Almanya kömüre dönmüyor

Özgür Gürbüz-BirGün/15 Haziran 2014

Soma’daki iş cinayetinin üzerinden bir ay geçti. Dört gün önce Şırnak’ta, yine bir kömür madeninde göçük meydana geldi ve üç işçi daha hayatını kaybetti. Görülüyor ki Soma’dan sonra maden ocaklarındaki denetim arttırılmamış. Enerji ve Çalışma bakanlarının ise hâlâ görevde olduğunu hatırlatmaya bile gerek yok. Halbuki mevcut durumu kontrol etmek için bir süreliğine de olsa tüm ocaklarda üretimin durdurulması ve gerekli kontrollerin yapılması gerekirdi. Fukuşima’daki nükleer kazadan sonra Japonya ülkedeki tüm nükleer santralleri kapattı. Neredeyse üç yıldır ülkede bir tek santral çalışmıyor çünkü denetim, yeni yasal düzenlemeler sürüyor. İşte bizim hükümetin ‘adaleti’ ve ‘kalkınma’ anlayışı bu kadar. Adaleti madende ölen işçiyi değil maden sahibini düşünüyor. Kalkınmak için de işçilerin ölmesi gerekiyor. Bir başka yazımda, AKP’nin ‘büyüme’ adında yeni bir tanrı yarattığını ve bu tanrıyı mutlu etmek için her gün dereleri, ağaçları, ovaları ve insanları ona kurban ettiğini yazmıştım. Soma bunun en büyük örneği oldu. Merak ediyorum, bunun putperestlikten ne farkı var?

Enerjide taşlar yerinden oynuyor. Özellikle elektrik üretiminde bu değişim çok hızlı gerçekleşiyor. Kömür dünyanın elektrik üretiminde en çok kullandığı kaynak ancak vazgeçilmez değil. Tüm mesele, kömürü yakarak ürettiğiniz elektriği, başka kaynaktan yakın fiyata ve çevreye daha az zarar vererek üretebilmek. Almanya bu konuda herkesin merakla izlediği bir ülke çünkü 2050’ye kadar elektrik üretiminin yüzde 80’inin yenilenebilir enerji dediğimiz, rüzgar, güneş ve biyokütle gibi kaynaklardan yapmayı hedefliyor. Fukuşima sonrası aynı anda 8 nükleer reaktörü kapattılar. Kalan dokuz reaktör de 2022 sonuna kadar kapanacak. Yıllardır temiz enerji bir ülkenin ana elektrik üretim kaynağı olamaz diyenler yanılıyor ve panik içinde masallar uyduruyorlar. Nükleerden vazgeçen Almanya’nın kömüre döndüğünü iddia ediyorlar. Heinrich Böll Vakfı’nın hazırladığı son rapor (The German Coal Conundrum) ise durumun öyle olmadığını gösteriyor.

ELEKTRİĞİN YÜZDE 24’Ü TEMİZ ENERJİDEN
Almanya’nın elektrik üretimi 625 milyar kilovatsaati (kWs) geçiyor, Türkiye’nin 2,5 katı. 2003 yılında taşkömüründen 147, linyitten 158 milyar kilovatsaat elektrik üreten Almanya, 2013 yılında aynı kaynaklardan sırasıyla 124 ve 162 milyar kWs elektrik üretti. Linyit aynı kalırken taşkömürü kaynaklı elektrik üretimi azaldı. Aynı dönemde doğalgazın payı değişmedi. Nükleer enerji üretimi ise 165 milyar kWs’ten 97 milyar kWs’e geriledi. Bu açığı da 10 yılda üretimi üçe katlanan yenilenebilir enerji kaynakları kapattı. 2003’te 46 milyar kWs olan üretim, 2013 sonunda 152 milyar kWs’e çıktı ve linyit yakan termik santralleri yakaladı. Almanya, üstüne üstlük elektrik ihracatını da ikiye katladı (33 milyar kWs). Resim ortada. 2013 sonunda yenilenebilir enerji kaynakları Almanya gibi bir sanayi devinin elektrik ihtiyacının yüzde 24’ünü karşıladı. Hedef 2025’te yüzde 40-45’i, 2035’de ise yüzde 55-60’ı tutturmak.

Enerji konusunda plan yaparken, bir başka ülkeyi birebir kopyalamak mümkün değil. Her ülkenin kendi kaynaklarına, tüketim modeline göre bir yol çizmesi gerekir. Bir kaynaktan vazgeçip diğerine geçmek zor ama Almanya örneği gösteriyor ki, kısa zamanda ciddi değişimler mümkün. Bizim gibi enerji üretim kapasitesini yeni kuran ülkelerde ise bu iş daha kolay. Eskiyi söküp yerine yenisini yapmayacağız. Yeni yapılanı doğru yapmak yetecek. Enerji yoğun işletmeleri, ağır sanayisi ve bizden 2,5 kat daha fazla elektrik tüketimine rağmen Almanya bu değişimi yapabiliyorsa Türkiye’de yapabilir. Bizim sorunumuz, değişim yerine statükonun ülke yönetimine hakim olması. Ne bir değişim hedefi, ne de sorunları doğru tanımlayan bir politika mevcut. Göçük altında kalan madenciler de, sele kapılan kentliler de işte bu statükoyu savunan enerji politikalarının bir sonucu.   

Enerjide üreten de biz olmalıyız


Özgür Gürbüz-BirGün/8 Haziran 2014

Enerji meselesinde ‘yeni bir dünya isteyen’ bizler sadece belli noktalarda söz söylüyoruz. Enerjinin hangi kaynaklardan sağlanması gerektiği konusunda fikirlerimiz var. “Ne kadar enerji” ve “kimin için enerji” diye sorarak işe başlamayı öğrendik. Hangi kaynakları istemediğimizi biliyoruz. Aslında en iyi neyi istemediğimizi biliyoruz ama ne istediğimiz konusunda kafamız karışık. Daha da önemlisi, henüz enerjide “üreten biziz, yöneten de biz olacağız” diyemiyoruz. Çoğumuz tüketiciyiz, üretim araçları elimizde değil. Hiç merak etmeyin bu kaderimiz değil ve değiştirebiliriz.

Yenilenebilir enerji dediğimiz güneş, rüzgar ve biyokütle gibi kaynakların yayılmasıyla, enerji alanında söz söyleyiciler de değişmeye başladı. Nükleer, kömür ve doğalgaz santralleri kurmak için büyük paralar gerekiyor. Oysa elektrik ihtiyacınızı 25 yıl boyunca karşılayacak bir güneş panelini evinizin çatısına kurmak bugün 10-12 bin liraya mümkün. Daha iyisi var. Eşi dostu bir araya getirip unuttuğumuz kooperatifleri hayata geçirerek bu enerji santrallerini birlikte kurmak. Büyük şirketlerin saltanatına son verip, hem elektriği istediğimiz kaynaktan üretebilir (dolayısıyla yönetebilir) hem de enerjide gerçek anlamda bağımsız olabiliriz. Türkiye’de mevzuat hazır, uygulamadaki engeller de yeni yeni aşılıyor. Kurulu gücü 1 megavatı aşmayan santrallerin üretim lisansı alma zorunluluğu yok. Lisansız elektrik üretimi için 2 binden fazla başvuru var. Enerji kooperatifleri veya çok ortaklı küçük şirketler kendi santrallerini kurmaya başladıkça kalan bürokratik engeller de aşılacak. Hükümetin üzerindeki baskı artacak ve süreç daha hızlı ilerleyecek.

Enerji kooperatiflerinin ya da “Halkın Enerjisi”nin en çarpıcı örnekleri Danimarka’da görüldü. 1990’larda yüzlerce insan kooperatif çatısı altında birleşerek ülkede rüzgar türbinleri kurmaya başladı. Benzer modeller şimdi dünyanın birçok ülkesinde hayata geçiriliyor. ABD’nin Wisconsin eyaletindeki St. Croix elektrik kooperatifi 88,5 kilovatlık bir güneş santrali kuruyor. İsteyen üyeler, 500 vat gücünde bir güneş paneline denk her hisse için 2 bin 800 lira ödeyerek projeye katılabiliyor. Proje tamamlandığında her 500 vatlık panelin yılda 740 kilovatsaat (kWs) elektrik üretmesi bekleniyor. Bu da bölgede oturan bir ailenin yıllık elektrik tüketiminin yüzde 75’ine denk düşüyor. İki hisse alan bir üye kendi elektrik ihtiyacını karşıladığı gibi fazlasını da satabilecek.

Tercihini daha büyük projelerden ve rüzgardan yana yapanlar da var. Hollanda’da 2 megavat kurulu güçteki bir rüzgar türbininin elektrik üretimi artık 1700 ortak arasında bölüştürülüyor. 6 bin 648 hissenin her biri 560 lira değerinde ve hisse başına düşen yıllık üretim 500 kWs. Yıllık bakım masrafı için ödenecek bedel de hisse başına 64 TL. Hadi bir hesap yapın. Elektrik faturanıza bakarak yılda kaç kWs harcadığınız bulabilir ve kaç hissenin size yeteceğini hesaplayabilirsiniz. Bir rüzgar türbinin ömrünün 25 yıl civarında olduğunu unutmayın.

Almanya’daki yenilenebilir enerji santrallerinin yüzde 35’i bireylerin elinde. Yüzde 11’ine çiftçiler sahip; tohum ekip tarlalarındaki türbinlerden rüzgar biçiyorlar. Belediyelerin payı ise yüzde 7. Kömür ve petrolden tanıdığımız Almanya’da “dört dev” diye bilinen dev enerji şirketlerinin (E.ON, EnBW, RWE ve Vattenfall) ise yenilebilir enerjideki payı sadece yüzde 5. Görüldüğü gibi tekel kırılıyor, güç el değiştiriyor. Zaten en çok bu yüzden temiz enerjiden rahatsızlar.

Temiz enerji üretebilir, tüketebilir ve fazlasını satarak elde ettiğimiz gelirle yine halkın yararına başka projeleri hayata geçirebiliriz. Enerjide üretimi yenilenebilir enerjiyle yapmak yetmez, üretim araçlarının mülkiyetinin de çoğunluğun eline geçmesi gerekir. Dayanışarak enerjide ve üretimin diğer kollarında bağımsızlığımızı ilan edebiliriz. Enerji devrimini gerçekleştirebiliriz. Artık halkın kendi enerjisini üretme vakti geldi.

Hayvan sirkleri ve yunus parkları kapanacak

Hayvanları Koruma Kanunu’nda yapılmak istenen son değişiklikleri içeren tasarı TBMM’de kurulan alt komisyondan geçti ancak hayvan hakları savunucularını tatmin etmedi. Tasarıda yunus parklarının kapanması da yer alıyor.

Özgür Gürbüz-BirGün/5 Haziran 2014

5199 sayılı Hayvan Hakları Kanunu’nda yapılması düşünülen değişiklikler hayvan hakları savunucularının tepkileri nedeniyle ertelenmişti. Değişiklik önerilerini görüşmek üzere TBMM çatısı altında kurulan alt komisyon itirazları değerlendirdi ve birçok madde de değişiklik yaptı. Kanun tasarısının önümüzdeki hafta Çevre Komisyonu’nda görüşülmeye başlanması bekleniyor. Alt komisyondan geçen metnin üç maddesine CHP İstanbul Milletvekili Melda Onur “muhalefet şerhi” koyarken, İstanbul Barosu Hayvan Hakları Komisyonu Eşbaşkanı Avukat Hülya Yalçın da “metinde hayvanların lehine, sevinecek bir şey yok” diyor.

Yeni tasarıda, hayvan sirkleri ile yunus parklarının kurulması, işletilmesi ve gösteri yapılması yasaklanıyor, mevcut sirk ve parkların kapatılması için de iki yıl süre tanınıyor. Hayvan dükkanlarında (pet-shop) akvaryum balığı ve kuş dışındaki hayvanların satışı da bir yıl sonra yasaklanıyor. Melda Onur, yunus parklarının kapatılması için verilen sürenin bir yıla indirilmesini için ilgili maddeye muhalefet şerhi koydu. Hülya Yalçın ise kapatılma süresinin zamana yayılmasının suistimale açık olacağını düşünüyor. Yalçın, Hayvan Hakları Kanunu’nun 22. maddesinde yapılan değişiklikle hayvanat bahçelerinin açılması kolaylaştırılmıştır diyor. Onur’un şerh koyduğu maddelerden biri de bu değişiklik. Onur, yeni hayvanat bahçesi açılmamasını, var olanların da yavaş yavaş kapatılması ve sıkı denetime tabi tutulmasını istiyor. Yeni düzenleme, Orman ve Su İşleri Bakanlığı, mahalli idareler ve tüzel kişiliklere hayvanat bahçesi kurma izni veriyor.

Tasarıdaki tartışmalı bir başka başlık ise hayvan deneyleri. Yalçın, “Tam bir hayvan işkencesi olan deney konusunda en ufak iyileştirici bir düzenleme yok. Bu metin deneyi tartışmaya mahal bırakmadan yasaya koyup, adeta dalga geçer gibi, etik kurul ve sertifika ayrıntılarını eklemiştir. Deney varsa, yasa metninde neyi tartışırsak tartışalım, hayvan yaşam ihlali kesin olarak vardır” diyor. Onur da hayvan deneylerinin yasaklanması yolunda Sağlık Bakanlığı’nca bir komisyon kurulmasını öneriyor ve tasarıdaki 4. maddeye itiraz ediyor.

Hülya Yalçın’ın dikkat çektiği noktalardan biri de toplatılan sokak hayvanlarının belli bölgelere bırakılması. 'Doğal Yaşam Parkı' lafının kanun metninden çıkması bir şey ifade etmiyor, aksine, o isimle yapımına başlanan  tecrit ve şehir dışındaki ölüm kamplarının yapımı son süratle devam ediyor” diyen Yalçın, Kocaeli, Trabzon, Kayseri ve İstanbul’daki Kısırkaya ile Ömerli’deki inşaatları örnek gösteriyor. Hapis cezalarının yükseltilmesinin olumlu olduğunu düşünen Yalçın, hayvan satışı yasağınınsa yasadışı satış gibi ters etkilerinin olacağını belirtiyor.

Yeni tasarı hayvanlara işkenceyi, cinsel ilişkide bulunmayı ağır suç sayıyor ve üç aydan iki yıla kadar ceza verilebileceğini belirtiyor. Hayvan dövüştürenlere de yine altı aydan iki yıla kadar ceza geliyor. Hayvan edinmek isteyen kişilere yerel yönetimlerde sertifika programına katılma zorunluluğu getirilirken, hayvanların bakıcılarının (sahiplerinin) borcu nedeniyle haczedilmesine de yasak geliyor. Yeni tasarıda, ‘süs hayvanı’ ve ‘tehlikeli köpek ırkları’ gibi tanımlamalar da yer almıyor.

Üç beş ağaç ve bir sandık

Özgür Gürbüz-BirGün/ 1 Haziran 2014

Çizer: Faruk Tarınç
Gezi bize çok şey öğretti. Önce bizi bize yakınlaştırdı, demokrasinin düşmanlarını ve dostlarını gösterdi. Maskeler düştü, kandırmacalar son buldu. Gezi’nin içinde yer alanlar, sloganlarla bölünen toplumun taleplerde nasıl birleştiğini gördü. Bu ülkenin gerçeği, çok farklı siyasi gruplardan ve sosyokültürel yapılardan oluşması. Bu yapıların hepsini aynı amaç, aynı siyasi düşünce etrafında birleştirmek zor, neredeyse imkansız ancak asgari müştereklerde birleşmek mümkün. Birleşildiğinde de gücümüz ortada. Polis devleti ve Cumhuriyet tarihinin en otoriter liderini dize getiren bir güçten bahsediyoruz. Halk arasında bu güce “Gezi Ruhu” deniyor. Kesin bilgi, yayabilirsiniz.

Gezi, bize demokrasinin dört yılda bir kapınıza gelen sandıktan ibaret olmadığını da hatırlattı.
Duble yol için verilen oy, o hükümetin dört yıllık tüm icraatlarını onayladığınız anlamına gelmez. Gelirse, Okmeydanı Cemevi’nin bahçesinde vurulan Uğur Kurt’un katili olursunuz. Ali İsmail Korkmaz’ı Eskişehir’in ara sokaklarında öldüren sopaya dönersiniz. Vatandaşlıktan çıkar, Mehmet İstif’i kanser yapan, Elif Çermik ve Metin Lokumcu’nun canını alan biber gazına dönersiniz. Verdiğiniz bir oyla hükümetin tüm icraatlarına onay verirseniz, kendinizi Güvenpark’ta bulursunuz. Bir bakmışsınız elinizde beylik tabancanız, Ahmet Şahbaz olmuşsunuz; Ethem’i vurmuşsunuz. “Kimliği belirsiz” bir kişi olursunuz, Abdullah’ı vuran kurşun kadar ufalırsınız. Vicdanınızı, yüreğinizi yitirir, Mehmet Ayvalıtaş’ı ezer geçersiniz. 22 yaşındaki Ahmet Atakan’ın canını alırsınız. Demokrasiyi bir partiye, bir kişiye dört yıllık kayıtsız şartsız itaat anlaşması sanırsanız, Berkin’in evine götüremediği ekmek her gün, üç öğün boğazınızda düğümlenir. Kula kulluk etmeye başlarsınız ve bir süre sonra bakmışsınız ki artık yoksunuz. Gezi, o parka koşanlara var olduklarını gösterdi, kul değil yurttaş olduklarını hatırlattı.  

Dört yılda bir attığınız oyla hükümetin tüm icraatlarını onayladığınızı kabul ederseniz, Gezi sürecinde öldürülen masum insanların katili olduğunuzu, suç ortaklığı yaptığınızı da kabul etmeniz gerekir. Sonuçta bu cinayetler oy verdiğiniz hükümetin icraatı. Demek ki dört yılda bir oy vermek yetmiyor. Hükümet yanlış yaptığında da, “ dur kardeşim, ben bu konuda aynı fikirde değilim” demek gerekiyor. İmza kampanyaları, yürüyüşler, boykotlar, halk oylamaları ve grevler bunun için var. Gezi Parkı’nı korumak için seçimler beklenseydi o parka çoktan dozerler girmişti. Gezi’den Soma’ya tüm yaşadıklarımız hata, kaza veya kader değil. Hepsi siyasi tercih.

NOYAN ÖZKAN ÖDÜLÜ
Türkiye Barolar Birliği (TBB), bir yıl önce aramazdan ayrılan Avukat Noyan Özkan adına her yıl bir onur ödülü vermeyi kararlaştırdı. Avukat Noyan Özkan Çevre ve Ekoloji Mücadelesi Onur Ödülü, bu yıl 7-8 Haziran 2014 tarihlerinde, Ankara'da yapılacak TBB II.Çevre ve Kent Hukuku Kurultayı etkinlikleri sırasında verilecek. İzmir Barosu eski başkanlarından, Türkiye’deki çevre ve ekoloji mücadelesinin en büyük destekçilerinden Noyan Ağabey’i birkaç satırda anlatmak çok zor. İlkeli, evrensel hukuka bağlı, doğa dostu ve çok çalışkan bir insandı. Çevreyle ilgilenmeye başlar başlamaz ilk adını öğrendiğim isimlerdendi. Türkiye’nin doğa koruması için imzaladığı uluslararası anlaşmalar nedir diye hâlâ baktığım, “Doğa Koruma Rehberi” adlı kitabı, 1995’ten bu yana kitaplığımın en değerli eserleri arasında. Bu hafta yazımı Noyan Ağabey tamamlasın, kitaptan bazı alıntılarla bitirelim. Gezi’yi göremedi ama “Gezi Ruhu” onda hep vardı:
“Kırda, kentte vahşice sürüp giden bir doğa katliamı. Havamız, suyumuz, toprağımız zehirleniyor, yaşama ortamlarımız yitip gidiyor. Yeşil alanlar imar ve bayındırlık adına akıl almaz biçimde katlediliyor. …Öte yandan tüm sorunları devlete havale eden bir adamsendecilik, vurdumduymazlık, tepkisizlik. Ve biraz da umutsuzluk, sıkkınlık, bıkkınlık. Bazen de kadercilik…”

“Sokağımıza, mahallemize, köyümüze, kentimize, ülkemize sahip çıkalım. Havamıza, suyumuza, toprağımıza yönelik doğrudan ve dolaylı her türlü saldırının karşısında dikilelim. Yerel inisiyatif gruplarını, pıtrak hareketlerini kuralım. Gerekirse tüketim alışkanlıklarımızı, yaşam standartlarımızı değiştirelim…”

Özelleştirmelere çevre darbesi

Özgür Gürbüz-BirGün/25 Mayıs 2014

Bu hafta size iyi bir haberim var. Anayasa Mahkemesi’ne CHP’nin açtığı dava sonucunda Elektrik Piyasası Kanunu'nun geçici 8. maddesi iptal edildi. Geçici 8. madde, kamunun elindeki termik santrallerin çevre mevzuatına uymaları için sahiplerine 2019 yılına kadar ek süre tanıyordu. Bakanlar Kurulu onay verirse üç yıllık ek süre de verilebiliyordu. Kamunun elindeki bu santrallerin özelleştirilmesi halinde yeni sahipler de bu ‘gizli’ teşvikten yararlanabiliyordu. Asıl amaç da buydu. Kamu elindeki termik santralleri kolayca satabilmek için, alıcıları çevre cezalarından muaf tutuyordu. Filtre yok, kontrol yok. Olan doğaya ve canlılara olacak ama bizim memlekette şirketin karının yanında hayatın ne kıymeti var ki? Tarihe geçecek bir teşvik, bir anlamda şirketlere öldürme izni veriyorsunuz. Bu maddenin getireceği sakıncaları yanlış anımsamıyorsam ilk BirGün, yine bu köşede duyurmuştu. 3 Şubat 2013’teki yazının başlığı ‘Bir termik alana bir orman bedava’ idi.

O günden bu yana özelleştirmeler hız kazandı. Hamitabat, Kemerköy, Yeniköy, Çatalağzı (B) ve Seyitömer ihalelerle yeni sahiplerine devredildi. Anayasa Mahkemesi’nin kararından sonra işler karıştı. Örneğin, Çatalağzı-B’de baca gazı arıtma tesisi yok. Santrali alan şirket bakalım şimdi ne yapacak? İşler karıştı çünkü ihaleye giren şirketler en azından 2019’a kadar böyle bir yatırımı öngörmüyordu. Türkiye’deki termik santrallerin çoğunda ne kül tutucu elektromanyetik filtre var, ne de kükürdü tutup asit yağmurlarının oluşmasını engelleyecek baca gazı arıtma tesisleri. Bu tesisler santrallere ek maliyet getiriyor. Ucuz kömürün sırrı da burada. Tüm dünyada kömüre verilen teşviklerin bedeli 400 milyar doları geçiyor.

Kömür cenneti Türkiye’de tarladaki ürünü yakmak, insanların sağlığını tehdit etmek, solunum yolu hastalıklarına, kansere mahkum etmek serbest. Bu ülke uzayda olduğu için küresel iklim değişikliğinin bir numaralı yakıtı kömürü yakmanın da bir cezası, vergisi yok. Göz göre göre çevrenin, insan hayatının üzerinden rant elde ediliyor. Sonra bakıp kalıyorsunuz, Soma Holding gibi şirketler bu kadar kısa sürede köşeyi nasıl dönmüş diye. Ucuz kömürün hikayesi sadece madenlerle sınırlı değil. Yeraltında işçiler, yerüstünde doğa ve yaşam sömürüsü kömürü ‘ucuza’ getiriyor. Çünkü bizim buralarda hayat sudan ucuz.

YAZIN BİR KENARA
Soma’daki iş cinayetinden sonra size dünyanın en büyük endüstriyel kazalarına imza atmış, binlerce insanın hayatına mal olmuş nükleer enerjiyi çözüm diye yutturmak isteyenleri.

Adını “Sürdürülebilir Üretim ve Tüketim Derneği” koyup, İstanbul’da 30-31 Mayıs tarihlerinde ‘Nükleer Santraller Zirvesi’ düzenleyen, bir yıl sonra da ‘Uluslararası Temiz Kömür Forumu’ düzenleyecek sözde çevrecileri.

1 gram uranyum 2,5 ton kömüre eşdeğer enerji üretir diyerek, o 1 gramın Fukuşima’da şimdiden 28 milyon metreküpü bulan radyoaktif toprağa neden olduğunu söylemeyenleri.

Nükleer santral yapımı için Fransa, Japonya ve Rusya ile anlaşma yapan Türkiye’de, “Nükleer santral yapmamızı dış güçler istemiyor” diye sağa sola demeç veren nükleer fizikçileri.

Soma’da siyasi sorumluluğu üstüme alıyorum deyip hâlâ istifa etmeyenleri, “Bunun yapısında, fıtratında bunlar var” diyenleri yazın bir kenara.

Kömür dışa bağımlılığı neden azaltmıyor

Özgür Gürbüz-BirGün/22 Mayıs 2014

Soma’daki iş cinayetinin ardından enerjide dışa bağımlılık ve kömür tartışmaları başladı. Kömürden vazgeçemeyiz diyenler enerjide dışa bağımlılığı azaltmak için linyit rezervlerinin mutlaka kullanılması gerektiğini söylüyorlar. Rakamlar bu iddianın sahiplerini şaşırtacak. Enerji politikalarını tüketime odaklayan Türkiye’nin, artan kömür üretimine rağmen dışa bağımlılığı artıyor. 2012’de bu oran rekor kırdı ve yüzde 75,3’e yükseldi[1].
 
Türkiye’nin 2012 sonu itibariyle birincil enerji arzı 120 milyon ton eşdeğer petrol (TEP). Bu arzın 31,9 milyon TEP’i yerli kaynaklardan, bunun yarısı da kömürden sağlandı; ağırlık 15,3 TEP ile linyitte[2]. Linyit üretimi 1998 yılında yılda 65 milyon tonken, doğalgazın gelişiyle geriledi. 2004’te üretim en düşük seviyeye 43,7 milyon tona indi[3]. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) kömür sahalarını özel sektöre açması ve çevre meselesini umursamamasıyla 2011’de linyit üretimi 70 milyon tona çıktı. Üretimin yüzde 7 kadarı özel sektör tarafından sağlandı. Bu oran, son özelleştirmelerle (termik santral ve beraberindeki kömür sahalarının özelleştirilmesi) daha da artacak. Taşkömüründe ise üretimin yüzde 40’ı özel sektörde.

Taşkömürünün yüzde 30’u ısınmada, bir o kadarı elektrik üretiminde ve geri kalanı da sanayide kullanılıyor. Linyitte ise aslan payı termik santrallerde. Çıkarılan linyit kömürünün yüzde 80’i elektrik üretimi için santrallerde yakılıyor. Kömür kullanımını azaltmak için termik santrallerin yerine güneş ve rüzgar gibi üretim araçları koymak, enerjiyi verimli kullanmak linyit ve taşkömürü ihtiyacını azaltabilir. Madenlerin hepsi kapanmasa bile çalışma hızı yavaşlar, işçilerin üzerindeki baskılar azalır. Enerji Bakanlığı’nın hedefi ise 2023’e kadar ülkenin tüm linyit ve taşkömürü potansiyelini elektrik üretimi amaçlı kullanmak. Onlarca termik santral yapılması planlanıyor. Bu da çoğu açık işletme olmakla birlikte onlarca yeni maden demek. Kahramanmaraş Çöllolar kömür sahasında yaşadığımız kaza açık sahaların da çok masum olmadığını gösteriyor. 2011’de Maraş’ta11 kişi göçük altında kalmıştı. Dokuz çalışanın cesetlerine hâlâ ulaşılamadı.

KÖMÜR CENNETİ YARATILDI
Hükümetin kömürü teşvik eden politikaları (santral yatırımlarına verilen teşvikler, çevre cezalarının kaldırılması, iklim hedefinin olmayışı gibi) enerji piyasasında kömür için bir cennet yarattı. Bu cennet sadece yerli üretimi arttırmadı, ithal kömüre de davetiye çıkardı. Türkiye’nin ithal kömüre ödediği para 2012’de 4,6 milyar doları buldu. 2002 yılında Türkiye’nin taşkömürü ithalatı 11,6 milyon tondu. 2011 sonunda ithalatımız 23,6 milyon tona çıktı. Kömürü yakmanın bu kadar kolay olduğu bir ülkede, kalorifik değeri düşük yerli linyit yerine ithal taş kömürü tercih eden şirketler termik santral kurmak için kolları sıvadı. Böyle olunca da bir anlamda havanda su dövüldü. Artan yerli üretim kadar kömür ithal edildi. Dışa bağımlılık azalmadı. 

ENERJİYİ AKILLI KULLANMIYORUZ
Türkiye 2001’de enerjide dışa yüzde 65 oranında bağımlıyken, 2012 sonunda bu oran yüzde 75,3’e yükseldi. Temel nedenlerden biri enerji verimliliğinin adeta hiçe sayılması ve enerjide talebi kontrol etme gibi bir gayretin olmaması. Enerji yoğunluğu verileri bunu açıkça gösteriyor. Türkiye 2001 yılında Gayri Safi Yurt İçi Hasıla’ya 1000 avro katkı yapmak için 239 kilogram eşdeğeri petrol harcıyordu (kgep); 2011 sonunda 233 kgep harcıyor. 10 yılda enerjiyi daha verimli, akıllı kullanma yolunda bir arpa boyu yol alınmadı. Benzer bir ekonomiyle, İspanya’yla karşılaştıralım. 2001’de İspanya’da bu rakam 158’di şimdi 136. İrlanda’da 83’e kadar iniyor. İrlanda aynı ekonomik büyümeyi bizden üç kat az enerji harcayarak gerçekleştiriyor.

Bu durumu değiştirmek için izlenecek üç ana yol var. Kimi ülkeler, ağır sanayi dediğimiz enerji yoğun sanayide kalıyor ama teknoloji, planlama gibi tedbirlerle aynı işi daha az enerjiyle yapıyor. Örneğin Almanya. Ekonomi büyüyor ama daha az enerji harcıyorlar. İrlanda gibi kimi ülkeler ise enerji yoğun (demir-çelik,çimento gibi) sektörlerden bilişim gibi sektörlere geçerek enerji talebini azaltıyor. Üçüncü yol ise üretici kadar tüketiciyi de ilgilendiriyor. Toplu ulaşım, bina yalıtımı gibi hamlelerle üretim dışındaki alanlarda da tasarrufa gidiliyor. Türkiye ise bir başka yüzyılda yaşıyor.


Dışa bağımlılığı azaltacağız diye kömürü savunmak ezbercilik. Türkiye’nin enerjide dışa bağımlılığında iki ana kalem var; petrol ve doğalgaz. Ulaşımda petrolün payını azaltmanın yolu demiryollarından, toplu ulaşım ve alternatif araçlardan geçiyor. Isınmada kömürün doğalgaza alternatif olabilmesi içinse hava kirliliği diye bir sorunumuzun olmaması gerekir. Bunun için de küçük, yeşil alanı bol, toplu ulaşımı yaygın kentleriniz olmalı. Var mı? Açık konuşalım, AKP’nin saydığım bu üç kıstasa da alerjisi var; yeşile, küçüğe ve kamusallığa. Türkiye nüfusunun yüzde 20’sini bir kente toplayıp, herkese otomobil aldırmak için boğazın altına tüp geçit, üstüne köprü yapan bir iktidarın petrol ve doğalgaza bağımlılığı azaltamaz.

HAYALPEREST DANİMARKA VE ALMANYA
Kömür tüketiminin artmasıyla seragazı emsiyonları da artıyor. Fosil yakıtlar içerisinde iklim değişikliğine yol açan birinci kaynak kömür. Türkiye 1990-2012 arasında emisyonlarını yüzde 133 arttı. Avrupa’da artışta ilk sıradayız. Selleri, kuraklığı umursamıyoruz. Uluslararası Enerji Ajansı Baş Ekonomisti Fatih Birol, “çözümleri sadece yenilenebilir enerji ile düşünmek biraz hayalperestlik” diyor. Almanya, 2050’de enerji tüketiminin yüzde 60’ını, Danimarka yüzde 100’ünü yenilenebilir enerjiden sağlama hedefi koymuşken, kâbustan uyanıp güneşli günlerin hayali kurmak hayalperestlik değil ileriyi görmektir. Gerçekler Soma kadar acıysa artık ‘hayalperest’ olma zamanıdır. Geç bile kaldık.


[1] Eurostat.
[2] ETKB, 2012 yılı genel enerji dengesi.
[3] TKİ Sektör Raporu, 2012.

21. yüzyılın en korkunç maden kazası

Özgür Gürbüz-BirGün/18 Mayıs 2014

Ben bu yazıyı yazarken Soma’daki maden kazasında ölü sayısı 301’i bulmuştu. Kayıplar açısından bakarsak bu Soma’yı 21. yüzyılın en feci maden kazası yapıyor. Soma’yı 2005’te Çin’in Liaoning eyaletinde meydana gelen kaza izliyor. Deprem ve gaz patlaması orada da 214 kişinin canını almıştı.

Başbakan Erdoğan baskı ve otoritenin, tek adam devirlerinin hâkim olduğu çağlara özendiği için 21. yüzyılın en feci maden kazasını 19. ve 20. yüzyıldakilerle kıyasladı. Örnekleri de bugünün gelişmiş ülkelerinden vermeye özen gösterdi. Erdoğan, “Bakın Amerika. Teknolojisiyle, her şeyiyle… 1907’de 361” dedi ve ekledi: “Bunlar olağan şeylerdir. Literatürde iş kazası denilen bir olay vardır. Bunun yapısında fıtratında bunlar var”.

Erdoğan’ın mantığına göre, Soma dahil her gün ‘iş kazaları’ adıyla tanık olduklarımız kalkınmanın, büyümenin bir parçası. Gelişmiş ülkeler de aynı yoldan geçti, bizim de geçmemiz kaçınılmaz. Büyümenin ‘fıtratında’ ölüm var diye kabul edersek yapmamız gereken ortada. Henüz İngilizlerin Titanik’i gibi bir deniz kazamız olmadı. Tez elden dev bir gemi yapıp batırmalıyız. Japon ve Rusların nükleer faciaları büyümenin bir numaralı şartı. Biran önce Fukuşima ve Çernobil gibi iki nükleer felaket yaratmalıyız. Petrol tankeri kazasını ‘Independenta’ ile geçtik ama 2010’da ABD’nin Meksika Körfezi’nde yaşanan petrol platformu kazası konusunda gerideyiz. Gübre fabrikalarında ciddi patlamalara ihtiyaç var, Fransa’dan Teksas’a ecnebiler hep yapmış. Katrina Kasırgası ise yolda sayılır, ekonomiyi kömürle götürmeye çalışırsak iklim değişikliğinin yanıtı gecikmeyecek.

Erdoğan gerçekten de geçmişte yaşıyor, ona oy verenlerin bazıları da öyle. Çünkü ezberciler. Ezberledikleri büyüme modeli rafa kalkalı çok oldu ama yerine yeni bir model koyacak, yaratacak kapasite, artık çok net görülüyor ki, mevcut iktidarda yok. İktidarın övündüğü duble yolların ilk örneği, 2 bin yıl önce Roma’da yapılmıştı. İlk modern duble yolun açılışının üzerinden de 100 yıldan fazla bir süre geçti.

AKP’nin büyüme modeli eski ve sorunlu. Hatalardan ders çıkarılır, tekrar edilmez. Doğayı işçiyi sömürerek büyümeye çalışırsak yeni Soma felaketleri kaçınılmaz. 1 Mayıs 2011’de BirGün’deki yazımda, kömürden güneş ve rüzgara geçmeyi, bu sayede maden işçilerinin hepsini yeraltından çıkarmayı, güneş paneli ve rüzgar türbini fabrikalarında iş sağlamayı önermiştim. Bırakın Soma’daki kömür yeraltında kalsın. Biz Soma’ya güneş paneli fabrikaları kuralım. Aynı işçi, çoluğunu çocuğunu bir daha görmeme korkusu olmadan işine gidip gelsin.

Soma’daki maden kazasından sonra hemen yapılması gerekenler hâlâ yapılmadı. Soma Holding ve iştiraklerine ait tüm maden ruhsatları iptal edilmedi. Denetim eksikliği ortada. Türkiye’deki tüm madenlerin derhal kapatılması ve sıkı bir denetime alınması gerekiyor. Fukuşima sonrasında Japonya nükleer santrallerinin hepsini kapattı ve neredeyse 3 yıldır denetleme sürüyor. Bizde ise madenler hiçbir şey olmamış gibi çalışıyor. Soma’dan sonra Konya ve Zonguldak’ta (kaçak maden) yine kazalar oldu ve 2 kişi öldü. Madenleri kapatma konusundaki gecikme bile Enerji Bakanı’nın istifasını gerektirir.

Ve kömürü enerji ve kalkınma politikalarının merkezine koyan, Enerji Bakanlığı’nın 2023’e kadar yerli linyit ve taşkömürü kaynaklarımızın tamamının elektrik üretim amaçlı değerlendirilmesi” hedefi de bırakıldığı yerde duruyor. İklim değişikliğine, külüne, taşeron işçinin çilesine ve Soma’daki kayıplara rağmen kömür hedefimiz baki. Bu hedef durduğu sürece, daha çok facia yaşanacak. 

Ateş düştüğü yeri yakar derler ama bu defa Soma’nın külleri tüm yurda yayıldı. Acımız büyük, hepimizin başı sağ olsun.

Soma Holding’in bir sonraki hedefi Amasya

Özgür Gürbüz-BirGün/14 Mayıs 2014

Soma’nın Eynez bölgesindeki kömür madeninde meydana gelen ölümlü kaza tüm dikkatleri işletmeci Soma Holding’in üzerine çekti. Son yıllarda madencilik alanındaki faaliyetleriyle dikkati çeken şirketin Türkiye’nin yanı sıra Arnavutluk’ta metalik maden aramak üzere kurulmuş bir şirketi var. Türkiye’deki çalışmalarını Soma dışında Zonguldak, Mersin ve Amasya’da sürdüren şirket, Merzifon’daki kömür madeninde üretime başlamak üzere.

Soma Holding’in son maden projesi Amasya’nın Merzifon ilçesinde bulunan Yeni Çeltek kömür işetmesi. Tam bir yıl önce imzalanan rödevans anlaşmasıyla, Yeni Çeltek’teki iki madenin 35 yıllık işletme hakkını kazanan Soma Holding’e ait Gürmin Enerji Ve Madencilik Anonim Şirketi, önümüzdeki günlerde üretime başlamayı ve ilk etapta yılda 500 bin ton ham kömür çıkarmayı hedefliyor. Şirketin nihai üretim hedefi yaklaşık 1 milyon 500 bin ton ve bu kömürü bölgede kuracağı termik santralde yakmayı planlıyor. Yöre halkı ise termik santral projesine tepkisini panel ve halk toplantılarıyla gösteriyor. Soma’daki son kazadan sonra Yeni Çeltek’teki çalışmaların devam edip etmeyeceği merak ediliyor.

HERKES MADEN OCAĞINI GÖRSÜN
Yeni Çeltek madeninde 1990 yılında grizu patlaması meydana gelmiş ve 68 işçi hayatını kaybetmişti. 8 Şubat 2014’teki anmada söz alan Gürmin Enerji Yeni Çeltek Maden İşletme Müdür Yardımcısı Metin Karaçağ şunları söylemişti: “Dünyanın farklı ülkelerinde olduğu gibi ülkemizde de bir dönem kalkınma uğruna madencilik hususunda yeterli tedbir alınmaması söz konusuydu. Bu sebeple çok canlarımız kayboldu. Ancak gelinen noktada sürdürülebilir kalkınma anlayışı ve iş güvenliği önem kazanmıştır. Demek ki yapılan çok özenli çalışmalarla bu facialar önlenebilmektedir. Şükürler olsun ki işletmemizde 1960, 1984 ve 1990 yıllarında yaşanan maden facialarından sonra böyle acılar yaşanmamaktadır. İşletmemizde iş güvenliği ve sağlığı son teknolojik imkanlarla sağlanmaktadır. Bu ülkede başta siyasiler olmak üzere herkesin maden ocağını görmesi madenci kardeşlerimizin çalışma şartlarına tanıklık etmesi ondan sonarda bu işletmeler hakkında karar vermesi gerekir”.