Türkiye kömür sevdası yüzünden tarihi fırsatı kaçırıyor

Özgür Gürbüz-BBC Türkçe/11 Temmuz 2017

Türkiye iklim değişikliğini durdurmayı amaçlayan Paris Anlaşması’na iki yıl önceki BM İklim Konferansı’nda imza atmıştı. Anlaşmanın yürürlüğe girmesi için TBMM’nde görüşülerek onaylanması gerekiyor. Şu ana kadar anlaşmaya imza atan 197 ülkeden 153’ü anlaşmayı onayladı.

ABD’de Trump yönetiminin başa gelmesi ve anlaşmadan çekileceğini açıklaması, onay sürecine çok sıcak bakmayan Türkiye’nin itirazlarının yüksek sesle konuşulmaya başlamasına neden oldu. 

G20 Zirvesi sonrasında ise Cumhurbaşkanı Erdoğan Türkiye’nin anlaşmayı onaylamayacağını açıkladı. Türkiye’nin müzakerelerde gelişen ülkeler sınıfında kabul edilmesini ve mali yardım almasını isteyen Erdoğan, anlaşmayı onaylamak için bu koşulların yerine getirilmesini istedi.
  
Türkiye’nin kendisini iklim müzakerelerinde gelişmiş ülkeler grubundan gelişen ülkelere aldırma isteği yeni değil. Bu isteğin haklı olduğu da söylenebilir. 

BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’ne dayanan bu yanlış, Türkiye’nin başına hep bela oldu ancak 2001 yılında Marakeş’te düzenlenen 7. Taraflar Konferansı’nda (COP7) farklı konumu tanınarak biraz olsun düzeltildi. 

2004 yılında da Türkiye Çerçeve Sözleşmesi’ne katıldı. Geride kalan 13 yılda Türkiye’nin konumunun tamamen netleşememesi biraz da müzakere sürecinin iyi yürütülmemesine bağlı.

Kyoto Protokolü’nde alınan yükümlülükler ülkelerin nasıl sınıflandırıldığıyla (gelişmiş-gelişen gibi) yakından ilgiliydi. Bu yüzden Türkiye Kyoto’yu çok geç, deyim yerindeyse iş işten geçince imzaladı. 

Paris Anlaşması’nda ise bu statünün ne olduğundan çok verdiğiniz taahhüt ve o taahhüdün diğer ülkelerce kabul edilmesi önemli.

2015 yılında Türkiye’nin BM Sekretaryası’na sunduğu Niyet Edilen Ulusal Katkı (INDC) belgesi oldukça zayıf. 

Ne ekonomiyi tehdit edecek bir taahhüt içeriyor ne de ekonomide özel bir dönüşüm gerektiriyor.

Türkiye'nin Niyet Edilen Ulusal Katkı'sı (INDC)
Türkiye, 2015 yılında 477 milyon ton karbondioksit eşdeğerini bulan emisyonlarının, 2030 yılında, koşulların değişmediği bir senaryoda (business as usual) 1 milyar 175 milyon tona çıkacağını tahmin ediyor. 

Paris Anlaşması’nı imzalarken verdiği taahhüt ise bu rakamı 929 milyonda tutmayı öneriyor. Bir başka deyişle artıştan yüzde 21 oranında azaltım yapmayı.

Politik dili bir kenara bırakırsak şöyle demeliyiz: Türkiye, iklim değişikliğini durdurmak için önümüzdeki 15 yıl içinde seragazı emisyonlarını 477’den 929 milyon tona çıkarmayı, azaltmayı değil neredeyse iki kat artırmayı öneriyor.

Asıl sorun da burada. Türkiye’nin seragazı emisyonlarını ciddi şekilde artırmayı öneren bu planının iklime bir katkısı yok. 

Kimse Türkiye’den ABD’nin açığını kapamasını beklemiyor (zaten ülkedeki tüm enerji santrallarını kapatsanız bile bunu yapamazsınız) ancak Türkiye’den de herkes gibi kendi evinin önünü süpürmesi isteniyor. 

Dünyadaki enerji tüketiminin yüzde 1’inden sorumlu bir ülkeden bahsediyoruz. 

Türkiye’nin emisyonlarının bir süre daha yükselmesi anlaşılabilir ancak makul bir yükselişten sonra düşüşe geçmesi, en azından artışın durması gerek. Türkiye’nin Paris taahhüdünde bunlar eksik.


Meksika-Türkiye Karşılaştırması
Bu nedenle, Türkiye’nin gelişmiş ülkeler yerine gelişen ülkeler statüsünü alması sorunu çözmeyecek. 

Paris’te önerilen ve Meksika gibi birçok gelişen ülkenin gerisinde kalan taahhüdün iyileştirilmesi lazım. 

Türkiye ve Meksika’nın ekonomik gelişmişlik düzeyleri birbirine yakın. İki ülkenin kişi başına düşen seragazı emisyon miktarları da aynı; yılda 6 ton civarında. Buna rağmen Meksika’nın sunduğu niyet belgesi, Türkiye’ninkinden çok daha iyi.

Aslında Meksika da Türkiye gibi artıştan azaltım öneriyor ve 2030 yılında koşulların değişmediği bir senaryoya (Business as usual) oranla seragazı emisyonlarını yüzde 22 oranında daha az artırmayı planlıyor. 

Bizden farklı olarak bu hedef için hiçbir şart koşmuyorlar ve halihazırda Paris Anlaşması’nı onayladılar.

Meksika bununla da kalmıyor,  2030 yılında seragazı emisyonlarını 2015’e göre yüzde 36 azaltmayı önerdiği bir başka seçenek de sunuyor. 

Bu hedef içinse, teknoloji transferi, düşük maliyetli finansal kaynaklara erişim ve teknik işbirliği gibi şartlar koşuyor. 

Ve yine bizim planımızda olmayan kritik bir hedefe daha sahipler. Meksika toplam emisyonlarının 2025 veya 2026’da zirveye çıkıp daha sonra azalmasını hedefliyor. 

Türkiye’nin emisyonlarının hangi yılda zirve yapacağı ve düşüşe geçeceğiyse belli değil. Bu önemli bir eksiklik. 

Diğeri de Türkiye’nin mali yardım şartını ciddi bir azaltım hedefi bile öne sürmeden masaya koymuş olması. 

Meksika gibi bunu daha iyi bir hedef için öne sürse, müzakerelerde çok daha fazla şansı olabilirdi.

Afşin-Elbistan- Foto: O. Gurbuz
Kömür Enerjide Dışa Bağımlılığı Azaltmadı
Türkiye’nin Paris Anlaşması’nı onaylamaktan kaçınması, gerçekçi olmak gerekirse,  Erdoğan’ın öne
sürdüğü gerekçelerle ilgili değil. Türkiye’nin önündeki en büyük engel kömür sevdası. 

2012 yılını ‘Kömür Yılı’ ilan eden Enerji Bakanlığı, ülkenin neredeyse her yerinde kömür santralı kurmaya çalışıyor. 

Türkiye’nin elektrik üretiminde kömürün payı 2016 sonunda yüzde 33,8’e ulaştı ve doğalgazı geride bırakarak birinci sırayı aldı ancak enerjide sorunlar çözülmedi.

Yerli kömür ve HES hamlelerine rağmen umulan olmadı ve enerjide dışa bağımlılık azalmadı. 

2002’de enerjide dışa bağımlılık yüzde 67’ydi şimdi ise yüzde 75. 

Bunda ithal kömür, petrol ve enerji verimliliğini göz ardı etmenin büyük rolü var. 

Kömürün önünü açmak için santrallara çevre muafiyetleri getiriliyor. Bu da sadece yerli kömürün değil, ithal kömürün de önünü açıyor.

Türkiye Yenilenebilir Enerji Kaynakları Açısından Zengin

Kömürü savunanların sıkça kullandığı, Paris ve Kyoto gibi anlaşmaların Türkiye’nin önünü tıkadığı argümanı da sağlam bir temele dayanmıyor. 

Bu anlaşmalar, seragazı emisyonlarına yol açan fosil yakıtlar (petrol, kömür ve doğalgaz) yerine güneş, rüzgar ve biyogaz gibi yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanımını dolaylı yoldan öne çıkarıyor. 

Türkiye fosil yakıtlar açısından zengin değil ve bunların büyük bir bölümünü dışarıdan alıyor. 

Halbuki güneş ve rüzgar gibi kaynaklar açısından Avrupa’nın önde gelen ülkeleri arasında.   

Yenilenebilir enerji kaynaklarının ekonomiyi yavaşlatacağı iddiası da artık tarih oldu. 

Yapılan son ihalelerde Ankara Çayırhan’da kurulacak kömür santralinden üretilecek elektriğin şebekeye satış fiyatı 6,04 dolar sent olurken, rüzgar ihalelerinde bu fiyat 3 dolar sent hatta daha aşağısında seyrediyor.

Paris Anlaşması’ndan kaçan Türkiye, aslında kendisini enerjide dışa bağımlılıktan, enerji kaynaklı çevre sorunlarına kadar birçok dertten kurtaracak enerji devriminden kaçıyor. 

Paris Anlaşması Türkiye’nin enerji dönüşümü için aradığı yol haritası olabilir ama yöneticiler bunun farkında değil.

Klima imparatorluğu

Özgür Gürbüz-BirGün/10 Temmuz 2017

Memlekette üretim hiç durmuyor. Beş yıl önce yerli otomobil yapacağız diyenler olmuştu, bugün ise rotayı uçak gemisine kırdılar. Durmadan bir şeyler üretiyorlar ama üretileni gören yok… Hiç kimse de, “madem derdiniz otomobil ve uçak gemisi gibi teknoloji-sanayi ürünleri üretmek; neden tüm liseleri kapatıp, üniversitelerdeki kaliteli bilim insanlarını işten atıp her mahalleye bir imam hatip açıyorsunuz” diye sormuyor. Okuyup üfleyerek yapılmıyor bu uçak gemisi dediğin. Ey dolduruşa gelenler, duyun sesimizi…

Uçak gemisi gibi gereksiz işleri bir tarafa bırakalım, gelin şu ülkenin klima sorununu çözelim. Enerji ve kentleşme politikaları o kadar çığırından çıktı ki, Türkiye’de ev tipi klima satışı 2016’da 800 bine ulaştı. Yılda 800 bin klima! Ticariler dahil klimalara ödenen para bir yıl önce 1,4 milyar dolardı. Akıllara ziyan. Türkiye’nin ekonomisi klima ekonomisi oldu, kimsenin haberi yok. Enerji ithalatının artmasında, çevreye zarar veren onlarca santralın kurulmasında en büyük sorumlulardan biri, “esmiyor” deyip düğmesine bastığınız klimalar. 

3 Temmuz’da Türkiye’nin birçok yerinde sıcaklık rekorları kırıldı. Daha sonra da herkes şu haberi okudu: “Elektrik tüketiminde 3 Temmuz’da rekor kırıldı”. Her yaz olduğu gibi, sıcaklıklar artınca klimalar çalıştı ve elektrik tüketimi de arttı. 3 Temmuz Pazartesi günü Türkiye’de 928 milyon kilovatsaat elektrik tüketildi. Normal bir işgünüydü. İki hafta önce, 20 Haziran’da ise Türkiye’nin elektrik tüketimi 775 milyon kilovatsaatti. O da normal bir işgünüydü ama iki tüketim miktarı arasındaki fark 150 milyon kilovatsaat. İki haftada Türkiye’de ne değişti? Ağır sanayi hamlesi mi sonuçlandı? İhracat mı ikiye katlandı? Uzaya roket göndermek için tüm fabrikalar 24 saat çalışmaya mı başladı? Hayır. Hava sıcaklığı ortalama 6 derece arttı, elektirk tüketimi tavan yaptı. Rekorun kırılmasının en büyük nedeni klimalar. Ne ülke kalkındı, ne de üretim şahlandı. Haliyle bu rekorun övünülecek bir tarafı yok.

Klimalar yüzünden boşa harcadığımız 150 milyon kilovatsaatlik enerjiyi üretmek için 50MW gücünde bir rüzgar santralının bir yıl çalışması gerek. Ya da bir o kadar nehir tipi HES’in. Sizin bir gün terlememek için klimalara hücum etmenizin bedeli bu. Doğru kentler kurmamanın, güneşi ve rüzgarı hesap ederek binalar yapmamanın ve konfor düşkünlüğümüzün sonucunu ülkece elektrik faturalarıyla boğuşarak ödüyoruz. Elektrik faturasını ödeyecek paranız olabilir ama bu iş para değil vicdan meselesi. 

Klima kullanımında öncelik yaşlılara, hastanelere ve sağlık problemi olanlara verilmeli. Urfa’da, Adana’da veya Antalya’da otursanız onu da anlarım ama İstanbul’da yazı 22-23 derecede geçirmek için eve klima koydurtmak başka bir şey… Japonya Çevre Bakanlığı yazın ofislerdeki klimaların 28 dereceye ayarlanması için kampanya yapmıştı. Klima kullanmak yerine giysilerle ilgili kurallar yumuşatıldı. Türkiye’de de yapılabilir. Ülke ekonomisine katkı sağlamak istiyorsanız ofise klimayla değil şortla ve tişörtle gelin. 

İşin daha da trajik tarafı şu. Yıl içinde sıcaklıkların tavan yaptığı gün sayısı çok değil ama yükseldiğinde artan elektrik talebini karşılamak için yedekte santralınızın olması gerekiyor. Malum akıllı şebeke, dağıtılmış santrallar konusunda sınıfta kalmış bir ülkeyiz. Merkezi santrallara bağlı eski ve tekelci bir elektrik üretim/dağıtım sisteminde ısrar ediyoruz. Bu yüzden de yıl içinde tüketim bu en yüksek rakamlara belki 10-15 gün ulaşsa bile, o anlık talepleri karşılamak için fazladan santral kuruyoruz. 

3 Temmuz’un faydası da oldu. Bize enerji planlamasında yapılan hataları gösterdi. Elektrik talebinin tavan yaptığı anda (ani puant talep) 46 bin MW oldu. Türkiye’nin mevcut kurulu gücü 80 bin MW civarında. Talep artışının umulduğu gibi artmamasına rağmen durmadan santral kurulması Türkiye’de bir arz fazlası yarattı. Bu plansızlığa son verip, yeni santral yapımlarını sınırlamazsak, Türkiye’deki birçok santralın atıl kalması kaçınılmaz olacak. Elektriği boşa harcayan ülke unvanının yanına, santralları boşa kuran ülke unvanını da alabiliriz.

Uçak gemisi yapınca bu sorunlar halloluyorsa tamam. Hallolmuyorsa sanayideki ustaları toplayıp uzay gemisi için çalışmalara başlasak çok daha iyi olur. 

Doğa için de adalet gerek

Özgür Gürbüz-BirGün/3 Temmuz 2017

Türkiye tarihinin gördüğü en önemli eylemlerden birine şahitlik ediyor. Cumhuriyet Halk Partisi’nin başlattığı ‘Adalet Yürüyüşü’, tüm hak arayanların buluşma noktası oldu. Haksız yere işinden atılan devlet memurları, üniversiteden ihraç edilen akademisyenler, hapse atılan gazeteciler ve adalet arayan herkes için tüm ülke günlerdir ayakta. Türkiye’nin vicdan ve akıl sahibi insanları görebileceğiniz en demokratik eylemlerden birine imza atıyor.

Adalet arayışı karşısında hükümetin verdiği yanıtlar tatmin edici değil. “Yok şunun için yürümediniz, yok şunlarla beraber yürüyorsunuz…” Geçiniz… Hükümet, Türkiye’de adalet sorunu yoktur diyemediği için türlü bahane ve tehditlerle bu yürüyüşü durdurmaya çalışıyor.  Başaramıyor. Belli ki adaletsizlik bu ülkede herkesin sabrını taşırmış, korku duvarı aşılmış.

Herkes biliyor ki adalet yürüyüşü bir başlangıç. Yürüyüş bu ülkede hiçbir şeyin yolunda olmadığının göstergesi ve yoluna girene kadar da sürecek. Adalet çağrısı bugün yollarda, 24 Temmuz’da Cumhuriyet gazetesinin tutuklu gazetecilerinin yargılandığı Çağlayan’da yankılanacak. Ta ki ülkedeki herkesin adaletle ilgili en ufak bir kuşkusu kalmayana dek.

Üç haftaya yakın süredir Türkiye’nin gündemini adalet yürüyüşü belirliyor. İktidarın, AKP Genel Başkanı Erdoğan’ın televizyonlarda durmadan şikayet ettiği, ana muhalefetin ise ülkenin kanayan yarasına çözüm bulmak için çalıştığı günlerdeyiz. Sadece bu durum bile yürüyüşün başarıya ulaştığını göstermeye yeter. Muhalefetin yapması gereken gündemi belirlemeye devam etmek. İktidarın güç kaybının devamı, yarattığı suni gündemlerin yerine bu ülkenin gerçek sorunlarının konuşulmasına bağlı.

Bergama’da adalet var mı?
Adalet meselesini bu köşeye taşımam boşuna değil. Alın size Bergama’daki altın madeninin hukuk sürecinden bir örnek. Madenin 2009 yılında verilen ÇED raporu iki hafta önce iptal edildi. Raporun bölgedeki bitki ve hayvan yaşamına dair bulguları eksik bulundu. Madenin 30 gün içinde kapatılması gerekirken şirket birkaç gün içerisinde yeni bir ÇED raporuyla ilgili bakanlığa başvuruda bulundu. Kağıt üzerinde yapılan düzeltmeler doğadaki tahribatı önler mi? Önlemez elbette.

Madenin eski sahibi ‘FETÖ’cü çıktığı için madeni şu anda TMSF yönetiyor; devletin kendisi. Devlet, “bu maden sekiz yıldır yanlış bir ÇED raporuyla yönetiliyormuş, biz ne yaptık” diyeceğine, hukuku hiçe sayıp yeni bir ÇED raporuyla madeni işletmenin yolunu arıyor. Adalet dediğiniz bu mu? Bu Bergama’da toprağını, suyunu korumak isteyenlerin kazandığı kaçıncı hukuk zaferi? Hepsinde adaletin dediği değil şirketlerin istediği oldu. İşte insanlar bu yüzden yürüyor.

Adalet Akkuyu’da da sınav veriyor
Çevre meselelerindeki adaletsizliğe trajikomik bir örnek de verelim. 2 Mart 2017 tarihinde Birgün’de yazmıştık. Akkuyu Nükleer Güç Santralı’na karşı açılan davaları neticelendirmek için fikrine başvurulan bilirkişi heyeti, hazırladığı raporun Kyoto Protokolü’yle ilgili bölümünü Wikipedia’dan kopyalayıp yapıştırmıştı. Üstelik alıntılanan bilgilerin neredeyse hepsi yanlıştı. Bu bile o bilirkişi raporunun geçersiz kabul edilmesini gerektirir. Kopyala yapıştır hazırlanan rapor, 80 milyonun hayatını riske atacak nükleer santral konusunda fikir veren bilirkişinin yeterliliğini sorgulatır. 29 Nisan 2017’de Wikipedia’ya getirilen yasak ise bilirkişi raporunda kullanılan bilgileri yasadışı yaptı. Türkiye’de yaşayanların girmesinin yasaklı olduğu siteden alınan bilginin Danıştay’a verilen rapora konması normal mi? Danıştay bilirkişi heyetinin raporuna bakarak nükleerin ÇED raporuna onay verirse, yasaklı bir siteden (bazı terör örgütleriyle Ankara'yı ilişkilendiren içeriklere sahip olduğu gerekçesiyle kapatılan) alınan yanlış bilgiler ışığında hukuki bir karar almış olmayacak mı? Böyle bir karar adil kabul edilebilir mi?
 
Çevreciler bu düzene isyan etmeyip, adalet için yürümesin de ne yapsın?