Danıştay kararına, halkın tepkisine ve ÇED raporu için düzenlenen halkın katılımı toplantısının protestolar nedeniyle yapılamamasına rağmen nükleerde ısrar edilmesi tepki topluyor. Geçtiğimiz ay birçok kentte hükümetin nükleer santral kurma planları protesto edilmişti. Peki, nükleer karşıtları neden nükleer enerjiye hayır diyor? Neden karşılar? Nükleer Karşıtı Platform ile Özgürlük ve Dayanışma Partisi (ÖDP) bu ve benzeri soruların masaya yatıralacağı, 'Nükleer Santraller' başlıklı bir panel düzenliyor. Panel, 25 Mayıs 2012 Cuma günü saat: 19:30'da Avcılar ÖDP İlçe binasında (Avcılar Belediyesi yanı) düzenlenecek. Ben de konuşmacılar arasındayım ve özellikle ekonomi ve demokrasi açısından nükleer santral konusunu ele almaya çalışacağım. Dünyada nükleer enerjinin son durumunu da rakamlarla, tarafsızca anlatmayı planlıyorum.
Özgür Gürbüz tarafından kaleme alınan makale, analiz ve haberlere bu adresten ulaşabilirsiniz. Yazıları başka bir yerde yayımlamak için izin almalısınız. E-posta: ozgurgurbuzblog(at)gmail.com
Avrupa ve Türkiye'nin iklim politikaları ne kadar farklı?
Özgür Gürbüz-Yeşil Ekonomi/21 Mayıs 2012
Durban'daki Taraflar Toplantısı'nın üzerinden altı ay geçti. Küresel iklim değişikliğini durdurma niyetindeki ülkeler Almanya'nın Bonn kentinde toplandı. 25 Mayıs'a kadar sürecek toplantılardan çıkacak kararlar, Katar'da yapılacak 18. Taraflar Toplantısı'na (COP 18) dair umutları arttıracak veya azaltacak. Bonn'daki toplantı kritik çünkü bu yıl sonunda Kyoto'nun ilk yükümlülük dönemi bitiyor. İkinci yükümlülük dönemi 2013'te başlıyor. Bonn'daki toplantıda ikinci dönemin beş mi yoksa sekiz yıl mı süreceğine dair bir karar alınması ve yeni anlaşmayla ilgili yol haritasının belirlenmesine çalışılacak.
Her şey toz pembe değil. İkinci dönem yükümlülük alacak ülkelerin sayısında azalma var. ABD yine ortada yok, daha önce elini taşın altına koyan Kanada, Avustralya ve Japonya bu defa sorumluluk almaktan kaçıyor. Bu durumda Rusya, Çin, Hindistan ve Brezilya'nın kendilerine azaltım hedefi belirlemeleri de sürpriz olur. Avrupa Birliği'nin (AB) tek umudu 2015 yılına kadar masadan kaçan ülkeleri yeniden biraraya getirecek yeni bir formül, anlaşma metni bulmak. Protokolün Ek-1 listesinde yer almalarına rağmen sorumluluktan kaçan bu ülkeler ikna edilinceye kadar da mevcut mekanizma (Kyoto Protokolü) sürdürülmek zorunda.
Peki, hedefi AB'ye tam üyelik olan Türkiye ne yapıyor? Bugüne kadar izlediği iklim politikası AB ile ne kadar uyumlu? Bu noktada geçmişe bakıp, politik mücadelenin lideri AB ile Türkiye'nin seragazı emisyonlarının kısa bir analizini yapmak faydalı olabilir. İşin özeti ve temel farklılık şu: AB seragazı emisyonlarını azaltarak Kyoto hedefini yakalarken Türkiye hedef almamanın verdiği rahatlıkla seragazı emisyonlarını hızla arttırıyor.
Bildiğiniz gibi AB-15, Kyoto Protokolü'nde ortak bir hedef aldı; 2012 sonuna kadar 1990 yılındaki emisyonlarını yüzde 8 oranında azaltma hedefi. 15 ülke, kendi içinde farklı sorumluluklar alarak ortalamada yüzde 8'i tutturma sözü verdi. 2010 sonu verilerine göre AB 1990 yılına göre emisyonlarını yüzde 11 oranında azaltmış. Yüzde 8'den daha fazla. AB-15 içerisinde bazı ülkeler hedeflerine ulaşamasa da Fransa, Almanya, İsveç ve Büyük Britanya'nın hedeflenenden daha fazla azaltım yapması ortalamayı kurtarıyor. Türkiye ise 1990-2010 yılları arasında yüzde 115'lik bir artışa imza attı. Buradan çıkan sonuç şu: Hedef olmayınca durum kontrolden çıkıyor. AB ile Türkiye'nin arasındaki en büyük fark bu.
Sektör bazında ele aldığımızda hem benzerliklere hem de farklılıklara rastlıyoruz. AB-15'de enerji sektörü 1990 yılında 3 bin 278 teragram (Tg) seragazı emisyonuna (CO2 eşdeğeri) neden olurken 2010'da bu rakam 3 bin 42 Tg olmuş; yaklaşık yüzde 10 azalmış. Türkiye'de ise azalma değil, iki kattan daha fazla (132'den 285 milyon tona çıkmış) bir artış var. Avrupa enerji sektörünü karbonsuzlaştırırken biz tersini yapmışız.
Endüstriyel işlemler sonucu ortaya çıkan seragazı miktarı AB-15'de yüzde 25 civarında azalırken bizde üç kattan fazla artmış. İki enerji yoğun sektörün payı büyük, demir-çelik ve çimento. Örneğin, Türkiye'de çimento sektörü güçlenirken Avrupa'da güç kaybetmiş. İki tarafta da tarımsal faaliyetlerden kaynaklanan seragazı miktarı azalmış, bu da herhalde AB'nin tarım sektörünü küçültme politikalarının Türkiye'de de uygulanıyor olmasından kaynaklanıyor.
Çok fazla konuşulmayan ama oldukça önemli olduğunu düşündüğüm bir zıtlık ise atıklarla ilgili. Türkiye'de atıklardan kaynaklanan seragazı emisyonları üç kattan fazla artarken Avrupa'da 1990-2010 arasında yüzde 20'lere yaklaşan bir azalma eğilimi var. Avrupa'nın tüketmekten vazgeçmediği düşünülürse sorunun daha ziyade atık yönetimiyle ilgili olduğu; kompost, depozito, geri dönüşüm ve benzeri uygulamaların yeterince hayata geçirilmediği söylenebilir. Türkiye'nin mevcut iklim politikalarının AB'nin aksine olumsuz sonuçlar doğurduğu ve ters yönde bir eğilime sahip olduğu ortada.
Türkiye'nin dikkat etmesi gereken bir başka başlık da ulaşım. Türkiye'nin enerjide dışa bağımlılığı çok konuşuluyor ama otomobil reklamlarının medya kuruluşları için yarattığı cazibeden mi bilinmez, bu bağımlılıkta petrolün payı 'nedense' hiç konuşulmuyor. Karayolu ulaşımı Türkiye'nin ulaşım kaynaklı seragazı emisyonlarının yüzde 88'ini oluşturuyor. Havacılık hızlı artışıyla tehlike sinyali veriyor, şimdiden payı ulaşım içinde yüzde 6,75'e ulaştı.
Bu hızlı artış bir altyapı ve beraberinde yaratılan bir kültürün (duble yollar, havaalanları) sonucu olduğu için ciddi tehlike arz ediyor. Enerji santrallerini daha az karbon üretenlerle değiştirmeniz tüketiciyi rahatsız etmez, onların ilgilendiği ihtiyaç duydukları elektriğe kavuşup kavuşmamaktır. Otomobile, uçağa alıştırılan tüketiciye trene veya bisiklete bin dediğinizde ise buna direnebilir; alışamayabilir. Dikte edilen otomobil kültürünü reddetmek zor. ABD'nin Kyoto konusundaki en büyük tereddütü, emisyonları azaltmak için alınacak tedbirlerin aslında hızlı tüketime dayalı yaşam biçimini değiştirmeye zorlayacak olmasıdır. Avrupa ise bu tüketim kültürüne daha mesafelidir. Bu yüzden de uyum sürecinin ilk aşaması daha az sancılı geçiyor.
AB ile Türkiye aynı yolda yürüdüğünü iddia ediyor ama birçok konuda olduğu gibi iklim politikalarında da farklı şarkılar söylüyor.
Durban'daki Taraflar Toplantısı'nın üzerinden altı ay geçti. Küresel iklim değişikliğini durdurma niyetindeki ülkeler Almanya'nın Bonn kentinde toplandı. 25 Mayıs'a kadar sürecek toplantılardan çıkacak kararlar, Katar'da yapılacak 18. Taraflar Toplantısı'na (COP 18) dair umutları arttıracak veya azaltacak. Bonn'daki toplantı kritik çünkü bu yıl sonunda Kyoto'nun ilk yükümlülük dönemi bitiyor. İkinci yükümlülük dönemi 2013'te başlıyor. Bonn'daki toplantıda ikinci dönemin beş mi yoksa sekiz yıl mı süreceğine dair bir karar alınması ve yeni anlaşmayla ilgili yol haritasının belirlenmesine çalışılacak.
Her şey toz pembe değil. İkinci dönem yükümlülük alacak ülkelerin sayısında azalma var. ABD yine ortada yok, daha önce elini taşın altına koyan Kanada, Avustralya ve Japonya bu defa sorumluluk almaktan kaçıyor. Bu durumda Rusya, Çin, Hindistan ve Brezilya'nın kendilerine azaltım hedefi belirlemeleri de sürpriz olur. Avrupa Birliği'nin (AB) tek umudu 2015 yılına kadar masadan kaçan ülkeleri yeniden biraraya getirecek yeni bir formül, anlaşma metni bulmak. Protokolün Ek-1 listesinde yer almalarına rağmen sorumluluktan kaçan bu ülkeler ikna edilinceye kadar da mevcut mekanizma (Kyoto Protokolü) sürdürülmek zorunda.
Peki, hedefi AB'ye tam üyelik olan Türkiye ne yapıyor? Bugüne kadar izlediği iklim politikası AB ile ne kadar uyumlu? Bu noktada geçmişe bakıp, politik mücadelenin lideri AB ile Türkiye'nin seragazı emisyonlarının kısa bir analizini yapmak faydalı olabilir. İşin özeti ve temel farklılık şu: AB seragazı emisyonlarını azaltarak Kyoto hedefini yakalarken Türkiye hedef almamanın verdiği rahatlıkla seragazı emisyonlarını hızla arttırıyor.
Bildiğiniz gibi AB-15, Kyoto Protokolü'nde ortak bir hedef aldı; 2012 sonuna kadar 1990 yılındaki emisyonlarını yüzde 8 oranında azaltma hedefi. 15 ülke, kendi içinde farklı sorumluluklar alarak ortalamada yüzde 8'i tutturma sözü verdi. 2010 sonu verilerine göre AB 1990 yılına göre emisyonlarını yüzde 11 oranında azaltmış. Yüzde 8'den daha fazla. AB-15 içerisinde bazı ülkeler hedeflerine ulaşamasa da Fransa, Almanya, İsveç ve Büyük Britanya'nın hedeflenenden daha fazla azaltım yapması ortalamayı kurtarıyor. Türkiye ise 1990-2010 yılları arasında yüzde 115'lik bir artışa imza attı. Buradan çıkan sonuç şu: Hedef olmayınca durum kontrolden çıkıyor. AB ile Türkiye'nin arasındaki en büyük fark bu.
Sektör bazında ele aldığımızda hem benzerliklere hem de farklılıklara rastlıyoruz. AB-15'de enerji sektörü 1990 yılında 3 bin 278 teragram (Tg) seragazı emisyonuna (CO2 eşdeğeri) neden olurken 2010'da bu rakam 3 bin 42 Tg olmuş; yaklaşık yüzde 10 azalmış. Türkiye'de ise azalma değil, iki kattan daha fazla (132'den 285 milyon tona çıkmış) bir artış var. Avrupa enerji sektörünü karbonsuzlaştırırken biz tersini yapmışız.
Endüstriyel işlemler sonucu ortaya çıkan seragazı miktarı AB-15'de yüzde 25 civarında azalırken bizde üç kattan fazla artmış. İki enerji yoğun sektörün payı büyük, demir-çelik ve çimento. Örneğin, Türkiye'de çimento sektörü güçlenirken Avrupa'da güç kaybetmiş. İki tarafta da tarımsal faaliyetlerden kaynaklanan seragazı miktarı azalmış, bu da herhalde AB'nin tarım sektörünü küçültme politikalarının Türkiye'de de uygulanıyor olmasından kaynaklanıyor.
Çok fazla konuşulmayan ama oldukça önemli olduğunu düşündüğüm bir zıtlık ise atıklarla ilgili. Türkiye'de atıklardan kaynaklanan seragazı emisyonları üç kattan fazla artarken Avrupa'da 1990-2010 arasında yüzde 20'lere yaklaşan bir azalma eğilimi var. Avrupa'nın tüketmekten vazgeçmediği düşünülürse sorunun daha ziyade atık yönetimiyle ilgili olduğu; kompost, depozito, geri dönüşüm ve benzeri uygulamaların yeterince hayata geçirilmediği söylenebilir. Türkiye'nin mevcut iklim politikalarının AB'nin aksine olumsuz sonuçlar doğurduğu ve ters yönde bir eğilime sahip olduğu ortada.
Türkiye'nin dikkat etmesi gereken bir başka başlık da ulaşım. Türkiye'nin enerjide dışa bağımlılığı çok konuşuluyor ama otomobil reklamlarının medya kuruluşları için yarattığı cazibeden mi bilinmez, bu bağımlılıkta petrolün payı 'nedense' hiç konuşulmuyor. Karayolu ulaşımı Türkiye'nin ulaşım kaynaklı seragazı emisyonlarının yüzde 88'ini oluşturuyor. Havacılık hızlı artışıyla tehlike sinyali veriyor, şimdiden payı ulaşım içinde yüzde 6,75'e ulaştı.
Bu hızlı artış bir altyapı ve beraberinde yaratılan bir kültürün (duble yollar, havaalanları) sonucu olduğu için ciddi tehlike arz ediyor. Enerji santrallerini daha az karbon üretenlerle değiştirmeniz tüketiciyi rahatsız etmez, onların ilgilendiği ihtiyaç duydukları elektriğe kavuşup kavuşmamaktır. Otomobile, uçağa alıştırılan tüketiciye trene veya bisiklete bin dediğinizde ise buna direnebilir; alışamayabilir. Dikte edilen otomobil kültürünü reddetmek zor. ABD'nin Kyoto konusundaki en büyük tereddütü, emisyonları azaltmak için alınacak tedbirlerin aslında hızlı tüketime dayalı yaşam biçimini değiştirmeye zorlayacak olmasıdır. Avrupa ise bu tüketim kültürüne daha mesafelidir. Bu yüzden de uyum sürecinin ilk aşaması daha az sancılı geçiyor.
AB ile Türkiye aynı yolda yürüdüğünü iddia ediyor ama birçok konuda olduğu gibi iklim politikalarında da farklı şarkılar söylüyor.
Sadece sütten değil ambalajından da kork
Özgür Gürbüz-Birgün/20 Mayıs 2012
Türkiye'de her gün 7 milyon 200 bin öğrenciye
süt dağıtılıyor. İlk gün yaşanan zehirlenme olayından sonra konu birçok yönüyle
tartışılmaya başlandı. UHT sütlerin sağlıklı olup olmadığı, çocukların laktoza
karşı hassaslığı, aç karnına okula gelmeleri gibi birçok konu defalarca gündeme
geldi. Muhalefetin eleştirileri hükümeti kızdırınca rüzgar yine tersine döndü
ve medyada kampanyayı öven haberler ağırlık kazandı. Süt üreticilerinin
desteklediği kurumların halkla ilişkilercileri bile 'süt uzmanı' kesilip
televizyonlarda nutuklar atmaya, kampanyayı övmeye başladılar. Hepsinin
atladığı nokta ise kampanyanın yerlerde sürünen 'çevre' boyutu oldu. Kimse her
gün dağıtılan 7 milyon 200 bin tetrapak kutunun (karton kutu da deniyor) başına
ne geldiğini düşünmedi bile.
Gelin birlikte hesaplayalım. Günde 7,2,
haftada 36 ve ayda 144 milyon adet tetrapak kutu kampanya boyunca çöpe gidecek.
Kampanya 10 ay sürse bu 1 milyar 440 milyon kutu demek. Bu kutular
doğaya bırakıldığında yok olmaları onlarca yıl sürebiliyor. İki dakikada içilen
bir süt için onlarca yıllık bir günaha imza atmak doğru mu? Ne doğru ne de
çevreci. Çünkü bu ambalajlar sanıldığı kadar kolay geri dönüştürülemiyor. Peki
çözüm nedir, ne yapmalı?
SÜTLER CAM ŞİŞEDE DAĞITILMALI
Bütün ambalajlar içerisinde en çevreci olanı
tartışmasız cam şişeler. Okul Sütü Kampanyası'nda dağıtılan süt, cam şişelerle
dağıtılsa çocuklar için örnek teşkil edecek bir çevre hareketine de öncülük
edebilir. Sütler sınıflara kasalarla gelir. Okulda sütünü içen çocuk sınıftaki
kasaya cam şişeyi geri bırakır ve belki de ilk kez bir geri dönüşüm
uygulamasını hayata geçirmiş olur. İlköğretim çağında geri dönüşümle tanışan, çevreci
ambalajları seçmeyi öğrenen çocuklar doğa koruma konusunda da bilinçlenmiş
olurlar. Okula her gün süt getiren araçlarla kasalar geri götürülebilir.
Böylece ek bir külfet veya enerji sarfiyatına da neden olunmaz. Sadece
şişelerin temizlenmesi için su ve enerji harcanır ki, bu da kutuların üretimi
ve kullanıldıktan sonra atık haline gelmesiyle kıyaslandığında göze
alınabilecek bir bedel. Onları dağ ve bayırdan toplamanın enerji kaybı daha
fazla bile olabilir. Süt kampanyası devam edecekse, dağıtılan sütler cam şişede
dağıtılmalı; bu çok açık. Şimdi gelelim şu ambalaj meselesine...
İyi bir halkla ilişkiler kampanyası sonucu,
yanlış da olsa 'karton kutu' dediğimiz bu ambalajlar aslında plastik,
alüminyum ve kartondan oluşuyor. Bu da doğal olarak 'geri dönüşümü'
zorlaştırıyor. İcat eden firmanın adından dolayı bu ambalajlara genelde
tetrapak kutu deniyor. Geri dönüşüm için kutuların yapımında kullanılan
hammaddeleri tekrar elde etmek, yani plastik, alüminyum ve kağıdı ayırmak
gerekiyor. Teknik olarak bu mümkün ama bu teknolojiye sahip geri dönüşüm
firmalarının sayısı sınırlı. Türkiye'de bu teknolojiye sahip kaç firma var,
üretilen karton-plastik karışımı kutuların yüzde kaçı bu tesislerde geri
dönüştürülüyor belli değil. Firmaların geri dönüşümle ilgili rakamlarını kim
denetliyor o konu da karışık. Çevre Bakanlığı bu konuda ÇEVKO Vakfı'nı
yetkilendirmiş ancak bu vakfın kurucuları zaten ambalaj atığını üreten
firmalar. Örneğin, bu kutu pazarının dünya lideri Tetra Pak firması ÇEVKO'nun
da kurucuları arasında. Sadece tetrapak kutu değil tüm geri dönüşüm sisteminde
bağımsız denetçi eksiği göze çarpıyor.
SADECE YÜZDE 20'Sİ GERİ DÖNÜŞÜYOR
Dünyada bu kutuların geri dönüşüm oranı
2011'de ancak yüzde 20'ye ulaşmış. Bu rakamı da dikkatli okumalı. 2011'de
üretilen kutuların sadece yüzde 20'si geri dönüştürülmüş, kalan yüzde 80 ise ya
çöpe ya da doğaya atılmış. Firmalar dönüşüm oranlarını her yıl artırdıklarını
söylüyorlar ama bu geçmiş yıllarda doğaya bırakılan ambalajların toplandığı
anlamına gelmiyor. Verilen rakamlar hep o yılın üretiminin ne kadarının geri
dönüştürüldüğünü belirtiyor. Toplanmayan atıklar denizlerde, toprakta yıllarca
çürümeyi bekliyor veya yakılıyor. Her durumda çevre kirliliğine neden oluyor.
Kafanız karışmış olabilir. Daha önce çeşitli
gazetelerde bu kutulardan kütüphane, yatak yapıldığını okumuş olabilirsiniz.
Medyaya yansıyan 'yeşile boyama' kampanyalarına kanmayın. Onlar size geri
toplanan ve preslenerek mobilya yapılan kutuları gösteriyor, aslında yeniden
kullanımdan bahsediyor. Geri dönüşüm ve yeniden kullanım iki
farklı şey. Sürdürülebilirlik, doğanın söz konusu üretimi yaptıktan sonra eski
halinde kalabilmesi, üretimden önceki işlevini sürdürebilmesidir. O ürünün
üretiminde kullanılan hammaddenin yeniden elde edilmesidir. Çevrecilik de zaten çöplerden ev yapmak
değil, çöp üretmemektir.
DEPOZİTO ŞART
Gelelim şu süt ve meyve suyu kutularına. Bu
kutuları her yıl daha fazla kullanıyoruz. Marketlerde cam şişede meyve suyu,
süt bulmak neredeyse bir mucize. Depozito uygulaması unutuldu, çevreyi kirleten
ambalajlar için cezai bir yaptırım ya da caydırıcı bir fiyatlandırma
mekanizması yok. Bir milyarı geçen nüfusuna rağmen Çin bile süpermarketlerde
naylon torbaları cüzi de olsa para karşılığı vererek bir duyarlılık oluşturmaya
çalışırken Türkiye'de ambalaj ve çevre konusu “saldım naylon torbayı çayıra
mevlam kayıra” anlayışıyla yönetiliyor. Şirketler ne derse o oluyor. Onlarca
sosyal sorumluluk kampanyası yürüten bu firmaların internet sitelerinde geri
dönüşümle ilgili bilgiler ya çok eski ya da eksik. Örneğin tetrapak kutularda,
söz konusu geri dönüşümü yapabilecek teknolojiye sahip firmalar Türkiye'de var
mı, varsa nerede çalışıyor belli değil. Bu yazıda sorduğum soruları aslında
benim değil hükümetin firmalara sorması gerekir. Ne var ki hükümet halk sağlığı
ve çevre koruma konularında adeta hayalet gibi, ortada yok. TBMM Çevre
Komisyonu ne yapıyor merak ediyorum doğrusu.
1980'lerden sonra yeniden tasarlanan
Türkiye'de serbest piyasaya tam geçiş için adımlar atılırken, sermayenin ülkeye
gelmesi için gerekli ortamın hazırlanması yolunda hiçbir 'fedakarlıktan'
kaçınılmadı. Geri dönüşüm gibi firmaların karını azaltan, kullan-at mantığıyla
şahlanan tüketimin hızını yavaşlatan, depozito ve benzeri uygulamalar
şirketlerin sinirlerini bozuyordu. Kese kağıtları ve fileler yerini plastik
torbalara, depozitolu cam şişeler ise yerlerini pet şişelere, alüminyum ve
tetrapak kutulara bıraktı. Gelişmiş birçok ülkede depozito uygulamaları ısrarla
sürdürülürken, ülkemizde geri dönüşümün kaderi bin türlü sağlık tehlikelerine
karşı sokaklarda çöpleri karıştıran 'kağıt toplayıcıları'na bırakıldı.
Sizin ve çocuklarınızın geleceği için hayatlarını tehlikeye atan, sigortasız
çalışan bu insanların emeğinin hor görülmesi ve dışlanmaları ise işin bir başka
boyutu.
Sağlıklı büyümeleri için çocuklarına süt
içiren Türkiye, aynı çocuklara, sağlıklı yaşamak için muhtaç oldukları doğayı
kendi elleriyle yok ettirdiğinin farkında değil.
''Rüzgarcı PMUM'da zorlanıyor, yerli katkı için yönetmelik bekliyor''
Özgür Gürbüz-Yeşil Ekonomi / 15 Mayıs 2012
Türkiye'de ilk rüzgar santrali bundan 12 yıl önce faaliyete geçti. Avrupa'nın en büyük potansiyellerinden birine sahip Türkiye'de rüzgar kurulu gücü bugün 1800 megavatı geçti. Potansiyele bakınca Avrupa'daki diğer ülkelerin gerisinde kalındığı söylenebilir ama durumun 18 Mayıs 2005'den daha iyi olduğu da ortada. 18 Mayıs 2005, Türkiye'nin kısaca Yenilenebilir Enerji Yasası (YE) dediğimiz, yenilenebilir enerji kaynaklarına alım garantisi veren kanunla ilk kez tanıştığı tarih. Daha sonra değişikliklere uğrayan kanunun yeterliliği konusunda, özellikle güneş enerjisiyle uğraşanların hâlâ ciddi kaygıları var. Türkiye Rüzgar Enerjisi Birliği Yönetim Kurulu Başkanı Mustafa Serdar Ataseven Yeşil Ekonomi için sektörün bugünkü durumunu, sorunlarını ve önündeki fırsatları değerlendirdi.
-Türkiye’de kurulu rüzgar santrallerinin kaç tanesi Yenilenebilir Enerji yasasından yani 7,3 sentlik alım garantisinden yararlanıyor?
Türkiye'de ilk rüzgar santrali bundan 12 yıl önce faaliyete geçti. Avrupa'nın en büyük potansiyellerinden birine sahip Türkiye'de rüzgar kurulu gücü bugün 1800 megavatı geçti. Potansiyele bakınca Avrupa'daki diğer ülkelerin gerisinde kalındığı söylenebilir ama durumun 18 Mayıs 2005'den daha iyi olduğu da ortada. 18 Mayıs 2005, Türkiye'nin kısaca Yenilenebilir Enerji Yasası (YE) dediğimiz, yenilenebilir enerji kaynaklarına alım garantisi veren kanunla ilk kez tanıştığı tarih. Daha sonra değişikliklere uğrayan kanunun yeterliliği konusunda, özellikle güneş enerjisiyle uğraşanların hâlâ ciddi kaygıları var. Türkiye Rüzgar Enerjisi Birliği Yönetim Kurulu Başkanı Mustafa Serdar Ataseven Yeşil Ekonomi için sektörün bugünkü durumunu, sorunlarını ve önündeki fırsatları değerlendirdi.
-Türkiye’de kurulu rüzgar santrallerinin kaç tanesi Yenilenebilir Enerji yasasından yani 7,3 sentlik alım garantisinden yararlanıyor?
M. Serdar Ataseven |
Türkiye’de
kurulu gücümüz 1800 megavat. Bunların 687 megavatı yani, yaklaşık yüzde
40’ı garanti fiyattan faydalanıyor. Geçtiğimiz yıllara kadar kimse bu sabit
fiyattan yararlanmak istemiyordu. Çünkü Piyasa Mali Uzlaştırma Merkezi'ndeki
(PMUM) fiyatlar daha kazançlıydı. Şu anda da bakarsanız aslında PMUM’da fiyat
7,3’ün üzerinde. Ama gün öncesi piyasasında yatırımcılar bir gün sonraki
üretimini bir gün önceden bildirmek zorunda. Ülkemizdeki tahmin sistemleri
henüz gelişmediği için, bu bildirim bazı zamanlar riskli olabiliyor. Bu nedenle
yatırımcı garanti fiyata gidiyor. Başka enerji üretim sistemlerine sahip olan
yatırımcılar biraz daha risk alabiliyor ve gün öncesi fiyatından yararlanıyor.
Sadece rüzgar üretimi ile ilgilenen yatırımcılar ise risk almak
istemediklerinden garanti fiyatı tercih ediyorlar. Avrupa’daki sistem üç saat
öncesinden bildirim esasına dayanıyor. Oysa Türkiye’de, bir gün öncesinden
hatta 36 saat öncesinden bildirim yapmanız gerekiyor. Bu da yatırımcıyı zor
durumda bırakıyor. Çünkü rüzgar hafif yön değiştirip rüzgar türbinlerini pas
geçtiğinde, 36 saat öncesinden yapılan tahminler tutmayabiliyor. Kısacası şu an
enerji üretim tahminlerini sağlıklı yapamıyoruz. Kendi içinde dengelemesini
yapabilen yatırımcılar PMUM’dan yararlanıyor. Yapamayanlar ise garanti fiyatı
tercih ediyorlar.
-Rüzgar
türbinleri için ilk yatırım maliyetleri nedir?
Avrupa'dan
gelen rüzgar türbinlerinde, projeden projeye değişmekle birlikte, tüm
yatırımlar (yol, inşaat, iletim hattı) dahil, yaklaşık kilovat kurulu güç
başına 1100-1300 Avro arasında bir maliyet olduğunu söyleyebiliriz. Çin’den
geldiğinde yaklaşık yüzde 30 civarında indirim olabileceği tahmin ediliyor.
Piyasada Çin üreticileriyle ön sözleşme imzalayan bazı firmalar var. Ama şu ana
kadar hiçbir rüzgar türbininde Çin malı türbin kullanılmadı. Çinliler şimdilik
Türkiye pazarında yok fakat pazara girmeye çalışıyorlar. Çünkü Türkiye karasal
rüzgar pazarında en büyük ülke. TEİAŞ tarafından onaylanmış lisanslı veya
lisanslanacak 11 bin megavatlık projemiz var. 2023 yılı hedefi 20 bin
megavat. Bu veriler tüm Avrupa’nın ve özellikle de Çinli türbin üreticilerin
iştahını kabartıyor.
-Daha önceki bir
röportajınızda rüzgar türbinlerindeki çalışma kapasitesinin 3500 saat
olduğundan bahsetmiştiniz. Bu da oransal olarak yüzde 40'lara denk bir kapasite
faktörü demek. Bu durumda Türkiye için kilovatsaat başı üretim maliyetleri
nedir?
Türkiye’deki
rüzgar potansiyeli Avrupa’ya göre yüzde 25-30 oranında daha yüksek. Avrupa’da
bir rüzgar türbini 2000-2500 saat çalışıyor. Türkiye’de ise 3000-3500 saat
çalışıyor. 3500 saatin üzerinde çalışan santraller de var. Bunlar birincil
rüzgar sahaları. İkincil rüzgar sahaları da olacak. Fiyat olarak Avrupa’ya göre
daha düşük bir enerji alım fiyatımız var. Avrupa’da 9 Avro sentlere varan
rüzgar fiyatları var. Ülkemizde 7,3 Avro sent. Bu fiyatın yerli katkı ile
desteklenmesi gerektiğine inanıyoruz. Rüzgar projelerinin daha rahat finanse edilebilmesi
için elektrik fiyatlarını garanti alım fiyatından daha yukarı çekmek lazım.
-48 bin megavatlık ekonomik teknik
potansiyelin ne kadarı hayata geçirilecek?
Belirtilen 48 bin megavatlık teknik
kapasite, Yenilenebilir Enerji Müdürlüğü'nün, ülkemizdeki rüzgar enerjisi
potansiyelini belirleme çalışmalarına göre verdiği rakamdır. Kıyılarımızdaki
rüzgar enerjisinin de dahil olduğu teknik potansiyeldir. Türkiye’de tüm
yatırımları hayata geçirdiğimizde çıkabileceğimiz maksimum potansiyeldir.
Bununla birlikte rüzgar potansiyelinin var olması yeterli değil. Bunun yanısıra
rüzgardan üretilen elektriğin bağlanacağı trafo merkezlerinin olması, bağlantı
ve üretim şebekelerinin güçlü olması gerekir.
TEİAŞ’ın 2013 sonuna kadar verdiği
11 bin megavatlık kapasite var. 2023 yılı hedefimiz 20 bin megavat. Ayrıca
ülkedeki enerji ihtiyacına ve enerji üretim tesislerinin üretimine bağlı olarak
her yıl 1000 megavat kapasite arttırımı yapılacak. Bu sektör adına sevindirici
bir durum. Ülkemizde sürdürülebilir bir rüzgar sektörünün olduğunun göstergesi.
Bu, hedefin altının boş olmadığının, TEİAŞ tarafından destekleneceğinin
kanıtıdır. Artık rüzgar için enerji sektöründeki iyi oyunculardan biridir
diyebiliriz.
-Rüzgar enerjisinin sorunları
geçtiğimiz Ocak ayında Enerji Bakanlığın’da yapılan bir toplantıda dile
getirilmişti. O zamandan bu yana sorunlarla ilgili olumlu gelişmeler var mı?
17 Ocak’ta yaptığımız toplantıda
dört ana konu üzerinde sorunlarımızı toplamıştık. Enerji Bakanlığın’dan
yönetmelik değişikliği ile yerli katkı payının uygulanabilirliğinin
sağlanmasını istemiştik. Enerji Bakanlığı'ndaki çalışmalar sürüyor, henüz
yayımlanmadı. Yayımlandığında uygulanabilir bir yönetmeliğin çıkacağını
umuyoruz. Parçalar yurtdışından getirilse bile, Türkiye’de montajı
yapıldığında, yerli sayılması ve teşvik kapsamına alınması sektörün hızla
gelişmesine büyük katkı sağlayacak ve yerli katkı payı uygulaması sadece kağıt
üstünde kalmayıp, hayata geçmiş olacak. Yan sanayimizin gelişmesinden sonra
yüzde 100 yerli olsun diyebiliriz. Bu şekilde yapılacak bir
düzenlemenin sektörün önünü açacağını ve yerli kullanımına yönlendireceğini
düşünüyoruz. Böylece yan sanayi de kısa sürede gelişecektir. İkinci sorun ise
yerli teşvikten faydalanma süresinin 2015 yılı ile sınırlandırılmış olmasıydı.
2012 yılının ortasına geliyoruz. Yabancı bir yatırımcının Türkiye’de yatırım
kararı alıp, üretime başlaması ve uygulamaya geçmesi arasındaki süre 2015’ten
daha uzun sürüyor. Bu nedenle bu sürenin 2020 yılına kadar uzatılması
gerektiğini ilettik. 2023 yılına kadar uzatılsa daha da uygun olur. Çalışmalar
var ama sonuca ulaşmış değiliz. Enerji komisyonundan sonucu bekliyoruz. Ayrıca radarla ilgili EPDK’dan bir
talebimiz olmuştu. Henüz somut bir adım yok. Yatırımların yapılması için bu tür
sorunların bir an önce çözüme kavuşturulmasını bekliyoruz. TEİAŞ’tan havza
planlaması yapılmasını talep etmiştik. TEİAŞ’tan somut bir adım geldi. 2013
yılına kadar açıkladığı kapasiteden sonra, gerekli havza planlaması
çalışmalarının yapılarak, ülkemizdeki gelişmeye paralel, her yıl 1000
megavatlık kapasite ayıracaklarını açıkladılar. Sektör açısından sevindirici
bir durum.
Bu söyleşi 15 Mayıs 2012 tarihinde Yeşil Ekonomi haber portalında yayımlanmıştır.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)