Nükleer elektrik değil yalan üretir

Özgür Gürbüz-BirGün/8 Mart 2015

Angra Nükleer Santrali, Brezilya-Foto: O. Gurbuz
11 Mart, tarihin en büyük nükleer kazalarından Fukuşima’nın yıldönümü. Kazanın üstünden dört yıl geçti. Radyoaktif kirlenmeye maruz kalan topraklarda yaşayanlar evlerine dönemedi. Japonya’da şu anda çalışan nükleer santral yok. Nükleer sızıntı durdurulamadı. İki hafta önce gazetelerde radyoaktif sızıntının sürdüğü haberleri vardı. Newsweek dergisinin 25 Şubat tarihli haberinin başlığı şöyleydi: “Fukuşima’daki sızıntı Mayıs ayından beri var ama TEPCO kimseye söylemedi”. Görmek isteyene nükleer belanın ne olduğunu anlatan bir başlık. Bugün Fukuşima veya Çernobil’de gördükleriniz gerçeğin sadece bir kısmı. Nükleer santrali kusursuz işletmek istiyorsanız iyi mühendislere değil, bolca yalana ve sır saklayacak bir hükümete ihtiyacınız var. Bu yüzden nükleer endüstri Türkiye’yi iyi bir ‘pazar’ kabul ediyor.

Yalan, nükleer enerjiyi savunanların sıkça başvurduğu bir araç. Sovyetler Birliği Çernobil’den sonra kazayı kendi vatandaşlarından bile gizlemişti. Ölü sayısı hep saklandı. Nükleer enerjinin lokomotifi diye gösterilen Fransa’da hükümetin sektöre verdiği sübvansiyon miktarı bir muamma. İngiltere’de, Sellafield’te meydana gelen nükleer kazanın ciddiyeti yıllar sonra anlaşıldı. Daha da korkuncu, İngiliz hükümetinin santralde çalışan işçiler üzerinde yaptığı deneylerin 2007 yılında ortaya çıkmasıydı. Nükleer tesislerde çalışmış işçilerin aileleri, akrabalarının ölümlerinden sonra vücutlarından parçalar, organlar alındığını ve bir dizi teste tabi tutulduğunu yıllar sonra öğrendi. 1962 ile 1992 yılları arasında İngiltere’de, nükleer sahalarda çalışan 76 işçinin organları, doku örnekleri ailelerine bile haber verilmeden incelenmişti. Çernobil sonrası Türkiye’deki yetkililer de, radyasyonlu çayları bize içirmiş, halka doğruların söylenmemesi için de bilim insanlarına baskı uygulamıştı. Tüm dünyada böyle onlarca örnek var…

Şeffaf, halkın bilgi isteğine, bağımsız kuruluşların denetimine açık bir nükleer santralin bugünkü piyasa koşullarında rekabet şansı yok. Sızıntılara ceza kestiğinizde, kazaların sorumluluğunu halka değil şirketlere yüklediğinizde hiçbir firma yeni nükleer reaktör kurmaya teşebbüs bile etmez. Bu yüzden dünyadaki nükleer santraller yaşlanıyor. Yaşlanan santrallerin yerine yenileri yapılmıyor. Bu yüzden yeni nükleer reaktörler Rusya, BAE, Çin ve Pakistan gibi ülkelerde alıcı buluyor. Nükleere verilen gizli destekler, rüşvetler, pazarlıklar açıklansa halk gerçeği görecek. O nedenle nükleer meseleler Türkiye’de olduğu gibi kapalı kapılar ardında hallediliyor. Bugün nükleeri savunanların televizyonlarda karşımıza çıkamayışı, gazetecilerin, bu işlere bulaşmış patronlarının korkusuyla nükleer meseleyi gündeme getiremeyişi bu yüzden.

İstisnalar yok değil. Filiz Yavuz’un, “Beni ‘Akkuyu’larda Merdivensiz Bıraktın” başlıklı kitabı bunlardan biri. Türkiye’de nükleer santral kurma mücadelesine tanıklık eden kitap, Çernobil’den günümüze, nükleer meseleye bulaşmış tüm tarafları buluşturuyor. Radyasyonlu çaylarla ilgili gerçekleri, nükleer silah tutkusunu, Sinop ve Mersin’in kaygılarını derli toplu bir şekilde okuyabiliyorsunuz. Kitapta nükleeri savunan hükümetin ciddiye almadığı önemli bir unsur var; insanlar. Belki de yazarının kadın olmasındandır. Nükleer enerjiye baktığında bir ticari anlaşmadan fazlasını görenler. Bırakacağı radyoaktif atıkları düşünen, kanser yapacağı yakınları için endişelenen insanlar.

BirGün’ün yeşil sayfaları için de hatırı sayılır bir emek harcayan Filiz Yavuz’un kitabı iki açıdan önemli. İlki, nükleer enerji konusunu tüm taraflarla konuşup, bize tarihi bir belge bırakması. İkincisi, konuyu halkın katılımı, kaza riski ve atıklar yönünden ele alarak, şirketlerin ve hükümetin gözünden değil halkın gözünden anlatmayı başarması. Nükleer lobinin birçok gazete ve internet sitesine sızarak propaganda yaptığı şu günlerde, Yavuz’un kitabı nükleer enerjiyi anlamak için hepimize iyi bir fırsat sunuyor.

Hiç yorum yok: