17
Ocak 2014 Cuma günü yayınlanacak Çimlere Basmayın programında neler var?
Merak edenler için kısa bir bilgi notu hazırladık. İşte programımızdan
bazı başlıklar:
* Ağaç kesimine engel olanlara 2 yıl hapis istediler.
* Alakır ve Kamilet vadileri HES kuşatması altında.
* Danimarka rüzgar enerjisinde rekor kırdı.
* Bisiklet severler İzmir Büyükşehir Belediyesi'nin bu projesini çok sevecek. Bisiklet
Kenti İzmir projesiyle 40 kilometrelik sahil şeridi boyunca 29 bisiklet
kiralama istasyonu kurulacak. Detayları İZULAŞ Bisiklet İşletme
Sorumlusu Erdem Önen ile canlı yayında konuşuyoruz.
*
İstanbul'un yeşil alanlarından biri daha yapılaşma tehlikesiyle karşı
karşıya. Polonezköy imara açılıyor. ÇEKÜL Vakfı’ndan Şirin Sıngın Yılmaz
canlı yayında itirazlarını dile getiriyor.
* Yolsuzluk dosyaları Beykoz'a uzandı. Yolsuzluğu ve temiz siyaseti konuşuyoruz.
* Yeşil ajanda: Sizlerden gelen çevre ve ekoloji etkinlikleri, duyurular.
* Ve "yeşil" türkü ve şarkılar...
Çimlere Basmayın programını her cuma 13:00-14:00 saatleri arasında www.yonradyo.com.tr adresinden ya da İstanbul ve çevre illerde 96,6 FM bandından radyolarınız aracılığıyla dinleyebilirsiniz.
Çimlere basmayın, bu programı da kaçırmayın.
Özgür Gürbüz tarafından kaleme alınan makale, analiz ve haberlere bu adresten ulaşabilirsiniz. Yazıları başka bir yerde yayımlamak için izin almalısınız. E-posta: ozgurgurbuzblog(at)gmail.com
Japonya’nın korkusu Erdoğan
Özgür Gürbüz-BirGün/12 Ocak 2014
Türkiye ile Japonya arasında
nükleer enerjinin barışçıl amaçlarla kullanımına dair işbirliği anlaşması Cuma
günü Meclis’te kabul edildi. Şimdi gözler 24 Ocak’ta tatilden dönecek Japonya
meclisinde. Japonya’da medyaya yansıyan haberler halkın kafasının hayli karışık
olduğunu gösteriyor.
Japonların kafasını
karıştıran 2. maddenin 3. paragrafı. Genel Kurul’da son anda bir değişiklik
yapılmadıysa bu paragraf uranyum zenginleştirmeye, kullanılmış nükleer yakıtın yeniden
işlenmesine, plütonyum dönüştürmeye ve bu maddelerin üretimine yarayacak
teknoloji ile maddelerin transferine ‘yeşil ışık’ yakıyor. Türkiye anlaşmaya bu
maddeyi koyarak ithal nükleer macerasını yerlileştirmeye çalışıyor. İyi ama nedir
Türkiye’nin istediği bu teknolojiler?
Bugün dünyadaki yeni
nükleer reaktörlerin hepsi zenginleştirilmiş uranyumla çalışıyor. Doğadaki
uranyumun içinde Uranyum 235 izotopu yüzde 0,7 oranında bulunur. Nükleer
reaktörlerde uranyumun nükleer yakıt olabilmesi için U-235 izotopunun
konsantrasyonu yüzde 5’lere çıkarılır, buna da ‘zenginleştirme’ denir. Amacınız nükleer silah yapmaksa
zenginleştirme işlemini sürdürür, bu oranı yüzde 80-90’lara çıkarırsanız.
Türkiye’nin nükleer
santrale ihtiyacı olmadığı gerçeğini bir kenara bırakırsanız, ilk bakışta
Türkiye’nin uranyum çıkarıp, kendi yakıtını üretmesi mantıklı görünüyor. Ama
aynı nükleer macera gibi ‘yerli yakıt’
da halkı kandırmaktan öte bir amaç taşımıyor. Türkiye’de 9 bin ton civarı
uranyum var. Uranyumu yer altından çıkarmak binlerce ton radyoaktif kayayı
yerinden etmekle mümkün. Dünyanın en pis ve tehlikeli madencilik
faaliyetlerinden biri. Uyuyan radyasyonu uyandırıyorsunuz. Hadi madeni açtınız,
gazlaştırma, zenginleştirme tesisleri kurdunuz. Türkiye’de yeterli uranyum yok.
Bu rezerv, Türkiye’de kurulmak istenen 8 reaktörün birine bile yetmiyor.
Nükleer santral kurarsanız sadece teknoloji değil yakıt açısından da dışa
bağımlılık garanti. Her nükleer reaktör tipinin ayrı yakıt kullandığını unutmamak
lazım. Rusya’nın geliştirdiği reaktör için tasarlanan yakıtı alıp Japon-Fransız
reaktörüne koyamazsınız. Kömür değil ki bu!
Şimdi Japonlar haklı
olarak, “Türkiye’nin elinde yeterli uranyum
yok. Bu uranyumu zenginleştirecek tesisler pahalı, geliştirdikleri bir reaktör yok.
Montajcı olup, yakıt üretseler o yakıtı kime satacakları belli değil. Santrali
Türkiye’ye satınca biz zaten yakıtı da vereceğiz. Nedir bu işin aslı, yoksa…” diye
soruyor. Enerji Bakanı Taner Yıldız ise makul bir açıklama yapamıyor. “Nükleer yakıt elde etmekle ilgili
endişemiz yok” diyor ama cümleler şöyle: “Bakın zenginleştirme ayrı bir şey. O yakıtı zenginleştirmiş 5 artı 1
ülkeler var. Amerika, Kanada, Rusya gibi ülkeler. O ülkelerin zenginleştirdiği
yakıtın, yakıt fabrikaların kullanılması ve onların elde edilmesiyle alakalı
kurvize toz bir şey. Biz onları kurmak istiyoruz. Bir de bu yakıtların elde
edilmesiyle alakalı Türkiye'den uranyum çıkması halinde bunlarla alakalı bir
şeye girmek istiyoruz, bir işlem olsun istiyoruz”. Bitmedi, bir gazeteci,
“Biz yakıt mı üretmiş olacağız” diye soruyor, Bakan’ın yanıtı ise şöyle: “Bu önemli bir şey. Orada kesinlikle yokuz…” Japonlar bu açıklamanın
yapıldığı günü Ulusal Panik Günü ilan
etseler yeridir. Türkiye bir ‘şey’ yapmak istiyor ama ne ‘şey’ edeceğini bilmiyor. Sakın yapmak
istedikleri o ‘şey’ olmasın diye
konuştuklarına eminim.
Aslında Türkiye
nükleer silah üretmemekle ilgili güvenceleri dünyaya çoktan vermiş bir ülke. 28
Kasım 1979’da onayladığımız Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşması
(NPT) en önemli belge. Japonya ile yapılan anlaşmanın 3. maddesi de
işbirliğinin sadece barışçıl, patlayıcı nitelikte olmayan amaçlar için
yürütüleceğini söylüyor. Peki, Japonya Türkiye’ye neden güvenmiyor. İran’la
aynı duruma mı düştük? İran da NPT’ye taraf olmasına rağmen uranyum
zenginleştirmeye başlaması problem olmuştu, neredeyse bir savaşın eşiğine
gelinmişti.
Görünen o ki, NATO,
Dünya Ticaret Örgütü, OECD ve daha onlarca uluslararası kuruluşa üye
Türkiye’nin sözlerine dünya güvenmiyor. Bunun nedeni üzerinde düşünmekte fayda
var. Enerji Bakanı’nın “kem-küm” eden açıklamaları mı, Türkiye’nin ihtiyacı
yokken saçma sapan nükleer maceralara atılma isteği mi yoksa yerli politikacıların
yıllardır nükleer silah masallarıyla santral pazarlama çabaları mı bizi bu
günlere getirdi? Belki de neden Başbakan Erdoğan’dır. Tüm dünyanın kendisine
komplo kurduğunu söyleyen, komşularıyla “sıfır sorun” politikasından “sıfır
elçi” politikasına geçerek gerilimler yaşayan, onları tehdit eden, TIR ve
otobüslerle iç işlerine karışan bir başbakanımız var. Dünyanın güvenini
kaybetmemizde “sağlam irade”nin payı
olmasın sakın?
Cüceler devlere karşı
İrlandalı yazar Jonathan Swift’in masal kahramanı Gulliver gizemli yolculuklar yapar, gemi kazaları onu önce cücelerin sonra da devlerin ülkesine gönderir. İlk öyküde cücelerin Gulliver’i sımsıkı bağlayıp esir ettikleri yerin hep bir ada olduğunu sanırdım. Meğer orası İspanya’nın Valensiya kentinde bir çocuk parkıymış. Dev adamın üzerinde cücelerin tepindiğini gözlerimle görmesem inanmazdım.
Parktaki, her bir tarafı kaydıraklarla dolu dev Gulliver maketi, çocukları mutlu etmek için birebir. Başına, karnına tırmanıp, her yere akıllıca yerleştirilmiş kaydıraklardan kendilerini aşağıya bırakan çocuklar çok mutlu. Gulliver’in karnından hatta ayakkabısının içinden bile kaymak mümkün. Çocuklar ya da Gulliver’e göre cüceler, devi alt edişlerini doyasıya kutluyorlar o parkta.
İspanya’da cücelerin devlere karşı
kazandığı tek zafer bu değil. Yeşil
Ekonomi sitesinin haberine göre 2013 yılında ülkedeki elektriğin yüzde 21,1’ini
rüzgar santralleri sağlamış. Ülkedeki sekiz nükleer reaktör ise elektriğin yüzde
20’sini üretmiş. Tek tek bakıldığında dev kömür santrallerinin ve nükleer reaktörlerinin
yanında cüce gibi kalan pervaneler İspanya’da elektrik üretiminde bir numaralı
kaynak oldu. Devlerin küçümsediği güneş enerjisi de elektrik talebinin yüzde
5’ini karşıladı. İspanya Avrupa’daki ikinci büyük rüzgar kurulu gücüne sahip.
En güney ucu rüzgar tarlalarıyla kaplı. Cadiz-Tarifa arasında en eski model
türbinleri görmeniz mümkün. Bugün hepsi ülkenin doğalgaz, kömür ve nükleere bağımlılığını
azaltıyor. Elektrik sektöründeki karbondiksit emisyonları da bir yılda yüzde 23
azaldı.
İspanya teknolojiye erken yatırım yaptığı için kendi türbinlerini de üretebiliyor. Dünyanın en büyük 10 türbin üreticisinden biri Gamesa. 1994 yılında rüzgar enerjisine girme kararı alan firma şimdi teknoloji ihraç ediyor. 1994’te “nükleer değil rüzgar” dediğimizde bize “fırıldaktan elektrik mi üreteceksiniz” diye gülen ‘devler’, Türkiye’nin yoluna koca bir taş koydular. O devler hâlâ masa başında aynı oyunu oynuyor ama bu defa durum farklı. Küçük fırıldaklar ve güneş ekip elektrik biçen tepsi büyüklüğünde paneller, bir araya geldiklerinde devleri alt edebiliyor. İspanya, Almanya, Danimarka, İtalya, Portekiz… Devamı da geliyor.
İspanya teknolojiye erken yatırım yaptığı için kendi türbinlerini de üretebiliyor. Dünyanın en büyük 10 türbin üreticisinden biri Gamesa. 1994 yılında rüzgar enerjisine girme kararı alan firma şimdi teknoloji ihraç ediyor. 1994’te “nükleer değil rüzgar” dediğimizde bize “fırıldaktan elektrik mi üreteceksiniz” diye gülen ‘devler’, Türkiye’nin yoluna koca bir taş koydular. O devler hâlâ masa başında aynı oyunu oynuyor ama bu defa durum farklı. Küçük fırıldaklar ve güneş ekip elektrik biçen tepsi büyüklüğünde paneller, bir araya geldiklerinde devleri alt edebiliyor. İspanya, Almanya, Danimarka, İtalya, Portekiz… Devamı da geliyor.
Don Kişot’un memleketinde 23 bin megavatlık
bir rüzgar kurulu gücü var. Türkiye İspanya’dan daha yüksek bir potansiyele
sahip ancak kurulu güç 3 bin megavatın altında. Buna rağmen elektrik üretiminde
rüzgarın payı yüzde 2,5’ları buldu. Pervaneler anlayana göz kırpıyor adeta.
Türkiye’de kurulmak istenen sekiz nükleer reaktörün üreteceği elektriğin çok
daha fazlasını biz üretebiliriz diyor.
Henüz yerli türbin üreticimiz yok çünkü İspanya’nın yaptığı gibi sektöre net hedeflerle girmedik. İç pazarımızı yaratmakta geciktik. Ucuz denilen nükleere rüzgardan daha fazla alım garantisi ödemeyi taahhüt ederek, yerli türbin üreticilerini değil Rusya ve Japonya’nın nükleer firmalarını desteklemeyi tercih ettik. Tübitak’ın yerli türbin projesi bir sektör efsanesi oldu. Aynı hataları şimdi güneş enerjisi için yapıyoruz. Yarın dalga enerjisinde geride kalacağız, öbür gün hidrojende. Cücelerin kolektif aklı devlerin iktidarını alaşağı etmedikçe bu hikaye böyle gidecek.
Henüz yerli türbin üreticimiz yok çünkü İspanya’nın yaptığı gibi sektöre net hedeflerle girmedik. İç pazarımızı yaratmakta geciktik. Ucuz denilen nükleere rüzgardan daha fazla alım garantisi ödemeyi taahhüt ederek, yerli türbin üreticilerini değil Rusya ve Japonya’nın nükleer firmalarını desteklemeyi tercih ettik. Tübitak’ın yerli türbin projesi bir sektör efsanesi oldu. Aynı hataları şimdi güneş enerjisi için yapıyoruz. Yarın dalga enerjisinde geride kalacağız, öbür gün hidrojende. Cücelerin kolektif aklı devlerin iktidarını alaşağı etmedikçe bu hikaye böyle gidecek.
Cücelerin bir araya geldiğinde devleri
nasıl çaresiz bıraktığını Gezi Parkı direnişinde görmedik mi? Devler güçlü,
heybetli ama kötü niyetli olduklarında kaybetmeye mahkumlar. En güzel masallar
en umutsuz anlarda yazılır. Bizimkisi de o hesap. Cüceler tarih yazmak için
2014’ü seçmişler, ayak seslerini hepimiz duyuyoruz.
Yolsuzluk ve yoksulluk
Özgür Gürbüz-BirGün/29 Aralık 2013
İstanbul’da Göztepe’yi bilen pazar köprüsünü de bilir. Köprü, Göztepe’yi ikiye bölen demiryolunun üstünden geçer, kestirme bir yol gibidir. Küçük ama onlarca merdiveni olan bir köprüdür. Çocukluğumda köprünün bir ucuna pazar kurulurdu. Annem pazara gider, alışverişi bitmeye yakın ben de köprünün altında onu beklerdim. Ağzına kadar dolu pazar çantasını köprüden geçirip eve kadar götürmek benim işimdi.
Yine bir pazar günüydü. Annem pazarın sonuna yetişmişti. Onu beklemeye gittiğimde pazar toplanmış, belediye temizliğe başlamıştı. Tam karşımda, yolun öte tarafında 10-12 yaşlarında bir kız çocuğu belirdi. Annesi pazar tezgahlarının arkasına saklanmış gibiydi. Eliyle kızına bir yeri işaret ettiğini gördüm. Pardösüsü eskimiş, kollarının uçlarında yırtıklar vardı. Yırtıkları takip ederek parmaklarına, daha sonra da parmaklarının gösterdiği yere baktım. Kızı da aynı yere bakıyordu. Boşalmış tezgahların altında duran ezilmiş meyveleri gösteriyordu. Herhalde elmaydılar. Annesi durmadan bir şeyler söylüyordu ama ben çok azını duyuyordum. “Al” dedi, “alsana” dedi. Kız önce elmalara sonra bana baktı. Göz göze geldik. Hemen bakışlarımı bir başka yere çevirdim. İlgilenmiyormuş gibi yaptım. Tezgahları kendisine siper almış annesinin söylediklerini seçemesem de sesini hala duyuyordum. Donup kaldım. Kızı da benim gibi donup kalmıştı. Bir anda çöpçüler belirdi. Sanki saatlerdir oradaydık. Çöpçüler pazardan arta kalan, tezgahtan düşen, yere atılan ne varsa metal kovalarına doldurdular.
Annesi söyleniyordu, kız ise başını önüne eğdi. Giderken arkalarından baktım. Çok canım yandı, yüreğim sızlıyordu.
Utancın ne demek olduğunu o gün orada, o eski pazar köprüsünün ayağının altında anladım. Annesi yoksulluğundan, kız benden, bense varlığımdan utandım. Pazarda kalanları toplamalarının sorumlusu ben miydim? Hiç sanmıyorum. Paramızın olduğu kadar olmadığı günleri de hatırlarım. Başka birileriydi o tablonun sorumlusu, dünyada herkese yetecek elma vardı ama birileri başkasının payını alıyordu.
O ana ve kızın çalışacak işleri, aç kaldıklarında devletin onlara verecek iki kuruş parası yoksa, bilin ki yokluktan değil, haksız kazançtan, yolsuzluktandır. Birileri devletin arsasını ucuza kapatıp, aslında halkın olanı cebine attıkları içindir. Herkese beşe sattıklarını devlete 10’a vermeleri yüzündendir. O ana ile kızı yerdeki elmaya muhtaç bırakan torpille işe girenler, zengine gelince var, yoksula gelince yok diyenlerdir.
Ve sizler; yolsuzlukları soruşturmak yerine kefen giyip adalete meydan okuyanlar. Mahkemelerin önünü açacağına elini kolunu bağlayanlar. Saadet zincirine bir yerinden dahil olup sesini çıkarmayanlar. Korktukları, koltukları için yazamayanlar. Duayla, dinle, vaazla harama övgü düzenler. Bedduayla işin içinden çıkmaya çalışanlar. Gözlerini kör, kulaklarını sağır edenler, bilin ki bugün bu ülkede aç yatanların hesabı sizden sorulur. Bayramlarda zekat vermekle, kurban kesip bağış yapmakla bu günah affolunmaz çünkü sistem değişmezse açlık kalıcıdır. Bir günlük karın doyurmayla bir yıl tok gezilmez.
Sözüm kefen meraklılarına, havalimanı şakşakçılarına. Hak etmediğiniz her kuruş, pazardaki ana-kızın boğazına gitmesi gereken lokmadır. Bu bir iktidar mücadelesi değil, adalet ve vicdan muhasebesidir. Bu ülkenin kimseyi pazardaki artıklara muhtaç etmeyecek kadar zengin olduğunu bilin. Bırakın yolsuzlukların üstüne gidilsin. Bırakın bu ülkede analar, babalar ve çocuklar açlık utancını yaşamasın, aç bırakanlar utansın.
İstanbul’da Göztepe’yi bilen pazar köprüsünü de bilir. Köprü, Göztepe’yi ikiye bölen demiryolunun üstünden geçer, kestirme bir yol gibidir. Küçük ama onlarca merdiveni olan bir köprüdür. Çocukluğumda köprünün bir ucuna pazar kurulurdu. Annem pazara gider, alışverişi bitmeye yakın ben de köprünün altında onu beklerdim. Ağzına kadar dolu pazar çantasını köprüden geçirip eve kadar götürmek benim işimdi.
Yine bir pazar günüydü. Annem pazarın sonuna yetişmişti. Onu beklemeye gittiğimde pazar toplanmış, belediye temizliğe başlamıştı. Tam karşımda, yolun öte tarafında 10-12 yaşlarında bir kız çocuğu belirdi. Annesi pazar tezgahlarının arkasına saklanmış gibiydi. Eliyle kızına bir yeri işaret ettiğini gördüm. Pardösüsü eskimiş, kollarının uçlarında yırtıklar vardı. Yırtıkları takip ederek parmaklarına, daha sonra da parmaklarının gösterdiği yere baktım. Kızı da aynı yere bakıyordu. Boşalmış tezgahların altında duran ezilmiş meyveleri gösteriyordu. Herhalde elmaydılar. Annesi durmadan bir şeyler söylüyordu ama ben çok azını duyuyordum. “Al” dedi, “alsana” dedi. Kız önce elmalara sonra bana baktı. Göz göze geldik. Hemen bakışlarımı bir başka yere çevirdim. İlgilenmiyormuş gibi yaptım. Tezgahları kendisine siper almış annesinin söylediklerini seçemesem de sesini hala duyuyordum. Donup kaldım. Kızı da benim gibi donup kalmıştı. Bir anda çöpçüler belirdi. Sanki saatlerdir oradaydık. Çöpçüler pazardan arta kalan, tezgahtan düşen, yere atılan ne varsa metal kovalarına doldurdular.
Annesi söyleniyordu, kız ise başını önüne eğdi. Giderken arkalarından baktım. Çok canım yandı, yüreğim sızlıyordu.
Utancın ne demek olduğunu o gün orada, o eski pazar köprüsünün ayağının altında anladım. Annesi yoksulluğundan, kız benden, bense varlığımdan utandım. Pazarda kalanları toplamalarının sorumlusu ben miydim? Hiç sanmıyorum. Paramızın olduğu kadar olmadığı günleri de hatırlarım. Başka birileriydi o tablonun sorumlusu, dünyada herkese yetecek elma vardı ama birileri başkasının payını alıyordu.
O ana ve kızın çalışacak işleri, aç kaldıklarında devletin onlara verecek iki kuruş parası yoksa, bilin ki yokluktan değil, haksız kazançtan, yolsuzluktandır. Birileri devletin arsasını ucuza kapatıp, aslında halkın olanı cebine attıkları içindir. Herkese beşe sattıklarını devlete 10’a vermeleri yüzündendir. O ana ile kızı yerdeki elmaya muhtaç bırakan torpille işe girenler, zengine gelince var, yoksula gelince yok diyenlerdir.
Ve sizler; yolsuzlukları soruşturmak yerine kefen giyip adalete meydan okuyanlar. Mahkemelerin önünü açacağına elini kolunu bağlayanlar. Saadet zincirine bir yerinden dahil olup sesini çıkarmayanlar. Korktukları, koltukları için yazamayanlar. Duayla, dinle, vaazla harama övgü düzenler. Bedduayla işin içinden çıkmaya çalışanlar. Gözlerini kör, kulaklarını sağır edenler, bilin ki bugün bu ülkede aç yatanların hesabı sizden sorulur. Bayramlarda zekat vermekle, kurban kesip bağış yapmakla bu günah affolunmaz çünkü sistem değişmezse açlık kalıcıdır. Bir günlük karın doyurmayla bir yıl tok gezilmez.
Sözüm kefen meraklılarına, havalimanı şakşakçılarına. Hak etmediğiniz her kuruş, pazardaki ana-kızın boğazına gitmesi gereken lokmadır. Bu bir iktidar mücadelesi değil, adalet ve vicdan muhasebesidir. Bu ülkenin kimseyi pazardaki artıklara muhtaç etmeyecek kadar zengin olduğunu bilin. Bırakın yolsuzlukların üstüne gidilsin. Bırakın bu ülkede analar, babalar ve çocuklar açlık utancını yaşamasın, aç bırakanlar utansın.
Çılgın projeler dondurulsun
Özgür Gürbüz-BirGün/22 Aralık 2013
Özelleştirmelerden
önce TEAŞ (Türkiye Elektrik Üretim İletim A. Ş.) vardı. Elektrik üretimi ve
iletiminden sorumluydu. 2000 yılında Başbakan Bülent Ecevit’in iptal ettiği
nükleer ihaleye TEAŞ’ın altındaki Nükleer Santraller Dairesi bakıyordu. Her ne
kadar Ecevit, nükleer ihaleyi bütçeye yük getirecek diyerek iptal etmiş olsa da,
pis kokular her yeri sarmıştı. Enerji sektörünün yargıya taşınmış en önemli
yolsuzluk dosyalarından biri Beyaz Enerji operasyonuyla ortaya çıkmıştı. İşin
içinde nükleer enerji de vardı. Nasıl olmasın ki, milyarlarca dolarlık bir
ihaleden bahsediyorduk.
TEAŞ’ın Genel
Müdürü Muzaffer Selvi, Ankara DGM (Devlet Güvenlik Mahkemesi) Savcılığı’na 13
Ocak’ta verdiği ifadesinde, “Nükleer
enerji santral ihalesi yapımı gündeme geldiğinde Kanada firmasının 50 milyon
dolar rüşvet dağıttığı ortada söylendi… Enerji Bakanı Ersümer’in nükleer
santralin yapım işinin Kanada konsorsiyumuna verilmesi yönünde bir baskısı oldu
ama bu baskıyı niçin uyguladı bilmiyorum” demişti. TEAŞ Genel Müdür
Yardımcısı Ünal Peker ise ifadesinde, “Bu
ihale aşamasında tahminimce 6 ay veya 1 yıl kadar önce ihaleye katılan Kanada
firması tarafından bakanlık seviyesinde birilerine 50 milyon dolar para
verildiğini duydum. Bu paranın Anavatan Partisi adına alındığını duymuştum.
…Enerji Bakanlığı’nda yukarıda anlattığım konu herkes tarafından bilinmektedir”
sözlerine yer vermişti. (Rüşvetin
Deşifresi, Aykut Küçükkaya, sayfa 106, 111)
Selvi ve
yardımcısı Peker, Beyaz Enerji Davası’ndan 11 yıl ceza aldı. ANAP Genel Başkanı
Mesut Yılmaz adını rüşvet meselesine karıştırdıkları için daha sonra birçok
kişiye tazminat davası açmıştı. 2012’de dava zaman aşımıyla düştü. İhalelere
fesat karıştırma iddiasıyla açılan davada sadece nükleer enerji yoktu. Birçok
büyük şirketin adı bu davaya karıştı. Dönemin Enerji Bakanı Cumhur Ersümer Yüce
Divanlık oldu. Daha da ilginci, Mesut Yılmaz’ın itirazına rağmen koalisyon ortağı
MHP lideri Bahçeli’nin ısrarı ve muhalefetin baskısı nedeniyle Ersümer görevinden
istifa etmek zorunda kaldı. Bu ülke yolsuzluk nedeniyle bir bakanın istifa
ettiğini gördü. Hem de ‘vesayet, mesayet’ denilen o yıllarda.
Bütün bunları
hatırlatmamın elbette bir nedeni var. Bugün Türkiye’nin her yanından çılgın
projeler fışkırıyor. Her biri milyarlarca liralık projeler. Akkuyu Nükleer
Santrali 20-22 milyar dolar. Rus şirket sermaye maliyetinin yüzde 43’ünün
inşaat maliyeti olduğunu açıkladı. Nereden baksanız 10 milyar dolarlık ihaleden
bahsediliyor, bunun yüzde 90’ı açık ihale olacakmış. Sinop Nükleer Santrali
için biçilen miktar da 22 milyar dolar. İki
nükleer proje 50 milyar dolar.
Rakamlar
havada uçuşuyor ve değişiyor ama fikir
vermesi için yazıyorum. Marmaray yeni bitti, ederi 5,5 milyar TL. İstanbul’daki
3. Köprü 4,5 milyar TL. 3. Havalimanı’nın yapımı 28, 25
yıllık işletmesi için ödenecek ücret 72 milyar TL. Hepsi 110 milyar TL.
Rakamlar
yüksek. Bu projelerin ilgili olduğu bakanlıklar arasında Çevre ve Şehircilik
ile Ekonomi Bakanlığı da var. Yolsuzluk soruşturması sonuçlanmadı ama kabul
etmeliyiz ki, iki bakan ve bakanlık zan altında. Yargı süreci titizlikle ve
şeffaf bir biçimde yürütülmeli. Bunlar olurken de, zaten varlık nedenleri
şaibeli bu projeler dondurulmalı. Denetim organları bu ihaleleri gözden
geçirmeli, sürece sivil toplum örgütleri de dahil olmalı. Çevre ve Şehircilik
Bakanlığı TMMOB’u değil, TMMOB Bakanlık’ı denetlemeli. Kızmanın, suçu İsrail’e
Marslılara atmanın anlamı yok. Adalet ve Kalkınma Partisi ‘AK’lanmak istiyorsa
ancak böylesi kapsamlı ve şeffaf bir denetim sürecinden geçerek aklanabilir. Şu
ana kadar, Emniyet’te yaptıkları operasyonlarla, başta İçişleri olmak üzere
ilgili bakanları görevde tutmakla yapılması gerekenin tam tersini yaptılar.
Nükleer
enerjiye muhtaç olmadığımızı bilen herkes, Türkiye’nin bu maceraya neden
girdiğini açıklamakta zorlanıyor. Elektrik üretmek için daha ucuz ve temiz
kaynaklar mevcut. Enerji tasarrufu potansiyeli ortada. Rüşvet meselesi nükleerde
hep söylenirdi şimdi daha fazla gündeme gelecek. O yüzden hükümet, bu
projelerde daha ileri gitmeden ‘AK’lanma işini ciddiye alsa iyi olur.
Keçilerin çiftleşmesi iklimi değiştiriyor
Özgür Gürbüz-BirGün/15 Aralık 2013
Belki hatırlarsınız, bir ara küresel iklim değişikliğine metan gazı nedeniyle ineklerin neden olduğu söylenmiş, koca koca fabrikaları bırakıp dört ayaklı dostların peşine düşmüştük. Merak etmeyin, ineklerden sonra sıra keçilere gelmedi. Küresel iklim değişikliğinin sorumlusu ne inekler ne de keçiler; asıl sorumlu insan. Bunu da, sanayi devriminden günümüze kadar kullandığımız kömür, petrol ve doğalgazla yaptık.
Belki hatırlarsınız, bir ara küresel iklim değişikliğine metan gazı nedeniyle ineklerin neden olduğu söylenmiş, koca koca fabrikaları bırakıp dört ayaklı dostların peşine düşmüştük. Merak etmeyin, ineklerden sonra sıra keçilere gelmedi. Küresel iklim değişikliğinin sorumlusu ne inekler ne de keçiler; asıl sorumlu insan. Bunu da, sanayi devriminden günümüze kadar kullandığımız kömür, petrol ve doğalgazla yaptık.
Peki,
ya keçiler diyorsunuz, nereden çıktı bu keçiler? Açıkçası sözlükten çıktı.
Türkiye’de iklim değişikliği konusunu ciddiye alan kişi sayısının azlığından
olsa gerek, yazarken, konuşurken terminolojiye de dikkat etmiyoruz. Falanca
santralin yol açtığı seragazı salımı diyoruz ama bir gün merak edip salım
kelimesinin anlamına bakmıyoruz. Türk Dil Kurumu’nun (TDK) sözlüğünde böyle bir
kelime yok. Dil Derneği sözlüğünde ise salım kelimesinin iki anlamı var. İlk
anlamı ‘nezle’. İkinci anlamı da ‘tekelerin dişi keçilerle çiftleşme zamanı’.
Bu durumda seragazı salımı dendiğinde iki ihtimal karşımıza çıkıyor.
Seragazlarının fena halde üşütüp nezle olmasından veya bu gazların tekelerle
keçilerin arasına girdiği garip bir ilişkiden bahsediyoruz. Salım kelimesi bize
o kadar yabancı ki, kullanırken de hata yapıyoruz. Koca koca gazeteler,
televizyonlar salım yerine çoğu zaman salınım kelimesini kullanıyor. Salınım, salınmak
eylemini, bir çeşit devinimi anlatıyor. Yakında salık, salışık, salma gibi yeni
kelimeleri de duyarız.
İtiraf
etmeliyim ki ilk başlarda ben de Fransızca kökenli emisyon yerine salım demeyi
tercih ediyordum. Biraz da Türkçe’ye yerleşir düşüncesiyle. ‘Salım’ın ‘salınım’a
dönüştüğünü duyduğumda vazgeçtim. Anlatması zor bir olayı daha da karmaşık hale
getirmek doğru değil. Emisyon kelimesi egzoz emisyonu gibi birçok yerde
karşımıza çıktığı için en azından bir fikir veriyor. Bu yüzden uzunca bir süredir seragazı emisyonu
diyor ve yazıyorum. Meslektaşlarıma, iklim değişikliği çalışan akademisyen ve
eylemcilere duyurulur. Keşke sesimizi dil bilimciler de duysa da bu soruna
yerli bir çözüm üretsek.
Medyanın,
sivil toplumun Türkçe’ye ilgisizliği bu konuyla sınırlı değil. Farkındalık, sivil
toplum kuruluşlarında çalışan arkadaşların bayıldığı bir kelime. Yakın zamana
kadar o da sözlüklerde yoktu, TDK, “farkında olma durumu” diyerek sözlüğe
eklemiş. Dil Derneği sözlüğünde ise hâlâ karşılığı yok. İte kaka sözlüğe giren
bu kelime bence yerine oturmadı. Genelde ‘farkındalık
yaratma’ şeklinde kullanılıyor. Böyle olunca da ‘farkında olma durumu yaratma’ gibi bir ucube ortaya çıkıyor.
Bilinçlendirme, bilgilendirme ve duruma göre kullanılabilecek onlarca kelime
varken farkındalıkta ısrar etmeyi anlamsız buluyorum. İngilizce’de her
gördüğünüz kelimeye Türkçe karşılık aramaktan vazgeçin artık. Bir ucube
kelimeyle konuyu anlatmaktansa iki bildik kelimeyle anlatmak sizi daha
anlaşılır kılar.
Dil,
toplumu değiştirmek, dönüştürmek isteyenlerin en önemli aracı. Özellikle
siyasetçilerin, kampanyacıların yalın, herkesin konuştuğu dile hakim olmaları
bu yüzden çok önemli. İletişim çoğu zaman, özellikle de bizim toplumumuzda
sözle başlar, yazıyla devam eder. Aksi takdirde, başta yeni kavramlar olmak
üzere, derdinizi anlatmakta zorlanırsınız. Bir başka örnekle açıklayayım.
Toplumsal cinsiyet sivil toplumun alıştığı bir kavram olsa da, çoğumuza
yabancı. Bunu, bir de ‘gender’
(cendır okunur) diyerek daha da yabancılaştırmayın. Derdiniz karşınızdakine
ulaşmaksa, anlaşılır olmak elzemdir.
Düzgün
bir dil kullanılmasında başta medyaya çok iş düşüyor ama medya organlarının
adlarının bile yabancı kelimelerden seçildiği bir ülkede yaşıyoruz. ‘CNBC-e’ gibi ilk dört harfi İngilizce
okunup, en son harfe gelince Türkçe’nin akla geldiği bir kanalımız bile var. (SiEnBiSi-e, İngilizce’de “e” harfi “i”
okunur ). Can Yücel olsaydı her halde şöyle derdi: “Türkçe’yi kıçına gelince mi
hatırladınız?”
Çimlere Basmayın 9 (13 Aralık 2013)
13 Aralık 2013 Cuma günü yayınlanacak Çimlere
Basmayın programında neler var? Merak edenler için kısa bir bilgi notu
hazırladık. İşte programımızdan bazı başlıklar:
* İklim değişikliğinin sorumlusu 90 şirket.
* Kazdağları'ndaki altın madenlerine yürütmeyi durdurma kararı
*Gökova'ya çevreyi korumak(!) için viyadük yapılacak
* Kentlerde meydanlarımız ne durumda ? İdeal meydanlar nasıl planlanmalı? Knt meydanları neden önemli? Mimdap Yayın Kurulu Üyesi Mimar Hasan Kıvırcık canlı yayında sorularımızı yanıtlıyor.
* Balık alırken boyuna bakın. Küçük balık almayın, balıkları karışlayın.
* Ergene Havzası'nı kim kirletti, kimler korumaya çalışıyor. Başbakan Erdoğan suçu CHP'li belediyelere attı. Çevreciler bu konuda ne düşünüyor? Ergene İnsiyatifi Temsilcisi, Gündoğdu belgeselinin yönetmeni Nejla Demirci canlı yayında sorularımızı yanıtlayacak.
* Yeşil ajanda: Tüm Türkiye'den çevre ve ekoloji etkinlikleri, duyurular.
* Ve "yeşil" türküler...
Çimlere Basmayın programını her cuma 13:00-14:00 saatleri arasında www.yonradyo.com.tr adresinden ya da İstanbul ve çevre illerde 96,6 FM bandından radyolarınız aracılığıyla dinleyebilirsiniz.
Çimlere basmayın, bu programı da kaçırmayın.
* İklim değişikliğinin sorumlusu 90 şirket.
* Kazdağları'ndaki altın madenlerine yürütmeyi durdurma kararı
*Gökova'ya çevreyi korumak(!) için viyadük yapılacak
* Kentlerde meydanlarımız ne durumda ? İdeal meydanlar nasıl planlanmalı? Knt meydanları neden önemli? Mimdap Yayın Kurulu Üyesi Mimar Hasan Kıvırcık canlı yayında sorularımızı yanıtlıyor.
* Balık alırken boyuna bakın. Küçük balık almayın, balıkları karışlayın.
* Ergene Havzası'nı kim kirletti, kimler korumaya çalışıyor. Başbakan Erdoğan suçu CHP'li belediyelere attı. Çevreciler bu konuda ne düşünüyor? Ergene İnsiyatifi Temsilcisi, Gündoğdu belgeselinin yönetmeni Nejla Demirci canlı yayında sorularımızı yanıtlayacak.
* Yeşil ajanda: Tüm Türkiye'den çevre ve ekoloji etkinlikleri, duyurular.
* Ve "yeşil" türküler...
Çimlere Basmayın programını her cuma 13:00-14:00 saatleri arasında www.yonradyo.com.tr adresinden ya da İstanbul ve çevre illerde 96,6 FM bandından radyolarınız aracılığıyla dinleyebilirsiniz.
Çimlere basmayın, bu programı da kaçırmayın.
Beyaz mısın siyah mı?
Özgür Gürbüz-BirGün/8 Aralık 2013
Müzeye girmek için
kapıda bilet alıyorsunuz. İki tip bilet veriliyor. Birinin üzerinde ‘beyaz’ yazıyor, diğerinde ise ‘beyaz olmayan’. Biletin rengi,
derinizin rengi oluyor. Müzeye o renge ait kapıdan giriyorsunuz. Hayatını
renktaşlarıyla geçirenler, ezen ırka ait hissedenler için soğuk duş gibi o
kapı. Nelson Mandela’nın memleketi Güney Afrika’da bir müzeden bahsediyorum. Johannesburg’daki
Apartheid* Müzesi’nden.
Müzede, 1948’de başlayıp 1984’te sona eren zencilerin beyazlarla eşit olma mücadelesinin tarihine tanıklık ediyorsunuz. Beyaz ve siyah, ayrı ayrı girdiğiniz müzeye, Güney Afrika Anayasası’nın yedi temel unsuruna, demokrasi, eşitlik, uzlaşma, farklılık, sorumluluk, saygı ve özgürlük bakarak birlikte aynı kapıdan çıkıyorsunuz.
Kimlik kartları, beyaz
ve siyahları ayıran tabelalar, silahlı mücadeleden kalan silahlar, idam
edilenleri simgeleyen tavandan sarkıtılmış urganlar. 27 yıl hapis yattıktan
sonra ülkesini ırkçılığın elinden alan Nelson Mandela’nın unutulmaz
fotoğrafları. Müzede tanıdık eşyalar da var. Sokaklarda görmeye alıştığımız
TOMA’ların bir benzeri oradaydı. Demek ki hep kahrolası suçlara hizmet etmiş bu
alet...
Hayatımızdan hiç çıkmayan hapishaneler ve kelepçeler de oradaydı. Bir de tabela gözüme ilişti. 1985’te mahkeme kararıyla ırk değiştiren 1000 kişiden bahsediyordu. Üç Çinli beyaz, 50 Hintli renkli, 20 renkli siyah olmuş… Liste uzayıp gidiyor. Güney Afrika’da nüfus dört gruba ayrılmıştı. Siyahlar, beyazlar, Hintliler ve renkliler. Renklilerin içinde Avrupalılar, farklı ırklardan anne babaların çocukları, Çinliler, Filipinliler ve diğerleri vardı. Irkçılık mikrobu bir kez bulaşmaya görsün…
Doğarken siyah, esmer
ya da sarı doğmak müzeden aldığınız biletin rengi gibi sizin iradenizle
şekillenen bir şey değil. Sorun da değil. Bir başka renge, ırka karşı üstün
olduğunuzu düşünmek ise sadece sizin suçunuz. Şanssızlık, eğitimsizlik veya cahillikle
açıklanamayacak bir insanlık suçu ve tarih bu suçu işleyenlerle dolu. Siz bu
satırları okurken dünyanın bir köşesinde, belki de sizin evin sokağının hemen
dibinde, bir kişi ırkından, etnik kökeninden, cinsiyetinden, dininden veya
dinsizliğinden dolayı ayrımcılığa uğruyor, ötekileştiriliyor olabilir. Bu suça
ortak olanları birkaç istisna hariç kimse hatırlamıyor ve hatırlamayacak. İstisnalar
da kötü örnek olacak, lanetlenecek. Bugün olduğu gibi dünya hep ırkçılığa karşı
duranları konuşacak, Nelson Mandela’yı konuştuğu gibi. Dünya onu hatırlıyor ve
hatırlayacak. Acı çektirmek kolay olabilir ama tarih acıları çekenleri yazar,
gelecek onların istediği gibi olur. Bugün bu ülkede binlerce çocuğa Deniz ismi
verilmiş ise bunun bir nedeni var. Kızılderililerin posterleri hiç görmedikleri
ülkelerde duvarlara asılmışsa boşa değildir. Bugün memleketimde Kürtçe,
Ermenice, Lazca bilmeyen onlarca Türk, bu dillerde türkü söylüyor, dinliyorsa
derdindendir. Yarın da farklı olmayacak. Yarın onlarca çocuk Ali İsmail,
Abdullah, Ethem, İrfan, Mehmet, Mustafa ve Selim adıyla doğacak. Onlar bu
ülkenin Mandelaları olacak.
Bir ‘başkasının’ derdini anlamak için illa ‘başka doğmak’ gerekmez. Bugün
Mandela’yı anlayabiliyorsanız, Ali İsmail’i, Abdullah’ı, Ethem’i, İrfan’ı,
Mehmet’i, Mustafa’yı ve Selim’i de anlamalısınız. Beyazlara zencilere
yaptıklarından dolayı kızıyorsanız, bu ülkenin azınlıkları Kürtlere, Alevilere,
dinsizlere yapılanlara karşı da öfkelenmelisiniz. Mandela için ağlıyorsanız
onlar için de ağlamalısınız. Yok, ben TOMA’dan yanayım, haklının değil güçlünün
koluna girerim diyorsanız Mandela’nın şu sözlerini hatırlayın: “Özgür olmak, sadece birinin zincirlerini
kırması değildir. Başkalarının özgürlüğünü yücelten ve başkalarının özgürlüğüne
saygı duyacak biçimde yaşamaktır.”
Eğer Gezi’dekilere “çapulcu” diyor, “bayrak yaktılar, camiye girdiler” gibi bahanelerle onların karşısında duruyorsanız, bilin ki bundan 30 yıl önce Güney Afrika’da yaşamış olsaydınız sizin renginiz Mandela ve arkadaşlarının karşısındaki ‘beyaz’ olurdu.
*Güney Afrika’da ırkçılığı yasalarla düzenleyen sistem
Eşitlik, Uzlaşma, Farklılık. Foto: O. Gurbuz |
Müzede, 1948’de başlayıp 1984’te sona eren zencilerin beyazlarla eşit olma mücadelesinin tarihine tanıklık ediyorsunuz. Beyaz ve siyah, ayrı ayrı girdiğiniz müzeye, Güney Afrika Anayasası’nın yedi temel unsuruna, demokrasi, eşitlik, uzlaşma, farklılık, sorumluluk, saygı ve özgürlük bakarak birlikte aynı kapıdan çıkıyorsunuz.
Siyahlara ait eski bir kimlik kartı. Foto: O. Gurbuz |
Hayatımızdan hiç çıkmayan hapishaneler ve kelepçeler de oradaydı. Bir de tabela gözüme ilişti. 1985’te mahkeme kararıyla ırk değiştiren 1000 kişiden bahsediyordu. Üç Çinli beyaz, 50 Hintli renkli, 20 renkli siyah olmuş… Liste uzayıp gidiyor. Güney Afrika’da nüfus dört gruba ayrılmıştı. Siyahlar, beyazlar, Hintliler ve renkliler. Renklilerin içinde Avrupalılar, farklı ırklardan anne babaların çocukları, Çinliler, Filipinliler ve diğerleri vardı. Irkçılık mikrobu bir kez bulaşmaya görsün…
Beyazlar, siyahlar ve daha az beyazlar... Foto: O. Gurbuz |
Mandela Meydanı. Foto: O. Gurbuz |
Özgürlük. Foto: O. Gurbuz |
Eğer Gezi’dekilere “çapulcu” diyor, “bayrak yaktılar, camiye girdiler” gibi bahanelerle onların karşısında duruyorsanız, bilin ki bundan 30 yıl önce Güney Afrika’da yaşamış olsaydınız sizin renginiz Mandela ve arkadaşlarının karşısındaki ‘beyaz’ olurdu.
*Güney Afrika’da ırkçılığı yasalarla düzenleyen sistem
FOTO altı: Mandela Meydanı’nda birlikte oynayan
‘siyah’ ve ‘beyaz’ çocuklar.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)