‘Nükleer güç’ Türkiye’ye yayıldı

Özgür Gürbüz-BirGün / 7 Şubat 2025

Gaziemir'de nükleer atıkların bulunduğu saha
En sonunda istenen oldu. ‘Nükleer güç’ diye diye başımızın etini yiyenler, nükleer gücü Türkiye’nin dört bir yanına yaymayı başardı. Türkiye’ye nasıl ve nereden getirildiği bir türlü ‘tespit edilemeyen’ nükleer atıkların olduğu İzmir’in Gaziemir ilçesindeki eski kurşun fabrikası, ‘nükleer gücü’ tüm memlekete yayıyor.

Nasıl mı? Anlatalım. 2024 yılının Temmuz ayında yaklaşık 18 yıl önce varlığı ortaya çıkan bu atıkların oradan alınması amacıyla bir çalışma başlatıldı. Çevre Bakanlığı, TENMAK (Türkiye Enerji, Nükleer ve Maden Araştırma Kurumu) ve NDK’nin (Nükleer Düzenleme Kurumu) dahil olduğu bu süreçte sahanın atıklardan temizlenmesi işi Ekovar adlı bir şirkete verildi. Ekovar kalabalık bir mahallenin ortasında yer alan bu alanda çalışmalara başladı.

Yukarıda saydığım üç kurumun uygun gördüğü ‘Çevresel Temizleme Planı’nda atıkların işlenmesiyle ilgili önemli bir kıstas belirlenmiş. Yapılan işi basitçe anlatmak gerekirse, atık bulaşmış alanlarda radyasyon seviyesine bakılıyor, radyasyon seviyesine göre çıkan atıklar ilgili bertaraf tesislerine gönderiliyor. Radyasyon ölçümü sonucu doz hızı saatte 80 nanosiverti geçerse atıklar radyoaktif atık kabul ediliyor, düşükse tehlikeli atık sınıfına alınıyor ve Türkiye’deki tehlikeli atık bertaraf tesislerine gönderiliyor. 79 olursa tehlikeli atık, 81 olursa radyoaktif atık.

Elbette burada birkaç temel sorun var. Radyasyon seviyesinin güvenliği, ölçümlerin denetimi ve Türkiye’de radyoaktif atıkların saklanması için uygun bir tesisin olmaması. Bertaraftan kasıt aslında atıkları doğadan ve insanlardan yalıtmak çünkü radyoaktif atıkları yok edebilecek bir teknoloji de dünyada yok. Firmanın yeterliliği ve işin özenle yapılıp yapılmadığı da sorgulanıyor. Süreci takip eden Avukat İpek Sarıca, radyasyon ölçümleriyle ilgili sorumluların imzalarıyla ilgili şüpheler olduğunu ve suç duyurusunda bulunacaklarını söylüyor. Her işyerinde gördüğümüz formalite imzalarla onaylanıyor olabilir mi bu kritik ölçümler?

Öncelikle bu sınır değer meselesinin dünya çapında tartışmalı bir kavram olduğunu belirtelim. Yıllar geçtikçe insanların maruz kalabileceği sınır değerler düşürülüyor. 1980’lerde normal bir birey yılda 5 milisivertten fazla radyasyona maruz kalmasın deniyordu, 1990’larda bu oran 1 milisiverte düşürüldü. Bilimin bir risk gördüğü ortada. Çernobil kazasından Sanayi ve Ticaret Bakanı olan Cahit Aral her ne kadar “biraz radyasyon iyidir” demiş olsa da radyasyonun hiçbir dozu güvenli değil ve tıbbi tedaviler gibi zorunlu haller dışında radyasyondan uzak durmalıyız.

Sahada çalışan işçilerin durumu ise endişe verici çünkü sahadaki radyasyona sadece bir saat değil günlerce maruz kalıyorlar. Özel elbiseler giymeleri, vardiyalarının düzenlenmesi gerekir ama öyle bir durum yok. Emrez Mahallesi’nde oturanlar ise 24 saat orada. Çalışmalar sırasında radyasyon yayılıyorsa risk altında olabilir. Sahadan gönderilen atıkların miktarı ve nereye gönderildiği de önemli. İstanbul Çekmece’deki nükleer araştırma merkezi, Kocaeli’ndeki İzeydaş, Bilecik’teki Vezirhan Çimento Fabrikası gibi birçok yere Gaziemir’den yola çıkan kamyonların gittiği biliniyor. İşleri yürüten Ekovar’a, Torbalı’da atık ara depolama izni de verilmişti. Gaziemir’den oraya nakledilen radyoaktif ya da tehlikeli atıklar da olabilir. Atık taşıyan kamyonların üzerlerine branda bile olmuyor. Atıklar götürüldükleri yerlerde yakılıyor mu, depolanıyor mu yoksa gömülüyor mu bilmiyoruz. Tespit edilen Europium 152’nin radyoaktivitesinin geçmesi için 135 yıllık (10 yarılanma süresi hesabıyla) bir süreye ihtiyaç olduğunu hatırlatalım.

Aslan Avcı Döküm Sanayi ve Ticaret’a ait Gaziemir’deki eski kurşun fabrikasında ne kadar radyoaktif atık olduğu da net değil. Radyoaktif atığın kurşun gibi başka metal atıklarla karıştığı, toprağa da bulaştığını biliyoruz. 250-300 bin ton radyoaktif cüruftan bahsediliyor. Miktar çok, tehlikeli atık alma yetkisi olan her tesis potansiyel alıcı konumunda. Nükleer elektrik santralını dilimize ‘nükleer güç santralı’ diye çevirip, buradan siyasi mesajlar vererek Türkiye’ye nükleer santrallar kurmak isteyen zihniyeti tebrik etmeli. Yukarıda özetlediğimiz gibi ‘nükleer gücü’ tüm Türkiye’ye yaymayı başardılar. Bedelini hepimiz ödeyeceğiz.

Ya hep beraber ya hiçbirimiz

Özgür Gürbüz / 6 Şubat 2025

Foto: Kazım Kızıl
6 Şubat 2023 depreminin üzerinden iki yıl geçti. 11 ilde resmi rakamlara göre 53 bin 537 kişi hayatını kaybetti. İki yıla rağmen, yakınlarının cansız bedenlerine bile ulaşamayanlar var. Yanlış isimle gömülenler, kaybolan çocuklar ve elbette bitmeyen özlem ve acılar.

İki yılda teslim edilen konut sayısı 201 binin biraz üzerinde. Vaat edilenin üçte biri bile değil. Yıkılan kentlerin bina dikerek yeniden hayata dönemeyeceği bir gerçek, bir o kadar acı olan da deprem sonrası hayatta kalanlara verilen desteğin eksikliği. Son iki yıl içinde konteynır kentlerde yaşayanların sağlık, eğitim ve barınma ihtiyaçlarıyla ilgili onlarca haber okuduk.

6 Şubat 2023’te çöken binalarımız değil başlı başına bu yönetim sistemiydi. Başta Hatay olmak üzere geç gelen yardımlar, parayla satılan Kızılay çadırları, yardımları tekelleştirme çabaları, asbest ve hafriyat dumanında boğulan insanlardan adalet beklenen davalara kadar upuzun bir iki yıl geçirdik.

Türkiye’nin birçok yeri gibi bu bölgede de deprem olacağı biliniyordu. 2023’te iktidarının 20. Yılını kutlayan AKP, istese bu binaların birçoğunu dönüştürebilir, denetlenmesini sağlayabilir ve felaketin belki de daha az kayıpla atlatılmasını sağlayabilirdi. Mesele para değil, açık konuşalım. Üzerine uçak inmeyen havalimanlarına, araç geçmeyen köprülere, ateş pahası otobanlara, deli saçması Kanal İstanbul projesine, makam arabalarına, itibara, saraylara ve eşe dosta ‘kaynak’ bulanların depreme dirençli kentlere para bulamaması söz konusu değil.

Binaların yavaş teslim edilmesi kadar hızlı ama kalitesiz yapılar, iyi planlanmayan kentler ve geleceği düşünmeden atılan adımlar da sorun olacak. Yapılan her bir binanın 60-80 yıl ayakta kalacağını düşünürsek, çatısında güneş paneli olmayan, yalıtımıyla enerji tüketimini en aza indirmemiş, elektrikli dünyaya hazır, sürdürülebilir ulaşım altyapısı bulunmayan, yeşil ve sosyal alanlardan yoksun kentlerin bizi iklim krizi gibi bir başka felaketle karşı karşıya bırakacağını da unutmayalım. Yaraları sarmak, yeni bir kent inşa etmek, eskilerinin yerine yeni bina dikmekten ibaret olamaz. 20-30 yıl sonra yaptığımız bu binaları, çağa ayak uydurmadığı için bu defa biz yıkmak zorunda kalabiliriz.

Hükümete kızarken iğneyi de kendimize batıralım. 2025 yılında çökmeyen bir apartmanda oturma garantimiz yokken, devlet desteğiyle silah üreten firmalara, aklın hayalin alamayacağı alım garantileriyle zengin ettiğimiz iş insanlarına, bir kerecikten bir şey olmaz diyenlere bazılarımız oylarıyla sahip çıkmadı mı? İnsanlık suçu işleyen hükümet ve siyasicileri hedef alan hamaset dolu nutukları alkışlarken öte yandan bu devlet ve kişilerle ticari ilişkiler kurulmasına seyirci kalanlarımız yok mu? Onlara da kızalım; yeterince uğraşmadıysak bu karabasanın dağılması için kendimize de kızalım.

Milleti uyutan medyayı boykot etmeyişimize, o kanallarda dizi izleyen gözlerimize, hükümetin parçası olan iş insanlarının hastane ve turizm tesislerine gidişlerimize, örgütlenmeye direnişimize, boykot ve iş bırakma gibi yaratıcı eylemlere sırtımızı dönüşümüze de kızalım. Kızmadan olmaz. Üzülmek insani bir duygu ama üzgünlükler kızgınlığa dönüşmezse değişmeyiz. Hem bizi çöken binalara, su basan madenlere, yanan otellere, istismar ve cinayetlere, tren kazalarına, tarikat yurtlarına mahkûm edenlere kızalım hem de neyi eksik yaptık diye kendimize. Ya hep beraber ya hiçbirimiz, unutmayalım.

Trump ile Musk ilişkisi yürür mü?

Özgür Gürbüz-BirGün / 30 Ocak 2025

Foto: YZ Grok
2017 yılında Donald Trump ilk kez ABD Başkanı seçildiğinde ilk kararlarından biri Paris Anlaşması’ndan çekilmek olmuştu. O dönem Trump’ın iki ayrı danışmanlık konseyinde bulunan Elon Musk’ın yanıtı da gecikmemiş, 1 Haziran 2017 tarihinde attığı ve hâlâ silmediği o x mesajında şöyle yazmıştı: “Başkanlık konseylerinden ayrılıyorum. İklim değişikliği gerçek. Paris'ten ayrılmak Amerika ya da dünya için iyi değil”.

Trump Paris’ten çekilmiş, Biden yönetimi devraldığında ise ABD Paris Anlaşması’na geri dönmüştü. Paris Anlaşması etkili yaptırımlara sahip bir anlaşma değil ama iklim krizini durdurma konusunda eldeki tek uluslararası anlaşma olması nedeniyle önemli. Trump yeniden Beyaz Saray’a yerleşti ve varlığını inkâr ettiği iklim krizini durdurma iddiası taşıyan tek anlaşmadan yine çekildi. Musk ise bu defa danışman değil bizzat hükümetin bir parçası ama sessiz. Hükümet Verimliliği Bakanlığı’nı yönetecek olmasının veya Trump’ın seçim kampanyasına milyonlarca dolar yatırmasının bunda rolü olabilir ancak ne kadar sessiz kalır; o bilinmez. Musk ile Trump’ı ayıracak konu bu defa bilimsel bir gerçeğin inkarı değil ticaret olabilir.

Musk, servetinin önemli bir kısmını Tesla adlı elektrikli araçtan sağlıyor. Küresel emisyonların yüzde 15’inin ulaşım kaynaklı olması, iklim krizini durdurmak için bu sektördeki değişimin önemini artırdı. Batarya ve elektrik motoru teknolojisinin gelişmesi, otomobil satışları içerisinde elektrikli otomobilin payının 2023’te yüzde 18’e çıkmasına neden oldu. 2020’de bu oran yüzde 4’tü. Artış hızı inanılmaz ve Musk bu değişimden çok para kazanıyor.

Elektrikli otomobilleri herkes sevmiyor elbette. Elektrik motoru teknolojisine geçişte hızlı davranan Çinli firmalar, ABD ve Avrupa pazarlarındaki paylarını artırırken, Avrupa ve Amerikalı şirketlerin Çin’deki satışlarını da düşürdü. Çin hem evinde hem deplasmanda kazanmaya başladı. Asya’nın devi sadece otomotiv pazarında öne çıkmıyor, iklim kriziyle birlikte çok daha fazla önem kazanan güneş ve rüzgâr gibi yenilenebilir enerji teknolojilerinin üretiminde de dünya lideri. Dünyadaki güneş panellerinin yüzde 80’inden fazlası Çin’de üretiliyor.

Trump’ın iş başına gelir gelmez, gaz ve petrol üretimini artıracağını açıklaması, Trump’tan önce başlayan ve onunla devam eden, Çin’i hedef alan gümrük vergileri aslında Paris Anlaşması’ndan çekilme kararıyla birlikte okunmalı. Elektrikli araç alanlara sağlanan 7500 doları bulan vergi indiriminin kaldırılması da listede yer alıyor. Musk ile Trump’ı karşı karşıya getirecek konu bu olabilir. Montajı ABD’de yapılan ve bataryasının en az yüzde 60’ı ABD’de üretilmiş elektrikli, yarı elektrikli ve hidrojenle çalışan araçlar bu indirimden faydalanabiliyor. Haliyle Musk’ın Tesla’sı da bu teşvik sayesinde satışlarını artırıyor.

Trump’ın elektrikli araç ve rüzgâr enerjisi teşvikleriyle ilgili aldığı kararlar ABD’nin birçok yerel ve ulusal düzenlemesiyle çelişiyor, bu yüzden de çok sayıda dava açılacağı kesin. Yasal süreçler boyunca Musk’ın ya da Tesla’nın alacağı pozisyonu merak konusu olacak. ABD’li uzmanlar, elektrikli araç ve rüzgâr gibi teknolojilere verilen teşviklerin kesilmesinin Çin’e daha fazla avantaj sağlayacağını da söylüyor.

Elektrikli araç ve iklim konuları şiddetli geçimsizliğe gider, Trump ile Musk’ı ayırır mı göreceğiz ama bu ilişkinin sürmesini sağlayacak dünya için daha kötü sonuçlar doğuracak seçenekler de var. Musk’ın Bolivya’daki lityum rezervlerini ele geçirme adına ABD destekli bir darbeye bile destek çıktığını unutmayalım. Bataryalar için kritik öneme sahip lityum için darbeyi destekleyen bir iş insanı ile Kanada, Grönland ve Panama’dan toprak ve kontrol talep eden bir ABD Başkanı dünyayı gerçekten de cehenneme çevirebilir.

Her şey Trump yüzünden mi oluyor, Demokratlar iş başında olsa farklı mı olurdu? 2010 yılından bu yana ABD’nin gaz ve petrol üretimi artıyor. Kaya gazı ve petrolünün maliyet avantajı, verilen izinler ve stratejik gelişmeler ABD’yi bugün önemli bir gaz ve petrol ihracatçısı yaptı. Demokratların iktidar olduğu dönemlerde de bu üretim aksamadı. Güneş ve rüzgâr üretimi iki parti dönemlerinde de artmaya devam etti. Son 14 yılın kaybedenleri ise kömür ve nükleer oldu. ABD’nin enerji yatırımlarında ekonominin rolünü ve siyasetin bir yere kadar etkili olduğunu da unutmamalıyız.

Beyaz çarşaflı sancak

Özgür Gürbüz-BirGün / 24 Ocak 2025

Haberlerde ister “Turkey” ister “Türkiye” diye aratın, karşınıza Bolu’daki otelin dumanlar içerisindeki fotoğrafı çıkıyor. Şatafatla gelişmişliğe yanıt verebileceklerini sananların simgesi artık pencereden sarkan birbirine bağlı çarşafların olduğu o fotoğraf. İtibardan tasarruf etmeyen saray düşkünlerinin sancağı artık birbirine düğümlenmiş beyaz çarşaflar. Belleklerimize acı dolu bir kare daha kazındı ne yazık ki. Bir de göremediğimiz, canlandırmamak istediğimiz ama bunu nasıl yapacağımızı bilemediğimiz kareler var. Çocuğunu, ‘belki yaşar’ umuduyla camdan atan anne ve babaların zihnimde canlanan karesi benim aklımdan çıkmıyor örneğin. Çıksın istiyorum ama olmuyor…

Sorumlu kim? Otel sahibinden Cumhurbaşkanı’na kadar uzanabilecek bir listeyle karşı karşıyayız. Denetimden, bir otel yapmanın, işletmenin ve denetlemenin kurallarını belirleyen kamu otoritelerine kadar herkesin bu faciada sorumluluğu olabilir. Dünyanın en gelişmiş ülkesinde de buna benzer bir yangın yaşanabilir. Ancak yaşanırsa, o yangına neden olan tüm etkenlerin ortadan kaldırılacağını ve bir daha benzer bir felaketin olmaması için tüm çabanın harcanacağını bilirsiniz. Biz biliyor muyuz?

Hükümetin benzer bir faciayı önlemek için gerekli önlemleri alacağını düşünüyor muyuz? Düşünüyorsak biraz “ebleh” olmamız gerek çünkü bu korkunç olay, Adalet ve Kalkınma Partisi hükümeti yönetiminde tanıklık ettiğimiz ilk olay değil. Onlarcasını sayabiliriz, her ay 150 civarında işçinin denetim, güvenlik ve eğitim eksiklikleri nedeniyle hayatını kaybettiği bir ülkede yaşıyoruz. Son üç ayın önemli olaylarını hatırlayalım. Türkiye’nin yangın riski en yüksek tesislerinden TÜPRAŞ İzmit Rafinerisi’nde 5 Kasım 2024’te yangın çıktı. Aynı firmanın İzmir Rafinerisi’nde de 25 Kasım’da bir patlama olmuş, yangın çıkmıştı. Bir ay sonra Balıkesir’de mühimmat fabrikasında patlama meydana geldi, 11 kişi öldü. Biraz daha gerilere giderseniz yangın tehlikesiyle yüzleşen termik santrallar, gökdelenler, gece kulüplerine kadar uzun bir liste çıkıyor karşımıza.

Bütün bu yangınların sorumluluğunu işletme sahiplerine atabilirsiniz. Özel sektörü ve kısa zamanda sermaye biriktirmeyi özendirdiğiniz bir sistemde ne bekliyordunuz ki? İşin içinden birilerini suçlayarak çıkamazsınız. Kamusal ve bağımsız denetimin olmadığı, denetim yapanın para kazandığı ve sorumluların cezalandırılmadığı bir sistem yaratıldı. Türkiye’nin en büyük maden kazalarından birinin yaşandığı İliç’te denetim yapan Ore Mineral Sondaj Mühendislik adlı şirketin aynı zamanda madenin sahibi Anagold ile başka işlerde de çalıştığı ortaya çıkmamış mıydı? Söz konusu şirketin Akkuyu Nükleer Santral projesinde de kontrol ve denetim işi yaptığını bilmiyor muyuz?

Bir işletmenin çevreye vereceği zararları ve bunları önleme yolunu göstermesi gereken Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) raporlarının yine şirketler tarafından hazırlandığını ve ciddi bir kazanç elde edildiğini görmezden mi gelelim? ÇED olumlu raporuna rağmen büyük bir çevre felaketi yaşanan projelerde geriye dönüp, kim bu raporu hazırlayan şirket, kim buna imza atan mühendisler, uzmanlar diye neden sorulmuyor? İzin, denetim ve izleme süreçlerini siyasetten ve ticaretten ayırmanın yolunu bulmazsak bu felaketlerin durmayacağını anlamalıyız. Bunun yolu da siyasetle ticareti, ticaretle bilimi ayırmaktan, liyakat (yaraşırlık) ve şeffaflığı yeniden yönetim süreçlerine sokmaktan geçiyor. Sadece yönetim değil, zihinleri de değiştirmek gerekecek. Hızla para kazanmayı, kuralsızlığı marifet sayan öğretiyi, öğretmenleriyle beraber yönetimden almamız gerekiyor.

Artık “hükümet istifa” sloganı alışılagelmiş bir siyasi talebin ötesi. Bugünden itibaren, Turizm Bakanı’nın ya da Cumhurbaşkanı’nın istifasını talep etmek, daha da önemlisi onları istifaya zorlayacak adımları atmak, bir siyasi değişikliğin ötesinde, yangın yerine dönmüş Türkiye’de, küllerinden doğacak yeni bir ülke kurmanın çağrısı olacak.

Sağcılar neden rüzgârı sevmez

Özgür Gürbüz-BirGün / 16 Ocak 2025

Alice Weidel
Almanya’nın aşırı sağcı Almanya İçin Alternatif Partisi (AFD) lideri Alice Weidel, partisinin kurultayında yaptığı konuşmada, elektrik üretiminde kullanılan rüzgâr türbinlerini, “utanç yel değirmenlerini yıkacağız” sözleriyle eleştirdi. Weidel’in utanç duyduğu değirmenler, 2024 yılında Almanya’nın elektrik ihtiyacının yüzde 33’ünü karşıladı.

AFD’nin 23 Şubat’ta Almanya’da yapılacak erken genel seçim için hazırladığı programda dahası da var. Rüzgâra tamamen karşı çıkarken açık alanlar, ormanlar ve tarım arazilerinde güneş enerjisine de izin vermeyeceklerini söylüyorlar. Tarım arazileri ve ormanları anlayabiliriz güneş panellerinin altında tarım yapmaya izin veren projeleri bile ayırma gereği duymamışlar. Programlarında odunu yeniden enerji kaynağı olarak destekleyecekleri bile yazıyor.

Rüzgâr, güneş ve diğer yenilenebilir enerji kaynaklarına karşı çıkmak sadece Alman sağcılarına özgü bir tavır değil. İngiltere’de Muhafazakâr Parti’nin 2015 yılında uygulamaya koyduğu kanunlar, karada kurulacak rüzgâr türbini projesinin durdurulması için bir kişinin bile itiraz etmesini yeterli kılmıştı. Benzer bir kuralın nükleer veya termik santrallar projelerinde uygulandığını hiç duydunuz mu?

Yenilenebilir enerji kaynaklarına da itiraz edilir elbette hatta bazen gereklidir. Sağ partilerin itirazlarının gerekçesi ise genelde doğanın veya yaşamın korunması değil. Nefrete varan bu ‘gerçek istemezükçülüğün’ motivasyonu aslında nükleer, kömür, petrol ve gaz gibi diğer enerji kaynaklarının sağladığı hakimiyeti korumak.

Büyük santrallar ve sınırlı kaynaklara dayalı bir enerji politikası sizi birkaç şirkete ya da devlete bağımlı kılar. Fiyatı belirler, çok kızdırırsanız elektriğinizi kesmekle bile tehdit ederler. Örneğin, Mersin’de kurulacak bir nükleer santralın Türkiye’nin elektriğinin yüzde 10’unu üretmesi iyi bir şey değil aksine, Türkiye’nin elektrikte bir Rus şirketine ciddi oranda bağımlı olması, elektrik fiyatlarında da bu santralın belirleyici rol üstlenmesi demektir. Güneş veya rüzgar daha küçük ölçekli olduğu için böyle bir hakimiyet kuramaz.

Çatınıza ya da site bahçesine kurduğunuz güneş panelleriyle bu bağımlılığı zedeler, oyunu bozarsınız. Almanya’da olan da bu. 2020 yılında Almanya’da kurulu güneş panellerin yüzde 32’sine bireyler, yüzde 16’sına da çiftçiler sahipti. Almanya’da elektrik üretiminin yüzde 14’ünü karşılayan bu panellerinin neredeyse yarısı bireylerin elinde. Şirketlere ve büyük sermayeye yakın partilerin bu durum karşısında Weidel gibi cinnet geçirmesi normal.

Enerji sektöründeki dev oyunculara, sermayeye yakın duran sağ partilerin rüzgâra, güneşe gıcık olmasının asıl nedeni bu. Manzara veya doğa umurlarında olsa asit yağmurlarından iklim krizine, nükleer atıklardan radyoaktif serpintiye kadar dünyanın karşılaştığı en büyük belaların sorumlusu termik ve nükleer enerji santrallarına karşı çıkarlardı. Otomobil yerine toplu taşıma talep ederlerdi. Tam tersine, üretim amaçlarının bireyler üzerinden toplumsallaştırılmasına ya da zenginliğin paylaşılmasına itiraz ediyorlar ve bu uğurda iklim krizini bile inkâr edebiliyorlar.

Söz Almanya’dan açılmışken, sıkça gündeme getirilen, ‘Almanya nükleer enerjiye geri dönecek mi’ sorusuna da yanıt verelim. Seçim öncesi partilerin programlarına baktığınızda, Yeşiller ve Sosyal Demokratlar’ın bu soruya net bir “hayır” yanıtı verdiğini görüyoruz. Sol Parti’den ayrılan Sahra Wagenknecht Birliği de küçük modüler reaktörler de dahil olmak kaydıyla yeni nükleer santrallara hayır diyor. Sol Parti nükleerden zaten hiç bahsetmiyor. Sağa baktığımızda ise Hıristiyan Demokratlar’ın kapatılan reaktörlerin yeniden açılması için uzmanlara danışacaklarını, liberallerin ise bu kararı santral sahiplerine bırakacaklarını görüyoruz. Bu iki söylem de nükleer enerji açısından iyi haber değil. Nükleer enerjiye geri döneceklerini kesin bir dille söyleyen tek parti ise bu yazıda değindiğimiz, aşırı sağcıların desteklediği AFD. Bir yanda odun bir yanda uranyum yakacaklar.

Toplumsal barış yolunda mıyız?

Özgür Gürbüz-BirGün / 10 Ocak 2025

Foto: demparti.org.tr

DEM Parti heyetinin İmralı ile başlayan ve siyasi partilerin temsilcileriyle süren görüşmeleri bitti. Sırada, cezaevindeki Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ görüşmeleri var. Devlet Bahçeli’nin sözcülüğünü yaptığı ve hükümet gizlemeye çalışsa da aslında Cumhurbaşkanı’nın yürüttüğü bu adı konmamış süreç bizleri toplumsal barışa mı götürecek yoksa daha önce olduğu gibi siyasi kurnazlıklara malzeme mi yapacak göreceğiz. Ben bu süreci Kürtlerle Türkler arasındaki bir süreç gibi görmüyorum. Bu bir demokrasi sınavı.

Bir önceki sürecin baş aktörlerinden Selahattin Demirtaş sekiz yılı aşkın bir süredir cezaevinde. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) hak ihlali gerekçesiyle Türkiye’yi tazminat ödemeye mahkûm ettiğini de hatırlatalım. Anayasa’yı tanımayanlar elbette AİHM kararlarını da görmezden gelmeye devam ediyor. O yüzden de yarın yapılacak bu ziyaret oldukça düşündürücü. Sadece Bahçeli, Erdoğan veya Öcalan’ın sözleriyle ülkeye barışın gelmeyeceğini, geçmişte yaşananları hatırlatıyor.

Üzerinde yaşadığımız bu topraklar, belki de dünyanın savaşlara en çok tanıklık etmiş bölgesi. Savaşların tarihi kadar barışın tarihi de o kadar eski bu coğrafyada. Hititlerle Mısırlıların mızraklarını toprağa gömdükleri Kadeş Antlaşması, dünyanın bilinen en eski uluslararası barış antlaşması. İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde antlaşma metni görülebilir, Birleşmiş Milletler binasında da büyütülmüş bir kopyası sergilenir. İki büyük kral, milattan önce 1269 yılında sadece söz vermemiş, kalıcı olması için barışı metne dökmüş. Çünkü krallar ölür, sözler unutulur ama yazılar, antlaşmalar kalır.

Türkiye’yi özlenen toplumsal barışa kavuşturmak için gidilmesi gereken uzun bir yol olduğu kesin. Üç bin üç yüz yıl önce olduğu gibi barışı metne dökmemiz de muhtemelen gerekecek. Ama asıl sorunumuz bu değil. İster çiviyle ister el yazısıyla yazılsın, bir barış metnine ve daha da önemlisi ona uyacağını taahhüt eden liderlere gereksinimimiz var. Var mı bu liderler? Nerede yaşıyoruz biz? Yasal dayanaklardan yoksun tutuklama ve gözdağlarının olduğu, gazetecilerin sürekli mahkeme tehdidiyle yaşadığı, denetim ve hesap verilebilirliğin neredeyse hiç olmadığı, Meclis’in ve medyanın etkisiz hale getirildiği bir ülkede. Böyle ülkelerde iktidardaki liderler sonsuz güce sahip olur ve dokunulmaz hale gelirler. Haliyle de verdikleri sözler anlamsızlaşır, çünkü sözünü tutmamanın siyaseten ya da hukuken bir yaptırımı yoktur.

Herkesin hatırlayacağı örnekler var. Milyonların katıldığı Gezi eylemleri nedeniyle Can Atalay, Osman Kavala, Tayfun Kahraman, Çiğdem Mater ve Mine Özerden hukuksuzca cezaevinde tutulurken hangi anlaşma metnine ya da hangi söze güvenebilirsiniz? Milyonların iradesine kulak asmayanlar anlaşma mı tanıyacak? Bir yasayı değil Anayasa’yı hiçe sayan uygulama ve beyanlardan bahsediyoruz. Seçilmiş milletvekilini cezaevinde tutanlardan, protesto hakkını hiçe sayanlardan, Anayasa’nın çevre korumayı herkesin görevi ilan eden 56. maddesini görmezden gelenlerden.

Bir barış metni çıksa bile, hatta yeni bir Anayasa yapılsa bile iki gün sonra o Anayasa’ya uymayacaklarını bildiğimiz kişilerle böyle bir yolculuğa çıkılabilir mi? Hayatları boyunca nefret dilini kullananların, çiçekleri hatırlamasıyla barış elçisi olmasına inanabilir miyiz? Mevcut AKP-MHP koalisyonu önce samimiyet testinden geçmeli. Yarından başlayarak Anayasa’ya bağlı kaldığını, adalet ve medya üzerindeki siyasi baskıyı kaldırdığını, şeffaflık ve denetimleri geri getiren uygulamaları hayata geçirdiğini gösterse ve bunu seçimlere kadar uyguladıktan sonra, kalıcılığına inanılan koşullarda barış konuşulsa daha akıllıca olmaz mı? Daha da garantisi, yeni sürecin ilk adımının başkanlık sisteminin terk edilip Meclis’e güç verilmesi olur. O zaman iş tek adamlara kalmaz.

Toplumsal barış Türkiye’nin özlemi ve bu yolda siyasilere büyük görev düşüyor. Bu gerçeği inkâr etmeyelim, atılan adımları da yok saymayalım ama sürecin temelinde, sözlerine güvenilen liderler ve anayasaya bağlı bir hukuk devleti olması gerektiğini de unutmayalım. Umudum var, hep olacak ama bugünleri hazırlayanlara, kavgadan oy ve güç devşirenlere, siyasi kurnazlık peşinde olanlara güvenim yok.