Finlandiya’da nükleer kaos

Finlandiya’da yapımına 2005’te başlanan nükleer reaktörün 2018’den önce devreye giremeyeceği açıklandı. Maliyeti ise 5 milyar avrodan fazla arttı. Hükümet iki yeni nükleer reaktör planlarından birine hayır dedi, diğerine şart koştu. Yeşiller koalisyonu terk etti.

Özgür Gürbüz-BirGün/30 Eylül 2014

Nükleer felaket denince akla ABD, Sovyetler Birliği ve 2011’de Japonya’da meydana gelen nükleer santral kazaları geliyor. Finlandiya’daki nükleer felaket ise ekonomik ve siyasi. Rus gazına bağımlılığı azaltacak iddiasıyla inşaatına 2005’te başlanan Olkiluoto-3 reaktörü Finlandiya’nın başına bela oldu. Yapımcı Areva-Siemens konsorsiyumu, yaptığı açıklamada reaktörün en erken 2018 yılında devreye gireceğini kabul etti. İnşaata başlandığında reaktörün 2009 yılında elektrik üreteceği söyleniyordu.

Dünyadaki en gelişmiş nükleer reaktör diye tanıtılan Avrupa Basınçlı Su Reaktörü’nün (EPR) maliyeti de dudak uçuklatıyor. 1600 megavatlık (MW) reaktörün maliyetinin 3,2 milyardan 8,5 milyar avroya çıkması bekleniyor. Bu tahmin, reaktörün yapımını üstelenen Areva’nın Yönetim Kurulu Başkanı Luc Oursel’e ait ve iki yıl öncesine dayanıyor. Olkiluoto-3 reaktörün siparişini veren TVO firmasının başı da hem artan maliyet hem de tazminat davalarıyla ciddi anlamda dertte. Gecikmeden dolayı tahkime giden TVO, Areva’nın kendisine 1,8 milyar avro ödemesini talep ediyor. Areva ise gecikmeden TVO’yu suçluyor ve 2,7 milyar avroluk tazminat istiyor.

YENİ REAKTÖRLER ZORDA
Olkiluoto’daki başarısızlık Finlandiya’daki diğer nükleer santral projelerini de etkilemeye başladı. TVO firması, gecikmeler ve mali belirsizlik nedeniyle aynı nükleer santralde kurulması planlanan 4 numaralı reaktörün inşaatına başlayamadı. Hükümetten yeni reaktör için verilen iznin uzatılmasını istedi ancak hayır yanıtı aldı ve bu proje deyim yerindeyse bir başka bahara kaldı. Finlandiya hükümeti, Fennovoima’nın Pyhajoki Nükleer Santral projesine verdiği destekte ise şartları ağırlaştırdı. Rusya’nın devlet şirketi Rosatom’la yapılan anlaşmada, konsorsiyumun yerli ortaklarının payının yüzde 50’den 60’a çıkarılmasını istedi. Projedeki ortağın Rusya olması, ortak bulma konusunda Fennovoima’nın işini zorlaştırıyor. Ukrayna krizi ve nükleeri tercihteki asıl nedenin Rusya’ya bağımlılığı azaltmak olması, projeye eleştirel yaklaşanların sayısını arttırıyor.

Hükümetin Fennovoima’ya yeşil ışık yakması ülkede bir de siyasi krize yol açtı. Hükümet ortağı Yeşiller koalisyondan çekildi ve iktidardaki koalisyonun elindeki sandalye sayısını 102’ye düşürdü. Muhalefetin elinde ise 98 sandalye var. 2005’te ‘çözüm’ diye sunulan nükleer şimdi Finlandiya’da sadece sorunlarıyla gündeme geliyor.

***
Sinop’ta da Areva var
Finlandiya’da aldığı siparişle başı belaya giren Areva şirketinin adı Sinop’ta kurulmak istenen nükleer santralde de geçiyor. Türkiye ile Japonya arasında imzalanan anlaşma metni aradan geçen 1,5 yıla rağmen kamuoyuyla paylaşılmasa da basına sızan haberler Sinop’ta Areva ve Mitsubushi Heavy Industries şirketlerine ait Atmea tipi reaktörlerin kullanılacağı belirtiliyor. Dünyada Atmea reaktörlerinin kullanıldığı bir nükleer santral yok. Nükleer santral projesinde ısrar edilirse ilk kez Sinop’ta denenecek. Aynı Finlandiya’daki EPR gibi denenmemiş bir teknoloji. Mersin’de kurulmak istenen nükleer santralde kullanılacak Rus yapımı VVER1200 reaktörleri de henüz hiçbir nükleer santralde elektrik üretmedi.

Elektrik ve laiklik

Özgür Gürbüz-BirGün/28 Eylül 2014

Elektriğin henüz İslami usullere uygun üretileni icat edilmedi. ‘Helal elektrik’ kavramını ilk kez ortaya atmaktan gurur duyuyorum ama derdim o değil. Elektrik üretiminde değil elektrik tüketiminde vicdan özgürlüğünün sağlanması için bir devlet neleri yapmalı onları yazacağım. Helal elektrik üretimi sorununu da konunun uzmanlarına havale ediyorum. İran gazı, Rus uranyumuyla elektrik üretimi vacip midir bir araştırsınlar.

Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Ocak ayında yaptığı açıklamaya göre Türkiye’de 84 bin 684 cami var. Yasalar, sadece cami, mescit, kilise, havra ve sinagogları ibadethane kabul ediyor ve aydınlatma giderlerinin Diyanet Bütçesi’nden karşılanmasına izin veriyor. Suyu ise belediyeler ücretsiz sağlamakla yükümlü. Şimdi hesap yapalım. Büyüklükleri ve haliyle elektrik harcamaları değişse de, bir caminin aylık aydınlatma faturasının 200 TL olduğunu varsayalım. Camilerin elektrik faturaları için Diyanet’in bütçesinden çıkan miktar ayda 17, yılda ise 204 milyon TL’yi buluyor.

Camiler, Türkiye’deki sünni Müslümanlara hizmet etmek için kurulmuş. Sayılarının 15-20 milyon olduğu tahmin edilen Aleviler, başka dini inanca sahip Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları veya ateistler camiye gitmiyor. Ancak camilerin aydınlatma masrafları, devletin bu hizmetini kullanıp kullanmadığınıza bakılmaksızın diyanet bütçesinden yani herkesten tahsil ediliyor. Halbuki aynı otoyol gibi, bu hizmetten yararlananlar da ayrıca ücretlendirilebilirler. Giden öder, gitmeyen ödemez. Camilerin ısıtma giderleri için cemaatten para toplanabildiğine göre pratikte sorun yok. Buna aydınlatma ve imamın maaş giderleri de eklenebilir. Şimdiki durumun adı ‘zorla yapılan tahsilat’tır. Dinde zorlama olur mu sorusunun yanıtını bu ülke her gün acı bir sürprizle aldığı için ben soruyu, “demokratik, laik bir devlette zorlama olur mu” diye soracağım. Demek ki neymiş, ‘dinde özgürlük’ türban veya başörtüsüyle sınırlı değilmiş.

İşin garibi, radikal İslamcı gruplar, 2013’teki yasa değişikliğinden bu yana, diyanet bütçesinden başka ibadethanelerin elektrik faturalarının ödenmesine ateş püskürüyor. “Kilisenin parasını müftülük ödüyor” diye kızıyorlar. O zaman gitmediği camide kullanılan elektrik için para ödemek istemeyenlere de kızmayacaksın.    

Enerjide laik düzene geçmenin önündeki tek engel camilerin elektrik faturaları değil. Bir de TRT engeli var. Türkiye’de elektrik fatura bedellerinin yüzde 2’si TRT’ye aktarılıyor. Bu sayede TRT, izleyici kaybederim, reklam alamam korkusu olmadan, hükümetin dini ve siyasi görüşünün propagandasını yapabiliyor. Parasını ödeyen sizlerin görüş ve inançlarına uygun düşmeyen yayınlara yer verebiliyor. Ne kadar mı bu bedel, onu da Elektrik Mühendisleri Odası Enerji Birimi Koordinatörü Olgun Sakarya’nın yardımıyla hesaplamaya çalıştım. 2012’de bu tutar kaba bir hesapla 870 milyon TL’yi buluyor. Hesap yanlış, eksik diyenler doğru bedeli çıkarır görürüz. TRT’nin yayınlarının bu ülkedeki her dine, mezhebe, dinler içerisindeki farklı görüşlerle ve dinsizlere hitap ettiğini kimse iddia edemez. Yabancı ülkelerde de devlet kanalları var ama hükümetin sesi olmadığı için halk maddi desteğe sesini çıkarmıyor. TRT payı da zorla yapılan bir tahsilat. Demokrasilerde işi olmaz.

“Alt tarafı yılda 1 milyar TL, abartma” diyenlere de bir çift lafım var. Kaçak elektrik kullanımı gündeme gelince “ben tüketmediğim elektriğin parasını niye ödüyorum” diye soranları olayı abartmakla suçluyor musunuz? İzlemediği, kendisini hiçe sayan televizyona para vermek istemeyene de kızamazsınız. Bu aralar baskıyı, dayatmayı özgürlük gibi göstermek moda oldu. Madem derdiniz özgürlük, gelin önce dini özgürleştirelim. Devletin, inanmayanın parasından kurtaralım, kendi yağıyla ve inananların bağışlarıyla kavrulsun. İmamların maaşını, camilerin suyunu ve elektriğini o hizmetleri kullananlar ödesin. İşe de elektrik şebekesini laikleştirmekten başlayalım.

Bugün Dil Bayramı

Bugün Dil Bayramı. Dil Devrimi 82. yaşında ama daha yapılacak çok iş var.

İzninizle daha iyi yazmak için birkaç basit öneri sunmak istiyorum. Öncelikle cümlelerinizden, "yönelik, olan ve olarak" gibi kelimeleri atarak işe başlayın. Bir örnek: Sivas'ın ilçesi olan Divriği'ndeyiz. Buradaki "olan" kelimesini cümleden çıkardığınızda anlam değişmez aksine güzelleşir.

http://www.aa.com.tr/tr/ekonomi/395049--kosullarimizin-saglanmasi-gerekecek
Kötü kullanım o kadar yaygın ki, Anadolu Ajansı'nın metinlerinde bile hata bulmak mümkün. Halbuki gazeteciliğe başladığımızda bize AA'yı örnek almamız salık verilirdi. Yandaki fotoğrafta gereksiz kelime kullanımına bir örnek. Haberdeki "olan" kelimesini atın, anlamın değişmediğini göreceksiniz.

Türkçe'de yabancı kelime kullanımı da ayrı bir sorun.Her zaman iyi bir karşılık bulunamıyor olabilir. Peki, iyi örnekleri kullanıyor muyuz? Navigasyon demek yerine neden "yolbul" gibi harika bir kelimeyi kullanmıyoruz?

Beni bu aralar en çok CNBC-e'deki (cenebece-e okunur) çeviriler rahatsız ediyor. "Stabil durumda" gibi hangi dile ait olduğu belirsiz cümleler kuruluyor. Bir çevirmen çeviri yaptığı iki dili de çok iyi bilmek zorunda. Ne yazık ki bizde yabancı dili güzelse o çevirmenin iyi olduğu sanılıyor.

Dil emek ister, çaba harcamazsak gelişmez. Bundan 5-10 yıl önce yazdıklarıma bakıyorum, onlarca hata buluyorum. Önemli olan hatalarımızı düzeltmeye, tekrar etmemeye çalışmak.

New York İklim Zirvesi'nde verilen taahhütler

Birleşmiş Milletler (BM) Genel Sekreteri Ban Ki-mun tüm ülkelerin temsilcilerini küresel iklim değişikliğini durdrumak için önlem almaya ve sözden eyleme geçmeye çağırdı. Ban Ki-mun'un çağrısıyla 24 Eylül 2014 tarihinde New York'ta biraraya gelen ülkelerin temsilcileri, küresel iklim değişikliğini durdurmak için neler yapacaklarını BM kürsüsünden duyurdu. Aşağıdaki haritada, ülkelerin New York'taki zirvede verdikleri taahhütleri görebilirsiniz. Merak ettiğiniz ülkenin üzerindeki balona tıklamanız yeterli. (Dil: İngilizce)


SİZ kurucuları New York'taki iklim zirvesini değerlendirdi

24 Eylül 2014 tarihli SİZ basın açıklaması:

BM İklim Zirvesi’deki yeni taahhütler umut verdi ama Erdoğan’ın konuşması beklentilerden uzaktı.
Sivil İklim Zirvesi kurucuları, BM İklim Zirvesi’ni ve Türkiye’nin açıklamasını değerlendirdi.

23 Eylül 2014 tarihinde Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Ban Ki-mun’un davetiyle düzenlenen İklim Zirvesi’nde Türkiye’nin görüşlerini Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan açıkladı. New York’ta gerçekleşen zirveyi ve Türkiye’nin zirvede yaptığı açıklamayı, Sivil İklim Zirvesi (SİZ) kurucularından Dr. Nuran Talu, Önder Algedik ve Özgür Gürbüz değerlendirdi.

Küresel Denge Derneği Başkanı Dr. Nuran Talu, bir yıl sonra Paris’te yapılacak 21. Taraflar Toplantısı’nda (COP21) Kyoto’nun yerini alacak yeni ve güçlü bir anlaşma çıkması için önümüzde uzun bir yol olduğunu ama umutsuz olmadığımızı söyledi. “New York’ta boş koltuklara konuşan liderler Paris’te insanlığın geleceğini kurtaracak, yasal bağlayıcılığı olan küresel yeni bir anlaşma için siyasi irade iddiasını sergilemekten uzak” diyen Talu, “Bence bu konu artık haklı gerekçelerle sokağa çıkan insanların taleplerine kulak vererek çözülür. Çünkü onlar, iklim siyasetinin gerçekte nasıl yapılacağını yeterince biliyor ve haykırıyor” açıklamasını yaptı. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın “iklim müzakere sürecinde samimi olmalıyız” sözünü samimi bulmadığını belirten Talu, “Türkiye’deki liderlere, ekosistemin, doğal peyzajın ve ormanların korunmasının iklim değişikliğinin etkilerine uyum kapasitesinin arttıracağını birileri anlatmalı. İstanbul’daki 3. havaalanı için kesilen 2 milyon ağacın iklim değişikliğini körüklediğini artık öğrenmeli ve bu gibi projelerden vazgeçmeliyiz” uyarısını yaptı.

İklim ve Enerji Danışmanı Önder Algedik ise Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın konuşması neticesinde Türkiye’nin pozisyonun bir kez daha anlaşıldığını belirtti. Algedik, “Cumhurbaşkanı’nın sözleri Türkiye seragazı emisyonlarını yüzde 21 oranında azalttı şeklinde yorumlandı. Öncelikle Türkiye’nin, 1990-2012 yılları arasında emisyonlarını azaltmadığını aksine yüzde 133,4 oranında arttırdığını belirtelim. Bahsedilen, artıştan indirimdir. Türkiye, daha da fazla arttırabilirdik ama yüzde 133’te kaldık diyor aslında. Benzer bir sorun karbon yoğunluğunun yarı yarıya azaltıldığı söyleminde de var. Bütün bunların birleştiği mesele ise ülkelerin taahhütlerini ortaya koydukları bir ortamda Türkiye’nin hiçbir emisyon azaltım taahhüdünde bulunmaması, iklim değişikliğini durdurmak için kaynak ayırmaması. Bunlar Zirve’nin amacıyla çelişti. Erdoğan’ın konuşmasının alkışlanmaması da bu çelişkinin sonucuydu” dedi.

Zirve’den gelen olumlu haberleri önemli ama yeterli bulmayan Özgür Gürbüz, “İklim değişikliğiyle mücadele için Fransa gibi ülkelerin mali desteği arttırması, Avrupa Birliği’nin 2030’a kadar seragazı emisyonlarını 1990’a göre yüzde 40 azaltacağını taahhüt etmesi, ormansızlaştırmanın 2030’a kadar durdurulacağına dair imzalanan deklarasyon, Paris için bir umut ışığı ama yeterli değil” diyor. “Küresel iklim değişikliğinin etkisini, artan ve şiddetlenen iklim olaylarıyla her geçen gün daha fazla görüyoruz, Türkiye’de kuraklık, seller ve fırtınalar her geçen gün şiddetleniyor” diyen Gürbüz, “Böyle bir durumda Türkiye’nin artık ortaya çıkıp ölçülebilir ve mutlak bir azaltım hedefi ortaya koyması gerekir. Bunu sadece gezegen için değil kendi için de yapmak zorunda. Cumhurbaşkanı’nın yaptığı konuşma hedef içermiyor, durum belirtiyor. Aynı cümleleri yıllardır duyuyoruz. Cümleler değişmiyor ama Türkiye’de iklim değişiyor, verilen kayıpların sayısı artıyor. Türkiye petrol, doğalgaz ve kömüre bağımlılığını azaltırsa hem ekonomik çıkar elde edecek hem de iklim değişikliğini önleyecek ama bu fırsatı görmemekte direniyoruz” şeklinde konuştu.

Sivil İklim Zirvesi: Küresel Denge Derneği ve Tüvik-Der tarafından başlatılan bir sivil toplum girişimidir. İlk zirve Kasım 2013’de 50’ye yakın örgütün katılımı ile Ankara’da düzenlemiştir. Daha fazla detay için: www.iklimzirvesi.org

Çevre mücadelesi için öneriler

Özgür Gürbüz-BirGün/21 Eylül 2014

Soma’da iki kara var; kömür ve zeytin. Hangisinin ‘kemlik’ hangisinin ‘nimet’ olduğunu Somalıdan iyi kim bilir? Bu yüzden Soma’nın Yırca köylüleri alanı (kömür) değil vereni (zeytin) seçti ama dinleyen yok. Zeytinlikler, köylünün rızası olmadan kamulaştırıldı. Karara itiraz edildi ama mahkeme sonuçlanmadan Kolin Şirketler Grubu alanı tel örgüyle çevirip, zeytin ağaçlarını köklemeye başladı. Tek çare dozerlerin önüne yatmaktı, köylüler, çevreciler ve siyasetçiler de onu yaptı. Perşembe’den beri nöbetteler.

Birkaç gün önce Fatsa’da altın madenine karşı ayaklanan kadınları jandarma durdurdu. Mersin’de nükleer santralin elektrik iletim hatlarıyla ilgili bilgilendirme toplantısında polis ile nükleer karşıtları arasında arbede çıktı. Soma, Fatsa ve Mersin. Hepsi son bir hafta içinde oldu.

Hopa’dan Gezi’ye, Hevsel’den Gerze’ye her direniş hareketi güvenlik güçlerini veya dozerleri karşısında buluyor. Bu karşılaşma artık mücadelenin kaçınılmaz ve kritik bir aşaması oldu. Yönetenlerin halka danışmadan aldığı kararlar gerilimi ve sorunların çözümünü engelliyor. Doğa için kayıplar büyük ama kazandıklarımız da var. Kepçeye karşı bilenen dişler, biber gazına karşı açılan gözler, toprağı ağacı kurtarabildiği gibi Anadolu’daki halkların makus talihinin kırılmasına da yardımcı oluyor. Hak aranıyor, efendiye karşı geliniyor.

Havuz medyasının etkisi azalıyor. Hükümet ve şirketler, Gezi’ye kadar, yarattıkları çevre sorunları bilinmezse ‘sorun’ da olmaz diye düşünüyordu. Medya ellerindeydi, yazdırmıyorlardı. İş değişti. Ellerindeki medya koca gövdeli, sesi kısık bir deve benziyor. Kendilerinden başka kimseyi etkilemiyor. Ağacını koruyan dedenin bastonuna dozerin kepçesi değdiğinde çıkan ses, bir isyan çağrısı gibi algılanıyor ve sosyal medya başta, bağımsız kanallarda yankılanıyor.

Muktedirler farkında değil ama bu meydan muharebeleri mücadeleyi güçlendiriyor. Şiddet içermeyen sivil itaatsizlik eylemleri yayılıyor. Yine de mücadelenin/kampanyanın sadece dozerler ve güvenlik güçlerinin karşısında durarak yapılacağını düşünmek hata olur. Öncesi ve sonrasında da yapılacak çok iş var ve doğru yapılması gerekiyor. İşte size birkaç öneri.

Bir kampanyayı güçlü kılan doğru bilgidir. Abartma, çarpıtma sizi güçsüz kılar. Unutmayın, karşınızdakiler yalanı doğruymuş gibi yazan medyaya sahip. En ufak hatanızı büyütmek için pusudalar. Sizin tek güvenceniz ise doğruları söylediğiniz için yanınızda olan halk. Güven en değerli hazineniz. Hikâye ve hurafeleri broşür ve sloganlarınızdan uzak tutun.

Konuya hakim olun. Termik santrale karşıysanız, zararlarını öğrenin. Bilgiyi Wikipedi, Facebook’tan değil, referans gösterebileceğiniz kaynaklardan edinin. Medyayı süreç boyunca düzenli bilgilendirin.

Kampanyada konuya odaklanın. Emin olmadığınız detaylar üzerinde spekülasyon yapmak yerine, herkesin gördüğü tehlikeye vurgu yapın.

Dil sizin her şeyiniz. ‘Ben’den ‘bize’ geçin. Uzun metinlerden, ağdalı konuşmalardan kaçının. Kentliyseniz kentli, köylüyseniz köylü gibi konuşun. Olmadığınız gibi davranmayın.

Sivil itaatsizlik eylemlerinin dışına çıkmayın. Şiddete başvurmayın ve sürecin ortasında değil en başından itibaren hukuki yardım alın.

Çözüm öneriniz, daha iyisi için bir planınız mutlaka olsun. Bu devirde, kötü olsa da yeninin eskiye karşı bir albenisi var. Değişim istemiyorsanız bile bunun nasıl cazip ve ‘yeni’ bir fikir olduğunu iyi anlatın.

Sivil itaatsizliğimiz mübarek olsun.

Nükleer silahların karşısında tek umut insan

Uluslararası Hrant Dink Ödülü’nün bu yılki sahiplerinden Angie Zelter, 100 defadan fazla tutuklanmış bir barış eylemcisi. Eylemleri arasında bir savaş uçağını parçalamak da var.

Özgür Gürbüz-BirGün/17 Eylül 2014

Uluslararası Hrant Dink Ödülü’nün bu yılki sahiplerinden Angie Zelter, hayatı boyunca nükleer silahlara ve savaşa karşı mücadele etmiş bir eylemci. 100 defadan fazla tutuklanan Zelter, NATO’nun lav edilmesini ve dünyadaki tüm nükleer silahların imhasını savunuyor. Gezi eylemlerinde iş makinalarına zarar verilmesi konusunda ise, “Eğer o makinelerin gerçekten de çok değerli bir şeye zarar vereceğini düşünüyorsan buna hakkın var” diyor.

Şebnem Korur Fincancı, Rakel Dink ve Angie Zelter. Foto: Berge Arabian
-Sizi nükleer silahlar konusunda eylem yapmaya iten neydi?

Angie Zelter: Kamerun’dan yeni dönmüştüm. Orada konuştuğum bir köylü bana “neden buradasın” diye sormuştu. Ona, “Çünkü yardım etmek istiyorum” dedim. O da bana, “Eğer yardım etmek istiyorsan İngiltere’ye geri dön ve İngiltere’nin burada yaptıklarıyla uğraş” dedi. Bir başka deyişle, Kamerun’un birçok problemi sömürge dönemiyle ilgiliydi. Kamerun’da üç yıl kaldım, beni değiştirdi. Irkçılığın hâlâ sürdüğünü fark etmemiştim. Britanyalıların çok uluslu şirketleri aracılığıyla sömürgeci faaliyetlerini sürdürdüğünden haberim yoktu. İngiltere’ye geri döndüm. Dünyayı daha iyi bir yer yapabilmek için kendi ülkemde ne yapabilirim diye düşünüyordum.

-Kartopu kampanyası nasıl başladı?
AZ: İngiltere’ye dönünce daha aktif oldum. Soğuk Savaş dönemiydi. En önemli sorun da nükleer silahlardı. Evimin yakınında ABD’nin nükleer silahlarını tuttuğu Sculthorpe üssü vardı. Ben de kartopu kampanyasını başlattım. Kampanyayı basit tutmaya çalıştım. Üssün tel örgülerinden bir parça kesip, hükümete mektup yazıyorsunuz ve bir sonraki eyleme daha çok kişi bulmaya çalışıyorsunuz. İlk başta birilerini bulmak çok zordu. Önce kayınvalidemi ikna ettim. Bir sonrakinde 9 kişi, daha sonra 27 olduk ve ülkedeki tüm üslere yayıldı. Birkaç yıl önce de ülkedeki son ABD üssü kapandı çünkü insanlar tel örgüleri kestiler, yüksek güvenlikli alanlara girdiler. ABD’ye çok pahalıya mal oluyordu ve nükleer silahları koruyamıyorlardı. Sadece Kartopu Kampanyası sayesinde değil, ülkedeki birçok yerde nükleer silahlara karşı kampanya vardı. Eğer yeterince ‘sade vatandaş’ hayır derse olmaması için bir neden yok. Bir başka önemli konu da eylemlerin şiddet içermemesi, açık ve hesap verilebilir olması. Bence hareketin bir parçası mutlaka açık olmalı. Böylece halkla tartışmak için bir şans olur. Mahkemeler de bunun için bir fırsat. Yaptığımdan utanmıyorum, buradayım diyorsun.

-Amerikan üslerinden sonra İngiltere’nin nükleer silahlarını hedef aldınız.
Trident Pulluk Demiri Kampanyası’na başlamadan önce hükümete nükleer silahları terk etmesi için bir yıl süre tanıdık. Bir yıl içinde yapmazsanız biz yapacağız dedik. Tutuklamak isterlerse diye de isimlerimizi verdik, 100 kişi kadardık. aramızda daha sonra İngiltere Başpiskoposu da olan Rowan Williams da vardı. İstediklerimizi yapmayınca eyleme başladık.

-Türkiye’de ana akım medya bankanın camlarının kırılmasını ağır bir dille eleştirir. Siz bu kampanya sırasında bir savaş uçağına 2 milyon pounda varan bir hasar verdiniz.
İngiliz hukukunda daha büyük bir suçu önleyecekseniz sizin suç unsuru taşıyan bir hasar vermenize izin veren bir vurgu var. Kartopu Kampanyası’nı yaparken kısa süreli, sık sık hapse giriyordum. Bir tanesinde hakim bana “bir uçağı tahrip etseydin daha fazla savunma şansın olurdu” dedi. Açıklamadı ama aslında o telleri kesmekten daha direkt, savaşı önleyebilecek bir eylemden bahsediyordu. 10 kadındık. Altı kadın bizi destekledi, dördümüz ise açık bir şekilde uçağa hasar vermeye gittik. 10 yıla varan hapis cezası vardı. Jüriye bir video gösterdik ve sonunda Doğu Timor’lu bir kadın, “Eğer insansanız bu uçakların ihraç edilmesine izin vermezsiniz” diyordu. Sanırım bu jüriyi ikna etti.

-Gezi’yi düşünürsek. Parkı yok edecek bir dozere hasar verir miydiniz?
Evet, büyük bir olasılıkla verirdim. Eğer o makinelerin gerçekten de çok değerli bir şeye zarar vereceğini düşünüyorsan buna hakkın var. Ancak, öncesinde diğer tüm seçenekleri denemelisin. Ve bundan etkilenecek, orada yaşayan insanların seninle aynı fikirde olduklarından emin olmalısın. Aynı zamanda açık olmalı ve sorumluluğu kabullenmelisin. Anneanne ve dedene bunu neden yaptığını açıklayabilmelisin.

-NATO hakkında ne düşünüyorsunuz?
Genelde NATO’nun feci bir yapı olduğunu düşünüyorum. Varşova Paktı dağıldığında NATO’nun da dağılacağı söylenmişti ama tersine genişlediler. Sadece Avrupa’da genişlemediler, Avrupa dışında da müdahalelerde bulunuyorlar. Özetle, onları bir terör ve suç çetesi olarak görüyorum. Eğer dünyaya barış getirmek istiyorsan, ki öyle yaptıklarını söylüyorlar, birilerini toplu katliamla tehdit etmemelisin. Askerle katili birbirinden ayıran tek şey, askerlerin uluslararası savaş hukukuna bağlı olmasıdır. Bu da hastaneleri, sivilleri hedef almamak demek. Nükleer silahlar hedefleri vurma konusunda ne kadar hassas olursa olsun etkilerini hedefle sınırlama konusunda o kadar hassas değiller. Bu nedenle de yasadışılar. Nükleer silahlarla kendini savunamazsın, bu bir tehdittir.

-Orta Doğu nükleer silahlanmaya çok yakın. Çözüm?
Batının tavrı çok ikiyüzlü. Pakistan ve Hindistan’ın da nükleer silah elde etmesini istemiyorlardı ama sonrasında iki ülkeyle ticarete devam ettiler. Bu dünyanın geri kalanına ne diyor? Biz yeterince kalabalık veya güçlüysek, cezasız kalabiliriz. İsrail’i destekleyerek nükleer silahları destekliyorlar. Halbuki bunu önlemek için nükleer silahsızlanma anlaşması vardı. Böyle giderse bir nükleer soykırım kaçınılmaz. Durdurmanın tek yolu insanların hükümetlerine nükleer silah istemediklerini söylemeleri.

-Bir barış eylemcisi olarak Suriye sorununu nasıl çözerdiniz?
Şiddet şiddeti önlemez. Sorunları bir anda çözebileceğimizi düşünmekten de vazgeçmeliyiz. Gücü kötüye kullanma yüzlerce yıldır sürüyor. Suriye krizini bir anda çözemeyiz ama silah ticaretini durdurmalıyız. Hiçbir ülkenin başka ülkeye müdahalesine izin vermemeliyiz. Barış ve insan hakları konusunda gerçekten samimiysek Saddam Hüseyin’e neden silah sattık? Uzun vadeli bakmak lazım çünkü benim ülkem İngiltere gibi, dünyadaki diğer ülkeleri sömüren ülkeler var. Çok uluslu şirketlerini kontrol etmiyorlar. Birçok yapısal değişiklik yapmamız gerekiyor.
-Teşekkürler

***
Angie Zelter Kimdir?
1951’de Londra’da doğan Angie Zelter, 1980’lerde iki kişi ile birlikte başlattığı Kartopu (Snowball) kampanyasında binlerce kişinin İngiltere’deki ABD askeri üsleri etrafındaki dikenli telleri kesmesini teşvik etti.   

1996’da, Umut Tohumları-Doğu Timor Pulluk Demiri eylemleri kapsamında, soykırım boyutunda sonuçlar yaratacak Doğu Timor bombardımanında kullanılacak BAE Hawk savaş uçağının silahsızlandırılmasında yer aldı. Eylem, yaklaşık 2 milyon pound (7 milyar TL) değerinde maddi zarara yol açtı ve Endonezya’ya ihracatının durdurulmasını sağladı.

1997’de, İngiliz Trident nükleer silah sistemini şiddetsiz, açık ve barışçıl bir şekilde etkisiz kılmayı amaçlayan Trident Pulluk Demiri (Trident Ploughshares) kampanyasını başlatan altı aktivistten biri oldu. 1999’da iki kadın eylemciyle birlikte Trident Radar test istasyonu Maytime’a girdi; bilgisayarlara ve elektronik ekipmanlara zarar verdi, makineleri bozdu.

2002’de Uluslararası Kadın Barış Hizmeti-Filistin’i başlattı. WikiLeaks’ten sızan bilgilerin de gösterdiği İsveç ve NATO arasındaki sıkı işbirliğine karşı, İsveç birliklerinin Afganistan’dan çekilmesi için kampanya başlattı. Jeju Adası’ndaki ihtilaflı Jeju-do Deniz Üssü’nün yapımını engellemeyi amaçlayan direnişe katıldığı için Mart 2012’de, Güney Kore’de tutuklandı.

Zülfü Livaneli belgeseli Altın Koza’da

Özgür Gürbüz-BirGün/16 Eylül 2014

Zülfü Livaneli birkaç kuşağı etkilemiş bir sanatçı. Kimimiz türkülerini mırıldanarak büyüdü, kimimiz romanlarını okudu, bazılarımız da ona oy verdi. Orhan Çalışır, Cengiz Kültür ve Dirk Meissner, Zülfü Livaneli’nin belgeselini yaparak aslında zor bir işe kalkışmış. Herkesin bildiğini anlatmak hep daha zordur. “Zülfü Livaneli – Doğu ile Batı Arasında bir Ses” belgeseli, Livaneli’nin yaşamına, özellikle de sürgündeki Almanya yıllarıyla yakın geçmişe bakarak bu zorluğun üstesinden gelmeye çalışmış. Belgeselde Livaneli’yi zaman zaman Almanya’daki dostlarından dinliyor, sanatçı kimliğinin yanı sıra politikacı Livaneli hakkında da bilgi sahibi oluyoruz. Yunanistan-Türkiye arasındaki barış sürecine yaptığı katkıyı da bir kez daha hatırlıyoruz.

Livaneli’nin politik yönü filmde ister istemez ön plana çıkıyor çünkü kameraların çalıştığı günlerde Türkiye’de herkes ayakta. Gezi Parkı direnişi yaşanmış. Bu başkaldırının etkisi, özellikle de Türkiye’de çekilen yakın tarihli bölümlerde kendisini hep hissettiriyor. Livaneli’nin o günlere ait eleştirileri, “Ey Özgürlük” şarkısını çağrıştırıyor. Gezi Parkı’nda da söylenen o şarkıyı izlerken ister istemez koroya katılıyorsunuz. Yönetmenlerden Orhan Çalışır, “Muhalif bir sanatçının hayatını 2013'ün toplumsal muhalefet hareketi Gezi olaylarına oturtulmuş bir hikaye olarak anlattık. Vurguyu sanatçının toplumlar ve kültürler arasında kurduğu köprü görevine yaptık” diyor.

SÜRGÜNDEKİ YILLAR
Belgeselin en çarpıcı bölümlerinden biri, Livaneli’nin 12 Eylül döneminde sürgüne gittiği Almanya’da yaşadıklarıyla ilgili. Yaşar Kemal, Livaneli’ye neden ülkeyi terk etmesini öğütlediğini anlatıyor. Livaneli de sonrasında sahte pasaportla yaptığı yolculuğun öyküsünü. Öykü, Hamburg yakınındaki Hittfeld kasabasında yaşayan Karin ve Cornelius Bischoff çiftine kadar uzanıyor. Bischoff çifti Livaneli’ye  Almanya’da kalabilmesi için kefil olmuş. Ellerinde 1981 yılına ait bir ses kaydı var. Livaneli’nin, gurbetin acısını unutmak için bir yılbaşı akşamı söylediği türküleri Bischoff’lar masanın altına koydukları teyple gizlice kaydetmişler.

Armin Mueller-Stahl, Almanya Federal Parlamentosu Başkan Vekili Claudia Roth, kardeşi Ferhat Livaneli, Yer Demir Gök Bakır filminin prodüksiyon amirliğini de yapmış olan Peter Schulze, Rutkay Aziz, Maria Farantouri ve Yaşar Kemal gibi ünlü isimler Livaneli’yi anlatanlar arasında yer alıyor. Filmde Zülfü Livaneli’yi kendisinden dinleme şansımız da oluyor. Livaneli’nin aldığı en değerli hediyenin erken yaşta kaybettiği annesiyle çekilmiş fotoğrafından esinlenerek yapılmış bir resim olduğunu öğreniyoruz. Doğduğu ilçede, Ilgın’da belediye başkanı hediye etmiş. Bu ve benzeri detaylar, sanatçının hayranlarının ilgisini çekeceğe benziyor. Belgesel Almanya’da birkaç kez gösterildi. Türkiye’de ise seyirciyle ilk buluşma 21. Altın Koza Film Festivali’nde gerçekleşecek. Adana’daki festival 15 Eylül’de başlayacak ve 21 Eylül’de son bulacak. Film, Livaneli’yle uzun yıllar birlikte çalışmış, belgesele kanunu ve yorumlarıyla konuk olmuş müzisyen Halil Karaduman’a adanmış. Karaduman, iki yıl önce hayatını kaybetmişti.