Her yer terörist her yer gerilla

Özgür Gürbüz-BirGün/22 Mart 2015

BirGün gazetesinden
Tokat’ın Zile ilçesinde HES istemeyen köylüler şirketi protesto etmek istemiş, jandarmanın gazı ve plastik mermileriyle karşılaşmıştı. Ardından Adalet ve Kalkınma Partisi Zile Belediye Başkanı Lütfi Vidinel sahneye çıktı. “Zile halkı terörizme asla geçit vermeyecektir. Yaptıklarının hesabını vereceklerdir” diye gürledi. İki binden fazla doğa dostunu terörist ilan etti. Belediye Başkanı Vidinel’in demeci alanında ilk değil. Hükümet kanadından, şirket patronlarından zaman zaman benzer çıkışlar geliyor. Hakkını arayan işçiyi, tacizi kınayan kadını, ağacını kollayan çevreciyi terörist, dış mihrak görüyor bu zihniyet. Onlar için Türkiye’de yaşamak zulüm olmalı. Bugün ben de ‘o kafayla’ Türkiye’ye bakmaya çalıştım. Öyle bakınca, memlekette her yer terörist, her yer gerilla!

Sabah gazeteyi açıyorsun, naylon çadırda yanarak ölen işçi arkadaşlarının hakkını arayan işçiler görüyorsun. Madenci tekmeleyerek görevini yapan kamu görevlisinden şikayetçi olanları okuyorsun. Gazeteler utanmadan o işçi, gazeteci kılıklı ‘teröristlerin’ fotoğraflarını basmış. Yediğin peynir ekmek boğazından gitmiyor. Memleket kimlere kalmış!

Alıyorsun çocuğunu okula götürüyorsun. Bir bakıyorsun sınıflar bomboş. ‘Çocuk teröristler’ okullardaki eğitim laik değil diye boykot kararı almış. Damarlarında ‘terör’ kanı dolaşan bazı öğretmenler de onlara katılmış. Halbuki o gün, zorunlu din dersinde Alevi, dinsiz, Hristiyan demeden topluca namaz kılınacaktı. İnandığın tanrı Türkçe dua okusan anlamazmış gibi, Arapça dualardan en az ikisi ezberletilecekti. Vakit kalırsa bilimin insanı nasıl zehirlediği anlatılacaktı. Nasıl da baltalıyor teröristler eğitimi?

Kan ter içinde kalıyorsun, başın dönüyor. Soluğu hastanede alıyorsun. Hükümet sağ olsun her yer özel hastane. Giriyorsun bir tanesine, girer girmez kredi kartından katkı payını kesiyorlar. Temassız! Sen doktoru görmeden, hastane senin banka hesabını görüyor. Tansiyon diye girdiğin yerden tomografiyle çıkıyorsun. İçin rahat değil, bir de devlette baktırayım diyorsun ama hastanede manzara korkunç. ‘Terörist doktorlar’ greve çıkmış hasta bakmıyor. Neymiş, ‘çalışma koşulları düzeltilecekmiş, beş dakikada bir hasta bakmayacaklarmış’. Simitçi bir dakikada kaç simit satıyor; haberin var mı doktor? Ne var beş dakikada bir hasta baksan? Terörist bunlar hem de okumuş terörist!

Bu teröristler yüzünden insanın aklına memleketi terk etmek geliyor. Avrupa ve Amerika’ya gidilmez tabi. Bu teröristlerin kökü orası. Faiz Lobisi, Gezi Lobisi ne ararsan hepsi yine o ülkelerde. Ahlaksızlık desen diz boyu. Bir dost ülke bulmalı. Müslüman dışında kimsenin ahlakı tam olmayacağından o ülke aynı zamanda Müslümanlardan oluşmalı. Suriye, Irak ve Tunus olmaz. Orada ‘Müslüman aktivist’ IŞİD’çiler yüzünden durum biraz nahoş. Mısır ve Libya bizi istemez, İran gibi Şii ülkeler zaten bizi bozar. Suudi Arabistan ve Ürdün, Erdoğan’ın Müslüman Kardeşler desteği nedeniyle bize bozuk. Afrika’da dost var ama orada ticaret ve eğitim paralelcilerden soruluyor. Galiba en iyisi evde kalmak zaten hava da karardı. Tam eve gideceksin ama cadde kalabalıklaşıyor. Gecenin bir saatinde kadınlar sokağa çıkmış, “Gelsin baba, gelsin koca, gelsin devlet; inadına isyan” diye bağırıyorlar. Yanlarında bir erkek bile yok. Bir ‘bayan teröristler’ eksikti memlekette. Onlar da geceleri kuşatmış!

Bayan teröristlerden kurtulup akşam eve kendini zor atıyorsun. Teröristlere  ‘tövbe ettirmek’ lazım. Kaba kuvvetle olacak iş değil, iman gücüne ihtiyaç var. Neyse ki dış mihrak teknolojisiyle yapılmış cep telefonun var. Açıyorsun interneti, giriyorsun Google’a. Çevrecisinden, feministine, işçisinden komünistine tüm teröristleri haklayacak bir kutsal söz, varsa ayet bakıyorsun. Sonra terör yuvası, gerillaların kutsal ansiklopedisi, sosyal medyaya giriyorsun yazıyorsun. “Ya Allah” diyerek basıyorsun ‘send’ tuşuna. Bakara makara, şu teröristleri memleketten kovala!

Hem eşitlik hem ekoloji

Özgür Gürbüz-BirGün/15 Mart 2015

Dünyada 1 milyar 300 milyon insan elektriksiz yaşıyor. Barındıkları yerlerde düğmeye “çıt” diye basınca yanan bir ampul yok.

2 milyar 600 milyon insan temiz yemek pişirme olanaklarına sahip değil. Ocak yok. Tüp veya mutfak yok. Bulaşık makinası; hak getire...

748 milyon insan içme suyu ihtiyaçlarını ıslah edilmemiş kaynaklardan sağlıyor. Barındıkları yerlerde musluk yok. Çoğunun tüm günü su getirmeye gitmekle ve buldukları suyu eve taşımakla geçiyor.

1 milyar insan açık tuvaletler kullanıyor. Gelişen bölgelerde yaşayan insanların üçte biri gecekondu mahallelerinde yaşıyor.

Bunları, elbette halimize şükredelim diye yazmıyorum. Türkiye’de ekoloji alanında mücadele ederken ister istemez yerel sorunlara odaklanıyoruz. Termik santral değil zeytin diyoruz. Altın madeni değil su diyoruz. Mermer ocağı değil orman diyoruz. Mücadele alanları farklı görünse de talepler ortak sayılır. İnsanın temel ihtiyaçları karşılanmazsa altının, elektriğin ve mermerin bir değeri yok. Su bulamayan biri elektrik peşinde koşmaz. Evinde elektriği olmayan altın bilezik takmaz. Ekoloji mücadelesi temelde bir yaşam mücadelesi. Bu yüzden kaybedilemez, kazanılmak zorundadır. Doğru ama yeterli değil.

Ekoloji mücadelesi aynı zamanda eşitlikçi olmalı. Dünyada herkese yetecek su var ama eşit paylaşılmıyor. Doğayı geri dönülemez bir şekilde tahrip etmeden elektrik üretmek ve tüm dünyaya iletmek mümkün ama birileri hakkından fazla tüketmek istiyor. Gezegenin biyolojik kapasitesi bu nedenle yetersiz kalıyor. Her yıl 1,5 dünyanın üreteceği enerjiyi, gıdayı tüketiyoruz. Ekolojik kriz dediğimiz de, basitçe söylersek işte bu. Üstelik, ‘Kuzey’deki mutlu azınlık hak ettiğinden fazla tüketirken, ‘Güney’de yaşayanlar temel ihtiyaçlara erişim için uğraşıyor. Afrika’da 800 milyon kişinin tükettiği elektriği New York’ta 17 milyon kişi tüketiyor. Herkesin çamaşır kurutma makinasına yetecek elektrik yok ama herkesi gece aydınlatacak kadar elektrik var.

Yeşil politikanın zorluğu burada. Sadece doğruyu (nükleer yerine güneş, GDO yerine organik, büyük kent yerine küçük kent, otomobil yerine bisiklet gibi) önermek yetmiyor, eşit paylaşımı da savunmak ve bunu gezegenin tümü için istemek gerekiyor. “ABD veya Avrupa seragazı emisyonlarını azaltsın, iklim değişikliğine yol açmasın ama Türkiye de üzerine düşeni yapsın” demeliyiz.

Dünyanın herkese iki televizyon verecek kaynağı yoksa iki televizyonu olandan birini alıp olmayana verecek bir düzeni kurmalıyız. Bu otoriter bir yapıyla gerçekleşemez çünkü her otoriter irade bir gün yoldan çıkar. Gücü kendisi için kullanır. Arzuladığımız değişim kolektif bir irade, herkesin herkesi denetlediği şeffaf bir yönetim gerektiriyor. Bencilliğin, rekabetin birliktelikle yok edildiği bir sürece ihtiyaç var. Yalnız yaşamın övüldüğü günümüz toplumunda bireyi ‘üstün’ hale getiren ev, araba, pahalı cep telefonu gibi maddi nesneler birlikte üretilen değerlerle önemsiz hale getirilebilir. Kimsenin birbiriyle konuşmadığı bir çayevinde en hızlı cep telefonuna sahip olmak bir üstünlük göstergesi gibi görülebilir. Çayevindekiler sohbet etmeye başladığında, bir koro kurup şarkı söylediğinde veya yürüyüşe geçtiğinde satın alınmış ürünlerin kattığı değer en aza iner. Değişim zor, ben de ‘yalnızlık hastasıyım’ ama iyileşmek zorundayız. Komşularımızın kapısını çalmaya, isim-şehir oynamaya ve paylaşmaya yeniden başlamalıyız. Tıpkı 2013 Haziran’ında olduğu gibi.

***
İstanbul Tabip Odası’nın Basında Sağlık Ödülleri dün verildi. Radyo dalında ödüle, 2013 sonunda Yaşar Kanbur dostum ile birlikte hazırlayıp sunmaya başladığımız “Çimlere Basmayın” programı layık görüldü. Tabip Odası’na, Yön Radyo dinleyicilerine ve programı bu yıl daha da zenginleştiren Filiz Yavuz ve Onur Akgül’e teşekkür ederim.

Basında Sağlık Ödülü 2015

İstanbul Tabip Odası tarafından her yıl verilen Basında Sağlık ödülünü bu yıl radyo dalında Yaşar
Kanbur ile birlikte hazırladığımız Çimlere Basmayın adlı programla layık görüldük. İkinci kez bu ödülü almaktan onur duyduğumu belirtir, İstanbul Tabip Odası'na teşekkür ederim. Ödülümü Dr. Nazmi Agan'ın elinden aldım.

Yön Radyo'da yayımlanan radyo programımızı kolektif bir ruhla hazırlıyoruz. Bizden sonraki dönemde programı Filiz Yavuz ve Onur Erem hazırlıyor ve sunuyor.

Nükleer elektrik değil yalan üretir

Özgür Gürbüz-BirGün/8 Mart 2015

Angra Nükleer Santrali, Brezilya-Foto: O. Gurbuz
11 Mart, tarihin en büyük nükleer kazalarından Fukuşima’nın yıldönümü. Kazanın üstünden dört yıl geçti. Radyoaktif kirlenmeye maruz kalan topraklarda yaşayanlar evlerine dönemedi. Japonya’da şu anda çalışan nükleer santral yok. Nükleer sızıntı durdurulamadı. İki hafta önce gazetelerde radyoaktif sızıntının sürdüğü haberleri vardı. Newsweek dergisinin 25 Şubat tarihli haberinin başlığı şöyleydi: “Fukuşima’daki sızıntı Mayıs ayından beri var ama TEPCO kimseye söylemedi”. Görmek isteyene nükleer belanın ne olduğunu anlatan bir başlık. Bugün Fukuşima veya Çernobil’de gördükleriniz gerçeğin sadece bir kısmı. Nükleer santrali kusursuz işletmek istiyorsanız iyi mühendislere değil, bolca yalana ve sır saklayacak bir hükümete ihtiyacınız var. Bu yüzden nükleer endüstri Türkiye’yi iyi bir ‘pazar’ kabul ediyor.

Yalan, nükleer enerjiyi savunanların sıkça başvurduğu bir araç. Sovyetler Birliği Çernobil’den sonra kazayı kendi vatandaşlarından bile gizlemişti. Ölü sayısı hep saklandı. Nükleer enerjinin lokomotifi diye gösterilen Fransa’da hükümetin sektöre verdiği sübvansiyon miktarı bir muamma. İngiltere’de, Sellafield’te meydana gelen nükleer kazanın ciddiyeti yıllar sonra anlaşıldı. Daha da korkuncu, İngiliz hükümetinin santralde çalışan işçiler üzerinde yaptığı deneylerin 2007 yılında ortaya çıkmasıydı. Nükleer tesislerde çalışmış işçilerin aileleri, akrabalarının ölümlerinden sonra vücutlarından parçalar, organlar alındığını ve bir dizi teste tabi tutulduğunu yıllar sonra öğrendi. 1962 ile 1992 yılları arasında İngiltere’de, nükleer sahalarda çalışan 76 işçinin organları, doku örnekleri ailelerine bile haber verilmeden incelenmişti. Çernobil sonrası Türkiye’deki yetkililer de, radyasyonlu çayları bize içirmiş, halka doğruların söylenmemesi için de bilim insanlarına baskı uygulamıştı. Tüm dünyada böyle onlarca örnek var…

Şeffaf, halkın bilgi isteğine, bağımsız kuruluşların denetimine açık bir nükleer santralin bugünkü piyasa koşullarında rekabet şansı yok. Sızıntılara ceza kestiğinizde, kazaların sorumluluğunu halka değil şirketlere yüklediğinizde hiçbir firma yeni nükleer reaktör kurmaya teşebbüs bile etmez. Bu yüzden dünyadaki nükleer santraller yaşlanıyor. Yaşlanan santrallerin yerine yenileri yapılmıyor. Bu yüzden yeni nükleer reaktörler Rusya, BAE, Çin ve Pakistan gibi ülkelerde alıcı buluyor. Nükleere verilen gizli destekler, rüşvetler, pazarlıklar açıklansa halk gerçeği görecek. O nedenle nükleer meseleler Türkiye’de olduğu gibi kapalı kapılar ardında hallediliyor. Bugün nükleeri savunanların televizyonlarda karşımıza çıkamayışı, gazetecilerin, bu işlere bulaşmış patronlarının korkusuyla nükleer meseleyi gündeme getiremeyişi bu yüzden.

İstisnalar yok değil. Filiz Yavuz’un, “Beni ‘Akkuyu’larda Merdivensiz Bıraktın” başlıklı kitabı bunlardan biri. Türkiye’de nükleer santral kurma mücadelesine tanıklık eden kitap, Çernobil’den günümüze, nükleer meseleye bulaşmış tüm tarafları buluşturuyor. Radyasyonlu çaylarla ilgili gerçekleri, nükleer silah tutkusunu, Sinop ve Mersin’in kaygılarını derli toplu bir şekilde okuyabiliyorsunuz. Kitapta nükleeri savunan hükümetin ciddiye almadığı önemli bir unsur var; insanlar. Belki de yazarının kadın olmasındandır. Nükleer enerjiye baktığında bir ticari anlaşmadan fazlasını görenler. Bırakacağı radyoaktif atıkları düşünen, kanser yapacağı yakınları için endişelenen insanlar.

BirGün’ün yeşil sayfaları için de hatırı sayılır bir emek harcayan Filiz Yavuz’un kitabı iki açıdan önemli. İlki, nükleer enerji konusunu tüm taraflarla konuşup, bize tarihi bir belge bırakması. İkincisi, konuyu halkın katılımı, kaza riski ve atıklar yönünden ele alarak, şirketlerin ve hükümetin gözünden değil halkın gözünden anlatmayı başarması. Nükleer lobinin birçok gazete ve internet sitesine sızarak propaganda yaptığı şu günlerde, Yavuz’un kitabı nükleer enerjiyi anlamak için hepimize iyi bir fırsat sunuyor.