Özgür Gürbüz-BirGün/ 27 Aralık 2018
Çevre
hareketinin her yılı bir öncekine göre daha fazla mücadeleye sahne oluyor.
Mesleki biçimbozum (deformasyon) mu dersiniz, sana öyle geliyor diye benimle
eğlenir misiniz bilemiyorum ama diyalektik benim yanımda.
Kapitalizmin
doğayı sınırsız bir sermaye olarak görmesi ve tüketmesiyle yıkıma doğru giden
bir sürecin içindeyiz. Sermaye kabul edilen doğanın aslında gezegendeki her
canlının yaşam kaynağı olması çatışmayı kaçınılmaz kılıyor. “Yıkım uzun
zamandır sürüyor ama çatışma neden bu kadar gecikti” diye sorabilirsiniz. Güzel
soru.
Çatışmanın
gecikmesinin ardındaki neden insanın mücadele sürecine geç katılıyor olması. Doğa
uzun zamandır direniyor zaten. Çoğumuz, etkisini hissetmediğimiz doğa
yıkımlarına karşı kaygısızız. Ölen tilki, soyu tükenen bir kuş, başka bir
ildeki termik santral, günlük hayatımızda gözle görülür bir değişime yol
açmıyorsa, onları korumak için mücadele etmek özel bir motivasyon gerekiyor.
Kelebek etkisine itirazım yok ama kelebeği göremeyen insan sayısı da çok fazla.
O yüzden de evimizin önünde kesilen bir ağaca, binlerce ağacı ve canlıyı
öldürecek ancak gözle görünmeyen radyasyondan daha fazla itiraz ediyoruz.
Kapitalizmin
hasar verdiği alan büyüdükçe, insanı ve etkileşimde olduğu canlıları rahatsız
ettikçe, çevre veya ekoloji mücadelesinin büyümesi de kaçınılmaz. Bu çatışma
yeni bir ekonomik ve toplumsal sistemin kurulmasıyla son bulabilir. Diyalektik
böyle diyor.
Bu yeni
sistemin özünde insan değil doğa olmak zorunda. Hasar almış, kurtarılmayı
bekleyen doğa merkezde olmazsa, onun sayesinde yaşayan insanın iyileşmesi de
mümkün değil. Açık konuşmak gerekirse, şirket ve kâr merkezli mevcut ekonomik
düzeni bir kenara bırakarak işe başlamalıyız. Üretim süreçleri tüketim
toplumuna yanıt verecek şekilde düzenlenmemeli. Gerçek ihtiyaçlar ve toplumun
yeniden sosyalleşmesi adına bireylere daha fazla zaman yaratacak bir üretim
modeli benimsenmeli. Basitçe söylersek, çalışma saatlerinin düşürüldüğü, lüks
tüketim malları yerine temel ihtiyaçların önceliklendirildiği ve çalışanların
kendilerine daha fazla zaman ayırabildikleri, sosyal bir üretim sürecine
geçmeliyiz. Sahip olduğumuz teknolojik gelişimi, plajda bile çalışmak yerine,
plaja daha fazla gidebilmeyi sağlayacak verimli üretim yöntemlerinin aracı
yapmalıyız.
Üretmek için
tüketimi artıran bir sistem artık kabul edilemez. Oturduğumuz yerden
kilometrelerce uzakta üretilen gıdayı taşımak için daha fazla çalışmak ve
enerji üretmek zorunda kalıyorsak yanlış yaptığımız ortada. Tükettiği yerde üreten,
yavaş yaşayan, yaşam kalitesini maddi ama etkisi kısa süreli ürün ve
hizmetlerle değil sosyal değerlerle artırmaya çalışan başka bir toplum kurmalıyız.
Bu toplum, yükselen çevre mücadelesinin meyvesi olmalı. “Hayatta en çok
sevdiğim” diye adlandırdığınız çocuğunuz, sevgiliniz ya da ailenizle haftada
bir gün süpermarkette veya alışveriş merkezinde buluşuyorsanız, kısa yaşamınızı
çok iyi geçirdiğinizi iddia edemezsiniz. Binlerce icat ve makinanın size
sunabileceği dünya bu mu?
Hayatınızı
lüks bir yaşam umuduyla elinizden alıp kaçıran, sizi ve doğayı hasta eden, kısa
süreli mutluluklarla (yeni bir cep telefonu modeli çıkana kadar) oyalayan, 70
yaşınıza kadar çalışmak zorunda bırakan mevcut sistemden memnun musunuz? Bu
sistemin yerine, yılda üç ay tatil vadeden, dostlarınızla ve tüm canlılarla
daha mütevazi ama çok daha uzun süre mutlu yaşayabileceğiniz, rekabetin yerini
erdemin aldığı ekolojik bir dünya kurmayı önerseler, hayır der miydiniz? Herhalde
demezdiniz…
Bütün bunları
neden mi yazıyorum? Hani, olur da 2019 için yeni yıl dileği peşine
düşmüşsünüzdür. Benimkinden kopya çekmek serbest, o yüzden yazıyorum.