Özgür Gürbüz-BirGün/23 Aralık 2016
Sabahları zifiri karanlıkta yola çıkıyor, güvenlik korkusuyla yola düşüyor ve kendinizi bir zombi gibi hissediyorsanız bilin ki yalnız değilsiniz. İki aya yakın bir zamandır gözlerini zar zor açan, direklere ve diğer zombidaşlara toslamadan yollarda yürüyen, araç kullanan bu ülkedeki milyonlardan birisiniz. Neden bu hale düştük, hatırlıyor musunuz?
Çektiğimiz bu eziyetin sorumlusu hükümet, kış saatine geçmeyerek elektrik tasarrufu yapacağımızı söylemişti.
Şaşırtıcı değil ama yine söylediklerinin tersi oldu. Türkiye’nin
elektrik tüketimi geçen ay, bir yıl önceki kasım ayına göre yüzde 6,5
oranında arttı! Yanlış duymadınız, tasarruf yapmadığımız gibi rekor bir
artışa da imza attık. Daha önceki kasım aylarında görülmemiş bir artış
oranı yakalandı.
Elektrik Mühendisleri Odası’na (EMO) göre bu artışın nedeni kış saatine geçilmemesi sonucu artan elektrik tüketimi. Elektrik tüketimini artıracak diğer etkenlere bakınca EMO’ya hak veriyorsunuz. Meteoroloji Genel Müdürlüğü, kasım ayının mevsim normallerinde geçtiğini teyit ediyor. Ekonomi durgun hatta çökmüş. İmalat sanayinde kapasite kullanım oranında belirgin bir artış yok, kapanan yüzlerce şirket var. Geriye bir olasılık kalıyor. AKP hükümetinin akılları zorlayan yaz saatinde diretme planı, elektrik tasarrufuna yol açmadığı gibi tersine elektrik israfına neden olmuş.
28 Ekim’de, BirGün’deki, ‘Yaz Saati Değil Siesta’ başlıklı yazımı bulup okursanız, orada, “Karanlıkta kalkarak ve çalışarak nasıl enerji tasarrufu yapacağız” diye sormuş, yaz saatinde kalma ısrarının tüketimi artırabileceğinden bahsetmiştim. Ne yazık ki haklı çıktık. Kış saatine geçmemenin neden yanlış olduğunu hatırlatalım. Türkiye’deki nüfusun büyük bir kısmı ülkenin Batı’sında yaşıyor. Bu insanlar karanlıkta kalktıkça evlerini ısıtmak için daha fazla enerji harcayacaklar, işten/okuldan eve geldiklerinde de hava yine kararmış olacağından gün ışığından faydalanamayacaklar. Bir dostumla yaptığım konuşma, bu tezin doğruluğunu kanıtladı. Çocuklarını okula göndermek için daha erken kalktığını, evlerindeki merkezi ısıtma o saatlerde etkin olmadığı için de evi elektrik sobasıyla ısıttığını söyledi. Karanlık olduğu için yanan lambalar da cabası. Elektrik tüketimi rakamları, böyle yüzlerce ev ve işyeri olduğunu doğruluyor.
Durum net ama o kadar basit değil. Bu sadece hükümetin bir hesap hatası mı yoksa bilerek yapılmış bir eylem mi? Bu sorunun yanıtını, “bu işten kim karlı çıktı” diye sorarak bulabiliriz. Bildiğiniz gibi enerji sektörü uzunca bir süredir krizde. Nedeni, abartılan elektrik talebine bağlı olarak kurulan onlarca yeni santral. Türkiye’deki halihazırda çalışır durumdaki enerji santrallarının kurulu gücü 78 bin MW. Yapımı süren, lisans almış ve başvuru aşamasındakileri de toplarsanız bir 50 bin MW’lık santral da yolda. Oysa elektrik talebi istenildiği gibi artmıyor. Santrallar kapasitelerinin çok altında çalışıyor. Özelleştirilen santralları satın alan şirketlerden, eski oyunculara kadar herkes dertli. Onları bataktan kurtarmanın tek yolu daha çok elektrik satmalarını sağlamak. Kasım ayında bu oldu. Bir önceki yılın kasım ayına göre tüketimde 1,5 milyar kilovatsaatlik bir artış sağladı. Önümüzdeki 3-4 ay boyunca da benzer tüketim rakamları karşımıza çıkabilir.
Elektrik dağıtım şirketlerinin durumu daha da beter. Elektrik satışı azaldıkça kârları düşüyor ama asıl dertleri bu da değil. Dağıtım ihalelerini almak için milyar dolarları savuran bu şirketler, dolar kurundaki fark nedeniyle bankalara borçlarını ödemekte zorlanıyor. Elektrik dağıtım ve üretim özelleştirmelerine 21 milyar dolar ödendiği (Enerji IQ) belirtiliyor. Bankaların enerji sektörüne kullandırdığı kredi miktarının da 50 milyar doları bulduğu söyleniyor. Dolar yükseldikçe bu borcun ödenmesi zorlaşıyor. Enerji sektörü çökerse bankalar da bundan nasibini alacak. Hükümet ise beklendiği gibi(!) faturayı yanlış ticari kararlar veren bu şirketlere veya bankalara değil (çoğu hükümete yakın isimler zaten) halka ve doğaya kesiyor. Tüm dünya daha az enerji tüketerek aynı işi yapmaya başlarken; biz daha çok elektrik tükettirmeye, bu tüketimi karşılamak için de nehirleri, ovaları santrallarla doldurmaya ve suyumuzu, havamızı kirletmeye çalışıyoruz.
Sektörün durumu yaz saatiyle de kurtulamayacak kadar ciddi. Yakında hepimizi gece mesaisine bile kaldırabilirler. Oy vermeye, susmaya devam ettikçe bu eziyet sürecek. Tamamen zombiye dönüşmeden önce yapılacak ilk iş, saatleri bir saat geri almak için daha kuvvetli bir kampanya yapmak. Haydi sosyal medya başına!
#SaatlerGeriAlınsın
Özgür Gürbüz tarafından kaleme alınan makale, analiz ve haberlere bu adresten ulaşabilirsiniz. Yazıları başka bir yerde yayımlamak için izin almalısınız. E-posta: ozgurgurbuzblog(at)gmail.com
Enerji sektörü kapanmalar, el değiştirmeler ve tekelleşme sorunuyla karşı karşıya
Oğuz Türkyılmaz enerji konusunu yakından takip edenlerin iyi
bildiği bir isim. Makina Mühendisleri Odası ve TMMOB'nin eski yöneticilerinden,
ağırlıkla enerji sektöründe geçen mesleki yaşamında, 43 yılı geride bırakmış,
ODTÜ mezunu bir endüstri mühendisi. Uzun yılllardır da TMMOB Makine
Mühendisleri Odası Enerji Çalışma Grubu’nun Başkanı. İstanbul’da yakaladığımız
Türkyılmaz ile kömürden, özelleştirmelere enerji sektörünün sorunlarını ve
çözüm önerilerini konuştuk.
Söyleşi: Özgür Gürbüz-BirGün/16 Aralık 2016
Son seçim ve 15 Temmuz’dan sonra enerji sektöründe de
oldukça tartışmalı gelişmeler yaşanıyor. Elektrik Piyasası Kanunu’na daha önce
Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmesine rağmen tekrar eklenen teşvik,
özelleştirilen termik santrallara çevre mevzuatından muafiyet getiriyor.
Çevreyi diledikleri gibi kirletme fırsatı tanınıyor. Ardından ucuz denilen
yerli kömür santrallarına alım garantisi verildi. Torba yasaya sıkıştırılan 80.
madde de, Bakanlar Kurulu’nun onay verdiği projelere vergi indirimleri,
bedelsiz arazi tahsisleri öngörüyor. Enerji verimliliği, nükleer enerjinin terk
edilmesi veya Uluslararası Enerji Ajansı’nın bile vurguladığı fosil yakıtlara
verilen teşviklerinin durdurulması gibi konular hükümetin gündeminde yok. Sizce
Türkiye ne yapmaya çalışıyor? Enerjide çizilmiş bir rota var mı?
Türkiye ne yapmaya çalışıyor
sorusunu, 14 yıldır iş başındaki siyasi iktidar ne yapmaya çalışıyor diye
yanıtlayayım. Siyasi iktidar, enerjide dışa bağımlılığın azaltılması ve
‘yenilenebilir enerjiyi destekleme’ söylemine karşın dışa bağımlılığın ve fosil
yakıt egemenliğinin artmasını sağladı. 2002'den bugüne, elektrik üretimi iki
kat arttı. Ancak birincil enerji arzında yerli kaynakların payı yüzde 31,6'dan
yüzde 24'e geriledi. Enerjide dışa bağımlılık oranı yüzde 76’a ulaştı. Petrol, doğalgaz
ve taş kömürü ithalatına ödenen faturalar da çok yükseldi.
Enerjide çizilen rota kamu varlığının
sona erdirilmesine yönelik. Kamu eliyle kurulan ve büyüyen petrol dağıtım
şirketi Türkiye Petrolleri Petrol Dağıtım A.Ş. (TPPD) özelleştirilirdi. Türkiye
Petrolleri’nin (TPAO) arama, sondaj, üretim faaliyetlerinin de uluslararası
şirketi (TPIC) üzerinden özel sektöre devri planlanıyor. BOTAŞ'ın depolama,
satış ve iletim olmak üzere üçe bölünmesi, depolama ve satış faaliyetlerinin de
özelleştirilmesi öngörülüyor. Elektrik dağıtımının tamamen
özelleştirilmesiyle kamu dağıtımdan tümüyle çekildi. TEDAŞ'ta kalan son deneyimli
kadrolar, özelleştirme havuzuyla başka kamu kuruluşlarına gönderildi. EÜAŞ
santrallarının çok büyük bölümünün özelleştirilmesi sonucu, elektrik
üretimindeki payı %17'e düştü. Kamu eliyle yürütülen iletim faaliyetlerinin de
piyasalaştırılmasına yönelik düzenlemeler yapılıyor. Enerji sektöründe
özelleştirilen kamu varlıklarını satın alan özel şirketlerin büyük
çoğunluğunun, bu siyasal iktidar döneminde hızla büyüyen ve ‘en fazla müsadeye
mazhar şirketler’ olduğu da gözleniyor.
Enerjide kamu varlığı hızla sona
erdirilirken, elektrik satış tarifelerinde yapılan değişikliklerle, özel
tekellerin karı artırılıyor. Büyük kömür sahaları gibi kamu varlıkları özel
tekellere altın tepsi içinde sunuluyor. Akkuyu Nükleer Santralı, TANAP gibi ticari
projeler, uluslararası anlaşma statüsüyle iç denetim mekanizmalarının dışına
çıkarılıyor. Bu tür projelere ‘stratejik yatırım’ statüsü bahşedilerek, vergi
avantajı gibi ilave destekler sağlanıyor.
İyi ama elektrik talebi hükümetin umduğu kadar artmıyor,
ekonominin yavaşlamasıyla da kısa zamanda artacak gibi görünmüyor. Sizce bir
arz fazlası sorunu var mı? Yakın zamanda iflas eden enerji şirketleri
görebilir miyiz?
Siyasi
iktidar, elektrikte yıllık yüzde 5-6 oranında talep artışları öngörüyor. Halbuki,
ülke ekonomisindeki gelişmelerle bağlantılı olarak elektrik talep artış hızı
yavaşlama eğiliminde. Bu nedenle, yüzde 5-6 oranında talep artışı üzerinden
kurgulanan hedeflerin ve bu hedeflere yönelik politikaların gözden geçirilmesi
gerek. Tam tersine, ihtiyaç olup olmadığına bakılmaksızın, yeni enerji üretim
projelerine izin veriliyor.
Enerji sorunu sadece yeni santrallar yaparak mı
çözülebilir? Tasarruf ve verimlilikle bu işi yürütmenin hiçbir şansı yok mu?
Türkiye’de
yeni santral yapımına yönelmeden önce enerjiyi daha verimli kullanmalı, mevcut
santralların verimini yükseltmeli,
enerji yoğunluğunu düşürmeliyiz. Bütün bunlara rağmen hala talep
karşılanamıyorsa, ancak o zaman yeni santrallar kurulabilir. Onda da ağırlığı
yerli ve yenilenebilir kaynaklara vermeliyiz. Bizim söylemimizde mutlaka enerji
tüketimini artıralım, santral kuralım diye bir şey yok. Enerji verimliliği
konusunda, Oda olarak çok ciddi çalışmalarımız oldu.
Çözüm önerilerinizde yerli kömür olduğu için soruyorum. Yerli kömür, enerji
verimliliği ve yenilenebilir kaynaklardan sonra devreye girecek üçüncü bir
seçenek midir?
Şöyle
söyleyeyim. Birincisi enerjiyi daha verimli kullanmak ve ciddi tasarruf
imkanlarından yararlanmak. İkincisi mevcut santrallarda bakım, onarım ve iyileştirme
çalışmaları yaparak yılda 85-139 milyar kWh ek kapasiteyi değerlendirmek.
Bunlar da yetmez diyenlere lisans almış, yatırım sürecindeki kurulu gücü 40 bin MW’ı bulan yüzlerce
projeyi hatırlatalım.
Siz proje stokunun (yapımı planlanan santrallar)
gerçekleşeceğine inanıyor musunuz? Mevcut kurulu gücü neredeyse iki katına
çıkaracak bir proje stoku var. Şirket iflasları görür müyüz?
Bunları ilk
söylediğimde köyün delisi oldum. Daha sonra sektörden de benzer sesler çıkmaya
başladı. O zamanlar 20 bin MW civarında doğalgaz santral stoku vardı. O
santrallar kurulsa gaz bulunamayacağını söylüyorduk. Şimdi sektördeki
yöneticilere kadar herkes, bu proje stokunun gerçekleşmeyeceğini söylüyor. En
son Murat Mercan söyledi, sanki kendisi Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakan Yardımcılığı
yapmamış gibi. Ölen ölür kalan sağlar bizimdir diyorlar.
EPDK sitesinde lisans almış onlarca santral var
ama?
Almışlar ama
bunların yarısına yakını çivi çakmamış. İşin özü plansızlık ancak enerjide
talep artışı sorununu da gözden kaçırmamalı. Tüm ekonomik durgunluğa rağmen
yıllık yüzde 3-4 civarında talep artışı var. Hükümetin öngördüğü 6-7 oranında
değil ama bir talep artışı var.
Doğru ama bunda hükümetin enerjiyi verimli ve
tasarruflu kullanmamak için hiç çaba sarf etmemesinin rolü olduğunu
düşünüyorum. Çok sayıda santral var, lisans almış proje stoku orada bekliyor.
Bu yüzden talep yaratmaya çalıştığını düşünüyorum.
Doğru ama
başka bir yönden bakalım. Eski Bakan Hilmi Güler bu konuyla daha ilgiliydi. Ne
oldu sonra? Cumhuriyet’in temel kurumlarından biri olan Elektrik İşleri Etüt
İdaresi bir gecede kapatıldı. Yerine Yenilenebilir Enerji Genel Müdürlüğü kuruldu
ve enerji verimliliği ile ilgili bölüm bir şube müdürlüğü kertesine indirildi.
Bu, enerji verimliliği alanına ilginin azaldığını gösteriyor. Bugünkü enerji
yönetiminin enerji verimliliği konusunda samimi, tutarlı bir politika
izlediğinden kuşkuluyum. Başka saikler de var. Türkiye bir AVM çılgınlığı
yaşıyor. Büyük kentlerdeki çok sayıda AVM'nin yanı sıra, Anadolu’nun her
kentinde bir ya da iki AVM var. Ticaret sektöründeki elektrik tüketiminin
artışı oldukça manidar. Tasarruf imkanları tam anlamıyla kullanılsa yeni
santral ihtiyacı daha az olacak ama yapılmıyor; bu bir gerçek. Yenilenebilir
kaynakların desteklendiğine ilişkin ifadeler de söylem düzeyinde. Çok sayıda
yenilenebilir enerji kaynağı Yenilenebilir Enerji Kaynakları Destekleme
Mekanizması’ndan (YEKDEM) yararlanmak için başvurdu, Enerji yönetimi, YEKDEM desteklerinin
yük oluşturduğuna karar verdi ve daha az cazip hale getirmek için yeni
düzenlemeler öngördü. Öte yandan, YEKDEM ile yenilenebilir enerjiye dayalı
küçük tesislerin desteklenmesi gerekirken, bazı sermaye grupların yüzlerce megavat
gücündeki santrallarına destek verildi.
Dünyada teşvik alan küçük santrallar değil mi?
Bizim Karadeniz’de onlardan bile ağzımız yandı. Burada büyük hidroelektrik
santrallara destek mi söz konusu?
Doğrudur.
Hükümetin YEKDEM’in yükünün arttığından şikayet
edip, kömür santrallarına teşvik vermesi bir çelişki mi?
Orada ikili
bir durum var. Yerli kömüre destekten önce mevcut 7.480 MW kurulu güçle 2016
Ekim sonunda elektrik üretiminde payı yüzde 17'ye ulaşan, lisans alan 8.791MW
santralın da, devreye girmesi halinde, elektrik üretiminde payı yüzde 40'lara
dayanabilecek ithal kömürü durdurmak gerek. İktidar temsilcilerinin şimdilerde
ithal kömüre görünürde karşı çıkan sözleri var. Bu iş meydan konuşmalarıyla
olmuyor. Yeni ithal kömür santral projelerine izin
verilmemeli, lisans almış olan projelerden yükümlülüklerini yerine getirmeyenlerin
lisansları iptal edilmeli. Yerli
kömür ise şöyle. Kategorik olarak yerli kömür hiçbir şekilde desteklenmesin
demiyorum. Tekil santralların fizibilitesi önemli değil. Önemli olan kömür
santrallarının bütününün toplum yararına olup olmadığına bakmak. Eğer şehrin
merkezine değil ücra bir köşeye, niteliksiz bir araziye kuracaksanız, çevreye
verilen zararı asgariye indirip, zarar vereni koruyacak değil cezalandıracak
yasalar çıkarırsanız, toplumsal kalkınma projesi olarak görürseniz,
değerlendirilebilir. Mevcut ve yatırım sürecindeki
kömür yakıtlı santrallara, yasal hilelerle; ‘çevreyi kirletme ve kirletmeye
devam etme hakkı’ kesinlikle tanınmamalı. Bu yaptırımlar yeni projeler için de
zorunlu olmalı.
Bir dönem HES’ler öne çıkmıştı şimdi
ise tüm düzenlemeler, teşvikler kömür için çıkarılıyor. İklim değişikliği,
yerelde termik santralların yarattığı sorunlar göz ardı ediliyor. Kömüre dayalı
bir politika enerjideki sorunları çözmeye yeter mi?
Salt kömüre dayalı bir politika
enerjideki sorunları çözmeye yetmeyeceği gibi, kömürü yok sayan bir politika da
sorunları çözemez. İklim değişikliğinde
önemli rolü olan fosil yakıtların, enerji arzındaki payının azaltılması
konusunda uluslararası ölçekte bir görüş birliğine doğru adımlar atılmakla
birlikte, sağlandığı öne sürülen mutabakatların uygulanabilirliği ve
sürekliliği tartışmalı. Birçok gelişmiş ülke, halen elektrik üretiminin kayda
değer bir bölümünü kömüre dayalı santrallarla karşılıyor. Başta Çin ve
Hindistan olmak üzere birçok ülke yeni santrallar inşa ediyor. Türkiye, enerji
arzında ve elektrik üretimi içinde yenilenebilir enerji kaynaklarının payını
hızla arttırmakla yükümlü. Bununla birlikte, dışa bağımlılığı azaltmak ve
ithalat faturalarını düşürmek için, ithal kömür santralları furyasını durdurup;
bir süre daha, toplum yararının sağlanması kaydıyla, yerli fosil kaynaklardan
yararlanma alternatifi düşünülebilir.
Kömür için kıstaslar koyuyorsunuz. Tarım arazisi
olmayan, uygun koşullarda, denetimli kömür santralı kurulabilir diyorsunuz.
Böyle bir yer var mı Türkiye’de? Tarımla ilgilenen TEMA’nın Karapınar’a itirazı
var örneğin?
TEMA alanında
ciddi çalışmalar yapan bir kuruluş ama Karapınar’la ilgili raporlarının su
bölümü yeniden çalışılmalı. O projenin başka riskleri var. Su tablası meselesi
var. Aynı bölgede, Ilgın’da bir özel şirket yıllardır uğraşıyor ama adım
atamadı. Kömür madeninin altında bir su akiferi olduğu söyleniyor. Altında su
kütlesi olan bir kömür madenini kolay kolay işletemezsiniz. Bunlar ciddi
mühendislik çalışması gerektiren işler. Bir de bunların kümülatif etkisine
bakmak gerek. Bakın, Çatalağzı’nda mevcut 300 MW güçte bir taşkömürü santrali,1
390 MW güçte üç ithal kömür santrali var. 1400 MW güçte ithal kömür santralı da,
devreye girme aşamasında. Bunların kümülatif etkisi ne olacak? Sadece ÇED
değil, toplumsal etki değerlendirmesi olmalı diyoruz. Türk Tabipleri Birliği ‘sağlık etki değerlendirmesi’ de olmalı
diyor. Makul bir öneri.
Benim bir
eleştirim de sahaları toptan Ahmet’e, Mehmet’e verelim deyip baştan savmak.
Türkiye’de rezerv ve kaynak farkı da bilinmiyor. Bunlar rezerv değil kaynak.
Yeterli sayıda yapılmayan sondajların bulgularına göre rezerv rakamları tahmin
ediyorlar ve ondan sonra ‘mutlu günler edebiyatı’ yapıyorlar. Siz planlama yapmadan,
belirli bölgelerde yoğunlaşan santralların kümülatif çevresel ve toplumsal
etkilerini değerlendirmeden karar verirseniz bu iş olmaz. Gerek yerli, gerek
ithal kömür. Türkiye’de bu anlayış ne yazık ki yok.
Çanakkale’de çok sayıda termik santral projesi
var, biraz önce tarımdan söz ettik ki Çanakkale bu anlamda çok önemli bir yer. Söylediğiniz
kıstaslar hakkaniyetle uygulansa belki de bütün termik santral projelerinin
iptal edilmesi gerekir.
Doğru.
Bunu bildikleri için mi bu yöntemi uygulamak
istemiyorlar? Birçok yerde termik santral yapmak çok zorlaşır böyle olursa.
Sorun şu.
İthal kömür santrallarını sahile kurmanız gerekiyor, kömür denizden gelecek.
Nereye kurulmak isteniyor? Zonguldak-Amasra bölgesi, Çanakkale-Karabiga arası,
İzmir-Aliağa arası ve Adana bölgesi. İthal kömür santrallarına zaten karşı
çıkıyorum. Termik santrala, kömüre karşı çıkarken kategorik karşı çıkışlar
yerine daha ciddi bilimsel analizler yapmalıyız. Olabilir derken, olsun
anlamında demiyorum, çevresel, toplumsal etki değerlendirmesini yapıp, pozitif
bir sonuç çıkarsa o zaman ilerleyelim. Bir de bunların fizibilitesini yaparken
şunları göz ardı etmeyelim. Dolar 3,50’nin üzerinde, kredi kuruluşlarının
verdiği notlar ortada.
Sadece MMO değil EMO da zaman zaman benzer bir
görüşü dillendiriyor. Yerli kömür olduğunda meslek odaları birçok kriter öne
sürüyor. Ancak bunlar olursa yerli kömüre evet diyorsunuz ama özellikle iklim
değişikliğini göz önüne aldığınızda kömür santralları zaten bu kıstasları
karşılamayacakmış gibi geliyor.
Akşamdan
sabaha olmaz. İklim değişikliği konusunda en tutarlı politikaları sürdüren
ülkelerde bile kömür santrallarının kapatılacağını düşünüyor musunuz?
Hepsi kapatılmadı ama yeni santral kurmadıklarını görüyoruz.
Bunlar çok
konjonktürel durumlar. Gelin, ülkenin kaynakları açısından en uygun enerji
politikasını konuşalım. A veya B ülkesinde bugün olan bir olayı mutlaklaştırıp
onun üzerinden gitmeyelim.
Kömüre açık bir kapı bırakmanız mesleki temelinize dayanarak
kullandığınız politik bir söylem mi yoksa bir oluru olduğunu düşünüyor musunuz?
Doğalgazın
payını azaltırken geçiş döneminde kullanılacak bir kaynaktan bahsediyorum. Daha
sonra doğalgazın ve kömürün payını yenilenebilir enerjiye kaydırmaktan
bahsediyorum. Doğru bir politika izlense hem mevcut kaynaklar daha iyi
kullanılır. Hem çevreye zarar en aza iner. Ben zararsızdır demiyorum.
Başka bir konuya geçelim o halde. İş güneş ve rüzgâra
gelince çok istekli görünmeyen hükümet nükleer enerji konusunda yüksek
maliyete, kaza ve nükleer atık sorunlarına rağmen pek istekli. Türkiye’nin
nükleer santrallara ihtiyacı var mı?
Türkiye'nin mevcut santrallarına ek
olarak 40 bin MW 'dan fazla kurulu güçte çok sayıda santral projesinin yatırım
sürecinde olduğunu biraz önce de belirtmiştim. Mevcut santralların tam
kapasitede çalıştırılmaları halinde, yılda 85-139 milyar kilovatsaat (kWs)
ilave arz imkanı da var. Türkiye’nin değerlendirmeyi bekleyen yerli linyit
ve yenilenebilir enerji kaynaklarından elde edebileceği ek üretim miktarı 727
milyar kWs. Bütün bu potansiyele enerji verimliliğinden sağlanacak yüzde 25
oranındaki ek kapasite de eklenmeli. Sonuçta, mevcut santralların
değerlendirilebilecek ilave üretim potansiyeli, yatırım aşamasındaki
santralların yaratacağı yeni arz imkanları ve enerji verimliliği
uygulamalarının yaygınlaşmasıyla tüketim artış hızındaki düşüş birlikte
değerlendirildiğinde, ihtiyacı fazlasıyla karşılayacak enerji üretim
potansiyeli mevcut. Bu şartlarda nükleer santrallara ihtiyaç yok.
Türkiye’nin en çok elektrik tükettiği tarihler hep yaz
ayları, klima kullanımının yüksek olduğu zamanlar. Dışarıdan ithal enerji alıp,
bunu klimalara harcayan bir ülkenin elektrik tüketimi rekoru kırdık diye
sevinmesi normal mi?
Elbette değil. Bu AVM'lerle,
reklamlarla körüklenen tüketim çılgınlığının başka bir tezahürü. Toplumlar,
bireylerinin yeni bilimsel buluşlarıyla, sanatsal, kültürel ve sportif
başarılarıyla sevinir. Enerji alanında da, enerji verimliliği uygulamalarının
yaygınlaşmasından, enerji yoğunluğunun düşürülmesinden, daha çok enerji
ekipmanının yurt içinde üretilmesinden, fosil yakıt kullanımın azaltılmasından,
üretilen enerji içinde yenilenebilir enerji kaynaklarının payının artmasından,
çevreye verilen zararın azaltılmasından, enerjiye sürekli, sürdürülebilir ve
düşük maliyetle ulaşılmasından sevinç duyabiliriz.
Güneş de bile, Karapınar örneği gibi, hükümetin büyük
santrallara, büyük şirketlere öncelik tanıdığı görülüyor. Ne zaman bir kişi
çatısına panel koymak istese, kooperatif kurmak istese sorunlar çıkıyor. Bütün
oyun büyük şirketler için mi hazırlanıyor?
Söylediğiniz
doğru. Kamu sektörü kötüdür diye gürültü kopardılar piyasa özel sektöre terk
edildi. Dağıtım şirketlerinin sahiplerine bakın. Aynı şirketlerin perakende,
toptan satış şirketleri, üretim şirketleri var. Üretim şirketleri kendi
ürettiği elektriği kendi dağıtım şirketlerine satmak isterken bunun pazar
payını şu veya bu sebeple azaltacak bireysel üretimleri engellemek için envayi
çeşit oyun oynayabilir. Mesele tekelleşme meselesi. İki grup bugün Türkiye’de
dağıtım sektörünün yüzde 50’sini temsil ediyor. Kamu tekeli kötüydü, iki grubun
yüzde 50’yi kontrol etmesi iyi bir şey mi? Üretimde de ilginç bir politika var.
Bir yandan mevcut santrallar özelleştiriliyor öte yandan da satılanlardan daha
büyük güce sahip yeni santrallara kamu dahil oluyor.
MMO, enerji politikalarındaki yanlışları sık sık dile
getiriyor. Peki, çözüm önerileriniz var mı? Türkiye’nin enerji politikası nasıl
olmalı?
Şöyle özetleyebilirim. Elektrik ihtiyacını karşılamada bugüne kadar
akla ilk gelen yol olan çok sayıda yeni elektrik tesisi kurmak yöntemi yerine;
öncelikle, arz tarafında, yıllardır özelleştirilecekleri gerekçesiyle herhangi
bir yenileme yapılmaksızın çalıştırılarak özel sektöre devredilen, yeni
sahipleri özel şirketler tarafından da bu açıdan ihmal edilen mevcut
santrallarda; ciddi bakım, onarım, rehabilitasyon çalışmaları yaparak santral
verimlerini ve üretimlerini arttırma, çevresel sorunları azaltma çalışmalarının
hızlı bir şekilde yapılması, enerji iletim hatlarında gerekli yeni hatları
tesis etme ve mevcut iletim şebekesinde yenileme/iyileştirme yatırımlarının
yapılması gerekmektedir. Talep tarafında da, talebi yöneterek, enerjiyi daha
verimli kullanıp, sağlanan tasarrufla yeni tesis ihtiyacını azaltma politika ve
uygulamaların hayata geçirilmesi sağlanmalı.
Tüm
yatırımlarda olduğu gibi, enerji yatırımlarında da toplum yararına öncelik
verilmeli, topluma ve çevreye olumsuz etkiler asgari düzeyde tutulmalı. Enerji
planlamasında söz sahibi olacak bir ‘Ulusal Enerji Platformu” kurulmalı. Yerel
yönetimler de önce kendi, daha sonra da kentin ve kentlilerin enerji ihtiyacını
karşılamak için enerji sektöründe daha etkin olmalı.
Odamız yıllardır düzenlediği
etkinliklerde, hazırladığı raporlarla enerji sektörüne yönelik
değerlendirmeleri toplumun bilgisine sunuyor. Bu çalışmalar Enerji Bakanlığı
yöneticilerine de ulaştırılıyor. Odamızın raporlarını önceki iki bakana, Hilmi
Güler ve Taner Yıldız'a ve halen Müsteşar olan Fatih Dönmez'e bizzat verdim. Enerji
politikası konusunda kapsamlı önerilerimizi içeren çalışmalarımıza odamızın
internet sitesinden ulaşmak mümkün. Bazı yöneticilerin istisnai davranışları
haricinde, ETKB ve EPDK yönetimi, genellikle Odamızın, EMO'nun, TMMOB'nin
söylediklerini dinlemeye, anlamaya ihtiyaç duymadan ön yargıyla yaklaşıyor.
Biz, 110 bine ulaşan üyesiyle, ciddi birikimiyle, enerji yönetiminin enerji
politikaları konusunda çalışmalarına katılmaya hakkımız olduğu düşüncesindeyiz.
Bakanlığın ve enerjiyle ilgili tüm kurum ve kuruluşların, çalışmalara katılım
çağrılarını bekliyoruz. Dinlemeyi bilenlere söyleyecek sözümüz var.
Nükleer enerjinin geleceği karanlık
Özgür Gürbüz/Aralık 2016*
Foto: UAEA Susanna Loof, Fukuşima. |
UAEA’nın, bu yılın Eylül ayında yayımlanan 2050 yılına
dek Enerji, Elektrik ve Nükleer Enerji tahminleri adlı raporu**, nükleer
enerjinin geleceği hakkında önemli ipuçları veriyor. 2050’ye kadar uzanan
projeksiyonlara göre nükleer santrallerin küresel elektrik üretimindeki payı en
iyimser tahminler hesaba katılsa bile azalacak. 1996 yılındaki zirve noktasında
nükleerin küresel elektrik üretimindeki payı yüzde 17,6’ydı. Bugün ise dünyada
üretilen elektriğin yüzde 11,2’si nükleer santrallerden sağlanıyor***. UAEA’nın
2050 için yaptığı en iyi tahmin bile bu oranın yüzde 10’unu geçemeyeceğini
söylüyor. Kötü senaryoda ise nükleerin dünyadaki elektrik üretimine yapacağı
katkının yüzde 4,7’ye kadar gerileyeceğini söylüyor. Kötü senaryo çöküşten, iyi
senaryo ise gerilemeden bahsediyor. Bu tabloya bakarak bir gelecekten söz
edilebilir mi? Elbette edilemez.
Nükleer enerjinin fanatik savunucuları, bu verileri laf
cambazlığıyla görmezden gelmeye devam ediyor. Dünya elektrik üretimindeki artış
nedeniyle nükleerin elektrik üretimindeki payının azalmasını normal göstermeye
çalışıyorlar. Halbuki, bu tez doğru olsaydı, diğer enerji kaynaklarının
paylarının da düşmesi gerekirdi; durum hiç de öyle değil. Payda büyürken
nükleer enerjinin payının düşmesi tercihlerle ilgili. Uluslararası Enerji
Ajansı’nın verileriyle hazırlanan aşağıdaki grafiklerde de görebileceğiniz
gibi, 1973 yılında dünya elektrik üretiminin yüzde 38’i kömürden sağlanıyordu
2014’te ise yüzde 40’ı. Elektrik talebi ve üretimi artmasına rağmen doğalgazın
payı nükleer gibi azalmadı aksine yüzde 12’den 21’e çıktı. 1973’te neredeyse
elektrik üretiminde payı sıfıra yakın olan jeotermal, rüzgar ve güneş gibi
kaynaklar 2014’te küresel elektrik üretiminin yüzde 6,3’ünü karşılamaya
başladı; payları hızla artmaya da devam ediyor****. Bu işin elektrik üretiminin
artmasıyla bir ilişkisi olmadığı çok açık, nükleer enerji fanatikliği bu kaynağın
yaşadığı sorunları görmezden gelmeye çalışıyor ama güneş balçıkla sıvanmıyor.
Nükleer enerji söylendiği gibi güvenli, ucuz ve sorunsuz
olsaydı en azından 1996’daki payını korur, yerini doğalgaz ve yenilenebilir
enerji gibi kaynaklara bırakmazdı. Elektrik üretimindeki payı yüzde 3’lerden
17’lere çıkıp, yüzde 11’lere gerilemiş bir kaynaktan bahsediyoruz. Nükleer
enerjinin “nazik promosyonu” için var olan UAEA bile, bu payın gerileyeceğinde
hem fikir. Hatta enerji sektörüne girdiği ilk yıllardaki oranlara kadar
gerileme olasılığının olduğunu da inkar etmiyor.
Dünyada nükleer enerji konusunda gerçekleri görmeyi
engelleyen bir yanılsama da yeni inşaatlarla ilgili. Yeni yapılan nükleer
reaktörlerle ilgili haberler, medya ve nükleer endüstri arasındaki “ilginç
çekicilik” nedeniyle çoğu zaman arıza yapan, maliyetler nedeniyle sorun yaşayan
reaktör haberlerinin önüne geçiyor. Dünyada herkes, onlarca nükleer santral
yapıyormuş hissi doğuruyor. Aslında durum nükleer endüstri için oldukça net.
Dünyada çalışabilir durumdaki reaktör sayısı 450 (Japonya’da Fukuşima’dan beri
çalışmayan 40 reaktörü bu rakamdan düşersek 410). Bunların hemen hemen hepsinin
tasarım ömrü 40 yıl. 450 reaktörden 92’si çoktan tasarım ömrünü doldurdu ve
uzatmaları oynuyor. 30 yaş ve üzerindeki reaktör sayısı da 305. 10 yaşın
altındaki reaktör sayısı da 46 ve büyük çoğunluğu enerji açlığını her tür
enerjiyle doyurmaya çalışmaktan başka çaresi olmayan Çin’de yer alıyor.
Görüldüğü gibi, gazeteleri süsleyen yeni nükleer reaktör haberleri yaşlanan
filoyu yenilemeye yetmekten bile uzak. 40 yaşını geçmiş nükleer reaktörlerin ek
izinlerle çalıştırılması ciddi ekonomi kazanç sağladığı için tercih edilse
riskleri artırıyor ve bir pansuman tedbirden öteye gidemiyor.
Türkiye’de nükleer enerji
Türkiye’de nükleer santral kurmak için ciddi bir istek
olduğu muhakkak. Mevcut iktidarın nükleer santral planlarını 2004 yılında
açıkladığını biliyoruz. Aradan geçen 12 yıla rağmen, bolca söylenti ve
Akkuyu’da geleceği meçhul bir projeden başka bir şey yok. Rüzgara karşı yol
almanın faturası şimdiden zaman ve para kaybına yol açtı. Fukuşima kazasının
ardından nükleerden çıkış kararı alan birçok ülkenin aksine Türkiye’nin nükleer
enerjide ısrar etmesine anlam vermek gerçekten zor. Bunun bir nedeni Rusya ile
yapılan anlaşmanın sonlandırılması halinde Türkiye’nin tazminat ödeyeceği korkusu
olabilir. Şu ana kadar Mersin Akkuyu’da dişe dokunur bir inşaat faaliyeti
olmadığını düşünürsek bu miktarın ciddi bir rakama ulaştığını söylemek çok.
Fakat, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, Rusya oraya 3 milyar dolarlık bir yatırım
yaptı sözü kafaları karıştırıyor. Nükleer sürecin şeffaf yürümemesi nedeniyle
söz konusu 3 milyar doların nereye gittiğine dair şirketten veya hükümetten
tatmin edici bir açıklama gelmedi. Bu garip 3 milyar dolar hikayesi ısrarın bir
nedeni olabilir. Tazminat meselesi kulağa korkutucu gelse de, Türkiye bu
beladan hâlâ bedel ödemeden veya az bir bedelle kurtulabilir. Bin tane açığı
olan ÇED raporunun dava sürecinden çıkacak bir iptal kararı, Türkiye’nin elini
oldukça rahatlatır. Nükleer tehlikeyi durdurmak için bunun gibi birçok yol var.
İkinci neden ise Rusya’nın ısrarı gibi görünüyor.
Türkiye’yi turizm, ticaret ve doğalgazla kıskaca alan Rusya, bu çok karlı
anlaşmadan kolay kolay vazgeçmeyecek. Yapılan anlaşma, 15 yıl süren bir alım
garantisi de içeriyor. Bu 15 yıl boyunca üretilen elektriğin büyük bir bölümü
TETAŞ tarafından kilovatsaati 12,35 dolar sentten satın alınacak. Şu anda
elektriğin piyasa fiyatı 5 dolar sent civarında. Piyasa fiyatının iki buçuk
katına elektrik satacağını bilen Rusya elbette projeden vazgeçmek istemeyecek.
Belki de yine bu yüzden, Akkuyu’da Rusya’nın yüzde 49 hissesini satması
(anlaşma gereği çoğunluk hisse hep Rus devlet şirketinde kalmak zorunda)
isteniyor. Tanıdık isimlere tabii. Cengiz Holding, Kolin ve Kalyon İnşaat gibi
firmaların adı geçiyor. Onlar da böylesine kârlı bir anlaşmadan pay almak
isteyecekler ancak günümüzün ekonomik koşullarında hisseleri almak için gereken
10-12 milyar doları bulmaları zor.
Türkiye’nin elektrik üretmek için onlarca farklı, ucuz ve
temiz seçeneğe sahip olduğunu herkes biliyor. Enerji Bakanlığı’nın kabul ettiği
güneş enerjisi potansiyeli yılda 380 milyar kilovatsaati buluyor. Türkiye’nin
mevcut elektrik ihtiyacının 260 milyar kilovatsaat olduğunu hatırlatalım. Güneş
seçeneklerden sadece bir tanesi. DPT raporlarında enerji verimliliği ve
tasarrufu potansiyelinin %20-25 arasında olduğu da açık açık yazıyor. Lafı
uzatmadan söylersek, enerji verimliliği, rüzgar, jeotermal ve biyokütle gibi
kaynaklar Türkiye’yi yaklaşan temiz enerji çağında çok avantajlı bir ülke
yapabilir. Gelecekten bahsediyorsak, akıllı kentlerden, güneş enerjisinden,
elektrikli araçlardan, verimli motorlardan bahsetmeliyiz. Geçmişin enerji
kaynağında ısrar etmenin Türkiye’ye bir yararı yok. Nükleer enerji konusunda
inatçı değil akılcı politikalara ihtiyaç var.
* Bu yazının ilk hali Aralık 2016 tarihinde Fizik Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi'nin e bülteninde, genişletilmiş hali ise Ocak 2017'de Yeşil Ekonomi'de yayımlanmıştır.
** IAEA, Energy, Electricity and Nuclear Power Estimates for the Period up to 2050, 2016 Edition.
*** The World Nuclear Industry Status Report 2016.
**** IEA, Key World Energy Statistics, 2016.
** IAEA, Energy, Electricity and Nuclear Power Estimates for the Period up to 2050, 2016 Edition.
*** The World Nuclear Industry Status Report 2016.
**** IEA, Key World Energy Statistics, 2016.
Tohumuna sahip çık
Özgür Gürbüz-BirGün/9 Aralık 2016
“Bozdurduğun
doları yarın tekrar alabilirsin ancak kaybettiğin tohumu bir daha bulamazsın”. Bir
Kızılderili olsaydım ve Türkiye’de yaşasaydım bugün söyleyeceğim söz herhalde bu
olurdu. İleride sosyal medyada yakışıklı bir fotoğrafımla paylaşan çıkar mı
bilemiyorum ama tohumumuza sahip çıkamazsak durumun fena olduğunu söylemeliyim.
Nedeni de hükümetin, 2018’den itibaren tüm tohumların sertifikalı olacağı yönünde yaptığı açıklamalar.
Önce Hükümet
Sözcüsü Numan Kurtuluş, ardından Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanı Faruk Çelik,
2018’den itibaren sertifikalı tohum kullanmanın zorunlu olacağını duyurdu.
“Özel sektörle birlikte sertifikalı tohum temini için 2017 yılında çalışmalar
yoğunlaştırılacaktır” diyen Çelik’i ilk tebrik eden de özel sektör oldu.
Türkiye Tohumcular Birliği (TÜRKTOB) Başkanı Yıldıray Gençer bu kararı ‘milat’ ilan etti ve “Hububat başta
olmak üzere bitkisel üretim şaha kalkacak. 1 milyon ton olan sertifikalı tohum
üretimi kısa sürede iki katına çıkacak, kayıt dışı üretim ve kullanım sona
erecek. Türk çiftçisi, Türk tarımı ve Türk ekonomisi kazanacak” dedi.
Gençer’in ‘Türk çiftçisi’nden kastı dev arazilere
sahip birkaç şirket. ‘Türk tarımı’
diyerek pazarlamaya çalıştığı ise aslında Tohumcular Birliği ve üyeleri. ‘Türk ekonomisi’ de bu ürünleri büyük
marketlere pazarlayan tedarik zinciri olmalı. Birkaç dönümlük arazisine tohum
ekip, ailesini geçindirmeye çalışan geleneksel çiftçilerin elbette bu işten bir
kazancı olmayacak. Anasından babasından kalmış atalık/yerel tohumu korumaya
çalışan, bununla ürettiklerini aracısız büyük kentlere getirmenin yolunu arayan
küçük/yeni çiftçiler de bu düzenlemeyle suçlu muamelesi görecek. Bu işten karlı
çıkacaklar belli. Sertifikalı tohumların sertifikasını elinde tutan dev şirketler
ve onların Türkiye’deki ortakları.
Bildiğiniz
gibi bir ay önce adını GDO ile duyurmuş Monsanto’yu Bayer satın almış, böylece dünya tohum ve tarım ilacı üretiminin
dörtte biri tek bir şirketin kontrolüne geçmişti. Sertifikalı tohumları satın
almaya mecbur bırakılan çiftçi bir süre sonra Bayer gibi birkaç şirketin
ürettiği tohumlar arasında seçim yapmaya zorlanacak. Atalık dediğimiz yerel
tohumlar ekilemediği için zamanla yok olacak. Hem biyoçeşitlilik büyük bir
kayba uğrayacak hem de tekelleşmenin önü açılacak. Tekelleşme deyince sadece
tohumdan da bahsetmiyoruz. Tohum
üretimini tekellerine alan şirketler, büyük olasılıkla sizi GDO’lu tohumlara da
mecbur bırakacak çünkü ortada başka üretici kalmayacak. Daha sonra genetiğiyle
oynanmış bu tohumlara göre tasarlanmış ilaçlardan, gübrelerden, böcek
öldürücülerinden almak zorunda kalacaksınız. Hem doğa hem biz hasta olacağız. Bizleri
aç kalmakla tehdit edip, ne ekip nasıl büyüteceğimizi bir merkezden kontrol
edecekler. Bayer’in hem tohum hem de tarım ilaçları alanında çalışması bir tesadüf
değil.
Birleşmiş
Milletler’in rakamları dünyada 1 milyar 400 milyon insanın günlük gelirinin 1,25 dolardan az olduğunu gösteriyor.
Bu insanların hayatta kalabilmelerinin tek nedeni, yaşadıkları yerlerde tarım
yapabiliyor olmaları. Sizce günde 5 lira
kazanan bir insan sertifikalı bir tohum alıp, onu ekerek hayatta kalabilir mi?
Tarım sektörünü tekellerine alarak zenginliklerine zenginlik katmak isteyen bu
şirketlerin, milyonlarca insanın aç kalmasıyla ilgilenmedikleri de ortada. Halbuki
tüm bunları dünyadaki açlığı önlemek için yaptıklarını söyleyip dururlar.
Dünyada 157
milyon çiftlik var. Bunların yüzde 72’si bir hektardan az bir alanı ekip biçen
küçük çiftlikler. Ekilebilir toprağın sadece yüzde 8’i bu küçük çiftliklerin
elinde. Madalyonun diğer tarafında ise 50 hektar ve üzerindeki arazileri
kontrol eden büyük çiftlikler var. Dünyadaki ekilebilir arazilerin yüzde 65’i
onların elinde. Süpermarket ve dev marketlerde gördüğünüz ürünlerin yüzde 45’e
yakını onların kontrolünde. Orta büyüklükteki çiftlikleri de hesaba katarsak 5
milyar 600 milyon tüketicinin gıdasının yüzde
80’inini büyük şirketler kontrol ediyor diyebiliriz. Tohumları da kontrol
ederek zincirin tamamına sahip olmaya çalışıyorlar. Sertifika ve GDO’nun
arkasındaki niyet aslında bu.
İşte bu yüzden
tohumumuza sahip çıkmamız gerek. Bu yasal düzenlemeyi hazırlayan siyasi
partilere sokakta, sandıkta hayır demek bu işin önemli bir parçası. Köprü, yol,
hamaset uğruna canınızdan olmayın. Komşunuza, dostunuza, sosyal medyadaki
takipçilerinize gıdamıza kadar her şeye el koymak için bu düzenlemenin
yapıldığını anlatmak da yapabilecekleriniz arasında. Alışverişinizi de bütçeniz
elverdiğince, dayanışma kooperatiflerinden, tüketicinin kendisinden, yerel
pazarlardan yapabilirseniz oyunu bozabiliriz. Unutmayın, tohum oyununu bozmak
bizim elimizde. Yoksa yakında bize ne yedirdiklerini bile bilemeyeceğiz.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)