Şubat 2015

Türkiye’nin çevre mücadelesi tarihine bakınca onlarca farklı direniş görürsünüz. Bunların her biri, eylem biçimi, mücadelenin bileşenleri, yeri ve sonuçları açısından farklılıklar içerir.  

Mersin Akkuyu’da kurulmak istenen nükleer santrale karşı 40 yıldır yürütülen mücadele bunlardan biri. Yüksek teknolojinin iyi kabul edildiği, nükleer silahın koruyucu sanıldığı dönemde ikisine de hayır denmesi genel yargıların tersineydi. Herkesin teknolojiyi kutsadığı bir dönemde ‘ileri teknoloji’ nükleere direnmek Türkiye’deki ekoloji hareketi için bir dönüm noktası oldu. “Her teknolojik gelişim iyidir” tabusu yıkıldı. Direnişi Taşucu Balıkçılık Kooperatifi ile İçel Tarımsal Amaçlı Kooperatifler Birliği’nin Başkanı Arslan Eyce’nin başlatması ise ayrıca önemli. Sadece ‘çevrecilerin’ değil, nükleer santralden en önce kendilerinin zarar göreceğini düşünen üreticinin mücadeleye sahip çıkması kayda değerdi.

Gökova (Kemerköy),Yatağan ve Aliağa termik santrallerine karşı farklı gruplarca ama benzer eylemlerle sürdürülen mücadele de kritikti. Şimdi aramızda olmayan Saynur Gelendost’un ölüm orucu bireysel eylemlerin önünü açtı. Aliağa, İzmir’i sokağa dökerek çevre sorunlarını bulunduğu yerin dışına taşımış, merkezi politikaların da ilgi alanına sokmuştu. 90’ların termik santral mücadeleleri çevre sorunlarının geniş kitlelerce sahiplenilmesine yol açtı.

Yatağan da ise termik santralden zarar gören çiftçiler tazminat davaları açtı, sonuçlar benzer davalara emsal teşkil etti. Doğaya verilen hasarın ekonomik değeri belgelendi. Yatağan’da yaşayan ve kirli hava yüzünden sorun yaşayanların birçoğu santralden para kazanıyordu. Santralin kapatılmasını değil, filtre takılmasını istiyordu. Yatağan da bu açıdan diğer mücadelelerden farklıdır. Oradaki talep Gökova ve Aliağa kadar ‘radikal’ değil daha çevrecidir. Çevrecidir çünkü sitemi değiştirmeyi değil, sistem içinde çözüm bulmayı ister.    

Bergama’da altın madenine karşı yürütülen mücadeleyle, söz de saz da köylülerin eline geçti. Hareketin önderliğini kentli ekolojistler, çevreci veya yeşiller değil köylüler yaptı. Son yıllarda görülen HES karşıtı mücadeleyi, benzer maden karşıtı mücadeleleri Bergama’ya borçlu olduğumuzu söyleyebiliriz. Yine Bergama sayesinde çevre alanında verilecek hukuk mücadelesinin önemi de doruğa çıkmıştır.

Greenpeace’in doğrudan eylemleri, şiddet içermeyen, sivil itaatsizlik eylemlerinin Türkiye’de yaygınlaşmasını sağladı. Şiddetsiz, itaatsizlik eylemlerinin gücü Cumartesi Anneleri, Duran Adam gibi onlarca örnekle tekrar tekrar ispatlandı.

Park Otel mücadelesi de bir tabuyu yıktı. “Yapılan yıkılmaz” söylemi tarih oldu. Medya ve lobi gücüne sahip büyük bir şirketin inşa ettiği otelin kaçak katları, halkın baskısı ve dönemin belediye başkanı Nurettin Sözen’in çabalarıyla yıkıldı. Bugün, Gökkafes ve Zeytinburnu’ndaki gökdelenleri yık(a)mayan politikacıları gördükçe, bu mücadelenin önemi daha iyi anlaşılıyor. Park Otel mücadelesi, 3. Köprü ve Gezi’ye kadar uzanan kent mücadelelerine de ışık tuttu. 

Önemli bir çevre mücadelesi de İztuzu’da verildi. Türkiye’nin ilk Özel Çevre Koruma Bölgesi içinde yer alan ve 1988’den bu yana korunan İztuzu Kumsalı’ndaki son direniş de başarılı oldu. Çevre ve Şehircilik Bakanı İdris Güllüce, İztuzu’daki ihaleyi iptal ettiğini ve plajda artık hiçbir ticari faaliyete izin vermeyeceğini açıkladı. Denize girilebilecek ama şezlong ve şemsiye bile olmayacak.

Bakan Güllüce sözünde durursa bu eskisinden de iyi bir durumun müjdecisi olabilir. Deniz kaplumbağalarının bir başka yuvalama alanı Çıralı’da bölgenin korunması, yöre halkının turizme katılmasıyla olmuştu. Çıralı da denetim sorunlarına rağmen iyi bir örnek sayılabilir çünkü o plajı sahiplenmek isteyen dev oteller değil tek katlı köy evlerinde pansiyonculuk kazandı. İztuzu’da ise ilk kez deniz kaplumbağalarından başka kimsenin çıkarına olmayan bir durum savunuluyor. Her şeyin insanlar için olduğunu düşünen bir ülkede İztuzu’nun ‘Caretta caretta’lara bırakılması önemli bir dönüm noktası olabilir.

Otomobiller Türkiye’yi esir alıyor

Özgür Gürbüz-BirGün/25 Ocak 2015*

31 Ocak 2012’de Haydarpaşa Garı’nın kapatılmasıyla başta İstanbul-Ankara olmak üzere birçok tren seferi iptal edilmişti. Sonuçları ortaya çıkmaya başladı. 2012 yılında Türkiye’de trenle seyahat eden yolcu sayısında yüzde 22 oranında düşüş yaşanmış. Tren olmayınca yolcular mecburen kara taşımacılığına yönelmiş. Aynı yıl otomobille yapılan yolculuklar yüzde 10,5 artarken, havayolu taşımacılığındaki artış da Türkiye’yi bu alanda Avrupa’nın 'lider ülkesi' yapmış. Sakın sevinmeyelin. Emisyon rakamlarını görünce havayolu taşımacılığındaki artışın övünülecek bir durum olmadığını göreceksiniz.  

Avrupa Çevre Ajansı’nın (AÇA) şehirlerarası ulaşımın yarattığı çevre baskısını incelediği raporu, çok açık bir şekilde bir otomobil ülkesi olma yolunda ilerlediğimizi gösteriyor. Yüksek hızlı tren reklamlarına aldanmayın. Yapılan otoyollar, otomobil üreticilerine verilen gizli ve açık teşvikler, köprüler ve bireyselliği öne çıkaran devlet politikası otomobilleri yolların kralı yaptı. 2008-2012 yılları arasında demiryoluyla yapılan seyahatler yüzde 9,8 oranında azalırken, 2009-2012 arasında kişi başına düşen otomobille seyahat sayısı yüzde 25,2 oranında arttı.

Artık, yurtiçi yolcu taşımacılığında yüzde 60’lık payla otomobil tercih ediliyor. 1995 yılında bu oran sadece yüzde 36,5’tu. Demiryolu ise neredeyse yok, payı 2012’de yüzde 1,7’ye kadar geriledi. Kalanı da otobüslerle yapılıyor ama onun oranı da hızla düşüyor. Bundan 10 yıl öncesine kadar otobüsler otomobillere karşı direnebiliyordu. Özellikle 2005’ten sonra direksiyon tamamen otomobile doğru kırıldı.

Türkiye’deki şehirlerarası yolcu taşımacılığında araçların payı (%)

Otomobil
Otobüs
Tren
1995
36,5
59,4
4
2005
50
47,5
2,5
2012
61,6
36,6
1,7
Kaynak:  EEA, Focusing on environmental pressures from long‑distance transport.

Sadece otomobil değil, havayolu taşımacılığı da artıyor. Her iki ulaşım yöntemi başta iklim değişikliği olmak üzere çevreye zarar veriyor. 1990-2012 arasında Türkiye’nin havayolu kaynaklı emisyonları yüzde 311 oranında artmış. Avrupa’daki 32 ülke arasında, Letonya ve Romanya’dan sonra en çok artışın olduğu ülkeyiz. Daha sık uçağa biniyoruz, daha çok kirletiyoruz.

Türkiye’de her 100 kişiden 11,4’ünün otomobili var. İngiltere’de bu rakam 46, Fransa’da 51. Avrupa’ya göre rakam hâlâ düşük ama eğilim onların yaptığı hatayı tekrar ettiğimizi gösteriyor. Otomobil bağımlılığı belalı. Avrupa en çok ulaşım politikalarını değiştirmekte zorlanıyor. Bu yüzden hedefler koyuyor. Bakın Avrupa ne yapmak istiyor, biz ne yapıyoruz.

Ulaşım kaynaklı seragazı emisyonlarını 2050’ye kadar 1990 seviyesinin yüzde 60 oranında altına çekmek istiyorlar. Biz ise havaalanı açıp duruyoruz. Orta mesafedeki şehirlerarası yolculuklarda hedef, 2050’ye kadar büyük çoğunluğunun demiryoluyla yapılması. Bizim hedefimiz ise daha çok karayolu ve köprü.

Avrupa’da 2015 hedefi yeni otomobillerin kilometre başına 130 gramdan az karbondioksit çıkarmasıydı. Bu hedefe şimdiden ulaştılar. Bizde sabah akşam yerli otomobil konuşuluyor ama çevreyle ilgili bir şey duymadık. Avrupa’da sürdürülebilir biyoyakıtla çalışan araç sayısı şimdiden yüzde 5’i geçti. Bizde otomobillerin yüzde 50’si, çevreci olduğu iddia edilen, ithal gazla (LPG) çalışıyor.

Nasıl sıkışmış bir trafik kornaya basarak açılmıyorsa, çevreci bir ulaşım politikası da, “biz çok çevreciyiz” demekle olmuyor. Plan, hedef ve icraat lazım.

*Bu yazı gazetede basılandan biraz farklı. Anlam hatalarına neden olmamak için birkaç yerde düzeltme yaptım. Örneğin, biyoyakıtın sürdürülebilir biyoyakıt olduğunu yazdım.