Özgür Gürbüz-Birgün/27 Mayıs 2012
Geçen haftaki yazımda “Okul Sütü
Zeka Küpü” projesinin nasıl çevre düşmanı bir proje olduğunu
uzun uzadıya anlatmıştım. Okuyucularımızın bazıları bana
ulaşıp görüşlerini belirtti. Karadeniz’deki yaylaların
tetrapak kutularla dolu olduğundan, plastik torba kullanımının
kontrolden çıktığından şikayet eden çok sayıda ileti aldım.
Hepsi çok yerinde tespitler içeriyor ve şuna işaret ediyor: Geri
dönüşüm, yeniden kullanım ve daha az atık üretme konusunda
sınıfta kalmışız!
Tekrar yazıyorum, “Okul Sütü”
kampanyası 10 ay sürecek olsa fazladan 1 milyar 440 milyon adet
tetrapak kutu üretilmiş olacak. Bu kutuların geri dönüştürülmesi
zor ve ne kadarı geri dönüştürülüyor bilinmiyor. Halbuki,
sütler cam şişede dağıtılsa örnek bir geri dönüşüm
kampanyası başlatılabilir, ilkokul çağındaki binlerce çocuk
geri dönüşümü öğrenebilir demiştim. Sütünü içen çocuk
boş cam şişeyi sınıftaki kasaya koyar, ertesi gün süt getiren
araç boş kasayı alır, dolusunu bırakır. Araçlar zaten okula
geldiği için fazladan enerji harcanmaz, çöp çıkmaz. UHT
tartışmaları da cam şişedeki süt günlük tüketileceği için
son bulur. Biz çocukluğumuzda cam şişeden süt içerdik, tek tük
de olsa bazı bakkallarda hâlâ var. Şimdi neden yok? Zekamız
ilerlesin diye süt içiyoruz ama pek işe yaramıyor galiba?
AVRUPA MERSİN’E TÜRKİYE TERSİNE
Ne yazık ki
ülkemizde fikir üretme konusunda gazetecilere, yazarlara getirilen
kısıtlamanın bir benzeri çöp üretenlere getirilmiyor. Her sabah
aynı filmi izliyorum. Bir adet simit, sandviç için bile plastik
torba isteyen insanlar var. Kağıt amabalajın üstüne bir de
plastik torba isteyen bu kişiler, acaba 100-150 yıllık bir günaha
imza attıklarının farkında mı? Madem o kadar çok seviyorsunuz
bu plastik torbaları, atın çantanıza bir tane, aynıtorbayı
kullanın. Çoğunun, alıp aynı gün çöpe attıkları o plastik
torbanın yok olduğunu görmeye ömrü bile yetmez. Bunu her gün
2-3 defa yaptığınızı düşünün, dağ kadar plastik torbanın
bilfiil sorumlusu olursunuz. Size ülkemizin halini anlatan bir rakam
vereyim. 1990-2010 yılları arasında Türkiye'de atıklardan
kaynaklanan seragazı emisyonları üç kattan daha fazla artarken
Avrupa'da 1990-2010 arasında yüzde 20 civarında azalmış. Avrupa'nın
tüketmekten vazgeçmediği düşünülürse sorunun daha ziyade atık
yönetimiyle ilgili olduğu; kompost, depozito, geri dönüşüm ve
benzeri uygulamaların yeterince hayata geçirilmediği ortada.
Avrupalı bunu keyfinden yapmıyor, öğretiliyor ve kurallarla
uygulatılıyor. Onlar daha az atık çıkarmaya çalışıyor biz
ise adeta daha çok üretmek için yarışıyoruz. Sonra da
soruyoruz, kanserli hasta sayısı neden bu kadar arttı diye?
YAPTIRIM OLMALI
Hayatımın bir bölümünü Oxford’ta
geçirdim, izninizle orada bu iş nasıl yapılıyor anlatayım.
İngiltere’nin hemen hemen her kentinde olduğu gibi Oxford’ta
da, geri dönüşüm kurallarına uymak zorundasınız. Belediye size
üç farklı geri dönüşüm kutusu ve bir de örülmüş plastikten
yapılmış, çok uzun süre kullanabileceğiniz bir bahçe atıkları
torbası verir. Bundan sonra sorumluluk sizde. Çöplerinizi
ayrıştırmak zorundasınız. Yeşil kutuya en çevreci atıklar
konur; gazeteler, kağıtlar, camşişe ve kavanozlar. Mavi kutuya
ise kartonları, alüminyum, plastik ve metalden yapılmış
ambalajları atarsınız. Bahçe torbası bitki atıkları ve çimler
içindir. Evinizin bahçesi varsa kompost, yani bitki atıklarını
çürüterek gübre yapmanıza da izin verilir. Ayaklı yeşil çöp
kutusu ise geri dönüştürülmesi ekonomik olmayan ya da zor olan,
çöp depolama alanlarına götürülecek atıkları içerir. Bugün
okullarda çocuklara dağıtılan sütün ambalajlandığı tetrapak
kutular, yoğurt kapları, plastik torbalar, deodrant kutuları ve
mutfaklarda sıkça kullanmaya başladığımız folyolar bu gruba
girer. Bırakın geri dönüştürülebilecek malzemeyi yanlış
kutuya atmayı, bu kutuları temiz tutmaz, aşırı doldurursanız
cezayı yersiniz; sanıyorum şimdilerde bu rakam 80 pound, yaklaşık
240 Türk Lirası. Yaptırım olmazsa kimse başlamaz ama başlarsa
gerisi gelir.
NERDE O ESKİ BEBEK BEZLERİ?
Daha bitmedi, en
çarpıcı örneği, bebek bezlerini en sona sakladım. Biliyorum
bazılarınız “işin suyunu çıkarma” (argoda konuya uygun bir
başka söz daha var) diyecek ama kalemimin kemiği yok, tutamıyorum.
İngiltere’de her yıl 3 milyar bebek bezi çöpe atılıyor ve
bunun için de 7 milyon ağaç kesiliyor. Oxford'ta bu rakam günde
100 bin. Evden çıkan çöplerin yüzde 4’ü bebek bezi. Çocuğu
olanlar, bebeklerin bu konuda ne kadar sıkıçalıştıklarını iyi
bilirler. Belediye hesap yapmış, tek çocuklu bir aile, 'kullan-at'
bebek bezleri yerine bizim annelerimizin kullandığı klasik bezleri
kullansa, bezleri evde yıkasa yılda 600 pound (1700 TL) tasarruf
ediyormuş. “Hayatında bebek bezi
yıkamış olsan bunları yazmazdın” ya da “bu
iş hep kadınların başına kalıyor, erkekler için
konuşması kolay” diyenleri duyar gibiyim. Demokrasilerde çare
tükenmez. Oxford ve İngiltere’nin birçok yerinde evinize kadar
gelip kullanılmışbebek bezlerini toplayan, yıkadıktan sonra da
size getiren firmalar var. Haftada 8-10 pounda bu işi yapıyorlar.
İster kendiniz yıkayın ister yıkatın, maddi açıdan tasarruf
ettiğiniz gibi çevreyi de korumuş oluyorsunuz. İngiltere’de
belediyeler gerçek bez kullanmaları için ailelere bedava örnek
bile gönderiyor. İlerleme dediğimiz şeyin dönüp dolaşıp eski
yaptıklarımızıhatırlamak olması çok manidar. Annemizin
sözünden hiç çıkmamalıydık belki de.
Şimdi sormak lazım,
başta Karadeniz olmak üzere, orman alanlarını,dere yataklarını
çöp depolama alanı ilan eden belediyelerin kaç tanesi o bölgede
yaşayan insanların daha az çöp çıkarmalarıiçin bu ve benzeri
yöntemler geliştiriyor? “Yerimiz
yok” deyip doğaya çöpleri dökmek kolay ama “yerimiz
yok” deyip, daha az çöp üretin demek neden bu kadar zor? Oy
kaygısı, şirketlerin baskısı, nedir elinizi kolunuzu bağlayan?
Özgür Gürbüz tarafından kaleme alınan makale, analiz ve haberlere bu adresten ulaşabilirsiniz. Yazıları başka bir yerde yayımlamak için izin almalısınız. E-posta: ozgurgurbuzblog(at)gmail.com
Avcılar'da nükleer santraller tartışılacak
Danıştay kararına, halkın tepkisine ve ÇED raporu için düzenlenen halkın katılımı toplantısının protestolar nedeniyle yapılamamasına rağmen nükleerde ısrar edilmesi tepki topluyor. Geçtiğimiz ay birçok kentte hükümetin nükleer santral kurma planları protesto edilmişti. Peki, nükleer karşıtları neden nükleer enerjiye hayır diyor? Neden karşılar? Nükleer Karşıtı Platform ile Özgürlük ve Dayanışma Partisi (ÖDP) bu ve benzeri soruların masaya yatıralacağı, 'Nükleer Santraller' başlıklı bir panel düzenliyor. Panel, 25 Mayıs 2012 Cuma günü saat: 19:30'da Avcılar ÖDP İlçe binasında (Avcılar Belediyesi yanı) düzenlenecek. Ben de konuşmacılar arasındayım ve özellikle ekonomi ve demokrasi açısından nükleer santral konusunu ele almaya çalışacağım. Dünyada nükleer enerjinin son durumunu da rakamlarla, tarafsızca anlatmayı planlıyorum.
Avrupa ve Türkiye'nin iklim politikaları ne kadar farklı?
Özgür Gürbüz-Yeşil Ekonomi/21 Mayıs 2012
Durban'daki Taraflar Toplantısı'nın üzerinden altı ay geçti. Küresel iklim değişikliğini durdurma niyetindeki ülkeler Almanya'nın Bonn kentinde toplandı. 25 Mayıs'a kadar sürecek toplantılardan çıkacak kararlar, Katar'da yapılacak 18. Taraflar Toplantısı'na (COP 18) dair umutları arttıracak veya azaltacak. Bonn'daki toplantı kritik çünkü bu yıl sonunda Kyoto'nun ilk yükümlülük dönemi bitiyor. İkinci yükümlülük dönemi 2013'te başlıyor. Bonn'daki toplantıda ikinci dönemin beş mi yoksa sekiz yıl mı süreceğine dair bir karar alınması ve yeni anlaşmayla ilgili yol haritasının belirlenmesine çalışılacak.
Her şey toz pembe değil. İkinci dönem yükümlülük alacak ülkelerin sayısında azalma var. ABD yine ortada yok, daha önce elini taşın altına koyan Kanada, Avustralya ve Japonya bu defa sorumluluk almaktan kaçıyor. Bu durumda Rusya, Çin, Hindistan ve Brezilya'nın kendilerine azaltım hedefi belirlemeleri de sürpriz olur. Avrupa Birliği'nin (AB) tek umudu 2015 yılına kadar masadan kaçan ülkeleri yeniden biraraya getirecek yeni bir formül, anlaşma metni bulmak. Protokolün Ek-1 listesinde yer almalarına rağmen sorumluluktan kaçan bu ülkeler ikna edilinceye kadar da mevcut mekanizma (Kyoto Protokolü) sürdürülmek zorunda.
Peki, hedefi AB'ye tam üyelik olan Türkiye ne yapıyor? Bugüne kadar izlediği iklim politikası AB ile ne kadar uyumlu? Bu noktada geçmişe bakıp, politik mücadelenin lideri AB ile Türkiye'nin seragazı emisyonlarının kısa bir analizini yapmak faydalı olabilir. İşin özeti ve temel farklılık şu: AB seragazı emisyonlarını azaltarak Kyoto hedefini yakalarken Türkiye hedef almamanın verdiği rahatlıkla seragazı emisyonlarını hızla arttırıyor.
Bildiğiniz gibi AB-15, Kyoto Protokolü'nde ortak bir hedef aldı; 2012 sonuna kadar 1990 yılındaki emisyonlarını yüzde 8 oranında azaltma hedefi. 15 ülke, kendi içinde farklı sorumluluklar alarak ortalamada yüzde 8'i tutturma sözü verdi. 2010 sonu verilerine göre AB 1990 yılına göre emisyonlarını yüzde 11 oranında azaltmış. Yüzde 8'den daha fazla. AB-15 içerisinde bazı ülkeler hedeflerine ulaşamasa da Fransa, Almanya, İsveç ve Büyük Britanya'nın hedeflenenden daha fazla azaltım yapması ortalamayı kurtarıyor. Türkiye ise 1990-2010 yılları arasında yüzde 115'lik bir artışa imza attı. Buradan çıkan sonuç şu: Hedef olmayınca durum kontrolden çıkıyor. AB ile Türkiye'nin arasındaki en büyük fark bu.
Sektör bazında ele aldığımızda hem benzerliklere hem de farklılıklara rastlıyoruz. AB-15'de enerji sektörü 1990 yılında 3 bin 278 teragram (Tg) seragazı emisyonuna (CO2 eşdeğeri) neden olurken 2010'da bu rakam 3 bin 42 Tg olmuş; yaklaşık yüzde 10 azalmış. Türkiye'de ise azalma değil, iki kattan daha fazla (132'den 285 milyon tona çıkmış) bir artış var. Avrupa enerji sektörünü karbonsuzlaştırırken biz tersini yapmışız.
Endüstriyel işlemler sonucu ortaya çıkan seragazı miktarı AB-15'de yüzde 25 civarında azalırken bizde üç kattan fazla artmış. İki enerji yoğun sektörün payı büyük, demir-çelik ve çimento. Örneğin, Türkiye'de çimento sektörü güçlenirken Avrupa'da güç kaybetmiş. İki tarafta da tarımsal faaliyetlerden kaynaklanan seragazı miktarı azalmış, bu da herhalde AB'nin tarım sektörünü küçültme politikalarının Türkiye'de de uygulanıyor olmasından kaynaklanıyor.
Çok fazla konuşulmayan ama oldukça önemli olduğunu düşündüğüm bir zıtlık ise atıklarla ilgili. Türkiye'de atıklardan kaynaklanan seragazı emisyonları üç kattan fazla artarken Avrupa'da 1990-2010 arasında yüzde 20'lere yaklaşan bir azalma eğilimi var. Avrupa'nın tüketmekten vazgeçmediği düşünülürse sorunun daha ziyade atık yönetimiyle ilgili olduğu; kompost, depozito, geri dönüşüm ve benzeri uygulamaların yeterince hayata geçirilmediği söylenebilir. Türkiye'nin mevcut iklim politikalarının AB'nin aksine olumsuz sonuçlar doğurduğu ve ters yönde bir eğilime sahip olduğu ortada.
Türkiye'nin dikkat etmesi gereken bir başka başlık da ulaşım. Türkiye'nin enerjide dışa bağımlılığı çok konuşuluyor ama otomobil reklamlarının medya kuruluşları için yarattığı cazibeden mi bilinmez, bu bağımlılıkta petrolün payı 'nedense' hiç konuşulmuyor. Karayolu ulaşımı Türkiye'nin ulaşım kaynaklı seragazı emisyonlarının yüzde 88'ini oluşturuyor. Havacılık hızlı artışıyla tehlike sinyali veriyor, şimdiden payı ulaşım içinde yüzde 6,75'e ulaştı.
Bu hızlı artış bir altyapı ve beraberinde yaratılan bir kültürün (duble yollar, havaalanları) sonucu olduğu için ciddi tehlike arz ediyor. Enerji santrallerini daha az karbon üretenlerle değiştirmeniz tüketiciyi rahatsız etmez, onların ilgilendiği ihtiyaç duydukları elektriğe kavuşup kavuşmamaktır. Otomobile, uçağa alıştırılan tüketiciye trene veya bisiklete bin dediğinizde ise buna direnebilir; alışamayabilir. Dikte edilen otomobil kültürünü reddetmek zor. ABD'nin Kyoto konusundaki en büyük tereddütü, emisyonları azaltmak için alınacak tedbirlerin aslında hızlı tüketime dayalı yaşam biçimini değiştirmeye zorlayacak olmasıdır. Avrupa ise bu tüketim kültürüne daha mesafelidir. Bu yüzden de uyum sürecinin ilk aşaması daha az sancılı geçiyor.
AB ile Türkiye aynı yolda yürüdüğünü iddia ediyor ama birçok konuda olduğu gibi iklim politikalarında da farklı şarkılar söylüyor.
Durban'daki Taraflar Toplantısı'nın üzerinden altı ay geçti. Küresel iklim değişikliğini durdurma niyetindeki ülkeler Almanya'nın Bonn kentinde toplandı. 25 Mayıs'a kadar sürecek toplantılardan çıkacak kararlar, Katar'da yapılacak 18. Taraflar Toplantısı'na (COP 18) dair umutları arttıracak veya azaltacak. Bonn'daki toplantı kritik çünkü bu yıl sonunda Kyoto'nun ilk yükümlülük dönemi bitiyor. İkinci yükümlülük dönemi 2013'te başlıyor. Bonn'daki toplantıda ikinci dönemin beş mi yoksa sekiz yıl mı süreceğine dair bir karar alınması ve yeni anlaşmayla ilgili yol haritasının belirlenmesine çalışılacak.
Her şey toz pembe değil. İkinci dönem yükümlülük alacak ülkelerin sayısında azalma var. ABD yine ortada yok, daha önce elini taşın altına koyan Kanada, Avustralya ve Japonya bu defa sorumluluk almaktan kaçıyor. Bu durumda Rusya, Çin, Hindistan ve Brezilya'nın kendilerine azaltım hedefi belirlemeleri de sürpriz olur. Avrupa Birliği'nin (AB) tek umudu 2015 yılına kadar masadan kaçan ülkeleri yeniden biraraya getirecek yeni bir formül, anlaşma metni bulmak. Protokolün Ek-1 listesinde yer almalarına rağmen sorumluluktan kaçan bu ülkeler ikna edilinceye kadar da mevcut mekanizma (Kyoto Protokolü) sürdürülmek zorunda.
Peki, hedefi AB'ye tam üyelik olan Türkiye ne yapıyor? Bugüne kadar izlediği iklim politikası AB ile ne kadar uyumlu? Bu noktada geçmişe bakıp, politik mücadelenin lideri AB ile Türkiye'nin seragazı emisyonlarının kısa bir analizini yapmak faydalı olabilir. İşin özeti ve temel farklılık şu: AB seragazı emisyonlarını azaltarak Kyoto hedefini yakalarken Türkiye hedef almamanın verdiği rahatlıkla seragazı emisyonlarını hızla arttırıyor.
Bildiğiniz gibi AB-15, Kyoto Protokolü'nde ortak bir hedef aldı; 2012 sonuna kadar 1990 yılındaki emisyonlarını yüzde 8 oranında azaltma hedefi. 15 ülke, kendi içinde farklı sorumluluklar alarak ortalamada yüzde 8'i tutturma sözü verdi. 2010 sonu verilerine göre AB 1990 yılına göre emisyonlarını yüzde 11 oranında azaltmış. Yüzde 8'den daha fazla. AB-15 içerisinde bazı ülkeler hedeflerine ulaşamasa da Fransa, Almanya, İsveç ve Büyük Britanya'nın hedeflenenden daha fazla azaltım yapması ortalamayı kurtarıyor. Türkiye ise 1990-2010 yılları arasında yüzde 115'lik bir artışa imza attı. Buradan çıkan sonuç şu: Hedef olmayınca durum kontrolden çıkıyor. AB ile Türkiye'nin arasındaki en büyük fark bu.
Sektör bazında ele aldığımızda hem benzerliklere hem de farklılıklara rastlıyoruz. AB-15'de enerji sektörü 1990 yılında 3 bin 278 teragram (Tg) seragazı emisyonuna (CO2 eşdeğeri) neden olurken 2010'da bu rakam 3 bin 42 Tg olmuş; yaklaşık yüzde 10 azalmış. Türkiye'de ise azalma değil, iki kattan daha fazla (132'den 285 milyon tona çıkmış) bir artış var. Avrupa enerji sektörünü karbonsuzlaştırırken biz tersini yapmışız.
Endüstriyel işlemler sonucu ortaya çıkan seragazı miktarı AB-15'de yüzde 25 civarında azalırken bizde üç kattan fazla artmış. İki enerji yoğun sektörün payı büyük, demir-çelik ve çimento. Örneğin, Türkiye'de çimento sektörü güçlenirken Avrupa'da güç kaybetmiş. İki tarafta da tarımsal faaliyetlerden kaynaklanan seragazı miktarı azalmış, bu da herhalde AB'nin tarım sektörünü küçültme politikalarının Türkiye'de de uygulanıyor olmasından kaynaklanıyor.
Çok fazla konuşulmayan ama oldukça önemli olduğunu düşündüğüm bir zıtlık ise atıklarla ilgili. Türkiye'de atıklardan kaynaklanan seragazı emisyonları üç kattan fazla artarken Avrupa'da 1990-2010 arasında yüzde 20'lere yaklaşan bir azalma eğilimi var. Avrupa'nın tüketmekten vazgeçmediği düşünülürse sorunun daha ziyade atık yönetimiyle ilgili olduğu; kompost, depozito, geri dönüşüm ve benzeri uygulamaların yeterince hayata geçirilmediği söylenebilir. Türkiye'nin mevcut iklim politikalarının AB'nin aksine olumsuz sonuçlar doğurduğu ve ters yönde bir eğilime sahip olduğu ortada.
Türkiye'nin dikkat etmesi gereken bir başka başlık da ulaşım. Türkiye'nin enerjide dışa bağımlılığı çok konuşuluyor ama otomobil reklamlarının medya kuruluşları için yarattığı cazibeden mi bilinmez, bu bağımlılıkta petrolün payı 'nedense' hiç konuşulmuyor. Karayolu ulaşımı Türkiye'nin ulaşım kaynaklı seragazı emisyonlarının yüzde 88'ini oluşturuyor. Havacılık hızlı artışıyla tehlike sinyali veriyor, şimdiden payı ulaşım içinde yüzde 6,75'e ulaştı.
Bu hızlı artış bir altyapı ve beraberinde yaratılan bir kültürün (duble yollar, havaalanları) sonucu olduğu için ciddi tehlike arz ediyor. Enerji santrallerini daha az karbon üretenlerle değiştirmeniz tüketiciyi rahatsız etmez, onların ilgilendiği ihtiyaç duydukları elektriğe kavuşup kavuşmamaktır. Otomobile, uçağa alıştırılan tüketiciye trene veya bisiklete bin dediğinizde ise buna direnebilir; alışamayabilir. Dikte edilen otomobil kültürünü reddetmek zor. ABD'nin Kyoto konusundaki en büyük tereddütü, emisyonları azaltmak için alınacak tedbirlerin aslında hızlı tüketime dayalı yaşam biçimini değiştirmeye zorlayacak olmasıdır. Avrupa ise bu tüketim kültürüne daha mesafelidir. Bu yüzden de uyum sürecinin ilk aşaması daha az sancılı geçiyor.
AB ile Türkiye aynı yolda yürüdüğünü iddia ediyor ama birçok konuda olduğu gibi iklim politikalarında da farklı şarkılar söylüyor.
Sadece sütten değil ambalajından da kork
Özgür Gürbüz-Birgün/20 Mayıs 2012
Türkiye'de her gün 7 milyon 200 bin öğrenciye
süt dağıtılıyor. İlk gün yaşanan zehirlenme olayından sonra konu birçok yönüyle
tartışılmaya başlandı. UHT sütlerin sağlıklı olup olmadığı, çocukların laktoza
karşı hassaslığı, aç karnına okula gelmeleri gibi birçok konu defalarca gündeme
geldi. Muhalefetin eleştirileri hükümeti kızdırınca rüzgar yine tersine döndü
ve medyada kampanyayı öven haberler ağırlık kazandı. Süt üreticilerinin
desteklediği kurumların halkla ilişkilercileri bile 'süt uzmanı' kesilip
televizyonlarda nutuklar atmaya, kampanyayı övmeye başladılar. Hepsinin
atladığı nokta ise kampanyanın yerlerde sürünen 'çevre' boyutu oldu. Kimse her
gün dağıtılan 7 milyon 200 bin tetrapak kutunun (karton kutu da deniyor) başına
ne geldiğini düşünmedi bile.
Gelin birlikte hesaplayalım. Günde 7,2,
haftada 36 ve ayda 144 milyon adet tetrapak kutu kampanya boyunca çöpe gidecek.
Kampanya 10 ay sürse bu 1 milyar 440 milyon kutu demek. Bu kutular
doğaya bırakıldığında yok olmaları onlarca yıl sürebiliyor. İki dakikada içilen
bir süt için onlarca yıllık bir günaha imza atmak doğru mu? Ne doğru ne de
çevreci. Çünkü bu ambalajlar sanıldığı kadar kolay geri dönüştürülemiyor. Peki
çözüm nedir, ne yapmalı?
SÜTLER CAM ŞİŞEDE DAĞITILMALI
Bütün ambalajlar içerisinde en çevreci olanı
tartışmasız cam şişeler. Okul Sütü Kampanyası'nda dağıtılan süt, cam şişelerle
dağıtılsa çocuklar için örnek teşkil edecek bir çevre hareketine de öncülük
edebilir. Sütler sınıflara kasalarla gelir. Okulda sütünü içen çocuk sınıftaki
kasaya cam şişeyi geri bırakır ve belki de ilk kez bir geri dönüşüm
uygulamasını hayata geçirmiş olur. İlköğretim çağında geri dönüşümle tanışan, çevreci
ambalajları seçmeyi öğrenen çocuklar doğa koruma konusunda da bilinçlenmiş
olurlar. Okula her gün süt getiren araçlarla kasalar geri götürülebilir.
Böylece ek bir külfet veya enerji sarfiyatına da neden olunmaz. Sadece
şişelerin temizlenmesi için su ve enerji harcanır ki, bu da kutuların üretimi
ve kullanıldıktan sonra atık haline gelmesiyle kıyaslandığında göze
alınabilecek bir bedel. Onları dağ ve bayırdan toplamanın enerji kaybı daha
fazla bile olabilir. Süt kampanyası devam edecekse, dağıtılan sütler cam şişede
dağıtılmalı; bu çok açık. Şimdi gelelim şu ambalaj meselesine...
İyi bir halkla ilişkiler kampanyası sonucu,
yanlış da olsa 'karton kutu' dediğimiz bu ambalajlar aslında plastik,
alüminyum ve kartondan oluşuyor. Bu da doğal olarak 'geri dönüşümü'
zorlaştırıyor. İcat eden firmanın adından dolayı bu ambalajlara genelde
tetrapak kutu deniyor. Geri dönüşüm için kutuların yapımında kullanılan
hammaddeleri tekrar elde etmek, yani plastik, alüminyum ve kağıdı ayırmak
gerekiyor. Teknik olarak bu mümkün ama bu teknolojiye sahip geri dönüşüm
firmalarının sayısı sınırlı. Türkiye'de bu teknolojiye sahip kaç firma var,
üretilen karton-plastik karışımı kutuların yüzde kaçı bu tesislerde geri
dönüştürülüyor belli değil. Firmaların geri dönüşümle ilgili rakamlarını kim
denetliyor o konu da karışık. Çevre Bakanlığı bu konuda ÇEVKO Vakfı'nı
yetkilendirmiş ancak bu vakfın kurucuları zaten ambalaj atığını üreten
firmalar. Örneğin, bu kutu pazarının dünya lideri Tetra Pak firması ÇEVKO'nun
da kurucuları arasında. Sadece tetrapak kutu değil tüm geri dönüşüm sisteminde
bağımsız denetçi eksiği göze çarpıyor.
SADECE YÜZDE 20'Sİ GERİ DÖNÜŞÜYOR
Dünyada bu kutuların geri dönüşüm oranı
2011'de ancak yüzde 20'ye ulaşmış. Bu rakamı da dikkatli okumalı. 2011'de
üretilen kutuların sadece yüzde 20'si geri dönüştürülmüş, kalan yüzde 80 ise ya
çöpe ya da doğaya atılmış. Firmalar dönüşüm oranlarını her yıl artırdıklarını
söylüyorlar ama bu geçmiş yıllarda doğaya bırakılan ambalajların toplandığı
anlamına gelmiyor. Verilen rakamlar hep o yılın üretiminin ne kadarının geri
dönüştürüldüğünü belirtiyor. Toplanmayan atıklar denizlerde, toprakta yıllarca
çürümeyi bekliyor veya yakılıyor. Her durumda çevre kirliliğine neden oluyor.
Kafanız karışmış olabilir. Daha önce çeşitli
gazetelerde bu kutulardan kütüphane, yatak yapıldığını okumuş olabilirsiniz.
Medyaya yansıyan 'yeşile boyama' kampanyalarına kanmayın. Onlar size geri
toplanan ve preslenerek mobilya yapılan kutuları gösteriyor, aslında yeniden
kullanımdan bahsediyor. Geri dönüşüm ve yeniden kullanım iki
farklı şey. Sürdürülebilirlik, doğanın söz konusu üretimi yaptıktan sonra eski
halinde kalabilmesi, üretimden önceki işlevini sürdürebilmesidir. O ürünün
üretiminde kullanılan hammaddenin yeniden elde edilmesidir. Çevrecilik de zaten çöplerden ev yapmak
değil, çöp üretmemektir.
DEPOZİTO ŞART
Gelelim şu süt ve meyve suyu kutularına. Bu
kutuları her yıl daha fazla kullanıyoruz. Marketlerde cam şişede meyve suyu,
süt bulmak neredeyse bir mucize. Depozito uygulaması unutuldu, çevreyi kirleten
ambalajlar için cezai bir yaptırım ya da caydırıcı bir fiyatlandırma
mekanizması yok. Bir milyarı geçen nüfusuna rağmen Çin bile süpermarketlerde
naylon torbaları cüzi de olsa para karşılığı vererek bir duyarlılık oluşturmaya
çalışırken Türkiye'de ambalaj ve çevre konusu “saldım naylon torbayı çayıra
mevlam kayıra” anlayışıyla yönetiliyor. Şirketler ne derse o oluyor. Onlarca
sosyal sorumluluk kampanyası yürüten bu firmaların internet sitelerinde geri
dönüşümle ilgili bilgiler ya çok eski ya da eksik. Örneğin tetrapak kutularda,
söz konusu geri dönüşümü yapabilecek teknolojiye sahip firmalar Türkiye'de var
mı, varsa nerede çalışıyor belli değil. Bu yazıda sorduğum soruları aslında
benim değil hükümetin firmalara sorması gerekir. Ne var ki hükümet halk sağlığı
ve çevre koruma konularında adeta hayalet gibi, ortada yok. TBMM Çevre
Komisyonu ne yapıyor merak ediyorum doğrusu.
1980'lerden sonra yeniden tasarlanan
Türkiye'de serbest piyasaya tam geçiş için adımlar atılırken, sermayenin ülkeye
gelmesi için gerekli ortamın hazırlanması yolunda hiçbir 'fedakarlıktan'
kaçınılmadı. Geri dönüşüm gibi firmaların karını azaltan, kullan-at mantığıyla
şahlanan tüketimin hızını yavaşlatan, depozito ve benzeri uygulamalar
şirketlerin sinirlerini bozuyordu. Kese kağıtları ve fileler yerini plastik
torbalara, depozitolu cam şişeler ise yerlerini pet şişelere, alüminyum ve
tetrapak kutulara bıraktı. Gelişmiş birçok ülkede depozito uygulamaları ısrarla
sürdürülürken, ülkemizde geri dönüşümün kaderi bin türlü sağlık tehlikelerine
karşı sokaklarda çöpleri karıştıran 'kağıt toplayıcıları'na bırakıldı.
Sizin ve çocuklarınızın geleceği için hayatlarını tehlikeye atan, sigortasız
çalışan bu insanların emeğinin hor görülmesi ve dışlanmaları ise işin bir başka
boyutu.
Sağlıklı büyümeleri için çocuklarına süt
içiren Türkiye, aynı çocuklara, sağlıklı yaşamak için muhtaç oldukları doğayı
kendi elleriyle yok ettirdiğinin farkında değil.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)