Kyoto etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kyoto etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Kopyala-yapıştır rapor

Akkuyu'da yapılmak istenen nükleer santralin ÇED raporuna yapılan itiraz sonrası bir bilirkişi heyeti tarafından hazırlanan raporun Kyoto Protokolü ile ilgili kısmı Wikipedia’dan kopyalanmış.

Özgür Gürbüz-BirGün/2 Mart 2017

Bilirkişi raporundaki Kyoto
Mersin ili sınırlarında yapılmaya çalışılan Akkuyu Nükleer Güç Santralı’na karşı açılan davaları neticelendirmek için fikrine başvurulan bilirkişi heyetinin hazırladığı raporun Kyoto Protokolü’yle ilgili bölümünün Wikipedia’dan kopyalandığı ortaya çıktı. Nükleer santralların iklim değişikliğine neden olan seragazı emsiyonlarını çıkarmadığını iddia ederek rüzgar ve güneş gibi yenilenebilir enerjilere göre avantajlı olduğunu öne süren bilirkişi heyeti, bu tezini açıklarken de Kyoto Protokolü’nün maddelerine yer vermişti. Raporda Kyoto Protokolü’nden “sözleşme” diye bahsedilmesi, "sözleşmenin maddeleri” diye verilen bilgilerin doğru olmaması eleştiri konusu olmuştu. Şimdi de bu bilgilerin Wikipedia’dan birebir kopyalanıp yapıştırılmış olduğu ortaya çıktı. 

Wikipedia'da Kyoto bölümü
Wikipedia’dan kopyalanan metinde, “Atmosfere salınan sera gazı miktarı yüzde 5’e çekilecek”, “Güneş enerjisinin önü açılacak, nükleer enerjide karbon sıfır olduğu için dünyada bu enerji ön plana çıkarılacak”, “Fazla yakıt tüketen ve fazla karbon üretenden daha fazla vergi alınacak” ve “Fosil yakıtlar yerine örneğin biodizel yakıt kullanılacak” gibi Kyoto Protokolü’nde  yer almayan öneriler, bilirkişi raporunda “sözleşmenin maddeleri” olarak belirtilmişti. Halbuki protokol, Kyoto’ya taraf, gelişmiş ülkelerin seragazı emisyonlarını 2008-2012 yılları arasında yüzde 5,2 oranında azaltmasını hedeflerken, nükleer enerji kullanımının ön plana çıkarılacağı gibi bir tahminde bulunmuyor. Kopyalanıp bilirkişi raporuna yapıştırılan bu maddeler aslında Wikipedia yazarının yorumları. Wikipedia gibi gönüllü yazarlar tarafından veri girilen bir kaynaktaki bilgilerin, doğruluğu kontrol edilmeden Danıştay’a sunulan bilirkişi raporuna girmesi çevreciler ve nükleer karşıtları tarafından skandal olarak niteleniyor.

Akkuyu’nun bilirkişi raporu hatalarla dolu

Mersin’de kurulmak istenen nükleer santrala karşı açılan davaları değerlendirecek Danıştay’a iletilen bilirkişi raporu açıklandı. Rapor hem nükleer enerji hem de çevre konusunda ciddi yanlışlarla dolu.

Özgür Gürbüz-BirGün/27 Şubat 2017

Adalet ve Kalkınma Partisi’nin Rusya’ya Türkiye’de nükleer santral kurdurtma ısrarı sürüyor. Mülkiyeti ve kontrolü tamamen Rusya’nın elinde olacak santral projesinin geleceği aslında Türkiye ile Rusya arasıdaki ilişkiye bağlı. Öte yandan da hukuki ve teknik süreç devam ediyor. Santralla ilgili 17 farklı iptal davası var. Garip bir şekilde bu davalar Danıştay’da birleştirildi. Bilirkişi heyeti de Danıştay 14. Dairesi’ne görüşlerini içeren bir raporu birkaç gün önce sundu. 205 sayfalık bu rapor ne yazık ki yanlış bilgilerle dolu. Birkaç örnekle anlatalım.

Bölümün adı ‘Dünyada Nükleer Santrallerin Genel Durumu’. Burada Mayıs 2016 itibariyle dünyada 444 nükleer santralin işletmede olduğu yazılmış. Raporun ‘nükleer uzmanları’ dünyadan o kadar bir haber ki, 2011 yılında Fukuşima’da meydana gelen nükleer kaza sonrası ülkedeki 54 reaktörün (doğrusu reaktör santral değil) kapatıldığını bilmiyor. Bunlardan 10’unun kapısına resmen kilit vuruldu, sökülmeyi bekliyorlar. Kalan 42 reaktörden de şu anda sadece iki tanesi çalışıyor. Rapor doğru bilgilerle hazırlanmış olsaydı şöyle demeliydi: “Dünyada halihazırda çalışabilir durumda (bu reaktörlerin hepsi çalışmıyor) 402 nükleer reaktör var”. Doğru reaktör sayısını kullanmadıkları için nükleer santralların dünyadaki kurulu gücüyle ilgili verdikleri bilgiler de yanlış ve yanıltıcı.

Aynı bölümde nükleer enerjinin geleceğiyle ilgili verdikleri rakamlar da yanıltıcı. Dünyada nükleer kaynaklı elektrik üretiminin artacağını ancak toplam elektrik üretimindeki payının yüzde 9,2’ye düşeceğinden bahsetmişler. Kaynak da Sinop nükleer projesine ortak olmak isteyen EÜAŞ. En azından Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın (UAEA) raporlarına bakma zahmetine katlansalardı, nükleeri savunan bu kurumun bile 2050 yılı için yaptığı tahminlerde bu oranın yüzde 4,7’lere kadar gerileyebileceğini söylediğini görürlerdi. Bugünkü oranın yüzde 11,2 olduğunu hatırlatalım. Nükleerin gözden düştüğünü yazamamışlar.

Nükleerden vazgeçenler raporda yok
Akkuyu için rapor hazırlayan bilirkişi heyeti
Bir başka felaket de Fukuşima sonrası birçok ülkede alınan nükleer karşıtı kararları es geçtikleri bölüm (sayfa 78). Raporda, “…kazadan bu yana bazı ülkeler nükleer santral projelerinden kısmen vazgeçerken bazı ülkeler nükleer programlarına devam etmişlerdir” denmesi bu raporun tarafsızlığına gölge düşürmüş. Dünyada Fukuşima sonrası nükleer santrallerini kapatma kararı alan ve bunu uygulayan Almanya gibi ülkeler olduğunu herkes biliyor ama bu raporda yok. Fukuşima’dan sonra nükleere geçme konusunu halk oylamasına sunan ve çıkan hayır sonucuyla yoluna nükleersiz devam eden İtalya’dan da bahsedilmiyor. Dünyanın nükleer enerjiyi en çok kullanan ülkesi Fransa’nın bile nükleerin elektrik üretimindeki payını 2025’e kadar yüzde 78’den yüzde 50’ye indireceği yazılmamış. Aksine, İsviçre’nin halk oylamasıyla eski reaktörlerini bir süre daha çalıştırma kararı aldığı yukarıdaki iddiayı desteklemek için kullanılmış. Üstelik, İsviçre’nin Fukuşima sonrası bu eski reaktörlerin yerine yenilerini yapmaktan vazgeçtiği de vurgulanmamış.

Benim için bu yanlışlar, bilirkişi raporunu hazırlayanların konudan ne kadar uzak olduklarının göstergesidir. Sağlığını, geleceğini ve bu memleketi sevenlere duyurulur.

***
Kyoto Protokolü’nde olmayan nükleeri öven maddeler uydurulmuş
Raporun ciddiyetsizliğiyle ilgili belki de en çarpıcı örnek Kyoto ile ilgili. Bu rapor İngilizce’ye çevrilir ve Akkuyu’da kurulan nükleer santralin dayanağı olarak gösterilirse vay halimize. Sayfa 84’te, ‘Kyoto Protokolü sözleşmesine’ (protokol mü sözleşme mi karar verememişler) vurgu yapılmış ve ‘sözleşme yer alan bazı maddeler’ başlığının altına yazılanlardan iki örnek:

·       Atmosfere salınan sera gazı miktarı %5’e çekilecek.
·       Güneş enerjisinin önü açılacak, nükleer enerji de karbon sıfır olduğu için dünyada bu enerji ön plana çıkarılacak.

Bilirkişi raporundaki aslı astarı olmayan Kyoto maddeleri
İlk maddenin doğrusu şöyle: Kyoto’ya taraf, gelişmiş ülkeler seragazı emisyonlarını 2008-2012 yılları arasında yüzde 5,2 oranında azaltacak. İkinci maddenin nereden geldiğiyse belli değil. Protokolün hiçbir maddesinde de nükleer enerjiden bahsedilmez. Bahsedilmediği gibi, nükleer enerji çözümün bir parçası görülmemiş, seragazı azaltımı için kullanılan emisyon ticareti gibi mekanizmalara nükleer dahil edilmemiştir.

***
Üçüncü ayında arıza yapan reaktör örnek gösterildi
Bilirkişi raporunun bir başka sorunu da denenmemiş Rus teknolojisini denenmiş gibi göstermek. Akkuyu’da kurulmak istenen VVER-1200 tipi reaktörün, temelde VVER-1000 teknolojisine dayandığı, bu reaktörün de birçok ülkede kullanıldığı tezi nükleer enerjiyi biraz bilenleri güldürür. Aralarında 200 MW güç farkı olan iki reaktörden bahsediyoruz, soğutma suyu miktarından güvenliğine kadar her şey değişir. VVER-1200 tipi reaktörün çalışan ilk örneği diye Rusya’nın Novovoranezh’deki reaktörünü göstermeleri de bir başka hata. Bu reaktör UAEA kayıtlarına göre ticari faaliyetine henüz başlamadı. Üstelik, deneme çalışmalarına başladıktan sonra elektrik jeneratörlerinde arıza meydana geldi ve reaktör bir süre durduruldu. Bilirkişi raporunda bu reaktörün ‘rüşdünü ispatlamış’ gibi sunulması akıl alınır gibi değil. Bir reaktörün güvenilirliğini ispatlaması için yıllar gerektiğini bir kez daha hatırlatalım. Akkuyu’yu deneme tahtası yapmayın!

***
Rus Büyükelçisi’ni koruyamayanlar Akkuyu’yu nasıl koruyacak?
Bilirkişi nükleer santralların karşı karşıya kaldığı terör tehlikesini de değerlendirmemiş. Nükleer santralların terör hedefi olduğunu yıllar önce yazdığımızda komplo teorisi sananlar, bugün Obama dahil dünya liderlerinden bu konunun ciddiyetini dinliyor. Türkiye’de de örgütlü olduğu yaşadığımız saldırılarla net bir biçimde ortaya çıkan IŞİD gibi terör örgütleri Rusya’yı hedef alan saldırılar düzenliyor. Büyükelçisini koruyamadığımız Rusya’nın nükleer santralını nasıl koruyacağımız meçhul. Nükleer santralların hem terörün hem de savaş zamanlarının hedefi olduğu raporda unutulmuş.

Kyoto öldü yaşasın Paris

Foto: UNFCC-http://bit.ly/2g1A8Ef
Özgür Gürbüz/ 4 Kasım 2016

Her geçen gün derinleşen iklim krizini önlemek için dünyanın artık yeni bir anlaşması var. 4 Kasım 2016 tarihinde (bugün) yürürlüğe girecek Paris Anlaşması, ‘küresel ortalama yüzey sıcaklığı’ndaki artışı 2 derecenin (hatta bilim insanlarının önerdiği 1,5 C°’nin) altında tutmaya çalışacak. Böylece dünyadaki birçok canlının yaşamına uygun koşullar yaratan yaklaşık 14 derecelik yüzey sıcaklığı ortalamasından çok uzaklaşılmamış olacak.

Paris Anlaşması, 2020’de yerini alacağı Kyoto Protokolü gibi yaptırımlar içermiyor. Anlaşmaya imza atan ülkelerden, seragazı emisyonlarının nasıl azaltacaklarını ve 2 derecenin altında kalma hedefine nasıl ulaşacaklarını bir niyet beyanıyla (INDC) belirtmeleri isteniyor. Parsi Anlaşması bu nedenle eleştirilse de, Kyoto’ya taraf olmamış, dünyanın en çok seragazı üreten Çin ve ABD’yi sürece katarak bu eleştirileri biraz olsun kırmayı başardı. Anlaşmanın hayata geçmesi için küresel seragazı emisyonlarının en az yüzde 55’inden sorumlu, en az 55 ülkenin anlaşmaya taraf olması gerekiyordu. Bugüne kadar 83 ülke anlaşmaya taraf oldu ve yüzde 55 barajı aşıldı. Ülkeler önce anlaşmaya imza atıyor daha sonra ülkelerindeki onay sürecini tamamlayarak taraf oluyor.

Paris Anlaşması’nın ilk taraflar toplantısı da 7-18 Kasım tarihlerinde Fas’ın Marakeş kentinde düzenlenecek BM İklim Değişikliği Konferansı’nda yapılacak. Toplantının gündeminde, şu ana kadar ülkelerin verdiği niyet beyanlarının nasıl iyileştirileceğine dair tartışmaların da olması bekleniyor. Zira, ülkelerin Paris Anlaşması’nı imzalarken verdikleri hedefler ortalama yüzey sıcaklığını 2 derecenin altında sabitlemekten çok uzak. En iyimser tahminler ülkelerin mevcut hedeflerinin 2100 yılında bizi 2,7 derece, belki de daha sıcak bir gezegene götüreceği yönünde. Paris Anlaşması öncesinde pazarlıklar, bu taahhütlerin iyileştirilmesi için yapılacak. Türkiye de geçen yıl anlaşmaya imza atıp, başta kömür, petrol ve doğalgaz gibi fosil yakıtların yakılmasıyla ortaya çıkan seragazı emisyonlarını azaltma değil sınırlama taahhüdü vermişti. Bu da, 2014 yılında 464 milyon ton CO2 eşdeğerini bulan emisyonların, 2030’da iki katına çıkarak 929 milyon tona ulaşması anlamına geliyor. Dergimiz yayına hazırlandığı sırada Türkiye Paris Anlaşması’na taraf olmayan ülkeler arasındaydı.  

İklim müzakerelerinin kayıp ülkesi Türkiye

Özgür Gürbüz-BirGün/17 Eylül 2016

İklim müzakerelerinde Türkiye’nin yaptıkları, uluslararası ilişkiler derslerinde ‘bu iş nasıl yapılmazı’ anlatmak için kullanılabilir. Özeti şöyle…

COP14-Poznan'dan bir görüntü - Foto: O. Gurbuz
Dünya küresel iklim değişikliğinin insan etkisi nedeniyle gerçekleştiği konusunda şüpheler artınca ilk büyük adımı attı ve BM İklim Değişikliği Çerçeve Anlaşması (UNFCCC) ortaya çıktı. Amaç, insan etkisiyle meydana gelen iklim değişikliğini anlamak ve çözümü için tüm ulusları kapsayan bir protokol hazırlamaktı. Çerçeve Anlaşması 21 Mart 1994 yılında yürürlüğe girdi. Türkiye kendisini gelişmiş ülkelerin olduğu Ek-1 grubuna dahil ederek yanlış pozisyon aldı. Haliyle de, sonraki dönemde herkes iklim değişikliğini nasıl durdururum diye uğraşırken Türkiye, kendisini gelişmiş ülkelerin olduğu gruptan nasıl çıkarırım diye uğraştı. Sonuçta anlaşmaya 10 yıl sonra, Mayıs 2004’te taraf oldu.

Çerçeve Anlaşması’nın önünü açtığı protokolün adı 1997’de kondu. Kyoto Protokolü tarihin seragazı indirimini şart koşan ilk uluslararası anlaşmasıydı. Uzun müzakerelerden sonra Şubat 2005’te yürürlüğe girdi. Türkiye yine ne yapacağını bilemedi. Müzakereleri iyi takip etmediği gibi, pozisyon da alamadı. Enerjide kömürcülerin ağırlığı hissediliyor, ülkenin her kesiminden bunun bir komplo teorisi olduğuna dair sesler yükseliyordu. Güneş, rüzgar ve jeotermal gibi yenilenebilir enerji kaynaklarının ülkesi Türkiye, olmayan petrol ve doğalgazına, verimsiz yerli kömürüne rağmen, fosil yakıt taraftarlarının yolundan gitti. Yanlış takımı tuttu. Kyoto Protokolü’ne de iş işten geçtikten sonra 2009 yılında katıldı, 2020’ye kadar yükümlülük almadı ama süreçten de uzak kaldı.

2015 sonunda Paris’te düzenlenen 21. Taraflar Toplantısı’nda 180 ülke Kyoto Protokolü sonrası yürürlüğe geçecek Paris Anlaşması’nı imzaladı. Türkiye’de 180 ülke arasındaydı ancak işin doğasına aykırı bir şekilde, seragazlarını azaltma değil arttırma hedefi koydu. Tek jesti, “arttıracağız ama daha az arttıracağız” oldu ve anlaşmayı bu taahhütle imzaladı. Müzakereler Çin ve ABD’ye odaklandığı için Türkiye’nin durumu fazla gündeme gelmedi.

Paris Anlaşması Kyoto’dan daha zayıf olsa da, en kötü anlaşma hiç olmamasından iyidir şiarıyla herkesçe alkışlandı. Şu ana kadar 27 ülke Paris’teki imzalarını bir adım daha ileri götürerek, ülkelerindeki yürütme organlarının onayını da alarak Paris Anlaşması’na taraf oldu. Anlaşmanın hayata geçebilmesi için iki kritik koşul var. 55 ülke anlaşmaya taraf olacak ve taraf ülkelerin seragazı emisyonlarının toplamı dünyadaki emisyonların en yüzde 55’ine denk gelecek. İlk şartın yerine getirileceğine kesin gözüyle bakabiliriz. Emisyonların %55’ine ulaşmak ise biraz daha zor. ABD ve Çin’in süreci tamamlamasıyla bu oran yüzde 39’u geçse de, birkaç büyük ülkenin daha sürece katılmasına ihtiyaç duyulabilir. Küresel seragazı emisyonlarının yüzde 7,53’ünden sorumlu Rusya; 4,10’undan sorumlu Hindistan; 3,79’undan sorumlu Japonya ve AB’den gelecek onay ikinci koşul için yeterli olabilir. İki koşul yerine getirildikten sonra, taraf ülkelerin hepsi söz verdikleri gibi dünyanın ortalama sıcaklığındaki artışı 2, hatta 1,5 derecenin altında tutmaya çalışacaklar. Halihazırda 1 derece civarındayız.

Yaptırım konusu muğlak olsa da hedef bu. İyi, güzel ama ülkelerin anlaşmayı imzalarken verdikleri ulusal taahhütler (INDC), yani seragazı azaltım veya sınırlama sözlerinin toplamı 2 derece hedefi için yeterli değil. Peki, nasıl olacak bu iş? Büyük bir olasılıkla pazarlıkla. Taraf olma faslı bitince ülke taahhütlerinin iyileştirilmesi için müzakereler başlayacak. Bu bölümde Türkiye’nin taahhüdü de tartışmaya açılabilir. Tabii, Türkiye onay sürecini tamamlarsa!

Meclis’ten her gün olmadık yasalar, KHK’ler çıkıyor ama Paris Anlaşması gündemde bile değil. Şu andaki süreçte kim iklimle ilgilenir diyebilirsiniz ama istesek de istemesek de iklim sorununu çözmek zorundayız. Birileri bu işin ucundan tutmazsa, Türkiye’nin Kyoto gibi sürecin dışında kalma olasılığı yüksek. Sağlıkta, ticarette ve uluslararası ilişkilerde bunun bedeli ağır olabilir. Türkiye’nin küresel emisyonların yüzde 1’inden sorumlu bir ülke olduğunu da anımsatalım. Burada herkese iş düşüyor. Bu savaş ortamında, iktidar kavgalarının arasında kim ilgilenir demeden politikacılara ve bürokratlara bu çağrıyı yapmak zorundayım. Kendinizi düşünmüyorsanız çocuklarınızı düşünün ve müzakere sürecine sahip çıkın.

İklim için liderler Ankara’da muhalifler New York’ta

Özgür Gürbüz-BirGün/15 Eylül 2014

Küresel iklim değişikliğini durdurmak için liderler en sonunda harekete geçiyor. Altı gün sonra, 20 Eylül’de Ankara’da, sayıları ve şiddeti giderek artan sel felaketlerini durdurmak, kuraklığa çözüm bulmak, derinleşen gıda krizini önlemek için bir araya gelecekler. Aralarında çevre kuruluşlarının gönüllüleri var. Üniversitelerdeki çevre kulüplerinin üyeleri, işine bisikletle giden bankacılar, parklarındaki ağaca sahip çıkan çocuklar, taş ocağının yok ettiği ormanına yeniden fidan diken anneler. Hepsi Ankara’daki bu zirveye gidiyor. Bavulunuzu toplamaya başlamadıysanız, o sizin sorununuz. Parıltılı davetiyeler yok ama hepimize davet var.

Bir de muhalifler ver. Her iyi işin karşısındalar. 23 Eylül’de New York’ta, Ankara’daki buluşmaya alternatif bir iklim zirvesi düzenliyorlar. Bu zirve, Birleşmiş Milletler (BM) Genel Sekreteri Ban Ki-moon’un davetiyle yapılıyor. Yıllardır, iklim değişikliğini durduracakmış gibi yapan, tehlikenin farkında olduklarını söyleyip ciddi bir anlaşmaya imza atmadan masadan kalkan herkes orada olacak. Muhaliflerin Kyoto’dan beri izlediği taktik bu.

Ankara’daki liderler zirvesinin buluşma yeri Ankara Garı. Liderler buluşmaya makam araçları, yani bisikletleriyle gelecek. Aralarında çift çamurluklu, dinamolu, 30 vitesli son model makam araçları da var. Oradan da, görüşmelerin yapılacağı Güvenpark’a geçilecek. Kırmızı ışıklarda durulup, halka saygısızlık edilmeyecek. Gazetelerde duyuruları olmayacak ama Facebook sayfaları var

New York’taki zirve BM’in ana binasında. Katılımcıların çoğu uçaklarla New York’a gelip, benzin içen makam araçlarıyla toplantı salonuna geçecek. Muhaliflerin devlet başkanları, bakanlar iklim değişikliğini durdurmak için yapılması gerekenleri açıklayacak. Yapılması gerekenleri söylerken politikacıların akıllarında hep büyük şirketler olacak. Konuşmalarıyla petrol ve kömür lobilerini kızdırıp kızdırmadıklarını düşünecekler. 2015’te Paris’te yapılacak zirvenin önemine değinecek, sonra da topu birbirine atıp New York’ta çeşitli davetlere katılacaklar.

Güvenpark’taki Liderler Zirvesi’nde ise politikacıların almadığı kararlar alınacak. Kararlar alınırken, söz hakkı olmayan ağaçlar, su baskınlarının mağdurları, enerji verimliliğiyle tüketimi azaltmak yerine ucuz kömür üretmek için yerin altında hayatını kaybeden Soma işçileri hep akıllarda olacak. İklim değişikliğini durdurmak için yapılması gerekenler

New York’taki buluşmaya ‘herhalde’ Türkiye’den bir yetkili katılacak. Kürsüye çıkıp, o bildik, ‘ortak fakat farklılaştırılmış sorumluluklardan’ bahsederek, belki de yüzüncü kez hiçbir şey yapmama sözü verecek. Komik duruma düşmemek için Türkiye’de iklim değişikliğini durdurmaya çalışanlara söyledikleri sözleri orada söylemeyecekler. Kürsüden, “İklim değişikliğinin ilacı enerji tasarrufu, güneş ve rüzgar gibi yerli kaynaklar ama biz vatanseverler, hem küresel ısınmaya yol açan hem de ithal edilen kömür, petrol ve doğalgazı daha çok seviyoruz” demeyecekler. Türkiye’de iklim değişikliğini dış güçlerin bir komplosu ilan ettiklerinden hiç bahsetmeyecekler. Burada bağıra bağıra söyledikleri, “İklim değişikliğini durdurma çabaları, Türkiye’nin büyümesini istemeyenlerin bir hamlesi” iddiasını kulislerde bile fısıldamayacaklar. Sonuçta muhalefetin bile bir kalitesi var. Zirve bu, kahvehane değil.

Gerçek şu ki, herkes umudunu Paris’e bıraktı. Orada Kyoto’nun yerine geçecek güçlü bir anlaşma çıktı çıktı, çıkmazsa sevdiklerinizle vedalaşabilirsiniz. New York’ta güzel sözler söylenecek ama sazı biz ele almazsak o güzel sözler anlaşma metnine yansımayacak. Bu yüzden, Ankara Tren Garı’ndan bisiklete atlayıp liderliği ele almakta fayda var.

Avrupa ve Türkiye'nin iklim politikaları ne kadar farklı?

Özgür Gürbüz-Yeşil Ekonomi/21 Mayıs 2012

Durban'daki Taraflar Toplantısı'nın üzerinden altı ay geçti. Küresel iklim değişikliğini durdurma niyetindeki ülkeler Almanya'nın Bonn kentinde toplandı. 25 Mayıs'a kadar sürecek toplantılardan çıkacak kararlar, Katar'da yapılacak 18. Taraflar Toplantısı'na (COP 18) dair umutları arttıracak veya azaltacak. Bonn'daki toplantı kritik çünkü bu yıl sonunda Kyoto'nun ilk yükümlülük dönemi bitiyor. İkinci yükümlülük dönemi 2013'te başlıyor. Bonn'daki toplantıda ikinci dönemin beş mi yoksa sekiz yıl mı süreceğine dair bir karar alınması ve yeni anlaşmayla ilgili yol haritasının belirlenmesine çalışılacak.

Her şey toz pembe değil. İkinci dönem yükümlülük alacak ülkelerin sayısında azalma var. ABD yine ortada yok, daha önce elini taşın altına koyan Kanada, Avustralya ve Japonya bu defa sorumluluk almaktan kaçıyor. Bu durumda Rusya, Çin, Hindistan ve Brezilya'nın kendilerine azaltım hedefi belirlemeleri de sürpriz olur. Avrupa Birliği'nin (AB) tek umudu 2015 yılına kadar masadan kaçan ülkeleri yeniden biraraya getirecek yeni bir formül, anlaşma metni bulmak. Protokolün Ek-1 listesinde yer almalarına rağmen sorumluluktan kaçan bu ülkeler ikna edilinceye kadar da mevcut mekanizma (Kyoto Protokolü) sürdürülmek zorunda.

Peki, hedefi AB'ye tam üyelik olan Türkiye ne yapıyor? Bugüne kadar izlediği iklim politikası AB ile ne kadar uyumlu? Bu noktada geçmişe bakıp, politik mücadelenin lideri AB ile Türkiye'nin seragazı emisyonlarının kısa bir analizini yapmak faydalı olabilir. İşin özeti ve temel farklılık şu: AB seragazı emisyonlarını azaltarak Kyoto hedefini yakalarken Türkiye hedef almamanın verdiği rahatlıkla seragazı emisyonlarını hızla arttırıyor.

Bildiğiniz gibi AB-15, Kyoto Protokolü'nde ortak bir hedef aldı; 2012 sonuna kadar 1990 yılındaki emisyonlarını yüzde 8 oranında azaltma hedefi. 15 ülke, kendi içinde farklı sorumluluklar alarak ortalamada yüzde 8'i tutturma sözü verdi. 2010 sonu verilerine göre AB 1990 yılına göre emisyonlarını yüzde 11 oranında azaltmış. Yüzde 8'den daha fazla. AB-15 içerisinde bazı ülkeler hedeflerine ulaşamasa da Fransa, Almanya, İsveç ve Büyük Britanya'nın hedeflenenden daha fazla azaltım yapması ortalamayı kurtarıyor. Türkiye ise 1990-2010 yılları arasında yüzde 115'lik bir artışa imza attı. Buradan çıkan sonuç şu: Hedef olmayınca durum kontrolden çıkıyor. AB ile Türkiye'nin arasındaki en büyük fark bu.

Sektör bazında ele aldığımızda hem benzerliklere hem de farklılıklara rastlıyoruz. AB-15'de enerji sektörü 1990 yılında 3 bin 278 teragram (Tg) seragazı emisyonuna (CO2 eşdeğeri) neden olurken 2010'da bu rakam 3 bin 42 Tg olmuş; yaklaşık yüzde 10 azalmış. Türkiye'de ise azalma değil, iki kattan daha fazla (132'den 285 milyon tona çıkmış) bir artış var. Avrupa enerji sektörünü karbonsuzlaştırırken biz tersini yapmışız.

Endüstriyel işlemler sonucu ortaya çıkan seragazı miktarı AB-15'de yüzde 25 civarında azalırken bizde üç kattan fazla artmış. İki enerji yoğun sektörün payı büyük, demir-çelik ve çimento. Örneğin, Türkiye'de çimento sektörü güçlenirken Avrupa'da güç kaybetmiş. İki tarafta da tarımsal faaliyetlerden kaynaklanan seragazı miktarı azalmış, bu da herhalde AB'nin tarım sektörünü küçültme politikalarının Türkiye'de de uygulanıyor olmasından kaynaklanıyor.

Çok fazla konuşulmayan ama oldukça önemli olduğunu düşündüğüm bir zıtlık ise atıklarla ilgili. Türkiye'de atıklardan kaynaklanan seragazı emisyonları üç kattan fazla artarken Avrupa'da 1990-2010 arasında yüzde 20'lere yaklaşan bir azalma eğilimi var. Avrupa'nın tüketmekten vazgeçmediği düşünülürse sorunun daha ziyade atık yönetimiyle ilgili olduğu; kompost, depozito, geri dönüşüm ve benzeri uygulamaların yeterince hayata geçirilmediği söylenebilir. Türkiye'nin mevcut iklim politikalarının AB'nin aksine olumsuz sonuçlar doğurduğu ve ters yönde bir eğilime sahip olduğu ortada.

Türkiye'nin dikkat etmesi gereken bir başka başlık da ulaşım. Türkiye'nin enerjide dışa bağımlılığı çok konuşuluyor ama otomobil reklamlarının medya kuruluşları için yarattığı cazibeden mi bilinmez, bu bağımlılıkta petrolün payı 'nedense' hiç konuşulmuyor. Karayolu ulaşımı Türkiye'nin ulaşım kaynaklı seragazı emisyonlarının yüzde 88'ini oluşturuyor. Havacılık hızlı artışıyla tehlike sinyali veriyor, şimdiden payı ulaşım içinde yüzde 6,75'e ulaştı.

Bu hızlı artış bir altyapı ve beraberinde yaratılan bir kültürün (duble yollar, havaalanları) sonucu olduğu için ciddi tehlike arz ediyor. Enerji santrallerini daha az karbon üretenlerle değiştirmeniz tüketiciyi rahatsız etmez, onların ilgilendiği ihtiyaç duydukları elektriğe kavuşup kavuşmamaktır. Otomobile, uçağa alıştırılan tüketiciye trene veya bisiklete bin dediğinizde ise buna direnebilir; alışamayabilir. Dikte edilen otomobil kültürünü reddetmek zor. ABD'nin Kyoto konusundaki en büyük tereddütü, emisyonları azaltmak için alınacak tedbirlerin aslında hızlı tüketime dayalı yaşam biçimini değiştirmeye zorlayacak olmasıdır. Avrupa ise bu tüketim kültürüne daha mesafelidir. Bu yüzden de uyum sürecinin ilk aşaması daha az sancılı geçiyor.

AB ile Türkiye aynı yolda yürüdüğünü iddia ediyor ama birçok konuda olduğu gibi iklim politikalarında da farklı şarkılar söylüyor.

Kyoto bitti yaşasın iklim krizi!

Durban'a gelmeden önce Birgün'de yayımlanan yazımı biraz geç de olsa ilginize sunuyorum:

Özgür Gürbüz-Birgün / 26 Kasım 2011

Yarından itibaren dünyada iklim değişikliği tartışmaları hız kazanacak. Güney Afrika’nın Durban kentinde iki hafta boyunca insan kaynaklı iklim değişikliğinin etkileri ve bu felaketin nasıl durdurulabileceği konuşulacak. Bu yılki iklim zirvesi 28 Kasım’da başlıyor 10 Aralık’ta bitiyor. Tehlike şu: Toplantıya katılan 200 civarındaki devletin temsilcileri anlaşamazsa, bu Kyoto Protokolü’nün de sonu olacak. Müzakereleri Durban’da izleyip, Birgün’den ve bu köşeden gelişmeleri sizlere duyurmaya çalışacağım.

Kyoto’nun ilk dönemi 2012’de bitiyor ancak ikinci dönem için ülkelerin yeni ve daha büyük hedefler üzerinde anlaşmaları gerekiyor. Var mı böyle bir olasılık? Açıkçası var ama düşük bir olasılık. Japonya, ABD ve Kanada gibi ülkeler Kyoto’nun ikinci dönemine katılmayacaklarına dair açıklamalar yapıyorlar. Avrupa Birliği iklim değişikliğini önleme konusunda ciddi hedefleri olan ve bu konuda ısrar eden tek blok gibi. Buna rağmen ekonomik kriz yüzünden diğer ülkeleri ikna etme şansları yok denecek kadar az. Politik ve ekonomik güçleri ciddi darbe aldı. Bu da küresel ısınma konusunda bir şey yapmak istemeyen ülkelerin işini daha da kolaylaştırıyor. Dünyadaki seragazı emisyonlarının büyük bir bölümünü ABD ve Çin üretiyor. Çin, Kuzey ülkelerinden daha olumlu bir tavır sergiliyor ama Hindistan, Brezilya ve diğer gelişmekte olan ülkeler gibi seragazlarını azaltma konusunda bir şartları var. Gelişmiş ülkeler harekete geçmezse biz de geçmeyiz diyorlar. Durban’daki pazarlıklar, kabaca ifade etmek gerekirse bu çerçevede sürecek. Kyoto’nun yerine bir şey konmaz veya ikinci döneme geçilmezse gezegen iklim değişikliğine karşı savunmasız kalacak. Bir iklim krizi yaşanacak.

İklim değişikliğinin aritmetiğinde anahtar kelime 2 derece. Dünyanın ortalama sıcaklığındaki artış 1 derecelere yaklaşıyor. Yani, ortalama değerden neredeyse 1 derece daha sıcak bir gezegende yaşıyoruz. Bu artış 2 dereceyi geçerse geri dönülmesi zor bir sürece girilecek. Hava olaylarının, örneğin sellerin sayısı ve şiddeti artacak. Ya da tam tersi! Kurak geçen günler çoğalacak, kuraklığın şiddeti birçok canlının dayanamayacağı boyutlarda gerçekleşecek. Kyoto Protokolü, gelişmiş ülkelerin seragazı emisyonlarını 1990 seviyesinin yüzde 5,2 altına çekilmesini öngörüyor. Hâlbuki, 2 derecenin altında kalmak için 2050’ye gelindiğinde bu azatlım hedefinin yüzde 80’lere ulaşması gerekli. Anlayacağınız Kyoto’nun ilk dönemi sadece ısınma hareketiydi. 193 ülke buna imza attı ama iş sahaya çıkıp asıl maça başlamaya gelince herkes yan çizmeye başladı.

Durban’daki bir başka müzakere konusu ise gelişmiş ülkelerden gelişmekte olan ülkelere gidecek maddi yardımlarla ilgili. Öyle ya, sorumlu onlar, hesabı da onlar ödemeli. 2009 yılında Kopenhag’da yapılan iklim zirvesinde varsıl ülkelerden yoksul ülkelere her yıl 100 milyar dolarlık bir yardım yapılması kararlaştırılmıştı. Böylece, gelişmekte olan ülkeler başta enerji, ulaşım ve sanayi gibi konularda daha karbonsuz bir ekonomi kurmaları için ihtiyaçları olan paranın bir bölümüne kavuşacaklardı. Durban’da bu konu netleştirse zirveden en azından bir teselliyle dönmek mümkün olabilir.

Türkiye’nin durumu da ilginç. Kyoto’ya taraf olan 193 ülkeden biriyiz ama bağlayıcı bir hedefimiz yok. Anlaşmaya garip bir şekilde gelişmiş ülke olarak katıldık ama sonra hatamızı anlayıp özel konumunu anlatmak için yıllarca çaba harcadık. Çabalar meyvesini Marakeş’teki toplantıda verdi ve yükümlülük alan gelişmiş ülkeler gurubunun dışında farklı bir konuma kavuştuk. O yüzden de Protokol’e taraf olmamamıza rağmen hedef almadık. Hedef olmayınca da eski tas eski hamam, yola devam ettik. Termik santraller, otobanlar…  Bazı sözde iklim uzmanları bu durumu anlamadı. Gazetelere Türkiye Kyoto’yu imzalarsa termik santral yapamaz gibi demeçler verdi. Halbuki yoktu böyle bir şey.

Kyoto devam etse bile Türkiye’nin alacağı hedef müzakerelere tabi olacak. Hükümet de iklim konusunda yaşanan mevcut krizden memnun. Devler masaya oturmamışken kim Türkiye’yle ilgilenir? Türkiye, OECD ülkeleri arasında seragazı emisyonlarını en çok arttıran ülke. 1990’a göre yüzde 97’lik bir artış söz konusu ama ortada küresel bir anlaşma olmayınca bu rakamların bir anlamı da kalmıyor. İşin özeti bu. Durban’daki müzakerelerden haberler, Türkiye’deki başarısız iklim kampanyaları, efsaneleşen karbon borsaları gibi konular ise daha sonra.

Kyoto Prtokolü Hayatımızı Nasıl Değiştirecek?

Özgür Gürbüz/ 6 Şubat 2009

Türkiye, gecikmeli de olsa 5 Şubat 2009 tarihinde Kyoto Protokolü’ne taraf oldu. Protokole bugüne kadar 185 ülke taraf oldu ve küresel ısınmaya yol açan seragazı emisyonlarını, 2012 sonuna kadar 1990 yılındaki seviyenin en az yüzde 5 altına çekmeyi kabul ettiler. 1997 yılında Japonya’nın Kyoto kentinde ortaya çıkan anlaşmada bu sorumluluk tüm taraf ülkelere verilmedi. Gelişmiş ülkeler olarak adlandırılan grup indirim taahhütlerini kabul ederken, gelişmekte olan ülkeler için yaptırım içermeyen tedbirler kabul edildi. Bugün protokole taraf olan Çin, Hindistan gibi ülkeler bu nedenle, birinci dönem olarak da adlandırılan 2008 – 2012 yılları arasında seragazı emisyonlarını indirmek zorunda değiller.

Türkiye’nin özel durumu
Türkiye’nin durumu ise birçok açıdan farklılık içeriyor. 1997’deki ilk metinde kendisini, OECD ülkesi olduğu için gelişmiş ülkelerin yanında bulan Türkiye, uzun yıllar yükümlülük alacak ülkeler arasında yer aldı. Türkiye’nin ilk yıllarda küresel ısınmaya gereken ilgiyi göstermemesi nedeniyle bu sorun fazlaca gündeme gelmedi. İşin ciddiyeti daha sonra anlaşıldı ve Türkiye 2001 yılında Fas’ın Marakeş kentindeki Taraflar Toplantısı’nda (COP 7) kendi özel durumunu kabul ettirerek, yükümlülük alan ülkelerin içinde yer aldığı “Ek-B” adı verilen listeden ismini çıkarttırdı. Bugün protokole imza atan Türkiye hem 2001 yılındaki karardan dolayı 2012 yılına kadar yükümlülük almıyor. 2009 Aralık ayında Danimarka’nın Kopenhag kentinde yapılacak toplantıda 2012 sonrası alınacak yeni yaptırımlar belli olacak. Türkiye’nin bu dönemde nasıl bir yükümlülük alacağı ise orada yapılacak görüşmelerde belli olacak. Protokol’e taraf olan Türkiye, Kopenhag’ta müzakerelere aktif olarak katılabilecek.

Neler yapmalıyız?
Önümüzdeki üç yıl boyunca Türkiye’yi etkileyen en büyük yükümlülük, Birleşmiş Milletler’e verilecek olan raporların daha detaylı ve sık olarak hazırlanacak olması. Bu dönemde Türkiye bir yaptırım almasa da uzmanlar, sürenin iyi değerlendirilerek 2012 sonrasına hazırlanılmasının önemine değiniyor. Makro politikalar; enerjiyi verimli kullanma, toplu taşımanın yaygınlaştırılması, karayollarından demiryollarına geçiş, rüzgar, güneş ve biyokütle gibi temiz enerji kaynaklarının kullanımının arttırılması, orman alanlarının ve su havzalarının korunması, sanayide yeşil teknoloji seçimine yönelinmesine neden olacak. Kyoto’nun günlük hayatımıza yansıması ise daha çok bireysel tedbirleri kapsıyor. Geri dönüşüm için evsel atıkların ayrıştırılması, tasarruf tedbirleri, evlerde yalıtım ve enerjiyi verimli kullanan cihazların kullanımı yine ilk akla gelenler. Yerel yönetimlerin tavırları ve çıkarılacak yasal düzenlemelerin bireysel tedbirlere etkisi fazla olacak.

Protokol hedef gösteriyor, gidilecek yolu ülkeler çiziyor
Kyoto Protokolü, yükümlülük alan ülkelere atmosfere saldıkları seragazı oranında indirim ya da sınırlama getiriyor. Bu hedefe nasıl ulaşacaklarına ise ülkelerin kendileri karar veriyor. Örneğin Avustralya 2012 sonuna kadar seragazı emisyonlarını 1990’a göre yüzde 2,1 azaltmak zorunda. Avustralya’nın hedefine ulaşmak için daha az kömürle çalışan santral mi yapacağı ya da enerji tasarrufuna mı ağırlık vereceği Kyoto’yla belirlenmiş değil. Protokol, ülkeleri seçimlerinde serbest bırakıyor, sadece Emisyon Ticareti (Karbon Borsası) gibi mekanizmalarla yol gösteriyor.

AB ve Kyoto
Avrupa Birliği (AB), Kyoto Protokolü’ne topyekün taraf olarak tüm üyelerin sorumluluk almasını şart koştu. Türkiye’nin AB’ye girişinde de Kyoto’ya ya taraf olması şart koşulmuştu. AB-15 üyeleri, 2013’e ortak bir hedef belirledi ve seragazlarını 1990’a göre toplamda yüzde 8 azaltmayı kararlaştırdı. Bu ortak hedefe ulaşmak için her ülkeye ayrı hedefler verildi. Bazı ülkeler 90 yılına göre sınırlı da olsa arttırım hakkı kazanırken, Almanya, Danimarka ve İngiltere gibi ülkeler AB’nin ortalama yüzde 8 indirimi yakalaması için yüksek hedeflerle yola çıktılar. Avrupa Çevre Ajansı, AB’ye üye olan 27 ülke içerisinde sadece İspanya, İtalya ve Danimarka’nın bu hedefleri yakalamayacağı ve ikinci dönem için daha fazla yükümlülük alacağını tahmin ediyor. Kısacası 2012’ye kadar Avrupa’da ciddi bir sorun yok. Ülkelerin hedeflerine ulaşamaması halinde en büyük yaptırım, ilgili ülkenin bir eylem planı belirlemesi ve 2012 sonrası dönemdeki yükümlülüklerini yüzde 30 artırması olarak belirlenmiş.

***
Türkiye’nin Küresel Isınmaya Katkısı
Türkiye İstatistik Kurumu verilerine göre, 1990 yılında 170 milyon ton CO2e (karbondioksit eşdeğeri) olan seragazı emisyonu, 2006 sonunda 331 milyon tonu geçti. Yüzde 95’lik bu artış hızı Türkiye’yi dünya birincisi yapıyor. Türkiye’yi yüzde 50 ile İspanya izliyor. Ülkelerin karşılaştırılmalarında kullanılan bir diğer kriter ise kişi başına düşen seragazı miktarı. Türkiye’de bu rakam kişi başına 5 tona yaklaştı. Bu rakam dünya ortalamasının, Çin ve Hindistan gibi ülkelerin üstünde ve AB-25 ortalaması olan 10 tona yakın. Türkiye’nin artış hızına bakıldığında, AB ortalamasını önümüzdeki 10 yıl içerisinde yakalayacağı düşünülüyor.

***
Protokol’ün tarihçesi
BM’e ait ülkeler 1992 yılında, İklim Değişikliği Çerçeve Anlaşması’nı oluşturarak insan kaynaklı iklim değişikliğine çözüm bulunması için bir araştırma yapılmasını kabul etti. Bu araştırma insan etkisini ortaya çıkarırsa, küresel bir protokolle sorunun çözülmesi için çalışlması da amaç olarak belirlendi. Bu amacın sonucunda Kyoto Protokolü ortaya çıktı. Çerçeve Anlaşması’na göre, anlaşmaya imza atan ülkeler her yıl sekreteryaya seragazı emisyon envanteri sunmayı da kabul ediyor. Bu anlaşma çerçevesinde yapılan toplantılar “Taraflar Toplantısı” (COP) olarak anılıyor ve bu yıl Kopenhag’ta tarihi kararların alınacağı toplantı 15. buluşma (COP-15)olacak. Türkiye Çerçeve Anlaşması’na tam 12 yıl sonra 2004 yılında imza attı. İşgal altında olan Irak’tan sadece 4 yıl önce. Çerçeve Anlaşması’ndan sonra 1997 yılında kabul edilen Kyoto Protokol’e de yine tam 12 yıl sonra taraf oldu. 1997 yılında hazırlanan Protokol, 2005 Şubat ayına kadar ABD’nin muhalefeti nedeniyle bir türlü hayata geçirilemedi. Protokolün hayata geçmesi için küresel sera gazı emisyonlarının yüzde 55'ine neden olan en az 55 ülkenin yükümlülük altına girmesi ön şartlardan bir tanesiydi. ABD, 2001 yılında Bush hükümetinin başa gelmesiyle protokolden çekilince yüzde 55'i geçmek için o ana kadar imza atmamış Rusya'nın "evet" demesi gerekiyordu. 2005 yılında Rusya taraf oldu ve 2008’de Protokol yaptırımlarıyla birlikte hayata geçti.

***
Küresel ısınma nedir?
Dünyanın çevresini saran ve seragazları dediğimiz karbondioksit, metan, azotoksit gibi gazlar, normal koşullarda gezegeni canlıların yaşaması için uygun olan 18 derecelik sıcaklıkta tutarlar. Sanayi devrimiyle atmosfere salınan seragazı miktarındaki ciddi bir artış oldu ve dünyanın ısınmasına yol açtı. Halihazırda ortalama sıcaklıkta 0,8 derecelik bir artış gerçekleşti ve bilim insanları 2 derecelik bir artıştan sonra geri dönülemez bir noktaya gelineceği konusunda uyarılar yapıyor.

COP 14 izlenimleri...

Polonya'nın Poznan kentinde iki haftadır süren BM, İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi 14. Taraflar toplantısı (COP 14) sona erdi. Polonya'nın Poznan kentinde yer alan toplantıyı ve on dördüncüsü yapılan iklim toplantılarını Türkiye'den izleyen tek gazeteci olarak elimden geldiğince gelişmeleri özetlemeye çalıştım. Polonya'dan da kısa bir bilgilendirme iletisini ilgili gruplara göndermiştim. Aşağıda, hiçbir yerde yayımlanmamış toplantı sonrası düşüncelerimi bulabilirsiniz. 13 Aralık 2008 tarihinde Yaşam Radyo'da, Ekotopya programında yaptığımız 40 dakikalık sohbetin yazıya dökülmüş hali bir anlamda...

Özgür Gürbüz / 14 Aralik 2008

Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti'ni temsilen, delegasyonun başında bulunan Çevre ve Orman Bakanlığı Müsteşarı Sayın Hasan Zuhuri Sarıkaya'nın da 12 Aralık Cuma günü genel kurulda yaptığı konuşmada belirttiği gibi; Türkiye, Kyoto sonrası süreçte yer almak istediğini açıkça söylüyor. Bu nedenle, süreç hakkında daha ciddi bilgilenmemiz gerektiği, sivil toplum örgütlerinden, siyasi partilerin tümüne kadar herkesin konuya ciddiyetle eğilmesi gerektiğini düşünüyorum.

2007 yılında gerçekleşen Bali'deki 13. toplantıda alınan kararlar uyarınca, Poznan'da, ağırlıklı olarak, gelecek yıl Kopenhag'ta gerçekleşecek olan COP 15'te son halini alması beklenen yeni anlaşma üzerinde tarafların birbirlerini sınamalarına tanık olduk diyebiliriz. Bildiğiniz gibi daha önceki toplantılarda Kyoto'ya taraf olmayı reddeden Bush yönetiminin engellemeleri yüzünden bir türlü yol alınamıyordu. Obama henüz görevi devralmadığı için ABD heyeti yine Bush'a yakın bürokratlardan oluşuyordu. Ancak bu defa görüşmeleri engellemek yerine adeta hiç karışmadan izlemeyi tercih ettiler. Kulislerde bu durumun Obama'nın verdiği direktifler yüzünden olduğu söyleniyor. Bildiğiniz gibi Obama, seçimlerden önce, ABD'nin iklim değişikliğini durdurma konusunda, hem uluslararası işbirliği yapacağı hem de ülke içerisinde ciddi çaba sarf edeceği sözünü vermişti. Hatta, bilim insanlarının mutlaka yapılması gerek dediği, küresel ısınmaya yol açan seragazlarını 2050 yılına kadar 1990 seviyesinin yüzde 80 altına çekilmesi önerisini de desteklediğini belirtmişti. Obama, tüm bu hedeflere ulaşmak için, yenilenebilir enerji ve enerji verimliliğiyle ilgili çalışmaların getireceği yeni istihdam ekonomik kazanca güvendiğini de yine birkaç defa açıklamıştı. “Yeşil yakalılar” dediğimiz bu iş olanaklarını yaratmak için tam 150 milyar dolar ayrılacağını da yine seçim öncesi bizzat kendinden duymuştuk. Reklam gibi olacak ama bu konuyla ilgili bir yazıyı bu haftaki Aktüel dergisinde kısaca kaleme almaya çalıştım. Önümüzdeki perşembe (18 Aralık 2008) çıkacak sayıda ise Poznan izlenimlerini bulabilirsiniz.

Obama'nın bu sözlerini tutup tutmayacağını henüz bilmesek de, bu beklenti bir anlamda Poznan'daki görüşmeleri dondurmaya yetti. Şimdi herkes ABD'nin nasıl bir yol izleyeceğini bekliyor. (Toplantıda delegasyonun, perşembe günü yapılan yuvarlak masa toplantısında 2050'ye kadar yüzde 50 indirimden bahsettiğini de belirtelim). Görünen o ki, ABD bundan sonraki süreçte bu derece aktif olursa, biraz da ABD'yi bahane ederek muhalefet eden ülkelerin direnci kırılabilir ve Kopenhag'tan dünyayı rahatlacak bir karar çıkabilir. ABD'nin yokluğunda muhalefeti devralan Rusya, Japonya, Kanada ve Avustralya'nın tavrı değişebilir. Cuma günü, Brüksel'den geçen, ve toplantı sırasında birçok kişinin “geçmeyecek” endişesi taşıdığı yeni enerji paketi de bunun bir örneği sayılabilir. Paketin geçmesinin genelde iyi olduğunu söyleyenler de var, Avrupa Parlamentosu Yeşil Milletvekili Rebecca Harms gibi içinin boşaltıldığından şikayet edenler de... Paket, bildiğiniz gibi AB ülkelerinin 2020 yılına kadar enerjisinin (elektrik değil) yüzde 20'sini yenilenebilir kaynaklardan sağlamasını ve yine aynı yıla kadar AB'de seragazı emisyonlarını yüzde 20 azaltmasını öngörüyor.

Toplantıda konuşma yapan gelişmekte olan ülkeler ise özellikle adaptasyon fonları ve teknoloji transferi konusu üzerinde durdu. Poznan'dan çıkan 20 maddelik sonuç bildirgesi henüz içerik hakkında alınmş kritik kararlar içermiyor. İlgilenenler için COP 14 sonuçları http://unfccc.int/meetings/cop_14/items/4481.php
sayfasında bulunabilir. Meksika'nın önerdiği “Yeşil fon” projesi de çok sayıda ülkeden destek görüyor. Gelişmekte olan ülkeler, yükümlülük altına girmeden önce bu fonların miktarı ve türü konusunda bilgi sahibi olmak istiyor. G-77 ve Çin grubunun bu konudaki ısrarının oldukça fazla destek gördüğünü söylemek mümkün. Çin, Vietnam, Hindistan gibi ülkelerin, ulusal planlarını hazırladıklarını da belirtmekte fayda var. Türkiye'nin bu konularda çok geç kaldığını, hala Kyoto'yu imzalayıp imzalamamayı tartıştığını bilmek gerçekten üzücü. Aslında delegasyon da bunun farkında görünüyor ama Meclis'te bekleyen Kyoto ile ilgili yasa “gizli bir el” tarafından adeta engelleniyor. Halbuki, Türkiye'nin kendisine şu anda hiçbir yükümlülük getirmeyecek Kyoto Protokolü'nü biran önce imzalayıp müzakere sürecine dahil olması gerektiğini düşünüyorum. Bu işin kaçar tarafı olmadığı, kaldı ki, ortada bahsedilen geleceğin bizim geleceğimiz de olduğu sanki unutuluyor. Poznan'da çokça ve bence haklıca dile getirilen, gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin Ek-1 ve Ek-2 listelerine göre değil de, yeniden belirlenecek kriterlere göre ayrımı konusu çok önemli ve Türkiye'nin bu konuda yumruğunu masaya vurması gerekiyor. Tabi, daha öncesinde masaya oturmanız; yumruğu uzaktan sallayınca masaya denk gelmiyor bir türlü...

Türkiye'nin Poznan'da yeniden Merkez Grubu (Central Group) hareketlendirmeye çalışması ve kendisine yakın durumda olan Hırvatistan ile bu grubu aktif hale getirmeye çalışması olumlu bir gelişme. Biraz zayıf da olsa, bu gruba lobi faaliyetleri için bir başlangıç gözüyle bakıyorum. Bu gruba şimdiden Bosna, Makedonya, Karadağ gibi ülkelerin katılmak istediklerini ilgili kişilerden duyduk. Bu bilgiyi de iletmeden geçmek istemiyorum.

Bir başka önemli konu ise emisyon ticareti. Tüm ülkeler bu mekanizmayı çalıştırmak için hareket halinde. AB'de biliyorsunuz halihazırda işleyen bir sistem var. Burada, AB ile ABD sistemlerinin birleştirilebileceği yönünde iş dünyasından gelen büyük bir iştahın olduğunu belirtmeliyim. Türkiye, bence hızlı bir şekilde kendi Emisyon Borsası'nı kurmalı. Öncelikle birkaç enerji yoğun sektörle işe başlanabilir; demir-çelik, çimento, kağıt ve otomotiv gibi dört sektörden oluşan borsa, ilk yıl bağlayıcı olmayan hedeflerle kendisini sınar daha sonra ise bağlayıcı hedeflerle yeşil yatırımlar için finansman yaratmaya başlar. İlerleyen yıllarda da bu sektörlere yenisi eklenebilir. Türkiye'nin sadece emisyon ticaretiyle değil, diğer tüm mekanizmalarla da kendisini tanıştıracak yeni yöntemler bulmasında yani antreman yapmaya başlamasında fayda var. Yoksa, soluğumuz kesilebilir.

Sanıyorum ana hatlarıyla özetleyebileceklerim, en azından teknik detaylara girmeden yapabilecğim özet sanırım bu kadar. İlerleyen günlerde süreçle ilgili gelişmeleri de takip edip yine sizleri bilgilendirmeyi umuyorum.