Özgür Gürbüz tarafından kaleme alınan makale, analiz ve haberlere bu adresten ulaşabilirsiniz. Yazıları başka bir yerde yayımlamak için izin almalısınız. E-posta: ozgurgurbuzblog(at)gmail.com
Rafineri sektörüne 680 milyar dolarlık yatırım lazım
Uluslararası Enerji Ajansı (UEA) Baş Ekonomisti ve Ekonomik Analizler Bölüm Başkanı Dr. Fatih Birol son 20-25 yıldır ihmal edilen rafineri sektörünün, gelecek 25 yıl içerisinde 680 milyar dolarlık yatırıma ihtiyaç duyduğunu söyledi. Türkiye'nin, stratejik konumu nedeniyle rafineri konusuna ilgi göstermesi gerektiğini vurgulayan Birol, gelecekte Ortadoğu ve Kuzey Afrika'da petrol ve gaz üretiminin artmasını öngördüklerini söyledi. Günün koşullarına göre hazırladıkları senaryo çerçevesinde 2030 yılında bölgeden günde 39 milyon varil petrol, yılda da 434 milyar metreküp doğalgaz ihracatı olacağını söyleyen Birol, özellikle ulaştırma sektöründe petrolün yakın gelecekte de rakipsiz olacağına değindi. "Hidrojen enerjisi 2030-2040'larda düşünülebilecek bir çözüm" yorumunu yaptı.
Birol, dün Petrol Sanayi Derneği'nin (PETDER) konuğu olarak yaptığı konuşmada Türkiye özelinde nükleer enerji ve Kyoto konuları üzerinde de durdu ve nükleer enerjinin finansman konusunun ciddi bir şekilde tartışılması, nükleer atıkların ne yapılacağı konusunda işin başından çok saydam olunması gerektiğini söyledi. Türkiye'nin Hazar petrollerine odaklandığına dikkat çeken Birol, "Hazar gerçekten önemli bir bölge ama Ortadoğu'yu ikame edemez" dedi. Birol, Türkiye'nin Irak'ın petrol ve gaz rezervlerine ciddi bir şekilde bakması gerektiğini ifade etti. Türkiye'nin Kyoto'yu imzalamadan önce iki kere düşünmesi gerektiğini söyleyen Birol, enerjinin verimli kullanılmasının da önemli bir sorun olduğunu ve Türkiye'de aynı bardağı üretmek için Avrupa'ya oranla iki kat daha fazla enerji harcandığına dikkat çekti. UEA'nın araştırmalarına göre hükümetlerin bugünkü politikalara bağlı kalması halinde küresel enerji ihtiyacı 2030 yılında bugüne oranla yüzde 50 artacak.
Elektrikte mali uzlaştırma meskenleri etkilemeyecek
Özgür Gürbüz - Analiz / 28 Aralık 2005
Elektrik Piyasası Denetleme Kurulu (EPDK), Şubat 2006'dan itibaren elektrik piyasasındaki mali uzlaştırma dilimlerinde değişikliğe gidiyor. Elektrikte, gündüz, puant ve gece olarak adlandırılan üç ayrı dilimde ayrı fiyatlandırma yapılıyor. Gündüz 06.00-17.00, puant 17.00-22.00 ve gece dilimi 22.00-06.00 saatlerini kapsıyor. Yeni düzenlemeden sonra puant dilimi 24.00'e kadar uzatılacak ve gece dilimi de sabah 8'de son bulacak. İlk bakışta, daha ucuz elektrik için çamaşırlarını gece 10'dan sonra yıkayan ve gece tarifesi sayesinde daha az ödeyen son tüketicinin fazla para ödeyeceği düşünülse de EPDK bunun doğru olmadığını söylüyor. Çünkü bu yeni düzenlemeler, Piyasa Mali Uzlaştırma Merkezi'ne (PMUM) kayıtlı olan üretim, otoprodüktör ve otoprodüktör grubu ve ikili anlaşmalar yoluyla enerji temin eden serbest tüketicileri kapsıyor.
EPDK, düzenlemenin TEİAŞ'ın istekleri doğrultusunda, 22-24 saatleri arasındaki tüketimin 06-08 saatleri arasındakine oranla daha çok olmasından kaynaklandığını söylüyor. EPDK tarafından yapılan yazılı açıklamada fazla tüketim olduğu zaman dilimindeki enerjinin ucuz, az tüketimin bulunduğu dilimin ise pahalı dilim olması olması sistem işletmeciliği esaslarına ve ekonomik kurallara aykırı olduğu belirtiliyor. EPDK, "elektrik enerjilerini dağıtım şirketlerinden(TEDAŞ gibi) alan mesken ve diğer tüzel kişiler için herhangi bir değişiklik söz konusu değildir" diyor. Uygulamadan etkilenme olasılığı bulunanlar ise enerjilerini özel sektör üretim şirketlerinden satın alan serbest tüketiciler olarak tanımlanıyor. Bu tüketicilerin de, tedarikçileri kendilerinin tükettiği elektrik enerjisi kadar üretim yaparlarsa bu yeni düzenlemeden etkilenmeyecekleri düşünülüyor. Yine düzenleme sonrası oluşacak dengesizlik fiyatlarının ortalama değerinin, düzenleme öncesiyle aynı derecede kalacak şekilde ayarlanmasıyla kamu kuruluşlarının gelirlerinde de bir artış olmaması umuluyor. Kısaca, bu değişikliğin en çok etkileyeceği kesim özel sektör üretim şirketleri.
Bu yeni düzenlemenin ardında yatan neden için enerji piyasasında iki görüş öne çıkıyor. Birinci görüş, gerçekten de tüketimin gece 10'dan sonra artmış olabileceğini, bu düzenlemenin teknik anlamda yerinde bir düzenleme olarak kabul edilebileceğini söylüyor. İkinci konuşulan konu ise, bu düzenlemeye doğalgaz fiyatlarındaki artışın yol açtığı. Doğalgaz çevirim santrallerinde, fiyattaki artışlar yüzünden zorlanan bazı üreticiler, maliyetleri karşılayamadıkları için, gece 10-12 arasında kilovatsaati 10-12 yeni kuruşları bulan üretim maliyetlerine katlanmak yerine kendilerini cezaya bırakarak elektriği 6,5 yeni kuruştan TETAŞ'tan almayı tercih ettiler. Bu da kamunun ucuz tarife diliminde artan elektrik talebini karşılamak için yeni santralleri devreye sokmasına neden oldu. Sonuçta, artan talebin birim üretim maliyeti yüksek olan santrallerin çalışmasıyla karşılanması bu sefer de kamu kuruluşlarının üzerindeki yükü arttırdı. Çözüm, uzlaştırma dönemlerinde değişikliğe gitmekte bulundu. Nihai çözümün, elektrik üretiminin yüzde 42'sini sağlayan doğalgazdaki fiyat artışının, tüketicilere yansıtılması olduğu öne sürülüyor.
Rüzgar enerjisinin önündeki engeller yavaş yavaş kalkıyor
Özgür Gürbüz-Referans Gazetesi / 25 Aralık 2005
Bundan birkaç ay öncesine kadar rüzgar santrali kurmak için yapılan 4000 megavatlık (MW) başvuruların sadece bin 350'sine lisans verilmişti. Enerji piyasası Denetleme Kurulu (EPDK) Başkanı Yusuf Günay, bunun nedenini, Türkiye Elektrik İletim A.Ş. (TEİAŞ) plancılarının 1500 MW'lık bir yükü tolere edebileceklerini söylemeleri olarak açıklamıştı. Günay, yılbaşına kadar ülkenin kaldırabileceği rüzgar yükünün ne kadar olduğunu TEİAŞ'tan hesaplamalarını istediklerini de bildirmişti. TEİAŞ'ın Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı'nın talep tahminlerine göre yaptığı çalışmada 2013'e kadar 3000 MW'lık bir rüzgar gücünün önü açılmış gözüküyor. TEİAŞ Genel Müdür Yardımcısı Halil Alış, 2007-2020 yıllarında rüzgar enerjisi için her yıl 125 MW'lık yeni kurulu güç öngördüklerini, ama bu rakamların değişebileceğini, rüzgarın payında artış olursa diğer kaynaklarda yapılacak indirimle, yine aynı hedefe ulaşılabileceğini söyledi. Türkiye'nin UCTE'ye (Elektrik İletimi Koordinasyon Birliği) bağlanmak için çalışmalar yürüttüğünü ve 14 ay sonra alınacak sonuçların, sistemin ne kadarlık bir rüzgar gücü kaldıracağı konusunda fikir vereceğini söyleyen Alış, "UCTE içinde de puant saatin yüzde 5'i oranında bir rüzgar gücü düşünülmüş, ama o da çok belli değil" dedi. EPDK'nin yeni lisanslar için TEİAŞ'la görüştüğü, TEİAŞ'ın da buna çok soğuk bakmadığı kulislerde konuşuluyor. Yatırımcı ve bürokratlar, lisans verilen projelerin hayata geçmesi halinde, herşeyin daha da netleşeceği noktasında hemfikirler.
Rüzgar Enerjisi Santralları Yatırımcıları Dernegi (RESYAD)Salahattin Baysal, "125 MW'lık rüzgar enerjisi yeterli değil ama bu konuda bir büyük savaş yapılması taraftarı da değiliz. Öncelikle lisans verilen projeler içinde gerçekleşmeler olmalı. TEİAŞ'a Trakya'da ve Çeşme'de aynı anda rüzgarın kesilmeyeceğini ya da şiddetli rüzgar yüzünden türbinlerin durmasının Çanakkale'den İskenderun'a kadar aynı anda olmayacağını göstermeliyiz" diyor. Baysal, EPDK'nin bakanlıkça hazırlanan projeksiyonu dikkate alarak lisans vermesi gerektiğini belirterek, "Sistemde bir değişiklik olmadığı takdirde 2020'e kadar 3000 megavat rüzgar enerjisinin sisteme bağlanabileceği belirlendi" dedi. Baysal, "Bir ülkenin enerjisinin ne kadarının yerli ne kadarının yabancı, ne kadarının rüzgar ne kadarının hidroelektrik olacağı bir politik iradenin kararıdır; siyasi bir tercihtir. Ben yenilenebilir enerji kaynaklarının uzun dönemde en ucuz kaynaklar olduğu ve dışa bağımlı olmadığı için tercih edileceğini düşünüyorum. Uzun dönemde ne nükleer ne doğalgaz bizden daha ucuz, diğer kaynakların çevresel/sosyal maliyetlerini eklemesek bile" yorumunu yapıyor.
Çevre için kamu 50, özel sektör 18 milyar euroluk yatırım yapması gerekli
Özgür Gürbüz - Referans Gazetesi - Analiz / 18 Aralık 2005
Müzakere sürecinin başlamasıyla Türkiye yeni bir sürece girdi. Avrupa Birliği'ne (AB) uyumlaştırılması gereken mevzuatımızın içinde 300 AB direktifine sahip çevre mevzuatı, müktesebatın büyük bir bölümünü oluşturuyor. Çevre ve Orman Bakanlığı verilerine göre, şu ana kadar yüzde 40'ı uyarlanmış durumda. Direktiflerin sanayi ile ilgili olanlarının ise şimdiye kadar beşte birinden daha azı uyarlanmış. En çok ilerlemenin kaydedildiği konu başlığı olan atıklarda bu oran, yarının üzerine çıkıyor. Müktesebatın uyumlaştırılmasının 2010 yılına kadar bitirilmesi hedefleniyor.
Asıl sorun sadece yeni yönetmelik ve kanunlarla AB standartlarını yakalamak olsaydı Türkiye'nin işi çok da zor olmayabilirdi. Müktesebatın değişmesiyle beraber, sanayici ve yatırımcıların uymak ve uygulamak zorunda kalacakları birçok yeni yasa ve yönetmelik, işletmelerin büyük miktarlarda yatırım yapmalarını gerektirecek. Yeni atık su arıtma tesislerinden, hava kalitesinin korunmasına, tehlikeli atıkların berterafından, iklim değişikliğine kadar pek çok konuda yapılacak yatırımların mali değeri Çevre Bakanlığı tarafından 68 milyar euro olarak hesaplanmış. Kamu sektörü 50 milyar euro, özel sektör ise 18 milyar euroyu gözden çıkarmak zorunda. Kamu sektörü için harcanması gereken 50 milyar euronun 35 milyarı içme suyu ve atıksu, 13 milyarı katı atıklar ve 2 milyarı da hava kirliliğiyle ilgili konulara ayrılacak. Özel sektörün en büyük kalemi ise 14 milyar euroyla entegre kirlilik önleme ve kontrol. Endüstriyel atık sular için 1.7 milyar, çiftlikler için 1 ve hava kirliliği için 800 milyon euroluk bir miktar da özel sektörün cebinden çıkacak.
AB standartına 2023'te ulaşabiliriz
Bakanlık bu projeksiyonu yaparken 2014 yılında Türkiye'nin topluluğa üye olacağını öngörmüş ve 2013'e kadar Polonya, Çek Cumhuriyeti gibi ülkelerin standartlarına ulaşmak için 35 milyar euroya gerek duyulduğunu hesaplamış. Türkiye'nin Avrupa'nın gelişmiş ülkelerindeki çevre standartlarına ise 2023 yılında ulaşacaklarını hesaplayan Çevre Bakanlığı, 2013-2023 yılları arasında bir 35 milyar euroya daha ihtiyaç olduğunu söylüyor. Çevre ve Orman Bakanı Osman Pepe, ilk 35 miyarın 5-6 milyarının AB hibe ve fonlarından sağlanacağını, geri kalan 30 milyar euroluk rakamın ise özel sektör, yerel yönetimler ve merkezi hükümet arasında eşit olarak paylaşılması gerektiğine dikkat çekmişti. İşin mali yükü de bürokrasisi kadar büyük olunca, Türkiye bu uyumlaştırma sürecini elinden geldiğince uzun vadeye yaymaya çalışacak.
Yatırımların hayata geçirilmesi için gerekli kaynakların yaratılması en önemli konulardan biri. Çevre ve Orman Bakanlığı Müsteşar yardımcısı Hasan Zuhuri Sarıkaya, GSMH'dan ayrılacak binde 7'lik bir kaynağın hibe ve kredilerle birlikte sorunun üstesinden geleceğini söylüyor. Yıllara göre bakıldığında 2006 yılında kamu sektörünün yatırım ihtiyacı 1 milyar 250 milyon euro civarında. Bunun büyük bir bölümünün bütçeden karşılanması planlanırken, kredi ve hibeler toplam rakamın 3'te 1'ine denk geliyor. Üyeliğin gerçekleşmesi umulan 2014'ten sonra ise kamu sektörü yatırım ihtiyacı yılda 3 milyar eurolara buluyor. 2015'te hibelerin 1 milyarı geçmesi beklenirken kredilerin payının da 500 milyon euroyu geçmesi bekleniyor.
Belediyelerin durumu kritik
Kamu kuruluşları içinde belediyelerin durumu oldukça kritik. Hasan Sarıkaya, orta ve küçük ölçekli yerleşme yerlerinde belediyelerin gelirleri giderlerinden az, burada bir sorun var diyor ama sorunun kurumsal düzenlemelerle halledilebileceğini de ekliyor. Sarıkaya, "Türkiye'nin AB Çevre Ajansı'na üyelik aidatı olarak 3 milyon euro ödüyor. Ajans'tan Türkiye'ye gelen para ise 300-400 bin dolar" diyerek finasmanın ülke içinde yaratılmasının önemine değiniyor. Belediyelerin sorunları hakkında İstanbul Büyükşehir Belediyesi Çevre Koruma ve Geliştirme Daire Başkanı Mahmut Sümer, çöplerin yüzde 15'inin ambalaj atığı olduğunu ve toplanamayan çöplerin yarattığı maliyetin ürünlere yansıtılması gerektiğini söylüyor. Atık sorunun en başta bir atık envanterinin olmamasından kaynaklandığını söyleyen Sümer, sanayi atıkları için büyük bir tesisin olmamasını ve çöplerin içindeki ağır metallerin en büyük sorun olduğunu söylüyor. İstanbul Teknik Üniversitesi Doç Dr. Erdem Görgün ise gereken 70 milyar euroluk rakamın ülke içi kaynaklardan sağlanması gerektiğini söyleyerek, geçmişte atık su arıtma projeleri gibi birçok projeye yabancı firmalar tarafından yüksek fiyatlar verildiğine dikkat çekiyor.
İSO Başkanı Tanıl Küçük
Batılı sanayiciler kazar zarar vermedik
İstanbul Sanayi Odası (İSO), çevre konusunda çok hassas bir kuruluş, Çevre Bakanlığı'ndan önce Çevre Şubesi'ni kurmuş daha sonra Çevre ihtisas Kurulu'nu kurmuş. Tüm bunlar bizim çevre konusunda ne kadar duyarlı olduğumuzun bir göstergesi. Çevre konusunda bahsedilen rakamlar çok izafi. Çevre Bakanı Osman Pepe, bu rakamın 35 milyar euro olduğunu, bunun yüzde 10-15'inin AB, kalanın da kamu ve özel sektör tarafından karşılanacağını söyledi. Müzakere sürecini doğru anlamamız lazım. Bu bir mazeret değil ama Türk sanayici bir batılı kadar çevreye zarar vermedi. Çevreden o kadar büyük boyutta rant elde etmedi. Bu rantı yaratmamış bir sanayiden, çevreyi korumak adına, gelişmiş ülkelerdeki sanayinin karlılık gücüne eriştiğini kabul ediyorsunuz ve bu kaynağı yaratmasını istiyorsunuz. Bu gerçekçi değil ama biz bunu yapacağız. Bunu yaparken sorunumuzu iyi anlatmak, geçiş sürecini uzun vadeye yaymak gerek. Yapmamak anlamında değil, gücünüze uygun hareket etmek anlamında. Dış kaynağı da daha fazla artırmak zorundayız. Büyük şirketlerimizin dışında, bilhassa KOBİ'lerimizin çevre konusunda AB'ye hazır olduğunu söylemek pek gerçekçi olmaz.
Yeşim Tekstil, Kalite ve Sosyal Uygunluk Müdürü Yasemin Başar
Hazır giyim sektörü fazla sorun yaşamaz
Tekstil sektörü içinde "hazır giyim" ve "örme" konusunda üretim yapanlar, AB sürecinde çok büyük sorun yaşamazlar. Özellikle hem atık suyun hem de hava kirliliğine neden olan kimyasalların kullanıldığı boyahaneleri olan işletmeler, ilgili izinleri almadıkları takdirde sorun yaşarlar. Sosyal uygunluk, iş sağlığı, iş güvenlik konusunda bir takım taahhütler isteniyor ve denetlemeler yapılıyor. Bu standartların sağlanırsa karşınıza çıkabilecek tarife dışı engellerle karşılaşmazsınız. Bu standartlara sahip olmanız ihracatınızı artırmaktan öte sizin ihracat yapmanıza olanak sağlar, bu belgeleriniz yoksa zaten sipariş alamazsınız. Yeşim Tekstil'in iş sağlığı, iş güvenliği, çevre ve iş kanunumuz AB'ye tamamen uyumlu hale getirildi. Atık su deşarj ve emisyon izinlerimiz var. Bu iki izne sahip olmak zaten AB'ye uyumlu çalıştığınızı ispatlıyor demektir. Müşterilerimizden biri Nike ve Nike arıtma tesisi olmayan bir işletmeyle çalışmaz.
Yatırım senaryosu
* 2006 yılında kamu sektörünün yatırım ihtiyacı 1 milyar 250 milyon euro civarında.
* Üyeliğin gerçekleşmesi umulan 2014'ten sonra kamu sektörü yatırım ihtiyacı yılda 3 milyar euro.
* 2006-2009 yılları arasında kamu sektörü, su, hava ve atık konularında 7 milyar euroluk yatırıma ihtiyaç duyuyor. Aynı dönemde özel sektörün ihtiyacı 5 milyar euro civarında olacak.
* 2015-2019 arasında kamuda 16, özel sektörde yatırımlar 5 milyar euroyu bulacak. Kamu sektöründe suyla ilgili konularda yapılacak yatırımın bedeli 11 milyar euro.
* 2020-2024 arasında 17 milyar euro daha harcanacak.
* 2025-2029 arasında ise AB standartlarına ulaşılacağı tahmin edildiğinden toplam yatırım miktarı 1 milyar euronun altında kalacak.
Ülkelere göre çevre yatırımları
Ülke / Yatırım maliyeti(milyon euro) / Nüfus (onbin kişi)
Bulgaristan / 8,61 / 7,5
Çek Cum. / 6,600-9,400 / 10,2
Estonya / 4,406 / 1,3
Macaristan / 4,118-10,000 / 10
Latviya / 1,480-2,360 / 2,3
Litvanya / 1,6 / 3,6
Polonya / 22,100-42,800 / 38,6
Romanya / 22 / 22,3
Slovakya / 4,809 / 5,4
Slovenya / 2,43 / 2
Türkiye / 65,000-68,000 / 69,7
Müktesebettaki konular
Dikey
* Hava ve su kirliliğine karşı alınan önlemler
* Atık Yönetimi
* Endüstriyel Kirlilik ve risk yönetimi
* Doğanın korunması
* Kimyasal maddeler ve genetik olarak yapısı değiştirilmiş organizmalar
* Çevresel gürültü yönetimi
* Nükleer güvenlik ve radyasyondan korunma
Yatay
* Aarhus Konvansiyonu
* Çevre Konusundaki Bilgilere Ulaşım Direktifi
* Raporlama Direktifi
* LIFE Tüzüğü
* Avrupa Çevre Ajansı
Deriner Barajı'nın maliyeti 3 kat arttı
Özgür Gürbüz - Referans /12 Aralık 2005
İnşaatına 1993 yılında başlanan Deriner Barajı ve Hidroelektrik Santrali için ilk belirlenen keşif bedeli 125 milyonu yol relakasyon olmak üzere 840 milyon dolardı, barajın inşaası için 715 milyon dolar yeterli görülmüştü. 2005 yılında bitmesi gereken ve son 3 yıl içinde ödeneklerin düzenli ödenmesine rağmen bitirilemeyen projeye Devlet Planlama Teşkilatı'nın (DPT) rakamlarına göre 2005 yılına kadar 1 milyar 721 bin 566 YTL (1 milyar 271 milyon dolar) harcanmış. Projenin gecikmesiyle beraber yapılan bir ikinci keşif artışında projenin yatırım ihtiyacı 1.7 milyar dolara yükseltilmiş. DPT'nin Dokuzuncu 5 yıllık kalkınma planları için yaptığı en son hesapta projenin bitiş tarihi 2009'a uzatılıyor ve proje tutarı 2 milyar 600 milyon dolara çıkarılıyor.
670 MW'lık kurulu güce sahip olan ve yılda 2.1 milyar kilovatsaat (kws) elektrik üretecek olan Deriner Barajı, en iyi olasılıkla 4 yıllık bir gecikmeyle devreye girecek ve ilk keşif bedeli olan 840 milyon doların yaklaşık 3 katına mal olacak. Devlet Planlama Teşkilatı'nın 2005 yılı kamu yatırımlarında Deriner Barajı'nın proje bedeli 2 milyar 941 milyon Yeni Türk Lirası, yani 2 milyar 186 milyon dolar olarak belirlenmiş. Bu da 2005 yılında 2 milyar 186 milyon dolara bitirilmesi umulan projenin bir yıl içinde 400 milyon dolar kadar daha pahalandığını gösteriyor.
Ankara Üniversitesi öğretim üyesi ve RESSİAD (Rüzgar Enerjisi ve Su Santralları İşadamları Derneği) Başkanı Prof. Dr. M. Özcan Ültanır, Deriner projesinin fizıbıl olması, geri ödeme sağlayabilmesi için bu santralin enerji satış fiyatının 25 sent/kWs'in üstünde olması gerektiğini, aksi halde birikmiş borç tutarının azalmayacağını söylüyor. Ültanır, "2 milyar 600 milyon doları , yıllık üretimi olan 2.1 milyar kws'e bölünce, yatırım öncesi birikmiş birim üretim maliyeti, amortisman süresi için 124 sent/kWs olur. Bu maliyete, yatırım dönemi faizlerini eklediğimizde maliyet muhtemelen iki katına, yani 250 sent/kws'e çıkacak. Bu rakamı amorti edebilmek için seçilecek süre 15 yıl, ödenecek reel faiz de %10 alınırsa, enerji satış bedeli kilovatsaat başına 31 sent'i buluyor. Her halükarda, amortisman suresi 50 yıl bile olsa, %10 reel faiz ödenen ülkemizde bu santralin kilovatsaat satış fiyatının 25 sent'in üstünde olması gerek" diyor. Projenin özel sektörün elinde 500 milyon doları baraj yapısı ve en fazla 100 milyon doları yol relakasyonu olmak üzere 600 ya da beklenmeyen giderlerle en fazla 700 milyon dolar maliyetle gerçekleştirilebileceğini de öne süren Ültanır, "Bazı kesimlerin diline sakız olan kamu yararı da bunu gerektiriyor" diyor. Ültanır, "Hesaplanan bu 2.6 milyar dolar içinde kredi faizleri de herhalde yoktur. Tabii, para Babacan Hazine'sinden çıkarsa, sıfır maliyetle EÜAŞ'a devredilirse Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı işletme giderlerine bakarak üretim maliyeti kilovatsaat başına 0.2 sent der ve elektriğe zam yapma gereğini bile duymaz. Vatandaşın verdiği vergiler de çarçur edilmiş olur" yorumunu yapıyor. M. Özcan Ültanır, özel sektörün 600-700 milyon dolara bitirebileceği Deriner Barajı ve HES projesinin, yüksek eskalasyon sonucunun da her şeyden önce korkunç yüksek olan DSİ birim fiyatlarıyla iş yapıldığı için ortaya çıktığını söylüyor. Ültanır, "DSİ'nin birim fiyatları korkunç yüksek. Müteahhitler, baraj yapımında DSİ'den bir işi alabilmek için baştan yüzde 50 civarında fiyat kırıyorlar ve buna rağmen de kar ediyorlar. İkili anlaşmayla yapılan bir barajda ise tüm fiyatlar DSİ birim fiyatları üzerinden hesaplanıyor. Ayrıca DSİ birim fiyatları da hep Türk Lirası üzerinden hesaplanıyor. Sonuçta YTL'deki aşırı değer artışı da göz önüne alınınca YTL’den dolara çevrilen maliyetler de çok yükseliyor. Büyük eskalasyon miktarı da buradan çıkıyor. Özel sektör yapsaydı DSİ birim fiyatları kullanılmayacaktı, maliyetler YTL üzerinden değil doğrudan dolar üzerinden hesaplanacaktı ve böyle acayip eskalasyon değerleri ile de karşılaşılmayacaktı" diyor.
Barajlar ve HES Daire Başkanı Ali Haydar Şahin, bahsedilen rakamın alt projeleri de kapsadığını ve konunun spekülasyon amaçlı gündeme getirildiğini söylüyor. Deriner Barajı'nın şu andaki tesis bedelinin 1 milyar 350 milyon dolar civarında olduğunu söyleyen Şahin, "Deriner Barajı'nı yaptığımız alan Karadeniz gibi coğrafyası çok çetin olan bir bölge. Göl alanına su topladığınızda su altında kalacak yolları yeniden köprü ve viyadüklerle inşaa etmeniz gerek. 60 kilometrelik yollar da bu projenin içinde. Karadeniz'de 1 km. yol yapmak için 5 milyon dolar harcamak zorundasınız. 1 milyar dolara baraj çıkıyor, 300 milyon dolar da yollara gidiyor" diyor. Barajın, 250 metrelik çok yüksek beton bir baraj olduğunu ve eskalasyon artışlarının dikkate alınmadığını söyleyen Şahin, 720 milyon dolarlık ilk keşif bedelinin bazı kazılar yüzünden 900'e çıktığını ancak para bulunamadığını söylüyor. Şahin, "Hem para bulunamadı hem de barajın bitmesiyle eşgüdüm sağlanamayacaktı. Yani, yollar bitmediğinden, vatandaşın geçmesi için baraj bitse bile su tutulamayacaktı. Bu yüzden de Borçka, Muratlı ve Deriner'in yolları bizim projelerimize dahil edildi. Bunun dışında 20 km.'lik daha ihale edilmemiş bir yol var ve bu 1 milyar 350 milyonluk rakamın içinde doların artışı yok" açıklamasını yaptı. Büyük hidroelektrik projelerinin ilk yatırım maliyetlerinin fazla ama üretim maliyetlerinin çok düşük olduğunu söyleyen Barajlar Daire Başkanı, "Bu baraj 80-90 yıl elektrik üretecek ve 2009 yılında bitecek. Uzamasının nedeni kredi kuruluşlarıyla hükümetler arasında süren pazarlıklar. Gövde betonu dökülmeye başlamak üzere. Tüm dünya baraj yapmayalım diye uğraşıyor, DSİ'nin yaptığı her işi kötülemeye çalışıyorlar. Biz, Türkiye, enerji darboğazını kendi özkaynaklarıyla aşsın, dışa bağımlı olmasın diye uğraşıyoruz" dedi.
Türkiye'nin en büyük hidroelektrik barajı olan Atatürk Barajı'nın inşaatı 1981 yılında ilk derivasyon tünellerinin açılmasıyla başlamıştı. 11 yıl sonra açılan ve ilk elektrik üretimini 1992 yılında gerçekleştiren Atatürk Barajı 4 milyar dolara mal oldu ve 2400 Megavat'lık(MW) kurulu gücüyle Deriner Barajı'nın 4 katı elektrik üretim kapasitesine sahip. Deriner Barajı diğer iki baraja göre daha yüksek ve 250 metrelik yüksekliğe sahip, Birecik 53, Atatürk ise 170 metre yüksekliğinde ama Atatürk Barajı da 84 milyon 400 bin metreküplük gövde hacmiyle dünyanın en büyük baraj gövdelerinden birine sahip. Deriner'in gövde hacmi ise 3,2 milyon metreküp. Türkiye'nin ilk yap-işlet-devret hidroelektrik santrali olan Birecik Barajı, Deriner Barajı'yla hemen hemen aynı güce sahip ve 672 MW'lık kurulu gücüyle yılda 2 milyar 516 milyon kilovatsaatlik elektrik üretiyor. 3,5 yıl gibi kısa bir sürede bitirilen Birecik Barajı'nın maliyeti 1 milyar 400 milyon dolar (2,3 milyar Alman Markı). Kulislerde konunun Başbakan Erdoğan'a DPT yetkilileri tarafından iletildiği haberi dolaşıyor.
TEİAŞ rüzgara tedbirli bir "yeşil ışık" yakıyor
Özgür Gürbüz - Referans Gazetesi / Aralık 2005
Bundan birkaç ay öncesine kadar rüzgar santrali kurmak için yapılan 4000 megavatlık (MW) başvuruların sadece 1350'sine lisans verilmiş, EPDK (Enerji piyasası Denetleme Kurulu) Başkanı Yusuf Günay da bunun nedenini (bize) TEİAŞ plancılarının 1500MW'lık bir yükü tolere edebileceklerini söylemeleri olarak açıklamıştı. Günay, yılbaşına kadar ülkenin kaldırabileceği rüzgar yükünün ne kadar olduğunu TEİAŞ'tan hesaplamalarını istediklerini de sözlerine eklemişti. TEİAŞ'ın Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı'nın talep tahminlerine göre yaptığı çalışmada 2013 yılına kadar 3000MW'lık bir rüzgar gücünün önü açılmış gözüküyor.
TEİAŞ Genel Müdür Yardımcısı Halil Alış, 2007-2020 yılları arasında rüzgar enerjisi için her yıl 125MW'lık yeni kurulu güç öngördüklerini ama bu rakamların değişebileceğini, rüzgarın payında artış olursa diğer kaynaklarda yapılacak indirimle yine aynı hedefe ulaşılabileceğini belirtti. Türkiye'nin UCTE'ye (Elektrik İletimi Koordinasyon Birliği) bağlanmak için çalışmalar yürüttüğünü ve 14 ay sonra alınacak sonuçların, sistemin ne kadarlık bir rüzgar gücü kaldıracağı konusunda fikir vereceğini söyleyen Alış, "UCTE içinde de puant saatin yüzde 5'i oranında bir rüzgar gücü düşünülmüş ama o da çok belli değil" açıklamasını yaptı. EPDK'nin yeni lisanslar için TEİAŞ'la görüştüğü, TEİAŞ'ın da buna çok soğuk bakmadığı kulislerde konuşuluyor. Yatırımcı ve bürokratların üzerinde hemfikir olduğu nokta lisans verilen projelerin hayata geçmesi halinde herşeyin daha da netleşeceği.
Salahattin Baysal, "125 MW'lık rüzgar enerjisi yeterli değil ama bu konuda bir büyük savaş yapılması taraftarı da değiliz" diyor. Rüzgar Enerjisi Santralları Yatırımcıları Dernegi (RESYAD) Başkanı Baysal, "Öncelikle lisans verilen projeler içinde gerçekleşmeler olmalı. TEİAŞ'a Trakya'da ve Çeşme'de aynı anda rüzgarın kesilmeyeceğini ya da şiddetli rüzgar yüzünden türbinlerin durmasının Çanakkale'den İskenderun'a kadar aynı anda olmayacağını göstermeliyiz" diyor. Baysal, EPDK'nin bakanlıkça hazırlanan projeksiyonu dikkate alarak lisans vermesi gerektiğini, bu projeksiyonun alt yapısını TEİAŞ'ın hazırladığını ve sistemde bir değişiklik olmadığı takdirde 2020 yılına kadar 3000 megavat rüzgar enerjisinin sisteme bağlanabileceğinin belirlendiğini belirtiyor. Baysal, "Bir ülkenin enerjisinin ne kadarının yerli ne kadarının yabancı, ne kadarının rüzgar ne kadarının hidroelektrik olacağı bir politik iradenin kararıdır; siyasi bir tercihtir. Ben yenilenebilir enerji kaynaklarının uzun dönemde en ucuz kaynaklar olduğu ve dışa bağımlı olmadığı için tercih edileceğini düşünüyorum. Uzun dönemde ne nükleer ne doğalgaz bizden daha ucuz, diğer kaynakların çevresel/sosyal maliyetlerini eklemesek bile" yorumunu yapıyor.
Uçakların egzoz gazına kota bilet fiyatlarını 9 euro artıracak
Uçakların motorlarından çıkan karbondioksit oranına gelecek kota hem havayolları şirketleri arasında 'karbon borsası' kurulmasına hem de uçak fiyatlarının yükselmesine yol açacak.
Özgür Gürbüz - Yeni Aktüel Dergisi / 26 Nisan - 3 Mayıs 2007
Kyoto Protokolü'nün 16 Şubat'ta yürürlüğe girmesinin ardından sera gazı emisyonlarını düşürmek için devreye soktuğu mekanizmalardan biri olan emisyon ticareti, Avrupa Birliği (AB) içinde Ocak 2005'ten itibaren çalışmaya başladı. Buna göre firmalara atmosfere saldığı sera gazı oranlarına sınır değer getiriliyor. Bu kotaların altında ya da üstünde kalan miktarların serbest piyasada satılıyor. AB, halihazırda sistem içinde yer alan çimento, demir-çelik, enerji üreticileri gibi enerji yoğun işletmelere, 2008'den itibaren havayolu şirketlerini de ekleyecek.
Komisyon ilk olarak 5 bin 600 AB vatandaşı ile 200 organizasyonun görüşlerini aldı ve yüzde 82'si havayolu şirketlerine de kota konmasına sıcak baktı. Çevre komisyonu üyesi Stavros Dimas sonuçları, havacılık sektörünün sera gazı emisyonlarını azaltmasını, "fiyat artışına yol açsa bile gerekli bir adım olarak düşünenlerin geniş bir kitleyi oluşturduğu savı"nı pekiştiren bir gösterge olarak yorumladı. İstatistikler de Dimas'ı yanıltmıyor. AB içinde 1990 yılından 2003 yılına kadar olan sürede hava taşımacılığından kaynaklanan sera gazlarının oranı yüzde 73 arttı. Yine Temmuz ayında hazırlanan 245 sayfalık "Emisyon Ticaretini Kanatlandırmak" adlı raporda ise havacılık sektörünün emisyon ticaretine dahil olmasının başedilemez bir ekonomik yük getirmeyeceği ve yasal olarak sakınca doğurmayacağı sonucu yer aldı. Yapılan araştırmalar, işin mali boyutunun gidiş-dönüş biletlere yansıyacağını ve biletlerde 9 euroluk bir fiyat artışına yol açacağını ortaya koyuyor.
AB dışındaki ülkelerin tavrı
Ucuz hava taşımacılığına alışmış Avrupalı yolculardan, sektör temsilcilerine kadar geniş bir alanda uzlaşma sağlanmasına rağmen yine de her şey güllük gülistanlık değil. AB'yi tedirgin eden İngiliz Muhafazakar Parti üyesi, AB milletvikili Coroline Jackson'ın da açıkça söylediği gibi AB dışı ülkelerinin bu plana nasıl bakacakları. Jackson, "Komisyon, bizim firmalarımızı haksız bir biçimde dezavantajlı duruma düşürmeyecek, daha geniş ölçekli bir anlaşma için çalışmalı" diyor ve ekliyor: "Emisyon ticaretine dahil olmak en uygun çözüm. Bilet fiyatlarında bir artış veya yakıt vergisi getirmek ne yolcular ne de şirketler için adil değil".
Şu andaki planda, AB içinden kalkan tüm uçakların, uluslararası uçuşlarla beraber sisteme dahil olması öngörülüyor ve bunun AB şirketlerini yabancı firmalara karşı koruyacağı düşünülüyor. Komisyon, bu kuralın ülke farkı gözetmeksizin tüm şirketlere uygulanması gerektiğini düşünüyor ama ülkeler değil, uçaklar söz konusu olduğunda kimin limitleri belirleyeceği belli değil. Belli olmayan bir başka nokta ise AB dışından gelip, AB içi aktarma yapan uçakların sisteme nasıl dahil edileceği. Ayrıca, başta iki büyük firması yakınlarda iflas etmiş olan Amerikan havacılık sektörü olmak üzere, yabancı şirketleri bu konuda ikna etmek de kolay olmayacağa benziyor. Avrupa Havayolu Endüstrisi her ne kadar emisyon ticaretini ekstra vergilere tercih ettiğini söylese de, bunun AB içi uçuşlarla sınırlandırılmasını öneriyor. Şimdi top yine Komisyon'da. Uzmanlarla düzenli toplantılar düzenlenecek, görüşler alınacak ve 2006 yılı içinde bu sorunları çözmesi beklenen bir resmi yasa önerisi hazırlanacak. Görünen o ki, bu yasa tasarısının 2006 yılında AB'ye uçuşları olan yerli şirketlere bir "Karbon kıyağı" ya da bir "Karbon karmaşası" olarak geri dönme olasılığı da hayli yüksek.
Türk uçakları standarta uyuyor
THY'dan Uçak Yüksek Mühendisi Levent Demirel, "Emisyon kotalarının AB üyesi olmayan havayolu şirketlerine nasıl yansıtılacağı henüz tartışma safhasında olduğundan bu hususun rekabeti nasıl etkileyeceğini bugünden öngörmenin zor olduğunu" söylüyor ve ticari uçak motorlarında egzoz emisyonu değerlerinin motorun tasarımına bağlı olduğuna dikkat çekiyor. Demirel, THY'nın mevcut filosunda bulunan ve önümüzdeki dönemde filoya katılacak olan uçaklara takılı olan motorların hepsinin, egzoz emisyonları ile ilgili olarak dünya çapında kabul edilen ICAO Annex 16 Volume 2 standardına uyduğuna dikkat çekiyor.
Havayolu taşımacılığının yol açtığı sera gazı emisyonları, AB içindeki toplam emisyonların yüzde 3'üne denk geliyor. AB'yi endişelendiren nokta, diğer sektörlere göre artışın çok daha hızlı olması ve böyle bir sektörün mekanizma dışında bırakılarak tüm çabaların ciddiyetine gölge düşürülmesi. Çevreci ve yeşillerin baskısı da cabası. İçlerinde Greenpeace ve WWF'in de bulunduğu 10 çevreci STK, halihazırda Komisyon üyelerine bu konunun çözülmesi gereken ilk ve en acil adım olduğunu konusunda hemfikir olduklarını bildirdi.
Emisyon Ticareti
2004 yılından bu yana Avrupa Birliği içinde uygulanan Emisyon Ticareti'ne yaklaşık 12 bin işletme dahil. Her işletmenin kendine ait kotaları var ve yıl içerisinde karbondioksit (CO2) eşdeğeri emisyonlarını bu kotaların altında tutmak zorundalar. Tutamadıkları takdirde kotalarının altında kalmayı başarmış diğer firmalardan bir çeşit "kontenjan" satın almak durumundalar. Her CO2 hissesi için karşılığında serbest piyasada oluşan fiyatı ödemek zorundalar. Şu an için CO2'nin tonu, önceki güne göre 75 euro sent daha arttı ve dün itibariyle 22 euro 35 sente ulaştı.
Yenilenebilir enerji pazarı 2008'de iki katına çıkabilir
Son 3 yılda yüzde 68 büyüyen yenilenebilir enerji pazarının 2008'e kadar ikiye katlanması bekleniyor. Yenilenebilir enerji pazarındaki bu ivme, sektörde halen 30 milyar dolar civarında olan yıllık yatırım miktarını da 2014 yılına kadar 100 milyar dolara çıkaracak.
Özgür Gürbüz - Referans Gazetesi / 4 Aralık 2005
Çin'in Ulusal Kalkınma ve Reform Komisyonu Başkan Yardımcısı Zhang Guobao yenilenebilir enerji için, "Önemli ekonomik ve çevresel faydalar sağlayıp, yoksulluğu azaltıyor" diyor. Rüzgar, güneş ve hidroelektrik enerjinin enerji güvenliğine katkı yapacağını düşünen Çin, gelecek 15 yıl içerisinde bu kaynaklara tam 180 milyar dolar harcayarak elektrik üretimindeki payını yüzde 15'e çıkarmayı planlıyor.
Son 3 yılda yüzde 68 büyüyen yenilenebilir enerji pazarının 2005-2008 arasında da ikiye katlanması bekleniyor. 2014 yılında yıllık yatırım miktarının 102.4 milyar doları bulacağı tahmin edilen sektörün gelişiminin ardında, küresel ısınma ve yükselen petrol fiyatları yatıyor. 1 kilovatsaat (kWs) elektrik üretimi için kömür santralleri kullanılırsa 0.7-1 ton arası CO2 emisyonu salınıyor. Petrolde bu rakam 0.72, doğalgazda ise 0.42 ton. Rüzgar santralleri ise kömür santrallerinin yüzde 1'i kadar emisyona yol açıyor. Güneş, jeotermal, biyokütle gibi kaynakların kurulduktan sonra tek maliyetlerinin işletim giderleri olması, petrol fiyatlarından etkilenmemesi, ulusal kaynaklar olması, çoğu yerde iletim hatları gibi ek masraflara neden olmaması ve hiçbir atık bırakmaması diğer enerji kaynaklarıyla rekabette avantaj sağlıyor. Bazı hükümetlerin sabit fiyat tarifeleri ve vergi indirimleriyle bu kaynakları desteklemeye başlaması, araştırmaların yoğunlaşmasına ve fiyatların da düşmesine neden oluyor.
Yeni iş alanları
Küresel ısınmadan en çok etkilenecek sektörlerin başında gelen tarım sektöründe, biyodizel ve enerji bitkileri tarımı yeni iş alanları olarak beliriyor. Üretimde olası düşüşler de fiyatların artmasına neden oluyor. İnşaat sektöründe verimlilik öne çıkıyor ve nakliye ücretlerinin artması bina yapımında daha hafif materyallerin öne çıkmasını sağlıyor. Enerji fiyatlarında artış kaçınılmaz gibi göründüğünden enerji verimliliği sadece beyaz eşyalarda değil her türlü elektronik eşyada aranmaya başlanıyor.
Yakında profesyonel izolasyoncular ve izolasyon şirketleri ortaya çıkarsa şaşırmamak gerek. Otomotiv sektöründe enerji yoğunluğu düşük araçlara talep olması bekleniyor. Otellerde su ve elektrik kullanımında vana ve düğmelerin yerine otomatik ve süreli olarak çalışan duş ve elektrik lambaları halihazırda kullanılmaya başlandı bile. Bunlarla beraber şirketler ve kamu kuruluşlarında bu konularda uzman kadro gereksinimi de ayrı bir iş kolu yaratacak. Hidrojen enerjisi, karbon depolama gibi yöntemlerin de gelecekte sektörel bir hal almaları sürpriz değil.
Tüm zorluklarına rağmen küresel ısınmayı yavaşlatmak için gereken bilgi birikimi ve teknolojiye sahip olmak insanlığın en büyük kazancı. Türkiye'de emisyon indirimleri için en büyük avantaj enerjinin etkin kullanılması ve büyük yenilenebilir enerji potansiyeli. Elektrik İşleri Etüd İdaresi, yüzde 20-30 oranında tasarruf potansiyelinden bahsediyor ve bunun "karbonca"sı 40-45 milyon ton CO2 emisyonu demek. Yani neredeyse tüm Türkiye'nin toplam emisyonunun beşte biri. Hükümetlerin politikalarını değiştirmekten verimli teknoloji tercihine, küresel ısınmayı durdurmaktan tasarruf yapmaya her şey aslında bizim elimizde.
Yenilenebilir enerjiye geç olmadan geçmeliyiz
Dr. Ümit Şahin
Türkiye Yeşilleri İklim Değişikliği Koordinatörü
Küresel ısınma petrole ve diğer fosil yakıtlara ileri derecede bağımlı bir ekonomik sistem içinde yaşamanın sonucu. Yapılması gereken şey elektrik enerjisini rüzgar ve güneşten elde eden, enerji kullanımı en düşük, verimliliği en yüksek bir enerji politikasına sahip, aşırı tüketimi frenleyen ve kendini yenileyebilen bir ekonomik sisteme vakit çok geç olmadan geçmektir.
Türkiye AB'de en çok rüzgar potansiyeli olan ikinci ülke
Metin Atamer
Rüzgar Enerji Santralleri Yatırımcıları İşadamları Derneği (RESYAD)
Genel Sekreteri
RESYAD olarak son üç senedir Kyoto'yla ilgili gerekli her merciyle görüşmemize rağmen bir sonuç alamadık. Rüzgar, güneş, jeotermal, dalga enerjisi, rezervsiz hidroelektrik santraller, biyokütle santrallerinin önündeki bütün engeller kalkarsa, AB üyesi ülkelerin içinde en çok rüzgar potansiyeli olan ikinci büyük ülke olarak bize yeni ufuklar açabilir.
Küresel sıcaklık yükselişi 2ºC 'de sabitlenmeli
Yeşim Aslan
Greenpeace Akdeniz İletişim Sorumlusu
Greenpeace olarak Kyoto protokolünü onaylamayan ABD, Avustralya, Türkiye gibi ülkelerin bu sürece bir an önce dahil olmalarını istiyoruz. İklim değişikliğini kontrol altına alamazsak, dünya dönüşü olmayan felaketlere sürüklenecek. Greenpeace, iklim politikasının hedefinin, ortalama küresel sıcaklık yükselişini 2ºC'ye ulaşmadan sabitlemek olması gerektiğini düşünüyor.
Yetkililer işin ciddiyetinin henüz farkında değil
Doç. Dr. Ergin Duygu
Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi Biyoloji Bölümü
Türkiye'de yerel insan etkinlikleri, yanlış uygulamalar ve küresel iklim değişikliğinin etkisiyle sinsi şekilde gelişen kuraklaşma, bu arada yaygın kirlenmeyle yeraltı su kaynakları ve toprağın kirlenmesi, çölleşme ve biyoçeşitlilik ile ekosistem kaybı sonucunda gelişen fakirleşme, kırsal göç, kentleşme gibi sorunlar yetkilileri ve kamuoyunu henüz gerektiği gibi ilgilendirmiyor.
Enerji Tüketimi, Yoğunluğu ve Kişi Başı Tüketim | |||
Ülke | Tüketim(MTEP) | Enerji yoğunluğu | Kişi başına enerji tüketimi(TEP/nüfus) |
Japonya | 520,7 | 0,09 | 4,09 |
Yunanistan | 28,7 | 0,2 | 2,62 |
ABD | 2281,5 | 0,25 | 7,98 |
Türkiye | 83,6 | 0,38 | 1,06 |
OECD | 8970 | 0,19 | 4,68 |
Dünya | 10029 | 0,29 | 1,64 |
Sektörde Türkiye Çin'in ardından ikinci sırada
* Üretim maliyetleri kilovatsaat başına küçük hidrolar için 4-7 sent, rüzgarda 4-6 sent, biyokütlede 5-12 sent ve jeotermalde 4-7 sent aralığında.
* Türkiye'de 70 bin konut halihazırda jeotermalle ısıtılıyor, güneş ısıtıcılarında Türkiye Çin'in ardından ikinci sırada.
* 2004'te yapılan 8 milyar euro değerindeki, 8 bin MW'lık yatırımla rüzgar enerjisi dünyada 48 bin MW'lık kapasiteye ulaştı.
* Rüzgar enerjisi sektörü 100 bin kişiye istihdam sağlıyor.
* 1 kilovatsaat elektrik üretimi için kömür santrallerinden 0.7-1 ton arası emisyonu salıyor. Bu rakam petrolde 0.72, doğalgazda 0.42 ton. Rüzgar santralleri ise kömür santrallerinin yüzde 1'i kadar emisyona yol açıyor.
* Çin, 15 yıl içerisinde yenilenebilir kaynaklara 180 milyar dolar harcayarak üretimdeki payını yüzde 15'e çıkarmayı hedefliyor.
Buzulların Erimesinden Kyoto'ya: Küresel Isınma III
Küresel sera gazlarının yüzde 6'sı demir-çelik sektöründen, yüzde 5'i çimento sektöründen kaynaklanıyor. Enerji yoğun iki sektörü de emisyon kotaları konusunda zor günler bekliyor. Diğer sektörlerde ise iklim koşullarının değişmesi ana etken.
Özgür Gürbüz - Referans Gazetesi / 3 Aralık 2005
Küresel sera gazlarının büyük bir bölümü petrol, kömür ve doğalgaz gibi fosil yakıtlardan kaynaklanıyor. Enerji çevrim santralleri bu yakıtları elektrik enerjisine dönüştürmek için yakarken, demir-çelik ve çimento gibi enerji yoğun sektörler de bu yakıtları kullanıyor ve sera gazı emisyonlarıyla boğuşmak zorunda kalıyor. Halihazırda kaynak sıkıntısının çekildiği, Çin'in sektörü tedirgin ettiği bir dönemde, başta Kyoto'ya taraf olmuş emisyon ticareti içinde yer alan ülkelerdeki sektör temsilcileri olmak üzere herkes konuya yakından takip ediyor. Yılda 16,7 milyon ton çelik üreten ve 1,5 milyon ton ihracat yapan Türkiye çelik sektörünün lideri Erdemir’in emisyonları yılda 5,5 milyon tonu buluyor. Erdemir, 2005 yılı hedefi olan 5,2 milyon tonu tuttursa bile tek başına Türkiye’nin toplam emisyonlarının 40’ta 1'ini tek başına üretmeye devam edecek. Bu sadece Erdemir’e özgü bir sorun değil. Tam tersine Erdemir yabancı demir-çelik şirketleriyle kıyaslandığında listenin ortalarında yer alıyor. Belçikalı Sigmar firması 1 ton çelik üretirken 1.06 ton Co2 salımı yaparak listenin en başında yer alırken, Tata Steel 1 ton çelik üretimi için 2,51 ton Co2 salımı yapıyor. Erdemir’de bu oran 2,05. Demir-çelik sektörü emisyon oranlarını azaltmak için alternatif yakıtlara, enerji verimliliğine ve bununla birlikte üründe yeniliğe gidiyor. Aynı ürünler daha az hammadde ile üretilmeye çalışılıyor Otomobiller son 12 yılda yüzde 25 hafifledi, 1973’te 40 gram alimünyum harcanarak imal edilen teneke meşrubat kutusu bugün 28 gram harcanarak üretiliyor.
Nakliye ve gıda ürünlerinde fiyatlar artacak
Yoğun enerji kullanımından dolayı emisyon kontrolünden etkilenecek diğer sektörlerde de benzer sorunlar ve çözüm arayışları var. Elektrik üreten ve fosil yakıt kullanan tüm termik santraller, yine küresel emisyonların yüzde 5’inin salımından sorumlu çimento sektörü, kağıt, seramik, cam endüstrileri ve rafineriler emisyon kontrolünü ciddiye almak zorunda. AB içindeyseniz ya da Kyoto’ya taraf olmuşsanız bundan kaçışınız yok. İklim değişikliği sanayiciyi sadece emisyonlar yüzünden de zor durumda bırakmıyor. Tarım, turizm, sigorta, gıda, sağlık, inşaat sektörlerini oldukça zorlu bir dönem bekliyor. Daha sıcak yazlar sulama ihtiyacını arttıracak, doğal afetler hasadı etkileyecek, nakliye ücretlerinin artması sebze ve meyve fiyatlarını arttıracak. Hasar ödemelerindeki artış sigortacıları zora sokacak, poliçe bedelleri yükselecek ve bölgelere göre özel primler uygulanacak. Nakliye ücretleri artacak, enerjiyi verimli kullanmayan ulaşım araçlarına rağbet azalacak ve toplu taşımacılık ön plana çıkacak. Binalar, rüzgar, yağmur ve fırtınalara daha dayanıklı yapılacak ve binalarda enerji verimliliği ön plana çıkacak. Turizmle uğraşanlar giderek ısınan güney bölgelerde daha çok klima ihtiyacıyla karşı karşıya kalacaklar, aşırı sıcaklardan dolayı belki de turist sayısında bir düşüş bile yaşanacak.
Türkiye'ye etkisi
Adı üstünde küresel ısınma sadece kutupları ya da New Orleans'ı etkilemiyor. Her bölgenin iklim ve coğrafi koşullarına göre etkileri farklı. İTÜ Meteoroloji Mühendisliği öğretim üyesi Prof. Dr. Mikdat Kadıoğlu, Hükümetlerarası İklim Değişim Paneli'nin (IPCC) projeksiyonlara göre, Türkiye'de sıcaklıkların 2030 yılına gelindiğinde kışın 2 derece, yazın ise 2 ila 3 derece arasında artacağını öngörüyor. Yağışlar ise kışın yüzde 10 artarken yazları yüzde 5 ile 15 azalacak. Bununla birlikte topraktaki nem oranı yaz aylarında yüzde 15 ile 25 arasında azalacağını söyleyen Kadıoğlu, Akdeniz'deki deniz suyu seviyesinin de 2030 yılına kadar 18 cm., 2050 yılına kadar da 38 cm. yükselebileceğine işaret ediyor. Projeksiyonların dışında yapılan araştırmalar da iklim değişikliğinin ilk bulgularını gözler önüne seriyor. Ege bölgesinde kış ayları yağışlarında azalma, Van Gölü'nün su seviyesinde artış ve yaz aylarında gece sıcaklıklarında yaşanan artış bu belirtilere örnek olarak gösterilebilir.
Montreal'de neler oluyor
Montreal'de devam eden ve 9 Aralık'ta sona erecek olan 11. Taraflar Konferansı (COP11), Kyoto Protokolü’nün ilk resmi Taraflar Buluşması olması nedeniyle de büyük önem taşıyor. Toplantının en önemli tartışması sera gazı salımlarındaki düşüşün, son yıllarda tersine bir hareket göstermesi oldu. 1990-2003 yılları arasında EK-I ülkelerinin toplam sera gazı emisyonları yüzde 5,9 düşmüştü. Son yıllarda tersine bir süreç görülmesi Kyoto hedeflerine ulaşılıp ulaşılmayacağı konusunda kaygı yaratıyor.
AB'nin, Marakeş Uzlaşmaları’nın kabul edilmesi ve Kyoto dışında yeni bir tartışma başlatılması isteği diğer ülkelerden de büyük destek gördü. Bilindiği ABD ve Avustralya Kyoto'nun yerine gönüllülük esaslı bir yöntem istiyorlardı. Kyoto Protokolü’nün tüm uygulamaları için “kaynak belge” olarak adlandırılan Marakeş Uzlaşmaları, 30 Kasım 2005 günü kabul edildi ve Protokol süreci işlevsel olarak da yürürlüğe girmiş oldu. Türkiye gibi BM İDÇS Ek-I’de yer alan ancak Kyoto Protokolü Ek-B Listesinde yer almayan Beyaz Rusya, 24 Kasım 2005 tarihi itibarı ile Kyoto Protokolü’ne en son katılan ülke oldu. Beyaz Rusya’nın Ek-B kapsamında %5 azaltma yükümlülüğü alma önerisi, Türkiye’yi de yakından ilgilendiren önemli tartışma başlıklarından birisini oluşturuyor. Türkiye'nin de benzer bir yolu izleyip izlemeyeceği merak konusu. Toplantıda Türkiye, Çevre ve Orman, Dışişleri, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı; Elektrik İşleri ve Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü yetkilileri tarafından temsil ediliyor. COP11’de Marmara Üniversitesi öğretim üyesi Dr. Rana İzci bir yan etkinlikte konuşmacı olarak yer alacak. Bölgesel Çevre Merkezi'nin (REC) kolaylaştırıcılığında toplantıya katılan Avrasya Stratejik Araştırmalar Vakfı ise bugüne kadar bir COP toplantısını izleyen ilk Türk sivil toplum kuruluşu oldu.
Günün Fosili Ödülü
Çevreci STK’ler her COP toplantısında, uygulamalara engel çıkaran ülke delegasyonlarına “Günün Fosili” ödülünü veriyorlar. Bu yılki ödül, Kanada’nın
katranlı kumlarını taşıyan bir kamyonla sembolize ediliyor. İlk 2 günün sonunda, ABD 8 puanla birinci, Suudi Arabistan ise 4 puanla ikinci sırada. Ayrıca çevreci kuruluşlar bugün tüm dünyada ABD'nin Kyoto'yu imzalaması ve temiz enerji kullanımının arttırılması için sokaklara çıkıyor. Türkiye'de İstanbul'da saat 13'te Kadıköy Numune Hastanesi önünden başlayacak yürüyüş, Kadıköy meydanında bir konserle son bulacak. İzmir, Bursa, Ankara, Bodrum ve İskenderun'da da küresel ısınmaya dur demek isteyenler yollara dökülecek.
Sektörel bazda enerjiden kaynaklanan CO2 emisyonları (2000-EİE)
Elektrik üretimi %41
Sanayi %27
Ulaştırma %17
Diğer sektörler %15
Bazı AB ülkelerinin emisyon ticareti kotaları ve Kyoto hedefleri
Ülke --- CO2 kotası(Mton) --- Kyoto hedefi*
Almanya 1497 --- % -21
Avusturya 99,01 --- % -13
Fransa 469,53 --- % 0
Estonya 56,85 --- % -8
Hollanda 285,9 --- % -6
Portekiz 114,5 --- % +27
İsveç 68,7 --- % +4
Birleşik Krallık 736,0 --- % -12,5
* 1990 yılındaki emisyon oranlarına göre yapacakları indirim
Kyoto'nun imzalanması yılda 20 milyar $ kazandırabilir (Küresel Isınma Yazı Dizisi -2)
Özgür Gürbüz - Referans Gazetesi / 2 Aralık 2005
Türkiye'de küresel ısınma tartışmaları genelde Kyoto Protokolü'ne dahil olup olmama ekseninde yapılıyor. Ancak bu protokolün ne getirip ne götüreceği konusunun araştırılmasında ciddi bir eksiklik mevcut. Rüzgar Enerjisi ve Su Santralleri İşadamları Derneği (RESSİAD) Başkanı Prof. Dr. Mustafa Özcan Ültanır, protokolü imzalaması ile Türkiye'nin yeşil elektrik ihraç ederek ve emisyon ticareti yaparak yılda 20 milyar dolar kazanılabileceği görüşünde.
Çevre ve Orman Bakanı Osman Pepe, geçen hafta Ankara'da yapılan "İklim Değişikliğinin Türkiye'ye ve Sanayiye etkileri" panelinin açılışında, Türkiye'nin Kyoto'yu ancak ABD, Fransa ve İtalya kadar karbondioksit ürettiği zaman imzalayacağını söylemiş ve kimsenin Türkiye'den 1990 yılını baz almasını beklememesi gerektiğini dile getirmişti. Bu açıklamalar yeni bir tartışma başlattı.
Kyoto müzakere gündemine gelecek
Türkiye dışında tüm AB üye ve aday ülkeleri protokolü imzaladı. Bu nedenle protokol, AB katılım müzakerelerinde gündeme gelecek ve sürecin en önemli kalemlerinden birisi olacak.
Türkiye'nin 1990 yılında 130 milyon ton olan sera gazı emisyonları yüzde 63 oranında artış göstermiş. Çevre ve Orman Müsteşarı Hasan Sarıkaya ise bu rakamın yüzde 70-80'lerde olduğunu söylüyor. Türkiye'nin "Ulusal Bildirim Raporu" açıklandığında kesin bir rakam söylemek daha da kolaylaşacak ancak, yetkililer bu raporun 2006 sonundan önce hazırlanamayacağını dile getiriyorlar.
AB, Kyoto'ya taraf olurken kendi içinde değişik bir model geliştirdi. Ve, 2012 yılına kadar, 1990 yılı oranlarında yüzde 8'lik bir düşüşü taahhüt etti. Yüzde 8'lik ortak hedefe ulaşmak için her ülke ayrı hedefler belirledi. Bazı ülkeler emisyon indirimi yerine artışlarını sınırlandırmakla yükümlü kılındı. Türkiye üyelikten önce Kyoto'ya taraf olmak isterse, tüm pazarlığı kendi başına yapmak zorunda.
Emisyon ticareti yapabiliriz
Rüzgar Enerjisi ve Su Santralları İşadamları Derneği (RESSİAD) Başkanı Prof. Dr. Mustafa Özcan Ültanır ise Kyoto'nun Türkiye için çok karlı olabileceğini ileri sürüyor. Ültanır, Türkiye'nin Avrupa'ya yeşil elektrik ihraç ederek ve emisyon ticareti yaparak yılda 20 milyar dolar kazanacağını söylüyor. Ültanır'a göre, Kyoto Protokolü'nü imzalamadan da bu ticaret yapılabilir ama, kazanılacak miktarın yaklaşık üçte birine razı olmak koşuluyla.
Emisyon ticaretine Kyoto'yu imzalamadan dahil olmak için enerji santrallerinin "Gold Standartları"na uygun biçimde projelenip inşa edilmesi gerekiyor. İnşaatı bitmiş eski santrallerle bu piyasaya girilemiyor. Bu standartlara uygun projeler yeşil sertifika almaya hak kazanıyor ve emisyon ticaretine katılmanın yolu açılıyor. YEK Kanunu'nda öngörülen ve EPDK tarafından verilip ulusal boyutta sınırlı kalacak YEK (Yenilenebilir Enerji Kaynak) Belgesi böyle bir süreci öngörmüyor.
RESSİAD Başkanı, "Kyoto'ya bağlı yürütülen "Gold Standard" prosedürüne, Türkiye henüz protokolü imzalamadığı için firmalarımızın bir Avrupa ülkesi üzerinden katılmaları mümkün ancak bu, Türkiye açısından daha az kazanç demek.
Avrupa ile elektrik alışverişi için UCTE anlaşmasının 28 Eylül'de imzalanmasıyla, su ve rüzgâr kaynaklarımızdan üretilecek yeşil elektriğin Avrupa'ya ihracı için fiziksel altyapı oluşturulmuş bulunuyor" diyor Ültanır ve bu koşulların bir an önce emisyon ticaretine dahil edilerek desteklenmesini istiyor.
Türkiye'nin yıllık kaybı 1.6 milyar euro olur
Geçen hafta Ankara'da yapılan "İklim Değişikliğinin Türkiye'ye ve Sanayiye Etkileri" konulu panelde konuşan TOBB Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu, Kyoto Protokolü'nün iyi müzakere edilmezse Türkiye açısından çok büyük finansal kayıplara yol açacak unsurlar taşıdığını belirtmiş, büyüyen Türk sanayinin bu protokolden olumsuz etkilenmemesi için ilgili tüm kesimlerin ödevine iyi hazırlanması gerektiği uyarısında bulunmuştu. Hisarcıklıoğlu, "Türkiye yılda 213 milyon ton karbondioksit emisyonu üretiyor. Bu rakam 2023 yılında 450 milyon tonu bulacak. Türkiye eğer Kyoto'yu tartışmadan kabul edecek olsaydı, yılda 1.6 milyar euroluk emisyon payı almak zorunda kalacaktı" demişti.
1 ton karbonun fiyatı 20 euro
Kyoto Protokolü sera gazı indirim hedeflerine ulaşmak için Temiz Kalkınma Mekanizması (CDM), Ortak Uygulama(JI) ve Emisyon Ticareti'nde oluşan 3 ayrı mekanizma üzerinden yola çıkılıyor. Bu mekanizmalardan yararlanmak için Kyoto'yu onaylamış EK-I ülkesi olmak gerekiyor. Ortak Uygulama, EK-I ülkelerinin diğer EK-I ülkelerinde yeniden ormanlaştırma yapmak gibi projeler uygulanmasına olanak veriyor. Mekanizmalar içinde en çok konuşulanı ise kuşkusuz Emisyon Ticareti. Bu mekanizma EK-I ülkelerinin diğer EK-I ülkelerinden limitlerinin üstüne çıktıklarında kredi satın almasına olanak sağlıyor. Ülkeler arasında olduğu gibi firmalar arasında da alışveriş yapılabiliyor. AB, 15 bin kuruluşun dahil olduğu ilk uluslararası emisyon borsasını bu yıl başında açtı ve şu anda 1 ton karbonun fiyatı 20 euro civarında.
Türkiye'nin ne kadar indirim yapacağı pazarlığa tabi
İDÇS'de ülkeler EK-I ve EK-II olarak iki sınıfta ele alındı. EK-II ülkeleri 1992 itibariyle OECD üyesi olan 24 ülkeden, EK-I ise pazar ekonomisine geçiş sürecinde kabul edilen ülkelerden oluşuyor. İlk başta Türkiye, OECD'ye taraf olması nedeniyle listenin her iki tarafında da yer aldı ve sera gazı emisyonlarını 1990 yılı seviyelerine çekmek, gelişmekte olan ülkelere teknolojik ve mali kaynak sağlamakla yükümlü kılındı. Türkiye'nin kendini OECD ülkeleriyle aynı yerde görmek istediği için EK-II listesinde olmakta ısrar ettiğinin altını çizenler, stratejik bir hata yapıldığını söylüyorlar. Türkiye durumunun değiştirilmesi için 2001 Marakeş toplantısında isminin Ek-II 'den silinmesini istedi ve Ek-I'de de özel koşullarla yer almasını talep etti. Türkiye'nin talebinin kabul edilmesi, Kyoto'daki durumunu da değiştirdi. Böylece Türkiye'nin ne kadar indirime gideceği ya da ne kadar artırabileceği pazarlıklarla belli olacak.
Buzulların erimesinden Kyoto'ya: Küresel Isınma (Yazı Dizisi -1)
Küresel ısınma 20-25 yıl içinde 300 milyar dolar zarar verebilir
BM Çevre Programı, sigorta şirketleri, sıklaşan fırtınalar, toprak kayıpları, balıkçılık, tarım ve su kaynaklarında meydana gelecek zararların önümüzdeki 20-25 yıl içerisinde, yıllık 300 milyar doları bulacağını hesaplıyor.
Özgür Gürbüz - Referans Gazetesi / 1 Aralık 2005
Küresel ısınma ile yakından ya da uzaktan ilgili milyonlarca insanın gözü 28 Kasım'dan bu yana Kanada Montreal'de düzenlenen İklim Değişikliği toplantısında. 9 Aralık'a kadar sürecek olan toplantılara yaklaşık 7 bin delege, yüzlerce gazeteci ve gözlemci katılıyor. Birleşmiş Milletler, küresel ısınmaya çare bulunamazsa milyonlarca iklim göçmeni ortaya çıkacağını, zararın maliyetinin ise 20-25 yıl içerisinde 300 milyar doları bulacağına dikkati çekiyor.
Türkiye'yi Çevre ve Orman Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı Mustafa Öztürk'ün başkanlığında bir heyetin temsil ettiği bu toplantı sanayiden siyasete, basından sivil toplum örgütlerine kadar her platformda büyük bir dikkatle izleniyor. Bu toplantı İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi'ne (İDÇS) taraf olan ülkelerin 11. olağan toplantısı (COP11) olmasının yanı sıra, 16 Şubat'ta hayata geçen Kyoto Protokolü'ne taraf ülkelerin de ilk toplantısı (MOP1).
Dünya neden ısınıyor
Toplantılarda rutin gündemin yanı sıra, 2008- 2012 yılları arasında tüm mekanizmalarıyla çalışacak olan Kyoto Protokolü'nün ardından küresel sera gazı emisyonlarında yeni bir indirim hedefinin olup olmayacağının şekillenmesi bekleniyor. Avrupa Birliği (AB) üyesi ülkelerin bir anlamda liderliğini yaptığı protokole şu ana kadar 156 ülke taraf oldu. Türkiye'nin 2004 Mayıs ayında taraf olduğu İDÇS'ye ise tam 189 ülke. Toplantılara katılan ülkeler arasında, Kyoto Protokolü'ne taraf olmayı reddeden ve toplam sera gazı salımlarında kayda değer paylara sahip olan ABD ve Avustralya'da var. ABD tek başına toplam sera gazlarının yüzde 36.1'ine, Avustralya ise yaklaşık yüzde 3.4'üne neden oluyor. Avustralya, kişi başına düşen sera gazı emisyonlarında ise 27 ton karbondioksit eşdeğeriyle dünya lideri. Türkiye'de de bu oran 3 ton civarında.
Kritik sınır 2 derece
Dünyanın çevresi aynı bir battaniye gibi başta Karbondioksit (CO2), Metan (CH4), Hidroflorokarbonlar (HFC), Perflorakarbonlar (PFC) ve Azotoksitlerle (N2O) örtülü. CO2 gazı tek başına sera gazlarının yüzde 60'ını oluşturuyor. Bu gazlar, atmosferin sadece yüzde 1'ini oluşturmalarına karşın aynen battaniye etkisi yaratıyor. Atmosferden geçen ve dünya yüzeyinden geri yansıyan güneş ışınlarının bir bölümünü tutarak, dünyayı yerkürenin üzerindeki canlıların yaşaması için gerekli olan 16 derece civarındaki ortalama sıcaklıkta tutuyor. Buraya kadar mükemmel gibi görünen bu sistem, sanayileşme ve onunla birlikte başta artan fosil yakıt tüketimiyle bozulmaya başladı, kısaca dünya ihtiyacı olmayan daha kalın bir battaniye kullanmaya başladı. Bu güne kadar yapılan hesaplar, ortalama sıcaklığın 0.6 dereceye kadar arttığını ve bu hızlı artışın sürmesi halinde BM, ortalama sıcaklığın yüzyılın sonunda 5.8 derecelik bir artışa erişeceğini söylüyor. Birçok bilim insanı ortalama sıcaklıktaki artışın 2 dereceyi geçmesini geri dönülmez bir nokta olarak görüyor. İki dereceyi geçmemek için 2050 yılına gelindiğinde toplam seragazı emisyonlarında 1990 seviyesine göre yüzde 50 oranında azaltma şart. Kyoto Protokolü bu yüzden de sadece bir başlangıç olarak görülüyor çünkü 2008-2012 yılları arasında gelişmiş ülkelerin seragazı emisyonlarını 1990'a göre sadece yüzde 5.2 azaltmalarını öngörüyor.
1997 yılında kabul edilen ama 2005'in 16 Şubat'ına kadar yürürlüğe giremeyen Kyoto Protokolü emisyonların 1990 seviyesine göre yüzde 5,2 indirimini zorunlu kılıyor. Bu zorunluluk yüzünden protokolün hayata geçmesi de oldukça sancılı oldu. AB, protokolün hayata geçmesinde en önde yer alırken, Japonya, Rusya, Çin, Hindistan ve ABD'nin konumları uzun tartışmalara yol açtı. Protokolün hayata geçmesi için küresel sera gazı emisyonlarının yüzde 55'ine neden olan en az 55 ülkenin yükümlülük altına girmesi ön şartlardan bir tanesiydi. ABD, 2001 yılında Bush hükümetinin başa gelmesiyle protokolden çekilince yüzde 55'i geçmek için o ana kadar imza atmamış Rusya'nın "evet" demesi bir ölüm kalım meselesi haline geldi. AB'nin baskısı, Rusya'nın kısa dönemde emisyon ticareti aracılığıyla milyarlarca dolar kazanacak olması onları taraf olmaya yöneltti ve protokol hayata geçti.
Tehlikenin boyutları her geçen yıl büyüyor
Ortalama sıcaklığın artması hem kutuplardaki hem de yükseklerdeki buzulların erimesine, dolayısıyla deniz seviyesinin yükselmesine neden oluyor. BM'nin tahmini yüzyılın sonunda deniz seviyesinin 88cm'ye kadar yükselebileceği yönünde. Tüm bunlar iklim sistemini etkiliyor, fırtınaların, yağışların şiddetlenmesi ve sıklaşmasına yol açıyor. Uzmanlar küresel ısınmanın durdurulamaması halinde karşılaşılabilecek tehlikeleri şöyle sıralıyor:
* Deniz seviyesinin yükselmesi, yerleşim yerleri ve tarım alanlarının sular altında kalması sonucu milyonlarca insan "iklim göçmeni" olacak.
* Yükselen deniz suları birçok nehrin tuzlanmasına yol açacak, dolayısıyla tarımda kullanılan sular ve tarım arazileri tuzlanacak.
* 2050 yılına gelindiğinde ortalama sıcaklık artışı 2C'yi geçerse, 3 milyar insan susuzluk, 250 milyon insan da sıtma riskiyle karşı karşıya kalacak.
* Gulf Stream sıcak su akıntısının yavaşlaması ya da durması sonucu Kuzey Batı Avrupa 'da Sibirya benzeri bir iklimin ortaya çıkması sözkonusu.
* Nature dergisine göre 2050 yılına kadar 1 milyon tür yok olacak.
* BM Çevre Programı, sigorta şirketleri, sıklaşan fırtınalar, toprak kayıpları, balıkçılık, tarım ve su kaynaklarında meydana gelecek zararların önümüzdeki 20-25 yıl içerisinde, yıllık 300 milyar doları bulacağını hesaplıyor.
Yarın:
Kyoto mekanizmaları ve emisyon ticareti
Türkiye Kyoto'ya taraf olmalı mı?
Sanayici Kyoto'ya nasıl bakıyor
Büyüme rakamları gerçeği yansıtmıyor
Özgür Gürbüz-Referans Gazetesi / 26 Kasım 2005
Wolfgang Sachs gibi David Korten'de büyüme rakamlarının gerçeği yansıtmadığı görüşünde. Üç Ekoloji dergisinde Türkçe olarak yayınlanan "Paranın Ekolojisi" adlı makalesinde bu görüşünü şöyle açıklıyor: "Çocuklar silah ve sigara satın aldıklarında bu satışlar GSMH'ye eklenir. Hiçbir aklıbaşında insan bunun bizim refahımızı arttırdığını iddia edemez. Bir tanker sızıntısı iyi bir şeydir, çünkü pahalı temizleme faaliyetlerine sebep olur. Evli bir çift boşandığında bu da GSMH için iyi birşeydir. Avukatlara para kazandırdığı gibi taraflardan en azından birinin yeni bir ev dayayıp döşemesini gerektirir. GSMH'nin diğer bazı parçaları ise zararlı büyüme sonucu toplumun ve çevrenin bu şekilde çökmesine neden olmalarını dengelemek için yapılan savunmacı harcamaları içerir. Örneğin güvenlik aygıtları ve çevre temizliği için harcanan paralar. GSMH gerçeklerimizi daha da bozar, çünkü yurtiçi hasılanın net değil brüt ölçümüdür. Doğal, insani, kurumsal ve hatta insan-yapımı sermayenin değer kaybetmesi ya da tükenmesi GSMH'den çıkartılmaz. Böylece ormanlarımızı kestiğimizde ya da fiziksel altyapımız kötüleştiğinde üretim kabiliyetinin kaybı hesaba katılmamış olur, gerçekler tam olarak ortaya dökülemez.
Üretim endeksler bile yanıltıcı
ABD, İngiltere, Almanya, Hollanda ve Avustralya'daki ekonomistler ülkelerinin bildirilen GSMH'yi net yararlı ekonomik üretim değerlerine ulaşmak için uyarlamışlardır. Her seferinde, geçtiğimiz 15 ila 20 senede kaydedilen önemli ekonomik büyümeye rağmen ekonominin refaha olan net katkısının aslında azalmakta ya da değişmemekte olduğu sonucunu çıkarmışlardır. Ancak bu gibi net yararlı üretim endeksleri bile yanıltıcıdır, çünkü gelecek tüm üretkenliğimizin bağlı olduğu canlı sermayenin temelini ne derece tükettiğimizi göz önüne sermezler. Canlı sermayemizin durumunu ölçen bütünsel bir birleşik endeks yaratma çalışmalarına hiç rastlamadım. Açıktır ki, böyle bir denemede bir çok teknik zorlukla karşı karşıya kalınacaktır.Bununla beraber, ormanlarımızın, topraklarımızın, içme suyu ve balıkçılık alanlarımızın tükenişi, iklim sistemlerinin bozulması, toplumsal dokunun çözülmesi, eğitim standartlarımızın düşüşü, en önemli kurumlarımızın meşruiyetini kaybedip aile yapımızın parçalanmasına dair elimizde her ne ölçüm varsa, hepsi bize canlı sermayemizin tükenişinin net yararlı üretimdeki azalmadan da büyük olduğunu gösterecektir.
David C. Korten
Ekonomik felsefe ve sistemlerin eleştirisini yapan Korten, Birleşmiş Milletler Uluslararası Kalkınma Ajansı'nda (UNAID) çalıştı, Stanford Üniversitesi İşletme Fakültesi'nde doktora yaptı ve Harvard Üniversite'si İşletme Fakültesi'nde ders verdi. İnsan Merkezli Kalkınma Forumu'nun başkanı ve 1995 yılında yayımlanan "Şirketler Dünyayı Yönettiğinde (When Corporations Rule the World)" ve 1999 yılında yayımlanan "Şirket Sonrası Dünya (The Post Corporate World) kitaplarının yazarı.
Sosyal politikalar olmadan ekonomik büyüme gerçekleşemez
Özgür Gürbüz - Referans Gazetesi / 26 Kasım 2005
İnsanların ekonomik ve ekolojik sorunlarını sormak zorundasınız ve bu da politikanın işidir" diyor Wolfgang Sachs. Roma Kulubü'nün aktif üyelerinden ve Almanya'nın Wuppertal Enstitüsü'nde sürdürülebilirlik ve küreselleşme konuları üzerinde çalışan Sachs, ekonominin politikasızlaştırılmasını en önemli sorunlardan biri olarak görüyor. Küresel ısınma ve ekonomiyle ilgili sorunların çözümü için serbest ticaretin önündeki sınırları kaldırmak yerine ticareti, daha sosyal hedefleri olan bir politikayla değiştirmenin önünde duran engellerin kaldırması gerektiğinin altını çiziyor. Neo-liberal politikaların, politikayı ekonomiden uzaklaştırma yönünde başarılı olduğunu, bunun bazı kültür, yer ve insanların ihtiyaçlarının ekonomi içinde rol almaması anlamına geldiğini belirten Sachs, "son yirmi yıl bize gösterdi ki, bu gerçekçi değil. Ekonomiyi insanların yaşamlarından, kültürlerden ve bölgelerden çıkarıp atamazsınız. İnsanların ekonomik ve ekolojik sorunlarını sormak zorundasınız ve bu da politikanın işidir" dedi. İnsanların bu yüzden yeniden politikayla ilgilenmeye başladığını söyleyen Dr. Sachs, "Giydiğiniz elbiseyi yüzde 90 ucuza almak herkesin hoşuna gitti ama daha sonra bu insanlar fabrikalarının, aldıkları ucuz elbiselerin geldiği yerlere gittiklerini gördüler, kuşkucu olmaya başladılar. Neden doğru politikalarla işlerinin kendi ülkeleri içinde kalmadığını, girişimcilerin yatırım kararı alırken tamamen bağımsız hareket etmelerinin ne kadar doğru olduğunu sorgulamaya başladılar" diyor. Ona göre, bu ekonominin politikalar çerçevesinde yürütülmesi anlamına gelmemeli. Pazar ekonomisinin şekillenmesinde, ekonomik verimlilik dışında değerlerin de değerlendirmeye alınması anlamında algılanmalı. İnsanların her yıl dünyanın yeniden üretebileceği kaynaklardan yüzde 20 daha fazla tükettiği unutulmamalı.
Büyük firmalar da birer "sosyal aktör"
Belirli büyüklüğe gelmiş firmaların "iş yapma" biçimlerinin sosyal faktörler sonucunda değiştiğini öne sürüyor. "Kabul etsinler ya da etmesinler, büyük şirketlerin de bir "sosyal aktör" oldukları apaçık. Ciddiye almazlarsa işlerinin tehlikeye gireceği de öyle. Kısaca önümüzde yıllarda daha güçlü devletler ve daha aydınlanmış şirketler bizi bekliyor. Pazar tek başına sadece ekonomik verimliliği sağlayabilir ama insanların aradığı eşitlik ve sürdürülebilirliği sağlayamaz. Yeni bir döneme giriyoruz, politikaların pazar ekonomisini yönettiği ve biçimlendirdiği bir döneme". Herkesin çokça sorduğu bir soru var. Çevreyi korumanın ve ekonominin birarada barınıp barınamayacağı sorusu. Sachs'ın yanıtı "evet" ama bunun için iş dünyasının bakış açısının değişmesi gerektiğini düşünüyor ve ekliyor:"Son 10 yıl içinde iş dünyası bunu fark etmeye başladı. Su ve enerji gibi kaynakların paha biçilmez olduğunu ve bu kaynakların korunmasının ekonomik bir akıllılık olduğunu. İş dünyası bugün birçok ekonomik fırsatı göremiyor, görmeye zorlanmıyor. On yıl içinde, İstanbul şehri arabayla dolduğunda, daha yavaş giden, daha ekonomik arabalara talep olacağı fırsatını iş dünyası göremiyor. İklim değişikliğine zamanında hazırlanamayan otomotiv sektörü bugün bu yüzden cezalandırılıyor". Konu iklim değişikliğinden açılınca çözümün ne olduğunu sormadan edemiyoruz. Ekonomilerimizin kaynak merkezlerinin değiştirilmesi diye kısaca yanıtlıyor. Sachs, "Önümüzdeki 30-40 yılın takvimi bu. Modern ekonomi olarak adlandırdığımız ekonomik sistem, petrol, gaz ve kömür üzerine kurulu. Bu fosil yakıtlardan güneş temelli kaynaklara geçmemiz gerekiyor. Bunu kim yapacak, işte zor soru bu. Kalburüstü ekonomistler de gözle görülen iklim değişikliğinin farkında. Amerikalılar hariç dünyanın en büyük reasürans birlikleri, iklim değişikliğinin olası maliyetlerini hesaplıyor. Bugün iklim değişikliğinin ekonomik bir gerçeklik olduğu ortaya çıkmış durumda. Petrol endüstrisi de bunu biliyor. Apaçık olan, bu yüzyılda işlerinizi petrole bağlı olarak yürütemeyeceğiniz. Büyük kentlerde yaşayanlar da bugünkü yaşam tarzlarının felaketler, savaşlar doğurmasını istemiyorlar."
İklim değişikliğini ancak yavaşlatabiliriz
Küreselleştirme ve sürdürülebilirlik alanında olduğu kadar iklim değişikliği konusunda da çalışmaları bulunan Dr. Wolfgang Sachs, iklim değişikliğinin başlangıç aşamasında olduğunu ve artık sorunun, onun daha tolere edilebilir bir seviyede tutulup tutulamayacağı olduğunu söylüyor. "Bu yüzyılda ortalama sıcaklık artışının en az 1.5 C'yi bulacağı kesin. Kolaylıkla 2 C olabileceği gibi, 4 veya 6 da olabilir. Bu yüzyılda beklenen aralık bu ve termometrenin nerede duracağı tamamen insan ve ülkelerin uygulayacağı politik gelişmelere bağlı." diyen Sachs, Avrupalı politikacılar tarafından üstünde anlaşılan 2 derece sınırının aşılması halinde olabileceklerin tahmin edilmesinin çok zor olacağına dikkat çekiyor. Bu sınır aşılırsa deniz seviyesinde yükselme, fırtınaların sayısında ve şiddetinde artış gibi beklentiler artacak. Bir iklim olayı diğerini doğuracak ve 2 C sınırı aşıldığında ne olacağını tahmin etmek çok daha zor hale gelecek. Bu durumda Kyoto'nun ne kadar etkili olacağını merak ediyoruz. Kyoto'nun, sınır koyan ve bu sınırlara ulaşmak için ortaya atılmış ilk uluslararası anlaşma olarak başarılı olduğunu düşünüyor ama o da gelişmiş ülkeler için ortaya konulan yüzde 5.2'lik indirimin yeterli olmadığı kanısında. Türkiye'nin Kyoto'ya henüz taraf olmadığını anımsatıyoruz. Gelişmiş ülkeler iklim değişikliğinden daha fazla sorumlu olduğunu ve Türkiye'nin gelişmiş ülkelere "hey, sorumlu sensin, üstüne düşeni yap!" diyeceğini söylüyor ama ekliyor: "Fakat aynı zamanda, Türkiye onların düştüğü hataya düşmemek ve yükselen emisyon oranlarını kabul edilebilir bir seviyeye getirmek de zorunda. Bunu yapmamak ne politik ne de ahlaki olarak doğru olur."
Bu sözleri, ABD'nin protokolü delmek için kullandığı argümana benzediği için açıklamasını istiyoruz. ABD'nin, özellikle en başta giden gelişmekte olan ülkelerin de bu sürece dahil olmaları konusunda haklı olduğunu ama bir çelişki içerisinde olduklarını belirtiyor. "Kyoto öncesi onların da taraf olduğu İklim Değişikliği Çerçeve Anlaşması, gelişmiş ülkelerin önderlik yapması gerektiğini belirtiyordu ve ABD'de buna bilerek taraf oldu" diyor. Çin ve Hindistan gibi ülkeleri sürece dahil etmek de gerçekten büyük sorun. Bunu yapmak istediğinizde yine o en büyük tartışma ortaya çıkacak; karşılığında bu ekonomilerin nelerden vazgeçeceği ya da Çin ve Hindistan gibi ülkelere nelerin önerileceği. Sachs'a göre, Kuzey ya deli gibi "rüşvet" dağıtarak bu ülkelerdeki muhalefeti susturacak ya da kendi ekonomilerini yavaşlatarak Güney'in yaklaşmasına izin verecek. Küresel ısınmadan bahsedince haliyle tüketim alışkanlıklarından ve talep/yapay talep tartışmasından bahsediyoruz. Buradaki sorunu şöyle bir örnekle açıklıyor: "Bu biraz ucuz bir "suçu başkasına atma" oyunu. Otomobil firmaları lüks arazi araçları üretiyor. Bana otomobil isteyenlere "arazi aracı" önermenin doğanın bir kanunu olduğunu söylemeyin. Kimse araba üreticilerini "arazi aracı" üretmeleri için zorlamadı. Onlar üretene kadar hiçbir talep yoktu. Verimliliği arttırılmış, az yakıt harcayan arabalar isteyen tüketicilerle, otomotiv endüstrisine bağımlı olanlar var. Benim gözlemlerim kentlerde yaşayan insanların daha yaşanabilir bir kent istediği yönünde. Çocuklarının bir arabanın altında kalmasını istemiyorlar. Otomobil örneğinden gidelim isterseniz. En azından dünyanın benim geldiğim bölgesi için söyleyebilirim ki, kentler artık arabalar için uygun değil. İnsanlar, kentlerin otobanlar veya yollar için değil, dinlenme alanları, parklar ve evler; kısaca insanlar için olmasına çalışıyorlar."
Wolfgang Sachs kimdir?
1993'den bu yana Almanya'da Wuppertal İklim, Çevre ve Enerji Enstitüsü'nde çalışıyor. 2002 yılından bu yana da aynı yerde küreselleşme ve sürdürülebilirlik projesinin koordinatörlüğünü yürütüyor. İngiltere'deki Schumacher Kolej'i de dahil dünyanın bir çok üniversitesinde Küreselleşme ve Sürdürülebilirlik, Çevre ve Kalkınma konularında dersler veren Sachs, 1993-2001 yıllarında Greenpeace Almanya ofisinin genel direktörlüğünü de yürüttü. Sachs 2002'de Johannesburg'de yapılan Birleşmiş Milletler sürdürülebilir kalkınma zirvesinin Memorandum'unun editörlüğünü yaptı. Pek çok dile çevrilmiş kitapları arasında "Çevre ve İnsan Hakları", "Küreselleşme ve Sürdürülebilirlik", "Gezegen Diyalektiği", "Kuzeyin Yeşillendirilmesi" ve "Adil Gelecek" bulunuyor. Sachs'ın ele aldığı problemlerin başında ise çevrenin toplum ve ekonomi ile ilişkisi geliyor.
Kyoto bir başka bahara
Özgür Gürbüz - Referans Gazetesi /14 Kasım 2005
Mevzuatın uyarlanması konusunda Ulusal Program'a uygun olarak hareket ettiklerini söyleyen Sarıkaya, Türkiye'nin özel konumundan kaynaklı olmak üzere sıkıntı çekilen üç konu olduğunu söyledi. Bu konuları Su Çerçeve Direktifi, Espoo konvansiyonu olarak bilinen sınır aşan Çevre Etki Değerlendirmeleri(ÇED) ve Aarhus konvansiyonu olarak bilinen sınırlar ötesi bilgi edinme hakkı olarak sıraladı.
Üç maddeye ek olarak, her ilerleme raporunda Türkiye'nin Kyoto'ya taraf olmadığının gündeme getirildiğini söyleyen Prof. Dr. Hasan Sarıkaya, "Evet doğru, Türkiye Kyoto Protokolü'ne taraf olmadı ve yakın bir zamanda taraf olmayı da düşünmüyor ama AB müzakereleri önümüze belli bir takvim koyacak" dedi. Sarıkaya'nın sözleri, 2008 yılında devreye girecek protokolü imzalama konusunda Türkiye'nin bir çalışması olmadığı anlamına geliyor. Yine Sarıkaya'nın, bu ay sonu Montreal'de yapılacak olan 11. taraflar toplantısına Türkiye'nin gözlemci olarak katılacağını söylemesi de bu tezi destekliyor. Konuyla ilgili olarak Mayıs 2004'te Türkiye'nin İklim Değişikliği Çerçeve Anlaşması'na taraf olduğunu ve bu anlaşmanın yükümlülüğü olan Ulusal Bildirim Raporu'nun hazırlanmasıyla ilgili çalışmaların başladığını açıkladı. Toplantı sonrasında sorularımızı yanıtlayan Sarıkaya, bu raporun 2006 sonundan önce bitirilemeyeceğini ve Türkiye'nin sera gazı emisyonlarının 130 milyon tonlardan 200 milyon tonun üzerine çıktığına dikkat çekti ve Türkiye'nin Kyoto için baz alınan 1990 yılını referans kabul edemiyeceğini söyledi.
Temel sorunlardan biri olarak belirttiği Su Çerçeve Direktifi ve bu direktifin sınır aşan sularla ilgili kısmına açıklık getiren Sarıkaya, "Dicle-Fırat bölgesinde sınır aşan sular üzerindeki egemenlik hakları üzerinde önemli çekinceler var. Bu noktada ülkemiz bazı sıkıntılar yaşamak durumunda" diye konuştu. Türkiye'nin benzer nedenlerden dolayı, ülkenizde yapmış olduğunuz yatırımların diğer ülkelere etkilerinin tartışıldığı Espoo anlaşmasına da taraf olmadığını ve gündeme biraz ötelenmiş olarak gireceğini belirtti. Bilgi erişim sözleşmesi olarak da adlandırılan, yabancılara bilgi edinme ve yargıya başvurma hakkı tanıyan Aarhus konvansiyonunun da henüz onaylanmadığını ama zaman içerisinde hepsinin uygulanacağının altını çizdi.
Sarıkaya, bu konuların her defasında Türkiye'nin önüne konulduğunu ve konulmaya da devam edeceğini söyledi. Türkiye'nin Ulusal Programı'nda bu konuların hemen içselleştirilmesi konusunda bir vaadin olmadığını da anımsattı.
"Atom" gelmeden köyü bitirdi
Nükleer santral, Mersin'in Gülnar ilçesine bağlı Büyükeceli beldesinin 30 yıllık derdi. 30 yıl içerisinde atom santraline "evet" ve "hayır" diyenlerin hararetli tartışmalarına sahne olan köy kahvelerinde şimdi konuşulan ilk konu ise işsizlik.
Özgür Gürbüz - Referans Gazetesi / Kasım 2005-Mersin
İster Alanya tarafından, ister Mersin tarafından, ya da yukarıdan Mut üzerinden yola koyulun hiç farketmez. Büyükeceli, ya da santralin yapılması için EÜAŞ tarafından tel örgülerle çevrilen koyun adıyla anılan Akkuyu'ya ulaşmak için, uzunca ve zorlu bir yolu göze almanız gerek. Göze alırsanız, Alanya ve Mersin arasındaki ana yolun dağları tırmandığınız bölümünde karşınıza çıkan, defterde 2 bin nüfuslu, ana yolun biraz üzerinde kurulmuş kendi halinde bir Akdeniz kasabası olan Büyükeceli karşınıza çıkar. Tepeden masmavi Akdeniz'e bakan bir belde.
İlk bakışta köyde kimsenin nükleer santral planlarından haberdar olmadığını sanabilirsiniz. Hatta gündüz vakti köy kahvelerini dolaşırsanız köyün terk edilmiş olduğunu bile düşünebilirsiniz. Köyün gençlerinin, işsizlik yüzünden Silifke, Mersin ya da Adana'ya göç ettiği ve kağıt üzerindeki nüfusun belki de yarı yarıya azalmış olduğu bir gerçek ama henüz bir hayalet kasaba değil Büyükeceli. Akşam vakti, kahvelerde okey masaları etrafında toplanıyor köyde kalmakta direnenler. Akkuyu'da bir gençlik kampı düzenleyen Genç Yeşiller'in kahvelere gelmesiyle, belki de 5 yıl aradan sonra ilk kez, bu kadar hararetli bir şekilde "atom santrali" konuşulmaya başlanıyor.
"Çöplükten ekmek toplayan insan ne konuşabilir ne savunabilir?" diyor hasta yatağından kalkıp gelen ve adının söylenmesini istemeyen bir köylü. "Ekonomik özgürlüğü olmayan insan konuşamaz, yine şenlikler olsun yine karşı çıkarım" diye de ekliyor. Köyde, nükleere karşı olan da destekleyen de ismini vermeye yanaşmıyor. "Atom"a karşı olanlara göre kendisine iş teklif edilenler evet demeye başlamış. Evetçiler ise, yapsınlar da kurtulalım diyor daha çok. Atom santralinden emekli olan bir işçi kahvede yeşillere neden santrali desteklediğini anlatıyor ama adının gazetede yayınlanmasını istemiyor. Daha önce nükleer santrallere karşı çıkan şimdi ise destekleyen Belediye Başkanı Kemal Güdül'e sağı solu belli olmayacağı gerekçesiyle nükleerle ilgili soru sormamam için bayağı da nasihat alıyoruz bu arada. Biz kahveleri dolaşırken başkanda pek ortalarda görülmüyor zaten. Bu arada alacakaranlıkta biri yaklaşıyor ve soruyor: "Fransa'da kaç tane nükleer santral var?" Yanıtı da hemen kendisi veriyor, "59 tane ama bir tanesi bile Akdeniz kıyısında değil!".
"Köyün ekonomik durumu bitik" diyor Mehmet Ali Yılmaz. Bir çuval gübre 30 milyon. Girdiler çok pahalı artık tarım para getirmiyor. 150'ye ürettiğinizi 150'ye satıyorsun" diyerek bize sorunlarını anlatıyor. Belde olmasına rağmen herkesin köy olarak adlandırdığı Büyükeceli'de en çok buğday ekiliyor o da yağmura göre ya oluyor ya da olmuyor. Köyde su sorunu var, birkaç yıl önce umut olan seralarda bir bir sökülüyor. Havanın sıcak olması büyükbaş hayvancılığa da müsade etmiyor. Yılmaz sorunun çözümü için yeni projeler üretilmeli diyor. Yılmaz, "siyasileri buraya çağırıp civar köylerin de içinde olduğu bir toplantı yapılmalı, geçim kaynağı ne olabilir, neler yapılabilir diye. Örneğin angora tavşanı, hindi yetiştirilebilir" diyor. Köylülere göre çevre köylerin durumu daha da kötü. Büyükeceli belediye olduğu için en azından belediye için çalışanlar varmış. Belediye, 80-85 kişiyi günde 5 milyondan çalıştırarak işsiz bırakmamaya çalışıyor, yazında ormanda geçici işçi olarak çalışanlar var.
Turizm çözüm olur mu diye soruyoruz Mehmet Ali Yılmaz'a. Maalesef turizm de kirletiyor diyor. "Buraya kurulmuş sitelerin arıtma tesislerinin çalışıp çalışmadığını bilmiyoruz. Başkan bu işin üstüne gidiyor ama gece çalışıp çalışmadığını kimse bilmiyor. İşin kötü tarafı bu sitelerde oturanlar ne bu köyü tanıyor ne de alışveriş yapıyor. Gelirken Adana'dan Mersin'den alıp geliyorlar herşeyi, bize bir katkısı olmuyor" diye açıklıyor Yılmaz. Birçok kişi beldenin kapılarının yatırımlara kapanmasının arkasında yatan gerçeğin nükleer santral olduğunu düşünüyor. Santral yapılacak diye ne turizmci yatırıma geliyor ne de başkası.
Jandarma'nın adım adım takip ettiği köy gezisi biterken üç genç yanıma yaklaşıyor. "Durumumuz acizane" diyor bir tanesi. Diğeri, "çevreciler kursun bir fabrika biz de atoma hayır diyelim" diye bağırıyor teybime doğru. Son sözü 3 yıldır işsiz olduğunu söyleyen gencecik bir delikanlı söylüyor: "Açız abi, akşama gel kahveye tüm gençler kahvede oturuyor, hepsi lise mezunu".
2005 dünyanın en sıcak ikinci yılı olacak
Özgür Gürbüz - Referans / Kasım 2005
Büyük Britanya Meteoroloji Ofisi'ne göre, 2005 yılı dünyanın en sıcak ikinci yılı olarak tarihe geçecek. Artık insanların olduğu kadar hizmet ve sigorta sektörlerinin de yakından izlediği küresel ısınma eğiliminin devam ettiğini belirten yetkililer, Sibirya'nın reaksiyonuna göre 2005'in en sıcak ikinci veya üçüncü yıl olacağını belirtiyorlar. 1998 yılı, 1861 yılından beri ölçümlenen yıllar içinde en sıcak yıl olurken, onu sırasıyla 2002, 2003, 2004 ve 2001 izliyor. 2005'in de bu ilk 6'da yerini almasıyla küresel ısınma konusunda endişelenmek için artık bir başka nedeniniz daha olacak. Anımsayacağınız gibi 2003 yılındaki sıcak dalgası sadece Fransa'da resmi rakamlara göre 15 bin kişinin ölümüne neden olmuş ve o zaman yapılan yorumlar, bu anormal derecede sıcak geçen yılın gelecekte "olağan" sayılabileceğine dikkat çekmişti.
GeoData Enstitüsü proje müdürü Craig Hutton, bu son verilerin ışığında bilim insanlarının çok büyük bir çoğunluğunun artık iklim değişikliğinin insan kaynaklı olup olmadığını tartışmayacağını söylüyor. İnsan etkisi dendiğinde ilk akla gelenler, fosil yakıtlar olarak da bilinen petrol, kömür ve doğal gazın kullanımı, sanayi ve tarım kaynaklı sera gazlarının atmosfere salınması ve ormansızlaştırma sayılabilir. Bu yüzden de çözüm önerilerinde yine rüzgar, güneş, su ve biyokütle gibi yenilenebilir enerji kaynaklarının adı sıkça geçiyor. Endüstrileşmiş ülkelerde enrji santrallerinden kaynaklanan sera gazlarının oranı yüzde 65 civarında olarak hesaplanıyor.
2005 yılı şu ana kadar, Amerika'daki iki büyük kasırgaya, İsviçre, Almanya, Avusturya, Bulgaristan ve Romanya'da çok şiddetli sellere sahne oldu. Portekiz ve İspanya tarihinin kaydedilmiş en kurak yıllarını yaşadılar. Ekim ayındaki muson yağmurları da Bangladeş'te yarım milyon insanı evsiz bıraktı ve 200 bin hektarlık ekili alana zarar verdi. İklim değişikliği konusunda çalışan uzmanların genel görüşü artan felaketlerin gelişmemiş ülkeleri daha da derinden etkileyeceği yönünde. Bu ülkelerin ekonomik olanaklarının kısıtlı olması, can kayıpları dışında ekonomiyi de etkiliyor. Uzmanlar, aynı Bangaladeş'te olduğu gibi, insanların geçim kaynaklarının zarar görmesi halinde bu ülkelerden göçmek zorunda kalacağına dikkat çekiyor ve "iklim göçmenleri" kavramından bahsediyorlar. İşin ilginç yanı, New Orleans'ta olduğu gibi, dünyanın devleri de küresel ısınmanın yarattığı sorunlar karşısında çaresizlik içinde kalabiliyor. New Orleans'ı vuran Katrina kasırgasının beşinci gününde Michael Moore'un Bush'a, "helikopterlerimizin nerede olduğuna dair bir fikrin var mı" diye sorması da bunun en çarpıcı örneklerinden biri oldu.
Olli Rehn'den Bakan Gül'e Allianoi'yi kurtar mektubu
Özgür Gürbüz-Referans / 29 Ekim 2005
AB Genişlemeden Sorumlu Komisyon Üyesi Olli Rehn, "sevgili Abdullah" diye başladığı mektubunda, Bergama yakınlarındaki Hellenistik devirden kalma eşsiz ılıca ve sağlık merkezi Allianoi'nin Türkiye’nin kültürel mirası kadar Avrupa'nın kültürel mirası için de çok önemli bir eser olduğuna değinerek Allianoi'yi sular altında bırakmayacak alternatif projelerin değerlendirilmesini öneriyor.
Rehn mektubunda,"Baraj projesinin çevre etkileri konusunda da kaygılar olduğu anlaşılıyor, bazı kaynaklar bu olası etkilerin yeterince araştırılmadığı kanısında. Her koşulda arkeologların buluntuları emniyetli bir depoloma alanına alabilmelerine imkan tanınmalıdır. Bu kalitedeki tarihsel hazinelerin korunma altına alınmaları için en uygun yer ise doğal olarak eserlerin bulunduğu orijinal yerleridir ve bu birçok uluslararası anlaşmalar bu temel prensibin üstünde durmuştur. Bu gerçeğin ve alternatiflerinin araştırılmasına yetersiz zaman tanınması yalnız Avrupa’nin kültürel anılarının yok olması değil, Türkiye'nin önemli turizm potansiyelinin kalkınmasında da büyük kayıplara yol açacaktır" diye yazdı.
Rehn ayrıca AB kamuoyunun üyelik görüşmeleri nedeniyle Türkiye ile her konuyla yakından ilgilendiğine dikkat çekerek bu konuda Avrupa Parlamentosu üyeleri dahil çeşitli kişilerden sorular ve yorumlar aldıklarını söyledi. Sivil Toplum Diyalogu projesi açısından da Avrupa Birliği halklarının Türkiye AB ilişkileriyle bu kadar yakından ilgilenmesinden memnuniyet duyduğunu söyleyen Rehn, Türkiye’nin Avrupa için önemli olan arkeolojik hazineleri yok etmesinin olumsuz bir imaj yaratacağının altını çizdi.
Allianoi Girişimi Grubu Sözcüsü Avukat Arif Ali Cangı'nın, Devlet Su işleri'ne(DSİ) gönderdiği "baraj gölünde birikecek suyu Kınık Ovası’na ve sulanması planlanan diğer alanlara taşıyacak kanaletlerin yapımına başlanmış mıdır" sorusuna DSİ'den verilen yanıt onu pek tatmin etmemişe benziyor. DSİ, "Yortanlı ve Çaltıkoru barajlarından sulanacak Kınık Ovası’ndaki Kınık Sol Sahil Sulaması inşaatı yüksek basınçlı borulu sistem olarak 1992 yılında ihale edilmiş olup halen inşaatı devam etmektedir, sulama şebekesinin % 51’i tamamlanmıştır. Kınık Sağ Sahil Sulamasının inşaatının ihalesi ise 2006 yılında yapılacaktır" diyor.
Arif Ali Cangı'ya göre bu durumda baraja 15 Kasım’da su tutulması hiç kimseye yarar sağlamayacak. Cangı, "Allianoi ve bizlerin sesi boğulmak isteniyor; 1992 yılında ihale edilen ve halen % 51 tamamlanmış olan Kınık Sol Sahil Sulaması bölgesi yaklaşık 6.000 hektarlık bir alanı kapsamakta. Henüz ihalesi dahi yapılmayan Kınık Sağ Sahil Sulaması bilgesi ise yaklaşık iki kat büyüklüğünde 11.000 hektarlık bir alanı kapsıyor. 1992 yılında ihale edilen 6000 hektarlık alanın sulama sisteminin yarısının henüz tamamlandığı ve 11000 hektarlık alanın ihalesinin de 2006 yılında yapılacağı göz önüne alınırsa, baraj suyundan en iyimser tahminle; 8-10 yıl sonra yararlanılabilecekler" yorumunu yapıyor. DSİ şu ana kadar bu barajın inşaatı için 11 milyon 792 bin YTL., kamulaştırmalar için de 1 milyon 776 bin YTL. harcandığını söylüyor ve kesin harcama miktarı işin bitmesinden sonra belli olacak diyor.
Gerçekten de enerji ve çevre konularında oldukça hareketli günler Türkiye'yi bekliyor. Enerji Bakanlığı ve DSİ'nin gerek hidroelektrik gerek sulama amaçlı projelere hız vermesi Türkiye'nin birçok yerinde benzer sorunları gündeme getirdi. Doğa Derneği, Ağustos ayında benzer bir problemle yüzleşen Hasankeyf için Haydarpaşa'dan Batman'a trenle bir yolculuk düzenlemiş, Türkiye'nin 266 Önemli Doğa Alanı'ndan biri olan Dicle Vadisi'nde bulunan ve Anadolu'nun ayaktaki tek ortaçağ kenti Hasankeyf, üzerinde bulunduğu vadiyle birlikte sular altında kalma tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu söylemişti. Doğa Derneği de aynı Allianoi girişimi gibi, Ilısu Barajı'nın Dicle Nehri'ni durdurarak Türkiye'nin en önemli anıt kentlerinden Hasankeyf'i sular altında bırakacağını ve eşi benzeri olmayan bir doğal alanı sessizliğe gömeceğini öne sürerek baraj projesine karşı çıkmıştı.
Türkiye nükleer santral kurarsa atıkları satacak
Özgür Gürbüz-Referans Gazetesi / 29 Ekim 2005
AKP hükümetinin planları arasında bulunan nükleer santraller enerji yatırımları içinde en çok tartışılan konulardan biri. Tartışılan konuların en önemlilerinden biri de nükleer atıklar. Enerji bakanı Hilmi Güler'in, nükleer atıklarla ilgili görüşünü merak ettik ve şu ana kadar hiç konuşulmamış bir öneriyle karşılaştık. Güler, nükleer atıkları satma planları olduğunu söyledi. Güler sorumuza, "Satarız, niye satmayalım? Almak isteyen var. Çünkü alıp başka şey yapıyor. Atığı alıp, enerjinin daha üst seviyesini kullanıyor, yeniden yeni ürünler üretiyor; istiyorlar yani" yanıtını verdi. Enerji Bakanı Hilmi Güler, nükleere karşı çıkanları anlayamadığını yineledi ve "keşke nükleeri çok daha fazla kursaydık da elektrikle ısınsaydık, doğalgaza hiç bağımlı kalmasaydık " dedi.
Türkiye Atom Enerjisi Kurumu(TAEK)verilerine göre, 1000 MW'lık kurulu güce sahip bir nükleer reaktör her yıl 800 ton kadar düşük ve orta seviyeli, 25 ton kadar yüksek seviyeli radyoaktif atık ortaya çıkarıyor. Oldukça radyoaktif olan kullanılmış yakıtlar, yeniden işleme denen kimyasal bir işlemden geçiriliyor. İçlerindeki parçalanabilir plütonyum ve uranyum yeniden kazanılıp yakıt haline getirilerek, bu yakıtı yakabilecek özel reaktörlerde kullanılıyor. Bu arada ortaya çıkan plütonyum nükleer silah yapımında da kullanılabiliyor. Öte yandan, bu işlem oldukça uzun yıllar aktif kalan radyoaktif materyallerin ortaya çıkmasına neden oluyor ki bu da yeniden işlemenin en büyük sorunlarından biri. Ticari reaktörlerin yaklaşık yarım asırlık geçmişlerine rağmen, dünyada henüz nükleer atıkların depolandığı bir son depoloma alanı bulunmuyor. Bütün nükleer atıklar, geçici depoloma alanlarında tutuluyor. Elektrik Mühendisleri Odası eski başkanlarından Ünal Erdoğan ise konuyla ilgili uzman olmayan kişilerin nükleer enerji konusunda yetkili kılındığına dikkat çekerek, nükleer reaktörün kendisinin bir nükleer atık olduğunu ve binlerce tonluk bu atığın kime, nasıl satılacağını sordu.
Gelişmiş ülkelerdeki muhalefet ve sıkı güvenlik tedbirleri yüzünden bu atıklarla ne yapacağını bilmeyen birçok ülke atıklarını diğer ülkelere göndermeye çalışıyor. Özellikle eski Sovyetler Birliği'nin nükleer atıklarına ev sahipliği yapan ülkelerde ise nükleer atık ihracına muhalefet oldukça fazla. 2004 yılında Kırgızistan Hükümeti'nin de araya girmesiyle İngiltere'nin BNFL'i tarafından gönderilen uranyumlu grafitin ihracatının engellenmesi en yeni örneklerden biri. 2001 yılında Kazakistan'da yaşananlar ise başka bir örnek. Eski Sovyetler Birliği'nden kalan nükleer denemelerin yapıldığı alanı diğer ülkelerle beraber kendi nükleer atıklarına açmayı planlayan Kazakistan da hayal kırıklığına uğradı. Oysa, Ulusal atom enerjisi firması Kazatomprom, 30 yıl içerisinde 35 ila 50 milyar dolar arasında para kazanabileceğini hesap etmişti. Bu rakam, AB ülkelerinin göndereceği nükleer atık için varil başına 5300 dolar isteneceği ve Kazakistan'ın varil başına 4200 dolar kar edeceği hesabından ortaya çıkmıştı. Halihazırda birçok ekolojik sorunun yanısıra 237 milyon tonluk nükleer atıkla da boğuşan Kazatomprom, bu konuda başarılı olamasa da, nükleer atıkların kabulünü sağlayacak yasal düzenlemeye karşı çıkan biyolojist Kaisha Atakhanova, Goldman Çevre Ödülü'ne layik görüldü. Kısacası, Güler'in bahsettiği satma işlemi aslında daha çok üzerine para verme esasına kurulu ama hem atıkları taşımada hem de alıcı bulmada birçok sorun yaşanıyor.
Dünyanın nükleer atık mezarlığı olmaya aday bir başka ülke ise Rusya. Rusya hükümeti, 2001 yılında yasalarında değişiklik yaparak ton başına 1000 dolar fiyatla nükleer atıkları "orta vade" için kabul edeceklerini söyledi. İşin açıkçası, Rusya'nın pek açık olmayan "orta vade"sinin aslında son depoloma olduğuydu. Tayvan, Güney Kore, İsviçre, İspanya ve Japonya'nın konuyla ilgilendiği görüldü. Ama şu ana kadar bu ülkeler ABD'den izin alamadılar. Reaktörleri ABD yapımı olduğu için böyle bir izne gereksinimleri vardı. Özellikle 1970-90 arasında eski doğu bloku ülkeleri atıklarını Sovyetler Birliği'ne gönderdiler. Bugün hala bunun devam ettiği söylenebilir ama başka bir yolla. Kullanılmış yakıtların bugün de yeniden işlenmek için bu işlemi yapabilecek özel tesislere gönderildiği biliniyor. Teoride bu işlemden sonra atıkların geri gönderilmesi gerekiyor ama çoğu zaman atıklar, yeniden işleme santrallerine sahip olan ve dışarıdan kullanılmış yakıt çubuğu kabul eden Fransa, İngiltere ve Rusya'da kalıyor. İngiliz hükümeti Sellafield'de, Fransızlar La Hague'de biriken nükleer atıklar konusunda artan şikayetlerle uğraşsalar da kimse Sibirya'daki Mayak yeniden işleme tesisi kadar kötü durumda değil. Greenpeace'e göre 1945'te askeri amaçlarla kurulduğu günden bu yana 272 bin kişinin kazalar ve bilinçli salınımlarla radyasyona maruz kaldığı Mayak'a 30 kilometre uzaktaki Muslomova köyünde neredeyse hasta olmayan yok. Köydeki 2500 kişinin bir çoğu, kalp hastalıkları, eklem hastalıkları ve astım gibi hastalıklarla uğraşırken aşağı yukarı köydeki erkek ve kadın nüfusunun yarısı kısır. Erken doğum oranı yüzde 10 ve her 3 çocuktan biri fiziksel bozulmayla karşı karşıya.
Trittin atık sorunun çözümsüz olduğunu söylüyor
Almanya'nın kısa bir süre sonra görevden ayrılacak olan Çevre Bakanı Jürgen Trittin, Almanya'nın nükleer santrallerini kapatma politikasında bir değişiklik olmayacağından emin gözüküyor. Trittin kısa bir süre önce BBC ile yaptığı bir söyleşide, nükleer enerjinin getirdiği risklerin geçen onca yıl boyunca azalmadığı tam tersine terorist saldırı olasığıyla daha da arttığını söylemiş ve nükleer atık sorununun çözümü için son 30 yılda daha akıllı hiçbir gelişmenin kaydedilmediğine dikkat çekmişti. Trittin, nükleer fizyon sonucu ortaya çıkan Plütonyum 239'un yarı ömrünün 24 bin yıl olduğunu, 24 bin yıl sonrasının değil nasıl olacağını bilmek, hayal etmenin bile zor olduğunu söylemişti. Almanya, elektrik tüketiminde yenilenebilir enerjinin payını 2020 yılında yüzde 20'ye, 2050'de ise yüzde 50'ye çıkarmak istiyor. Trittin, nükleer enerjinin baz yük olarak kullanılmasıyla ilgili soruyu, geçmişten kalan baz yük fikri esnek ve zeki elektrik üretimine geçişi planlayan Almanya'nın enerji dönüşümü projesinin önünde duruyor diye yanıtlıyor.
Altın Madenleri Peru'nun da başına dert oldu
Özgür Gürbüz -Referans Gazetesi / Ekim 2005
Türkiye'de Bergama köylülerinin mücadelesiyle gündeme gelen altın madeni krizinin bir benzeri de dünyanın en büyük bakır ve altın üreticilerinden Peru'yu karıştırdı. Ulusal Çevre Konseyi Başkanı Carlos Loret de Mola, eski madenlerin rehabilitasyonu için 500 milyon ile 1 milyar dolar civarında bir rakama ihtiyaç duyduklarını söyledi. Mola, "Diğer sektörlerin verdikleri zararları bilmiyoruz ama balıkçılık, tarım ve sanayi gibi sektörlerden bu hesapları yapmasını istedik. Bundan sonra temizlik çalışmalarına nereden başlayacağımızı görebileceğiz" diyor. Mola'nın verdiği rakamlara göre, Peru'nun şu ana kadar kapanmış madenler, kirlenmiş nehirler ve tarlalar için yaptığı harcamalar 150 milyon doları bulmuş. Çevre ile ilgili yönetmeliklerin yeterli olmayışı ya da eksikliği yüzünden, Peru'daki birçok terkedilmiş madenden çeşitli kimyasallar doğaya karışıyor.
Bu tartışmanın öte yanında yine tanıdık bir isim, Bergama Ovacık'taki altın madenini de bir süre işleten ve 2 Mart 2005 tarihinde 44.5 milyon dolara Koza Davetiye Mağaza İşletmeleri ve İhracat A.Ş.'ye satan Newmont firması var. Dünyanın en büyük altın üreticisi, Güney Amerika'nın en büyük altın madeni Yanacocha'ya sahip grup, Peru'lu ve Güney Amerika'lı madencilerle beraber temizlik çalışmaları için fon ayırmaya başladı ve geçen hafta sadece 2 milyon dolar ayırdı. Gerekli olan miktarı 1 milyar dolar civarında hesaplayan hükümet ise Dünya Bankası ve Amerika Ülkeleri Kalkınma Bankası'ndan kaynak arayacaklarını söylüyor. Ayrıca, çıkarılacak yeni yasalarla çevreyi kirlettiği kanıtlanan madencilerin lisanslarının askıya alınmasını kolaylaştırmaya hazırlanıyorlar. Madenciler ise böyle bir yasanın gereksiz olduğunu, madenlerin kapatılma planlarının işletmeye açılmadan önce hazırlandığını belirtiyor ve 2001'den bu yana daha çevreci teknolojilere 900 milyon dolar yatırdıklarını söylüyorlar.
Peru'da birçok fakir çiftçi, tarım alanlarının kaybolduğu ve nehirlerin zehirlendiği için madenlere karşı çıkıyor. 2003 yılı, tüm ülkede büyük bir dalga halinde yayılan protestolara sahne olmuştu. Peru'nun yarıdan fazla ihracatının madencilikten gelmesi ise durumu daha da zorlaştırıyor.
Bergama'da son durum
Hakkında birçok yürütmeyi durdurma ve iptal kararı olan Ovacık'taki maden, 20 Mayıs 2005 tarihinde Gayri Sıhhı Müesseseler Yönetmeliğine göre açılış ve çalışma ruhsatı alarak tekrar çalışmaya başlamıştı. Bu iznin alınması için engel teşkil eden tüm yönetmeliklerin titiz bir çalışmayla ilgili bakanlıklar tarafından değiştirildiğini iddia eden Bergamalılar ise konuyu yeniden AİHM'ne (Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi) götürdü. İç hukuk yollarının tıkandığı gerekçesiyle 19 Temmuz'da yaptıkları başvurularında konunun öncelikli olarak ele alınması gerektiğini söyleyen köylülerin bu talebi geçtiğimiz günlerde AİHM tarafından kabul edildi. Türkiye'de de dava süreci 3 işlemle ilgili olarak sürüyor. ÇED'in (Çevre Etki Değerlendirmesi), imar planının ve açılma ruhsatı'nın iptali için açılmış olan davalar sürüyor.