Özgür Gürbüz-BirGün/30 Kasım 2017
Türkiye birkaç
haftadır Rusya veya Kazakistan’dan yayıldığı anlaşılan Rutenyum-106 adlı
radyoaktif izotopu konuşuyor. Doğada olmayan, sadece nükleer atıklarda ve
uydularda rastlanabileceği söylenen bu izotopun atmosferdeki varlığını Fransa
Nükleer Güvenlik Enstitüsü’nden (IRSN) öğrendik. Uzmanlar, bir nükleer tesiste
Eylül sonunda bir kaza meydana geldiğini düşünüyor. Rutenyum’un Avrupa’da
radyasyon ölçüm cihazlarına yakalanması ve yüksek seviyelerde tespit edilmesi
ise Ekim başlarında oldu. Kazanın gerçekleştiği bölgede durumun farklı
olabileceği ancak Avrupa açısından ciddi bir tehdit olmadığı söylense de, radyasyonun
kaynağının açıklanmaması şüpheleri artırıyor.
Haberin 10
Kasım’da dünyanın önde gelen medya kanallarına yansımasıyla işin büyüdüğünü
söyleyebiliriz. Ben de kendi Twitter hesabımdan (@ozzgurbuz) haberi 10 Kasım’da
duyurmuştum. Herkes birbirine sormaya başladı; nereden geliyordu bu Rutenyum-106.
Olayı ciddiye almamak hata olur ancak bu gibi durumlarda spekülatif haberlerden
kaçınmak gerek. IRSN tarafından yayımlanan ve Rutenyum-106’ın muhtemel
kaynağını gösteren haritayı radyasyonun yayılma haritası sananlar bile oldu.
Sosyal medyadan dışarı çıkmayın mesajları bile gelmeye başladı. Herkes ne
yapacağını birbirine soruyordu. O nedenle bu yazıyı yazmadan önce Fransa’dan,
Greenpeace’ten uzmanlarla konuştum ve bilgileri birkaç kaynaktan teyit ettim. Şimdilik
risk yok ama durum değişirse de bildirmek görevimiz.
Dünyada bunlar
olurken, Mersin ve Sinop’ta nükleer santral kurmaya heveslenen Türkiye’de,
resmi makamlardan çıt çıkmadı. Olası bir kaza veya sızıntı durumunda bizi
uyarmasını “umduğumuz” TAEK’in (Türkiye Atom Enerjisi Kurumu) ilk açıklama yaptığı
tarih 29 Kasım 2017. İddiaların dünya kamuoyuna yansımasından tam 19 gün sonra.
Bu süre içerisinde Türkiye can güvenliği olup olmadığını hep yurt dışındaki
haberlerden ve onların kötü çevirilerinden öğrenmeye çalıştı. İş, cep
telefonumuza gelen yağmurlu havada dışarı çıkmayın mesajlarına kadar geldi.
Halbuki, TAEK’in ilişkide olduğu Uluslararası Atom Enerji Ajansı (UAEA) 13
Ekim’de bir rapor yayımlamıştı. Bu raporda, 7 Ekim tarihinde Ankara’daki
Rutenyum-106 seviyesinin metreküpte 0,018 mBq olduğu yazılıydı. Oldukça düşük
bir değerden bahsediyoruz. UAEA’na bu rakamı TAEK vermiş. Peki, TAEK bu rakamı
neden o gün ya da 10 Kasım’dan sonra açıklayıp Türkiye’yi rahatlatmadı? Sorunun
yanıtı yok.
Bu sorunun
yanıtını TAEK verir mi bilmiyoruz ama aklımıza ister istemez Çernobil geliyor.
26 Nisan 1986 yılında Sovyetler Birliği’nde Çernobil kazası olmuş, radyoaktif
bulutlar Türkiye’ye doğru yol almaya başlamıştı. Yağışların da etkisiyle Doğu
Karadeniz ve Trakya bölgeleri başta olmak üzere Türkiye ciddi bir radyasyon
serpintisine maruz kalmıştı. Dönemin yetkililerinin tek derdi ise halkı
tehlikeye karşı uyarmak ve gerekli tedbirleri almak yerine, “Biraz radyasyon
kemiklere iyi gelir” (Kenan Evren) ve “Radyoaktif çay daha lezzetlidir” (Turgut
Özal) gibi demeçlerle olayı gizlemeye çalışmaktı. Türkiye nükleer santral
yapmak istiyordu ve nükleer santralın ne kadar tehlikeli olduğunu gösteren
Çernobil kazasının üstünü örtmek gerekiyordu. Türkiye’nin bir nükleer kaza
karşısında ne kadar hazırlıksız olduğu da o gün görüldü. Acısını hala
çektiğimiz ve aslında hiç suçumuz olmayan bir facia yaşadık.
Bugün
yaşananlar da Çernobil’i hatırlatıyor. Türkiye yine nükleer santral kurmak
istiyor ve hükümet nükleer santralın ne kadar tehlikeli olduğunu gösteren bu
örnekleri gündeme bile getirmek istemiyor. Üstelik, kazanın Akkuyu’da nükleer
santral kurmak isteyen Rosatom’a ait Mayak’taki nükleer atıkların yeniden
işlendiği tesiste olduğuna dair şüpheler varken. Akkuyu’da dev bir nükleer
santral kurmak isteyen şirketin, gizemli bir kazaya neden olduğu ve bunu
dünyadan saklamaya çalıştığı doğru çıkarsa, Türkiye’de Rus nükleer santralını
pazarlamanın daha da zorlaşacağı ortada. Rutenyum-106 konsundaki sessizliğin
nedeni bu olmasın sakın?